3 Temmuz 2014 Perşembe

Epeydir aşağılardayım

EPEYDİR AŞAĞILARDAYIM. Hayallerimin aşağısında. Düşlerimin, ideallerimin, planlarımın, potansiyelimin, hedeflerimin aşağısında. Çıkmaya çalışıyorum. Cennet uzakta, bunu biliyorum. Olamadığım herşey için üzülüyorum. Aramızda endişelerim/korkularım kadar mesafe var. Yürümeye korktuğun yoldur, 'uzak' dediğin. Düştüğümde de ilk hissettiğim bu idi: Korku ve pişmanlık. Doğrudan emin olmadığım her yerde cehennem, cennetten daha yakın. Rehbersizlik, beni aşağı çekiyor.
"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı."
Her 'acaba' bir zebani gibi. Her ikircik, zemherir. Bir zakkum-u cehennem ki, telaşımın meyvesi: keşke. Yanlışlar çok. Yanlışlar bir sürü. Yanlış, istemediğin kadar. Hata, bildiğin ihtimal hesabı, karelerini alıp çarp dur birbiriyle, bitmiyor.
"Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."
Doğru bir tane kalıyor bazen. Çok düzlem içinde bir doğru. Onu seçmem gerekiyor, ama ben, o 'o' mu, emin olamıyorum.
"Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı."
Doğru, tek noktaya bakarak çizilmez. En az iki nokta lazım. Bir tanesi benim, o tamam. Fakat iki? Bakmam gerekiyor bir yerlere. Bir nokta daha lazım. Doğru yerde olduğuna emin olduğum bir ikinci nokta. Nerede o?
Ey sıratını çizmek için gayrına muhtaç, gayba iman etmeye muhtaç, ikinci noktasını arayan! İhsanına bak ki; Allah sana bir nokta değil, bir doğru vermiş: İnsan cinsinden yarattığı cetveller var. Peygamber deniyor onlara. Olayların üzerine koyup iskametini öylece çizebilirsin. Pusula gibi şeylerdir onlar. İnsanda vicdan, akla mantık gibidirler. Onlardan sonra yıldız misal sahabiler var, asfiyalar var, evliyalar var. Peygamberlerin netliğinde olmasa da onlar da cetvel.
"İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Sünneti hayatıma koymayı bu yüzden seviyorum. Bir netlik katıyor hayata. Doktor doğru merceği gözüne taktığı anda olduğu gibi, herşey berraklaşıyor. Adımlar netleşiyor. Sünnet, ümmetin gözlüğüdür. Takıverirsen gözüne, yollar kolaylanır. Hem üzülmezsin de artık, korkmazsın. Çünkü keder, durduğu yerden emin olmayanın sıkletidir. Kadere iman edenin, kederden emin olmadığını nerede görülmüş? En nihayet, Bakara 38'de dendiği gibi:
"Dedik ki; 'Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.'"

Çok da 'kucak delisi' olmamak lazım

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir..." Muhammed sûresi, 35'ten.

Efendim, malumunuz CB seçimleri yaklaştı. Eh, adaylarımız da belli oldu gibi. Benim de bunun üzerine iki tike birşeyler karalamam yerinde olur. Hakkında laf etmediğim mevzu kalmadı zaten; bir de bu meseleye, biraz da yüzünüzü güldürmeye çalışarak değineyim: Öncelikle şu CB'lığının devlet kademesinde nasıl bir yere tekabül ettiğini anlamış değilim. Ne amaçla oraya birisini oturtuyoruz biz? "Başında bir büyük bulunsun" diye mi? Yoksa başka bir fonksiyonu da var mı? Örneğin: Başbakanlık çalışma makamı, CB'lığı da acaba 'kucaklama' makamı mı oluyor?

Bunu soruyorum, çünkü bu sıralar CB'lığı hakkında yazısını okuduğum, sözünü dinlediğim neredeyse herkes onun o meşhur kucaklamasından bahsedip duruyorlar. Öyle ki; insan falan ayırmayacak, herkesi saracak halat gibi kolları olacak. Bir nevi takım elbiseli Noel Baba. Öyle birşey canlanıyor insanın hayalinde. Yoksa istenilen bulunduğu makamda çalışması, proje üretmesi falan değil. Ülkeyi daha ileri bir noktaya getirmesinden de bahseden az. Adaylardan birisi de bunu dile getirdi zaten. "O makam öyle proje makamı değil" gibisinden birşey dedi. Herkesin niyetini başka. İyi olan kazansın.

Bu iş geçmişten beri böyle. Ne zaman CB'lığı adayları sıraya dizilse aranılan özellik çalışması değil, kucaklayıcı olması. Ben bu kucaklayıcılık işine takıldım. Kucaklayıcılık ile kastedilen ne? Herkesin hoşuna gitmesi mi? Dostlarım, azıcık bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, birşeyler yapmaya çalıştığınız anda birileri sizi sever, birileri sizi sevmez. Sahada olmanın getirisidir/riskidir bu. Bu ülkede ancak 'taşın altına elini koymayanlar' herkes tarafından sevildiklerini sanabilirler. Hep kazanan ata oynayanlar, ama rengini belli etmeyenler. O tipler dışında herkesin sevdiği bir adam yok. Hele yaptığınız bir ülkeyi yönetmekse, ancak cenazenizde çok sayıda insan olmasıyla mükafatlandırılırsınız, herkesin sizi sevmesiyle değil.

Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e verdiği Ayasofya camii örneğini hatırlayalım. O camiye girdinse, bir kere riski aldın. Artık orada yapacağın davranış ya serserileri sevindirecek ya müminleri. İkisini birden sevindirmek demek duruşsuzluk demek. Herkesin sevdiği insanlardan korkarım ben. Lisede bir arkadaşımın Gülen grubu hakkındaki (ki o aralar ben de onlara takılıyorum) enteresan feryadını hatırlarım: "Abi adamların hiç mi kavgalı oldukları birşey olmaz. Herkesle araları iyi. Herkesi idare ediyorlar. Böyle olmaz ki." Kulakları çınlasın. O zaman gözümü açamamıştı. Ama benim gözüm sonradan başka vesilelerle açıldı. Duruşsuzluğun aynı zamanda kimliksizlik veyahut bir çok kimlilik sorunu olduğunu anladım, karaladım hakkında birşeyler. Yeniden CB'lığına dönersek:

Efendim, kucaklayıcılığın zıttı da kutuplaştırıcılık. Ne demek o? Şu demek: Eğer toplum gergin saflara ayrılıyorsa, sen kutuplaştırıcısın. (Sesteki tonlamadan kötü birşey olduğunu anlayabiliyoruz.) Bu nedenle senin o makamda olmaman lazım. İyi de, bugün barış gibi, özgürlük gibi en kavgasız kavramları bile ele alsanız; arkasında durmaya çalıştığınız anda karşınızda kutuplar belirir. Barış sürecini ele alalım mesela. Barış sürecine bugün herkes taraftardır diyebilir miyiz? Diyemiyoruz, ama cesaretle arkasında durulursa; yani kutuplaşmanın oluşturduğu gerilime karşı ölçülü bir mücadele verilirse, halkın çoğunluğu istiyor, bir asırlık bu parantez kapanabilir diyoruz. Bu ümit de kucaklayıcılıktan değil, cesur bir meydan okuyuştan güç alıyor. 12 yıllık iktidarı döneminde Erdoğan'ın ve ekibinin başardığı çoğu şey de bu meydan okuyuculukla gerçek oldu. Yolda gördüğü herkesi kucakladığı için değil. (Onu Hasan Celal Güzel yapıyordu, tutmadı.) Kucaklayıcılıkta ne arıyoruz? Bunu iyi analiz etmek gerek.

Emirdağ Lahikası'nda, Bediüzzaman'ın, Mustafa Kemal tarafından Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî atanması teklifini neden kabul etmediğini izah etttiği yer de bu analizimize katkı yapabilir: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."

Ve yine Gülen grubuna geri dönelim. Bugün bu grubun girdiği hal, düştüğü durum, biraz da geçmişte herkesi kucaklamaya çalışmasından değil mi? Kendisi gibi dinî bir kimlik temsil eden gruplar dışında farklı kimlikli olanlardan; solculardan, Amerikalılardan, İsraillilerden, başka din mensubu cemiyetlerden, kapitalistlerden, hatta masonik faaliyetler gösterdiği bilinen yerlerden bile kucakladığı insanlar var. Bunu şimdiye kadar hizmetlerin yürümesi için bir strateji olarak anlatıyordu. "Gönülleri ısındırıyordu." Fakat nihayeti öyle olmadı. Bu herkese kendini beğendirme çabasıdır ki, bugün kimsenin onları beğenmemesiyle netice verdi. Beğeniyor sandıkları da aslında vakit dolduruyor. İşlerine yaramadıklarını anladıkları anda sırtlarını dönecekler.

Gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Kendisini pek tanımam. Bir kitabını okumuştum sadece. Ama gelişi itibariyle hoş çağrışımlar yapmadı. Ramazan Ramazan Anıtkabir ziyareti (hatta hızını alamayıp İsmet İnönü'ye doğru da bir tur attı sonra) bir tuhaf oldu. Onu da geçeyim: Bir kere çatısına çıktığı binanın sütunları bir tuhaf. Bir tarafta Haydar Baş var. Öteki tarafta CHP var. Diğer tarafta MHP var. Bu yanda da Gülengiller var. Bu adamlar daha düne kadar birbirlerini yiyen, demediklerini bırakmayan gruplardı. Haydar Baş'a karşı Gülen grubunda hissedilenleri Şubat Soğuğu dizisindeki Şah Veli karakteri hatırlatır herkese. CHP ve MHP'nin arasındaki bu muhabbet ise 80'li görmüşler için elektroşok etkisi yapıyor. Dahası da var. Bu çatının altında bir de Yeniasya var. Boyu küçük, ama olsun, gelenekteki işlevi büyük. Onlar da Gülengillerle, CHP'yle, Haydar Baş'la sorunlu bir geçmişe sahipler. Fakat ne enteresan, onlar da bu çatının altına dahil oldular.

Eh be muhterem okurlarım, hani Erdoğan'ın kutuplaştırıcılığı? Adam Türk-Kürt barışını sağladığı gibi perde arkasından başka kardeşlik projeleri de yürütüyor anlaşılan. Bakınız; CHP-MHP ile barıştı. (CHP'nin genel başkanı, otobüste, ülkücü işareti bilem yaptı, o derece.) Gülengillerle Yeniasya barıştı. Sonra bu ikisi Haydar Baş ve ekibiyle barıştı. Hepsi bir çatının altına girdiler, bir seçim boyunca mutlu yaşayacaklar. Hani Erdoğan kutuplaştırıyordu? Yahu Gezi'de bile ne enteresan posterlerin, bayrakların yanyana geldiğini gördük. Neler neler beraberdi. Hiç dünyada bir araya gelmez dediğimiz gruplar bir aradaydı. Sahi, Erdoğan böyle mi kutuplaştırıyor? Ben bu acip işe de şaşkınlığımı ifade eder, siyasette 'çok da kucak aramamalı' diye buraya not düşerim muhterem okurlarım. Allah, başımıza, bizi geleceğe cesaretle taşıyacak ve bu güzel yolda hilafına çalışanları kucaklamayacak bir CB nasip etsin. Amin.



26 Haziran 2014 Perşembe

Nedir ki acep bu devletleşme korkusu?

Madem bu konu hakkında pekçok twit attım, yazıyla da karışayım. Sorunumuz şu: Risale-i Nur'un devletleşmesi. Peki, Risale-i Nur'un devletleşmesi nedir? Korkmayın canım, cemaatlerin emvallerine el konmuyor/kamulaştırılmıyor ve başlarına da devlet tarafından birer abi atanmıyor. Endişeye mahal yok. Kırk yıldır gruplarının başında olan abiler/hocaefendiler müsterih olsunlar. Koltuklar tehlikede değil. Daha başka birşey yapılıyor. Bediüzzaman'ın sağlığında, talebeleriyle külliyat basımına girişmeden evvel, devletten talep ettiği birşey gerçek oluyor. Diyanet İşleri külliyat basıyor. Evet, ilk eserini de bastı hatta. Küçük fakat kıymetli bir başlangıç: İşaratü'l-İ'caz.

Gerisini de basacak. Fakat bu arada, yasal varisleriyle telif anlaşması yapılmadığı için yıllardır bu eserleri telifsiz basan bazı yayınevleri sıkıntıya düştü. Ben bu sıkıntının ortaya çıkacağını ilk duyduğumda bundan belki üç sene kadar önceydi. (Belki daha da fazla.) Ama kimse oralı olmadı. Yasal varislerle görüşüp telif işlerini düzene koymadı. Sonra? Sonrası malum. Şimdi bir dernek çatısı altında yasal varislerden ve Risale-i Nur gruplarından oluşan bir heyet hem telif işini hem külliyat basım işlerini düzene koyuyor. Metin konusundaki çalışmalar sona erdirildikten sonra o metin üzerinden Risale basmak isteyen yayınevleriyle anlaşmaya gidilecek sanırım. Mesele Kültür Bakanlığı'nın gözetiminde yürüyor. Detayları, nette arama yaparsanız, bulursunuz.

Yani mesele bu kadar birşey. Risale-i Nur külliyatını, Bediüzzaman'ın da bir vasiyeti olarak devletin basması ve hatta bir nevi koruması altına alması hadisesi. Fakat durun, bu noktada bazı grupların ciddi endişeleri var. Bandrol alamayışlarından itibaren bu kazanı karıştırıp duruyorlar. Açılan başlık şu: "Risaleler devletleşiyor!" Peki, Risaleler devletleşirse ne olur? Bu kısmı kocaman bir soru işareti. Yani endişe nedir? Metinlere mi müdahale edilir? Külliyatın basımımı yasaklanır? Kalitesiz mürekkep mi kullanılır? Başına ders kitaplarında olduğu gibi Mustafa Kemal resmi mi konur? Kağıdından mı çalınır? Tam olarak endişemiz ne? Eğer endişemiz; sadece kendi markamızla, iyi de satan Risalelerden para kazanmak değilse, ne hakkında endişe ediyoruz?

Bunu sorguluyorum, zira daha somut birşey söyleyeni duymuş değilim. Hatta sanıyorum kasten somutlaştırılmıyor ki, kolay çürütülmesin. Böyle şekil çizilmeyen, hudut verilmeyen, tahayyüle bırakılmış, bu nedenle daha da korkutucu olan öcüler gibi. (Bir zamanlar sinemacı bir arkadaşım, filmlerde korkunun, korkulacak şeyi görene kadar geçen zaman diliminde yaşanan birşey olduğunu söylemişti.) Korkulacak şeyi gördüğünüz zaman korku kalmıyor çünkü. Onu bir şekil içinde tanıdığınız zaman: "Bu muydu o kadar endişe ettiğimiz?" diyebiliyorsunuz.

Şaşırdığım birşey de şu: Bu devletleşme korkusu ne zamandan beri Nur talebelerine arız oldu? Yani eğer bu korku külliyat içinde referansını da bulduğumuz birşeyse, amenna, peşindeyim, destekliyorum. Fakat aksine, Bediüzzaman'ın külliyat içinde devlet kelimesini kullanış tarzı hiç öyle öcü gösterir gibi değil. Hatta kendisi talebeleriyle basım işine girişmeden önce bunu devletten talep etmesi, hatta Son Şahitler'den okuduğumuz hatıraları da hatırlarsak, talebelerini bu işin peşinde koşturması 'devletleşme' denilen şeyden o kadar da endişe duymadığını gösteriyor. Eğer devletleşmeden kastımız devletin külliyatı basması ise, Bediüzzaman zaten talep ediyor bunu. Hem talep edip hem korktuğu/yasakladığı söylenebilir mi? Bu da bizi içimizde bir çelişkiye sürüklüyor sanırım. Yahut da şimdiki bir kısım abiler Bediüzzaman'dan daha ferasetli abiler. O görmemiş, bunlar görüyorlar.

Eğer bizim burada korktuğumuz şey, devletin otoriteri ise; yani otorite elinde olmasından korkuyorsak külliyatın, abilerim/ablalarım hepimiz biliyoruz ki, her Nur cemaati ayrı bir küçük devlet/devletçik. Onların içindeki despotik yapı, bugünkü devlette yok. Gülengillerden tutun (gerçi onları artık Nurcu da saymamak lazım ya, külliyat basıyorlar, bu yazıda ihtiyaç var) Yeniasya'ya, diğer gruplara kadar hepsinin idarî listesine bakıyorsunuz 40 yıldır aynı isimler. Haydi, 'isimler'i geçelim, bazılarının başında 'tek adam' var. Sorgulanmıyorlar. Değiştirilemiyorlar. Onlara ilişen olursa hasbelkader, onlar gönderiliyor. Cemaat içindeki bütün muhalefetlerini tasfiye eden otoriter bir yapılanmadan ibaretiz. Eteğimizdekileri dökelim. Biz neyiz ki, devletin bir derece sınanabilir, çünkü seçimle başa gelir iktidarlarını öcü gibi gösterebiliyoruz. Devletin adı cemaat olunca ondan korku yok, cemaatin adı devlet olunca ondan korku var, öyle mi?

Bu ayrı yayınevlerinden külliyat işi öyle enteresandır ki, dersanelerde (hepsinin demeyeyim ama çoğunun desem hata olmaz), bir grubun dersanesinde/medresesinde başka bir grubun külliyatını göremezsiniz. Denemek için masasının üzerine bırakın bir takım, ertesi gün kendi grubunun markasından eserlerle yerleri değiştirilmiş olur. Sizin anlayacağız, bu markalar altında üretilmiş bir asabiyet Nurculuğun her yanını sarmıştır. Neredeyse her grubun bir külliyatı, her külliyatın bir grubu vardır. Eğer bu markalaşma bir asabiyet üretme geleneği haline gelmişse, bitmesi mi hayırdır, devam etmesi mi hayırdır?

Kendim yaşadığım komik birşeyi anlatayım: Köşeyazılarımda Söz Basım külliyatını kaynak kullandığım için (ulaşabildiğim en kolay kaynaktı çünkü) bana serzenişte bulunan okurlarım bile olmuştu. Serzenişin şekli ise şöyleydi: "Neden sadece o malum grubun külliyatını kullanıyorsunuz?" Sanki markadan markaya külliyat değişiyor.

Gerçi değişiyor. Evet. Küçük detaylar oynuyor. Mesela sayfa numaraları birbirini tutmuyor. Bazı mektupların içeriği uzun veya kısa, kesilmiş veya kesilmemiş. Bazılarında ilave mektuplar da var. Bazılarında bazı yerler asıl metinlere göre tashih edilmiş, bazılarında daha sonraki külliyatlarda basıldığı gibi duruyor. Lahikalar'daki mektup sayısı oynuyor, aynı değil. Kürdî/Nursî, Kürdistan meselesini ise hiç açmayayım, o daha derin bir yaradır. Hasılı; bu iş böyle, eteğimizden dökülen hep elmas değil. Yanlışlar da etmişiz bu işte. Şimdi tekrar tek bir çatı altında bu iş dönse, şer mi olur, hayır mı?

Ben demiyorum ki, hâzâ hayır olur. Bakınız soru işaretlerim benim de var. Metinlerin sıhhatini cidden merak ediyorum. Çalışmanın detaylarının şeffaf bir şekilde paylaşılmasını bekliyorum, istiyorum. Ama o heyete de güvenmiyor değilim. Hepsi iş bilen, işin içinde insanlar. Yıllarını vermiş insanlar. Ha bu işi şimdi AK Parti baştayken yapıyor, bazılarımız onu sevmiyor, nasip meselesi. DP'den istemişti Üstad, 50 yıl sonra AK Parti'ye nasip oldu. Dövülmeden kuru endişelerle ağlamak yerine, hem sürece pozitif katkı verip hem de sınamak daha sağlıklı olmaz mı? Nihayet olarak: Risale-i Nur devletleşiyor korkusu, eğer güzel ve sağlıklı basacaklarsa ve fiyatı da uygun olacaksa, benim katımda ehemmiyetsiz bir korkudur. Bir öcüleştirmedir. Ben her öcüleştirmeye düşmanım. Gülencilerde yeni, diğer bir kısmımızda eski, bu liberalizm kokulu 'devletleşme korkusu' bana bir anlam ifade etmiyor. Somut delillerle gelin, canınızı yerim. Ne yapacak külliyata bu devlet?

25 Haziran 2014 Çarşamba

Alçaksınız!

Benim Fırıncı abiyi tanımam 2002 senesine rastlar. Nesil Yayınları'nın sevkiyatında çalışmaya başlamıştım aynı yıl ve aynı yıl Risalelerle yeniden tanışmıştım. Nurtaşı diye bilinen medreseye derse davet etmişlerdi beni. (Gitmek için davet gerekmediğini sonraları öğrendim.) Bir çarşamba günüydü. İlk kez böylesi kalabalık bir derse katılıyordum. Kapının yanında boş bulabildiğim bir yere oturdum. Dersi yapan Fırıncı abiydi. Daha doğrusu, yapanlardan birisiydi. Beni görür görmez yeni birisi olduğumu anladı. Ben de kendisini ilk kez görüyordum.

Ders bitti, ara verildi. O yaşlı adam, ta oturduğu yerden kalkıp üşenmeden benim yanıma kadar geldi. Ayağa kalkmama fırsat vermeden omuzuma bastırdı; yanıma diz çöktü, oturdu. "Hoşgeldin kardeşim, isminiz ne? Nesil'de mi başladın? Maşaallah. Biz de burada Üstadımızın eserlerini anlamaya çalışıyoruz beraber..." Bir hoşsohbet. Yüzü hep mütebessim. Benim Fırıncı abiyle tanışıklığım ta o zamanlardan kalma. İlk bu haliyle gördüm onu. Hep tatlı hatıralarım. Ama kime sorsanız onu böyle tarif eder sanırım: Cisme bürünmüş tevazu. Tarif edene göre cümleler değişse de içinde kesinlikle bu kelime geçecektir: Tevazu.

Kime sorsanız, dokunsanız onunla hatırası böyledir. Çocukla çocuk olan, elini kimseye öptürmeyen, önünde eğilen olursa ondan daha çok eğilen bir güzel insan. Bir seminere, derse, herhangi bir toplantıya geç kaldığında, kapıdan girdiği an, o civarda bir yere (genelde yere) oturmaya çalışan, kaldırılmaya çalışıldığında baskılara karşı direnen, 'afedersiniz, özür dilerim' gibi ifadeleri dilinden hiç düşürmeyen bir pir-i fani. Anlıyorsun yakîn ile: Bu alçakgönüllülük onda yapmacık değil. Damarlarına kadar işlemiş bir hal gibi. İkinci bir fikir geçmiyor sanki kafasından. "Böyle yapma abi" desen herhalde şöyle cevap verecek: "Başka türlü yapmanın imkanı var mı?"

Şimdi, bugün, Rotahaber'daki alçaklığa şahit olunca, öfkemiz daha bir şiddetli oluyor bu yüzden. Nasıl olmasın ki? Erdoğan'la el sıkışması esnasında eğilmesini 'elini öpmeye çalışmak' olarak lanse eden bu pisliklerin belli ki çektiklerin otun şiddetinden kafaları iyice döndü, ölçülerini de iyice yitirdiler. Sanrılar görmeye başladılar. Başta o sitenin sahibi Ünal Tanık olmak üzere, orada Fırıncı abiyle hukuku olan bütün zevat bilir ki; Fırıncı abi, elini sıkan herkese karşı eğilir. Biraz sırtındaki rahatsızlıktan, biraz tevazu 'ahlakı' olduğundan. Eğilir. Herkese karşı yapar bunu. Onunla muhatap olanlar her defasında şahit olurlar buna.

Fakat gelin görün ki; bu paralel fitneciler, bu haşhaşiler, bu ne olduğu belirsiz şer odakları böyle bir hadiseyi bile, sırf işlerine gelmediği için, 'Fırıncı abinin Erdoğan'ın elini öpmeye çalışması' olarak göstermeyi deneyebiliyorlar. Böyle bir iftirayı utanmadan, sıkılmadan atabiliyorlar! Ne diyelim: Beter olsunlar. Daha da beter olsunlar. Erdoğan'ın onlara yaptığı az bile. Ezsin geçsin şunları. Tozlarını bile bırakmasın yeryüzünde. Bırakmasın ki, böyle hainlikler etmesinler. Bugün Fırıncı abinin tevazusunu 'el öpmeye çalışmak' olarak çarpıtanlar; yarın gizli kamera da koyar, şantaj da yaparlar ve hatta yapmışlar zaten. Çünkü alçaklık onların kanında vardır. Allah'tan bizi tez zamanda bu alçaklardan kurtarmasını niyaz ediyoruz. Amin.



24 Haziran 2014 Salı

Ramazan nasıl Kur'an ayıdır?

Şunu böyle anlıyorsak yanlış anlıyoruz: Bediüzzaman'ın, Ramazan Risalesi'ne "O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân, o ayda indirilmiştir..." ayetini zikrederek başlaması, sırf içinde 'Ramazan' kelimesi geçtiğinden ötürü değil. Aslında Ramazan Risalesi'nin tamamı bu ayetin tefsiri. Bediüzzaman, kanaatimce, bir ayeti tefsir ettiği zaman, lafızlarının evvelemirde okuttuğunu/anlattığını aktarmakla yetinmiyor. Tefekkür edilen ayetin verebileceği bakış açılarını/açılımları da kullanarak yapıyor tefsirini. Örneğin: Bu ayet-i kerimede, ilk göze çarpan şekilde, meziyetleri sayılan şey aslında Kur'an iken ve Ramazan sadece onun nazil olduğu zaman olarak zikredilirken, Bediüzzaman'ın tefsiri hiç de böyle durmuyor.

Nasıl oluyor bu? Bediüzzaman ayette geçmeyen(!) bu kadar anlamı nasıl çıkarıyor? Nasıl bu denli zenginleştirebiliyor tefsirini? Bunun açıklamasını kendi dünyamda üç şekilde yaptım: 1) Bediüzzaman, sarf ve nahiv kaideleri başta olmak üzere, belagat ilminin verdiği bütün imkanları bir ayeti okurken zihninde bulunduruyor. 2) Bediüzzaman ayetlerin temas edebileceği konulara dair yaptığı sair bütün okumaları zihninde tutuyor. 3) Bediüzzaman, lafzın evvelemirde söyledikleri dışında, başka sorulara da cevap arıyor ayetleri okurken. Mesela şöyle soruyor bu ayete: "Neden başka birşeye nisbetle Ramazan ayı zikredilmedi de 'insanlara doğru yolu gösteren' ve 'apaçık hidayet delilleri taşıyan' ve 'hak ile bâtılın arasını ayıran' özellikleriyle birlikte Kur'an'ın yanında zikredildi? Bundaki hikmet nedir?"

Böylesi bir arayış/açlık bence Bediüzzaman'ın tefsirini bizim için 'bir başka' kılıyor. Sahip olduğu sorular onun ayetlerden istifadesini arttırıyor. Hikmeti görmek; doğru soruları sormak, onlar eşliğinde doğru bakış açısını aramak ve yakaladıktan sonra eşiğinden ayrılmamakla yakından ilintili. Yoksa çokları söylüyor: "Ramazan Kur'an ayıdır."

İyi de Kur'an ayı nedir? Neyi değiştirir? Neyi zenginleştirir? İşte bütün bu soruların cevabı Ramazan Risalesi içinde var. Fakat öncesinde şunun altını çizmeliyiz: Bediüzzaman, şu üç meziyetin (1. İnsanlara doğru yolu gösterme/2. Apaçık hidayet delilleri taşıma/3. Hak ile bâtılın arasını ayırma) sadece Kur'an'ın değil, Kur'an'ın indirildiği ay olma münasebetiyle, Ramazan'ın da meziyetleri olduğunu düşünüyor. Böyle bir nisbetle beraberce zikredilmelerinin bu yönlerinde bir benzerliğe işaret ettiğini farkediyor bence. Yani; Kur'an varlığıyla bir mü'mine ne yapıyorsa, Ramazan ve orucu da varlığıyla bir mü'mine aynısını yaptırıyor. Hatta daha ilgili metnin başında Ramazan'ı ve orucunu şeair olarak zikretmesinin 'hak ile bâtılın arasını ayırma' ile büyük bir ilgisi var.

Mezkûr eseri boyunca saydığı bütün hikmetleri inceleseniz (ki dokuz nüktedir) her birisi bu üç vecihden birisine tutunuyor. Tabir-i caizse Kur'an'ın bu üç meziyetinin bir ay boyunca oruç ameline dönüşüp hayatlarımıza akmasına biz 'Ramazan' diyoruz. Ramazan'da Kur'an'ın o üç özelliğinin hayata 'hal' olarak dahil oluşunu seyrediyoruz. Bir nevi metinde ve kalpte olanın hayata girişi yaşanıyor oruçla... Vahyin, 11 ayda tattığımızdan daha üst bir şekilde, bizde varoluşu bu. Üst düzey bir farkındalık. Bu fiilî sınanma ve ayrışma da eklendiği için bu ayın Kur'an bereketine daha müsait olduğunu söylüyoruz. Sadece Kur'an'ın nüzul ettiği ay olmasından dolayı değil, Kur'an'ın bu üç yönünün, bir nevi hayata inen tefsirini de içermesi nedeniyle Ramazan Kur'an ayı. Bu meseleye bütün nüktelerden hareketle sayfalarca delil yazabilirim. Fakat yazıyı uzatır ancak. Keşke bir de bu gözle okusanız o Risaleyi. Eminim siz de fark edeceksiniz. Bediüzzaman, o ayeti çok başka, çok zengin anlamış. Bahtiyar olsun.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Şeairsiz gel bana, köşkü bile açarım sana

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. Sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Muhammed sûresi, 35.

Geçtiğimiz haftasonu SETA İstanbul'da, Mimar Hilmi ve Sırrı Şenalp'in, Mimaride Gelenek ve Bugün başlıklı semineri vardı. Gelenek, Mimari ve Kimlik seminerlerinin dördüncüsüydü bu. Seminer boyunca hocalar, geleneksel mimarinin detayları arasındaki uyum üzerine 'somut' şeyler anlattılar. Temelden ta kubbelere kadar, bir yapının her bir parçasının birbirine oranını, yani geleneksel mimarinin kimliğini oluşturan matematiği izah eder bir seminer sundular izleyicilere. Ancak seminerde anlatılan diğer bilgiler bir kenara; Hilmi Şenalp Hocanın, Berlin Camii inşaası sırasında yaşadıklarına dair anlattıkları cidden ilgi çekiciydi:

Berlin Camiini geleneksel mimariye uygun yapmaya çalıştıkça Alman yetkililerin işlerini zorlaştırdıklarını, bürokratik engellere takıldıklarını; fakat gelenekten vazgeçtikleri her noktada âdeta bütün yolların açıldığını anlattı Hilmi Hoca. Defalarca camiin kapısına def-i hacet edilmiş, bir kere bombalı saldırı düzenlenmiş, bir keresinde de yapının kapılarına yetkililerce el konulmuştu.

Bütün bunları yorumlarken Hilmi Şenalp'in altını çizdiği ise şuydu: Batı, kendi mimarisiyle yapılan camiye karşı çıkmıyordu. Dış görünüşü mümkün mertebe camiyi çağrıştırmadığı, mimarisi İslam'ı hatırlatmadığı sürece inşaaya açıktı. Fakat ne zaman ki yapı, başka bir geleneğe ait olduğunu söyler bir dile/üslûba kavuşuyordu, o zaman rahatsız olmaya başlıyorlardı. (İsviçre'deki minare yasağını hatırlayalım.) Hatta bunu seminerde 'silik para' örneği ile misallendirdi. Batı, İslam parasına karşı değildi, ama üzerindeki İslam yazıları okunmadığı sürece. Yalnız para gibi göründüğü sürece.

Seminer boyunca verilen örnekler bana nedense 'şeair' kavramını hatırlattı. Bediüzzaman, şeairi, 11. Lem'a'da şöyle tarif ediyordu:

"Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir."

Bediüzzaman'ın, nafile türünden olanlarının bile şahsî farzlardan kıymetli olduğunu vurguladığı bu sünnetler, metinde de altı çizildiği üzere, 'İslamiyet alâmetleri' olan şeylerdi. Yani bir beldede, bir toplumda, bir coğrafyada İslam'ı hatırlatan, İslamî kimlikten haber veren şeyler: Mesela ezan, mesela Arapça hutbe... Hatta Ramazan Risalesi isimli eserinde Ramazan orucunu dahi şeair olarak anıyordu Bediüzzaman: "Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır."

Fakat yine de külliyat içinde şeair ile mimariyi birbirine en çok bağlayan Lemaat'ta geçen şu kısım olmalı:

"(...) Nasıl kâinat söndürülmezse, imân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismârlar hükmünde her an olan İslâmî şeâir, dinî minârât, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş, tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisân-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan. Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a'sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman; güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân. (...)"

Sanıyorum bu yönüyle Hilmi Şenalp'in dikkatimizi çektiği şeyin hakikati, o mimarinin ruhta yaptığı çağrışımlar. İnsandaki karşılığı. Bu çağrışımların yaptığı hatırlatmadan hoşlanılmıyor. Hem Batı, hem de sabık düzenin inkılapçıları bu yüzden ilk olarak şeaire ilişiyor, ilk onlardan kurtulmak istiyorlar. Türkçe ezandan, müze olmuş bir Ayasofya'dan, kendini belli etmeyen imandan, sakal bırakmayan ve sarık sarmayan bir müminden rahatsızlıkları yok. Taksim'de olmayan bir camiden de öyle. Onların rahatsız oldukları, kendini Çankaya'da, Taksim'de, Nişantaşı'nda bile gösterebilen bir iman. Tesettür konusunda yıllarca gösterdikleri direnç de biraz bunun sonucu sanırım. Görünen İslam'ın yokedilmesi. Zira tesettür Metin Karabaşoğlu abinin ifadesiyle; "Müminelerin tanınmaması için değil, iradesini Allah'a teslim eden müminelerin tanınma isteğinin göstergesidir."

Çankaya deyince nedense aklıma birden CHP ve MHP'nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu geldi. Sahi, nasıl başlık atmıştı bir gazete onun adaylığı için? '71 yaşında, 4 dil biliyor, eşinin başı açık...' Ah, evet, ıskalamamak lazım: Eşinin başı açık. Öyle ya, Kemalizmin doksan yıldır bu topraklarda söylediği şarkı bu zaten: "Şearsiz gel bana, köşkü bile açarım sana..."



10 Haziran 2014 Salı

Bir tahrik aracı olarak: bayrak

Bediüzzaman Hazretleri, Yasin sûresinde geçen "Biz peygambere şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da!" ayetini, 13. Söz'de tefsir ederken şöyle der: "Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir." 25. Söz'de, aynı ayetin izahına bir ilave yapar: "Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnîdir." Külliyatın içinde başka bölümlerde de, bu ayetin penceresinden, şiir ve Kur'an ayetlerinin kıyaslandığı yerler bulunmaktadır:

"Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vasi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de ayetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzuli olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle adi şeylerden bahsi harikuladedir. Şiirin harikuladelerden bahsi, alel-ekser adidir."

Nereden alıntı yaparsak yapalım, hakikat mesleğince sınandığında, şiirde birçok nakiseler bulunabildiği muhakkaktır. Belki de bu yüzden Fuzulî, meşhur gazellerinden birisini şu mısra ile bitirmiştir: "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır."

Ben, şiir konusunda tereddütle hareket etmeyi ise Arif Nihat Asya'dan öğrendim. Onun öğretmesiyle değil ama, ondan ibret alarak. Hem de meşhur Bayrak şiirinden. Gerçi ona varmadan evvel, sabık düzende, Atatürk'e yazılmış pekçok mizanı şaşmış metin bulunabilir. Fakat ben, Arif Nihat Asya'nın, biraz da muhafazakâr kesime tatlı gelen bir isim olduğu için, bu yazıda dikkat çekilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum. Şiirinde takıldığım bölüme gelirsem: "Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım." Görüldüğü üzere Arif Nihat Asya, bayrağına duyduğu şiddet-i muhabbetten, ağyara dönük şiddet-i husumete varmıştır bu mısralarda. Hatta öyle bir husumet büyümüştür ki içinde; bayrak için, günahsız kuşlara bile saldırmayı düşünmektedir artık.

İş şiirde kalsa iyi. Bu Bayrak şiirinin başka bir fonksiyonu daha var. Ne vakit bu ülkede bayrak eksenli bir gerilim yaşansa, hemen paylaşım sitelerinde, duvarlarda, okullarda, her yerlerde bu şiiri görmeye başlarsınız. Herkes bayrağına kendi gözüyle bakmayanın mezarını kazmaya, selam çakmayan kuşun dahi yuvasını bozmaya azmetmiş halde Asya virdini tekrar etmeye başlar. İyi de, bir mümin olarak sormak gerekir, acaba bu şiddetli bayrak muhabbetinin Kur'an'da yeri var mıdır? Hem de âlem-i İslam'ın dahi parça parça olduğu, ulus-devletlere döndüğü bir çağda? Bir bayrağın bin bayrak olduğu zamanlarda? "Vatan sevgisi imandandır" hadisi(!) gibi bu da mı şimdiki ulus-devlet/milliyetçi algılar ekseninde okunmalıdır? 14 asır evvel olmayan şeyler ekseninde yani?

Neyse, İslamî sorgulamayı şimdilik bir kenara bırakalım. Bu bayrak olayının enteresan başka yanları da var. Bizde bayrak, bir huzur vesilesinden ziyade, bir baskılama aracı olarak kullanılır. Örneğin; resmi bayram günlerinde (halk otobüslerinde bile) bayrak takma mecburiyeti vardır. Daha gergin zamanlarda, eğer takmazsanız, size cezayı halk bile uygulayabilir. Bunun bir benzerini, Clint Easwood'un yönetmenliği yaptığı Iwo Jima’dan Mektuplar filminde görmüştüm. Orada da, II. Dünya Savaşı sırasında, Japon komutanlarının, bayrak konusunda halka uyguladıkları baskıyı anlatan sahneler vardı. Demek bu ağır bayrak sembolizmi, daha doğrusu bayrağın bu denli kutsallaştırılması, biraz da asker kökenli rejim sahibi olmak ile ilgili. Ki, eğer ilgili yasa değişmediyse, Türk bayrağı yapma yetkisi bile askerî kurumlardan alınacak izne tâbiydi. Lisedeki Milli Güvenlik derslerimden böyle birşey öğrendiğimi hayal meyal hatırlıyorum.

Markar Esayan'ın Şimdinin Dar Odası isimli roman çalışmasını okuyanlar, 6-7 Eylül olayları sırasında elleri bayraklı eşkıyaların nasıl Ermenilerin/Rumların evlerini, dükkanları basıp oraları yağmaladıklarını anımsarlar. O günlerde herkes evinin penceresine bayrak asmak zorundadır. Hatta gayrimüslim komşularını korumaya çalışan müslümanlar da ellerine birer bayrak alıp onların evlerinin kapısında beklerler. Demek isterler ki: "Burası bir müslüman evi, burayı basmayın." Bundan yıllar önce, Eskişehir Hapsindeyken, Bediüzzaman Said Nursî de böylesi bir bayrak tahrikine maruz kalır. Cezaevi müdürü, onun Kürt kimliği ve rejimle sorunlu duruşu nedeniyle, izzetini tahrik edebilmek için koğuşunun penceresine kocaman bir bayrak astırır. Bediüzzaman'ın bu olaya tepkisi, hiç beklediği gibi çıkmaz:

"Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti: 'Bu kahraman hoca bize lâzımdır.' Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır."

Zaman geçer, bayrağın fonksiyonu değişmez. Bazen Ermeni okullarının üzerinde, normalde diğer okullarda rastlanmayan bir vurguyla önplana çıkarılmış görürsünüz onu. Bazen de devlete yönelik eleştirisi olduğu düşünülen toplulukların mümkün mertebe gözlerine batacak yerlere asılıyken. (Dindar, Kürt, gayrimüslim veya Liberal.) Hatta, sosyalmedyayı kullananlar hatırlayacaktır, Van'a gönderilen yardımların içine bile bayrak konması mevzubahis olmuştur. Maksatsa, Kürtlere, deprem vesilesiyle vatan sevgisini öğretmek gibidir. Fakat asıl maksat, geçmişte Kürt kimliğine sahip bazı kesimlerin bayrağa karşı gösterdikleri edepsizliğin hesabının sorulması, en azından buna bir gönderme yapılmasıdır.

Aslında PKK/BDP/KCK çizgisinde, yıllardır çeşitli vesilelerle bayrağa karşı gösterilen saygısızlık (yere düşürülmesi, Nevruz'da çocukların çiğnemesi, yakılması veya en son olayda olduğu gibi gönderden indirilmesi) çok kötü bir milliyetçilik taklididir. Arkasındaki kafa aynıdır: Türk milliyetçileri bunu her yere bayrak asarak yaparlar, Kürt milliyetçileri de bayrağı indirerek. Aslında her iki davranış şekli de birbirinin amacını doğrular şekilde gelişmiştir. (Hatta bir kısım İslamcı eylemlerinde Amerika veya İsrail bayrağı yakılması da buna dahil edilebilir.)

Sanıyorum bu noktada Kürtlerin de, bu kısırdöngüden kurtulmak için, Bediüzzaman'ın yolunu izlemeleri gerekiyor. Onun rejime uymak veya herşeyini reddetmek arasında bırakıldığı seçimde, bu seçime razı olmayıp üçüncü bir yol bulması; yani bayrağı sahiplenip kusurlarıyla rejimi reddetmesi, bence Kürtler için de genel bir davranış modeli olabilir. Ancak bu noktada Türklerin de artık bayrağı karşı tarafın damarına basma aracı olarak kullanmaması lazım. Bu vatanı hep beraber kurduysak bayrak hepimizin. Fakat şu da var: Hangi bayrak bir insan hayatından daha kıymetli olabilir? Devletler, sistemler, bayraklar insan içindir. İnsanlar onlar için değil. Eşref-i mahluk olan insandır, bayrak değil. Fabrika ayarlarımıza dönmek için meselelere daha sık Kur'an ekseninde bakmamız gerek.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...