3 Ekim 2014 Cuma

Allah etkileyerek bilir, insan etkilenerek...

"Benim için herşey siyahtı. Ama öğretmenim bana siyahın yeni anlamını öğretti. Siyah, sadece karanlık ve boğulma değil, başarının rengi. Bilginin rengi. Mezuniyet cüppesinin rengi." Black filminden.

Bizim için siyah beyaza açlık duyduğumuz yerdir. Renklerin olmadığı yerde siyah da yoktur. Çünkü zıttı yoktur. Onun ayrımına/farkındalığına varılacak başka ihtimal de yoktur. Bilebilmemiz için birisinin bizi farklı ihtimallerden haberdar etmesi gerekir. İnsan Allah'ı açlıklarıyla anladığı gibi duyuşlarıyla da anlıyor. Göz, kulak, ten, burun gibi âlemi bize getiren, bir yönüyle büyük âlemi bizim küçük âlemlerimize taşıyan herşey bizim duyumuz. Latif olanın tecellilerini yakalayan ve kendisinde misafir eden herşeye latife diyoruz. Verici-alıcı. Bu yakalamalara akıl dahil olursa 'anlamak' deniliyor. Anladın. Yani yakaladın. Yani aklınla da farkındasın. Bilmiş oldun onu.

Farkındalık da seviye seviye. Aklın dahil olmasaydı bu biraz daha sezgiye yakın olurdu. Çünkü sezgi aklın biçim veremediği duyuşlara denir. Seziyorsun ama kalıba sokamıyorsun. İfade edemiyorsun. Delilini ortaya koyamıyorsun. Böyle akılsız bir biliştir o.

Sezginin de bir bilme çeşidi olduğunu bugün kimse reddetmiyor. Hatta Gabor Mate gibi bazı bilim insanları bağışıklık sistemimizin dahi bir duyu olduğunu iddia ediyorlar. Nasıl? Mesela kolay hastalanmaya başladıysan sana şu şekilde seslenilmiş oluyor: "Dostum, hayatı yeterince istekle yaşamıyorsun, ben de bedeni hayata tutunmaya ikna edemiyorum."

Demek dışarıyı içeriye 'etkilenmek' suretiyle taşıyan herşey bizim duyuşumuz. Bunlardan bazıları daha sık karşımıza çıktıklarından isim taktık onlara. Bazılarının sadece varlığını hissettik. Sevmek, beğenmek, nefret etmek, âşık olmak, acımak, utanmak, şaşırmak ve diğerleri. Aslında her birisi bir elçi. Amaç: Dıştan haberdar olsun içteki cevher. Bu duyuşlar ve sezişler olmasa taştan farkımız olmazdı herhalde. Belki de bu yüzden Kur'an, duyuşları azalan, örtülen, bastırılan insanları (ehl-i küfrü) böyle tarif ediyor: "Sonra kalpleriniz taşlaştı. Hatta taştan da katılaştı."

İnsanın yumuşaklığı teninde değil etkilenmesindedir. Derisi kalın olana değil duygularını belli etmeyen adama 'sert adam' derler. Yani ya etkilenmiyor yahut da etkilendiğini belli etmiyor. Bastırıyor. Her iki şekilde de bir sakla(n)ma var. Nasıl bir saklanma? Belki biraz Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da tasvir ettiği halet gibi:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya."

Siyer kaynaklarında anlatılır ki: Müşrik önderleri de vahyi dinledikleri zaman etkileniyorlardı. Mucizelere şahit olduklarını reddetmiyorlardı. Ama saklıyorlardı. Ama bastırıyorlardı. Hatta etkilenişini açık ederse birisi, onu, aşağılayarak tekrar sertleşmeye davet ediyorlardı. "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur!" buyuran Kur'an sanki bize bir tuhaf halet-i ruhiyeden de haber veriyor: Kendinden kaçma ve özden/içinden geleni saklama. Yani bir nevi erkekçe(!) tasannu. Yediği yumruklara rağmen "Acımadı ki!" diye ağlayan çocuk.

Hassaten hayretlerini saklamak noktasında tetikteydiler. Zayıflıktı bu onlar için. Demek istibdadın bir nevi de böyle: İnsanların gerçek duygularını saklamak zorunda kalacak şartlarda yaşamaları. Bir nevi manevi istibdat. Yine hatırlarsak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın "Allah senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapayım?" dediği kişi, ona, 'bir kez bile çocuklarını öpüp okşamadığını' söylemişti. Ve muhtemelen zayıflıklarını(!) böylesine belli ettiği için Aleyhissalatuvesselamı tuhaf buluyordu. Fakat Allah Resulü, cahiliyenin bu istibdadını da lâtı, menatı, uzzayı yıktığı gibi yıkmıştır. Barekallah.

Bizim bilişimiz bize bildirilmesiyle. Peki Latîf ve Habîr olan Allah nasıl biliyor? Elbette Alîm olanın bilişi bizim bilişimiz gibi değil. O bilmekle biliyor. Biz bildirilmekle biliyoruz. En yalın fark bu. Denis Diderot'nun Körler Üzerine Mektuplar'ında geçen kör ile M.'nin diyaloğunu hatırlayalım. M. köre sorar: "Peki ya sizce göz nedir?" Körün cevabı şöyledir: "Bu öyle bir organdır ki, hava ona, değneğimin benim elime yaptığı tesirin aynını yapar."

Kör gözün tarifine çok yaklaşmıştı. Latif olan ışığı bilmiyordu ama latife olan 'dokunuşu' biliyordu. Bu yüzden bilmesini duyuşuna bina etti. Böylesi bir duyuş aracılara muhtaçtır. Fakat Allah'ın bilişi aracısız bir biliştir. O vasıtalara muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilmesi bildirilmekle değil bilmekledir. Tesir ederek, yaratarak, murad ederek bilir herşeyi. Etki altında kalarak değil. İlmi ezelîdir. Ettiğimiz dualar onun yaratığıdır. Biliyordur ki yaratmıştır. Yarattığından sonradan haberdar olamaz.

Bizim bilmemiz onun haberdar ettiğidir. Meleklerin Kur'an'da pek güzelce söyledikleri gibi: Onun bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Böyle bir bilgi olmadığı için, hâşâ, onun sonradan haberdar olduğu birşey de olamaz. Bence kader konusunda çukura düşenler en çok bu biliş farkını kavrayamadıkları için çuvallıyorlar.

Bediüzzaman'ın Allah'ın ehadiyetini izah ederken sık sık güneş örneğini kullanması biraz da bundan gibi geliyor bana. Her yerde ilmi, iradesi ve kudretiyle hazır ve nazır olan, herşeyden dolayısıyla etkilenen değil, ışık gibi herşeye tesir edendir zaten. Öyle tesir edicidir ki Ona şeffaf olmayan yoktur. Latiftir, "şu koca güneş dahi gök denizinde şems-i ezelinin 'nur' isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misal bir aynasıdır."

Şuunat bahsine yüzümü dönersem: Bizdeki duyuşlar, bilişler veya sezişler elbette Onu anlamakta bir penceredir, fakat en nihayetinde bizim kusurlu duyumuşuz ve duyuşla başlayan bilişimiz onun bilişi gibi değildir.

Arkadaşım, en nihayet demem o ki, münezzeh ve mukaddes dediğinde yaptığın tenzihi, bu farkı ortaya koymanın ifadesi olarak da düşün. Cenab-ı Hak senin gibi sonradan haberdar olarak bilmez hiçbirşeyi. Çünkü (hâşâ) o bilmese zaten o şey varolamaz. Kadere imanı kaçınılmaz kılan da budur. Biz birşeylerden onlar olduktan sonra haberdar olsak bu onların yaratılmasına engel olmaz. Çünkü biz yaratıcı değiliz. Fakat Allah'ın ilmi o şeyi kuşatmazsa o şey kimin kudreti ve iradesiyle varlık sahasına çıkabilir?

30 Eylül 2014 Salı

Barış süreci, empati, 'efendilerin barışı' ve Milan Kundera

"Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadise yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun." Münazarat'tan...

Yüzyıllık parantez kapanıyor. Barış süreci işlemeye devam ediyor. Bazı çatlak seslere rağmen, her iki halk da (hatta Türkiye'nin bütün halkları da) beraber yaşabilme umudundan vazgeçmiş değil, sürecin arkasında duruyor. Zaten sürecin arkasında böylesine güçlü bir kamuoyu desteği olmasaydı, ezberbozan adımlarını bu kadar cüretle atabilmesi mümkün değildi.

Elbette daha alınması gereken çok yol, bozulması gereken çok ezber, yapılması gereken çok şey var. Fakat hepsinin ötesinde ve hepsine bedel: Artık umut var. Birşeylerin değişeceğine dair bir umut. Yeni Türkiye'ye dair bir umut. "Yapılamaz!" sanılan şeylerin yapılabildiği bir dünya açılıyor yeni yeni önümüzde. Öğrenilmiş acizlikleri aşmak, fiziksel engelleri kaldırmaktan daha zordur. Psikolojik eşikler, fizyolojik eşiklerden daha yüksektir bazen. Türkiye'nin yüzyılı bu eşikleri aşılmaz ve 'aşılması teklif dahi edilemez' duvarlar sanarak geçti. Şimdi, cesaret ederse, üzerlerinden sıçrayabildiğini görüyor. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi, biraz temkinli, ağır ağır gidiyor bu yüzden. Ama yürüdükçe ve yürümeye cesareti arttıkça kuvvetlenecek/hızlanacak adımları. Emeklemesi yürümek, yürümesi koşmak olacak. Küresel aktörlerin bu süreçten rahatsız olması da en çok bundan. Çünkü aslanı kamçının değil, korkunun terbiye ettiğini biliyorlar.

Peki, barış süreci nedir? Bir empati midir? Hayır. Bence barış süreci empatiden öte birşeydir. Yüzyıllık Parantez kitabında Etyen Mahçupyan'ın da dikkatleri çektiği gibi; empati, karşındakinin ne istediğini sormak değil, karşındakinin ne istediğini tahmin etmeye çalışmaktır. Ve en nihayetinde hiçbir empati, karşındakinin ne istediği sormak kadar güçlü/kesin sonuçlar veremez. Sen bir başkasının yerine koyduğunda kendini, ne kadar bir başkası olabilirsin? Bir Türk, kendisini bir Kürdün, bir Ermeninin, bir Lazın, bir Çerkezin yerine koyduğunda ne kadar başarabilir bunu?

İşte barış süreci bunun 'yerine koymakla' olmayacağını çözen aklın, yerine karar vermeyi bırakıp, "Sen ne istiyorsun?" diye sormaya başlamasıdır. Barışı, böyle bir barıştır. Yoksa Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabında dikkatleri çektiği gibi; Hitler de barış yanlısıdır, Stalin de. Fakat onların istediği 'efendilerin barışıdır.' Yani mesela; Hitler belki de dünyanın üçte birisi ona verilse, beşte birisini de katletse barışmaya razıdır. Ancak bu barışın halkların barışı olduğu söylenebilir mi? İnsaflı denilebilir mi?

İşte Yeni Türkiye, cesaretle, konuşulmaz sanılan bir kesime ne istediğini sormuş ve aldığı cevapların yerine getirilmesini sağlayacak adımlar da atmaya başlamıştır. Tekrar altını çizmek istiyorum: Bu bir empati değildir. Bu, inşaallah, sahici barıştır.

Empatinin zulmediciliğine dair en güzel örneği ise, Sovyet Rusya'nın Çekoslovakya'yı işgali sırasında yaşadığı bir hatırayı nakleden Milan Kundera veriyor bence. Jacques ile Efendisi oyunun önsözünden alıntılarsam bu hatırayı:

"İşgalin üçüncü günüydü. (...) Yollarda, tarlalarda, ormanlarda, Rus piyadeleri her yerdeydiler. Derken arabamı durdurdular. Üç asker arabamı aramaya koyuldu. Askerler işini tamamlayınca, emri veren subayları bana Rusça sordu: 'Kak çuvstvuyetyes?' Tercümesi: 'Neler hissediyorsunuz?' ya da 'Duygularınız neler?' Sorusunda ne fesat, ne ironi saklıydı subayın. Bilakis, şöyle sürdürdü lafını: 'Bütün bunlar bir yanlışlıktan ibaret. Düzelecek herşey elbet. Biz Çekleri seviyoruz, bunu bilmeniz gerek. Sizleri seviyoruz!'

Binlerce tankın taş üstünde taş bırakmadığı topraklar, geleceği elinden alınmış bir ülke; tutuklanmış, alıkonmuş Çek devlet adamları ve büyük aşkını itiraf eden bir işgal ordusu subayı. Yanlış anlaşılmasın, niyeti katiyen işgalden memnuniyetsizliğini dile getirmek de değildi bu subayın. Hemen hepsi bir ağızdan konuşuyordu askerlerin; davranışlarının temelinde yatan unsur; zorbanın sadist arzuları değil, başka bir arketipin, aşkına karşılık bulamayanın arzularıydı: 'Neden Çekler (biz onlara sırılsıklam âşıkken!) bizimle yaşamak, bizim gibi yaşamak istemiyorlar?' Aşkın ne olduğunu öğretmek için tanklardan medet ummamız ne acı!
"[1]

İşte bence Türkiye'nin Kürt halkıyla yaşadığı yüzyıllık gerilim biraz da bu. Türkiye, Kürtleri sevmiyor mu? Hayır, kesinlikle öyle değil. Onları yanında istemiyor mu? İstisnalar olabilmekle birlikte kesinlikle genelin düşüncesi bu değil. Peki nedir o zaman bizi bu kadar zamandır birbirimize kırdıran? Biz, muhatabımızın kalbini empatiyle anlamaya çalışıyoruz; neyi, neden, ne şekilde istediğini gidip sormuyoruz. "Bu kadar versek, çok bile, yeter!" geliyor bize. Kürt haklarından bahsettiğiniz zaman sanki Marstan gelmişsiniz gibi hayretle size bakan yüzlerde bu soru var aslında: "Bu kadar güzel şartlarda yaşamak, yetinmek varken neden hâlâ bu kavgayı sürdürüyorsunuz?" İşte barış süreci bu soru cümlesinin yerini şunun almasıdır: "Senin kalbini nasıl kazanabilirim? Ne şekilde yaşarsan mutlu olursun?" Çünkü dünya üzerinde Türküm deyince mutlu olmayan insanlar da var.






[1] Can Yayınları'nın Eylül 2013 baskısından Ayberk Erkay'ın çevirisiyle.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Son siyer-bükücü 2: Marslı çocuğu boşver, Hz. Halid'e gel

Popülerlikte elbette 'marslı çocuk'la yarışmaz, ama dikkatinizi çekmek istediğim birşey var Gülen'in son nağmelerinde. Kuzuların uzun sessizliğinin ardından çılgın bir enerji ile dolu çıktığı itikaf, Gülen'in stratejisi hakkında çok açık olduğu beyanlarını da içeriyor. Yani Gülen, daha ardıl yollar kullanıyorsa bile cemaatiyle iletişim kurmak için (ne bileyim; telefon, telepati, sms, email, duman yahut Dumanlı'yla haberleşme) nağmelerini de topyekun mesaj vermenin aracı olarak istimal ediyor. Yani bir nevi şah artık sahada. İkincil, üçüncül mesaj yöntemleri yok. Karşı tarafla da doğrudan muhatap oluyor bir nevi. Hasmını da karşısına alıyor.

Normalde pek bunu tercih etmezdi. Karşı tarafı muhatap almak, onun aşkınlığına, dünyadan el çekmişliğine, siyaset üstü'lüğüne, hoşgörü imajına zarar verirdi. Değinmesi gereken güncel şeyler varsa, başka birşeyi konuşurken ima ile hafifçe dokunurdu onlara. İşaret alınırdı hemen. Fakat şimdi öyle değil. Sahada ve herkul.org editörlerinin tüm makaslamalarına rağmen kaçırdıkları açıklar veriyor. Demek ki, konuşması, susmasından daha hayırlı.

Marslı çocuk olayı belki çok gündem oldu; ama o nağmelerin eleştirilmesi, analiz edilmesi en saçma noktasıydı. Yani orada ha 'marslı çocuk' demiş, ha 'karslı çocuk' demiş, ha 'satürnden gelip elimi öptüler' söylemiş, çok ehemmiyeti yoktu bence bunların.

Hatta ben bir gün önce o nağmeyi dinlemiş olmama rağmen (ah, evet, sıkı bir takipçisiyim artık) orayı 'marslı çocuk' olarak anlamadım, 'çinli çocuk' olarak anladım. Bana gündem olduğu söylendiğinde de şaşırdım, tekrar izledim. Sonradan geyiğine dahil oldum elbette (hiç dayanamam) ama tren çoktan kaçmıştı. Eh, Mozart da olsanız konserin sonuna yetiştiğinizde adınızın efsane olmasını bekleyemezsiniz. Benim yaptığım geyikler de boşuna gitti. Fakat geyiğine dahil olmuş olsam da ciddiyetle tekrar altını çizmeliyim: Marslı çocuk meselesi Gülen'in nağmelerinin eleştirilmesi, uğraşılması en saçma noktasıydı. Böyle şeyleri yakalayıp gündem yapmak ona karşı elimizi güçlendirmiyor, zayıflatıyor. Muhatabınızın hatasını bu kadar yüzeysel bir şekilde ararsanız, bir nevi hile ile çelmelerseniz, onu yere düşürdüğünüzde kimse sizi tebrik etmez, alkışlamaz, takdir etmez. Güreşin de bir asaleti var. Birinci kuralı yere sermekse, ikinci kuralı 'kurallara uygun olarak' yere sermek. Eğlenceli olabilir, ama uzun vadede kazandırmıyor, vesselam.

Orada belki en büyük gariplik, Gülen'in Uzay Yolu'ndaki Kaptan Spark mimikleriyle bir espri yapmasıydı. Espriyi yaparken o kadar ciddi duruyordu ki (bu arada esprinin de yaşına göre çok ergen kaçtığını belirtmeliyim), muhtemelen, o an karşısında olan kitleden bile "Ulan, acaba gerçekten mi geldi?" diye düşünenler olmuştur. O sözü söylerken gülmüş, hazretlerine yakışmaz ama, bir kahkaha atmış falan olsa idi şu an 'marslı çocuk'u konuşmuyor olacaktık. Marslılar da paralel suçlamaya uğramaktan korkmayacaklardı. (Daha acı olansa; Gülen gerçekten 'marslılar ziyaretime geldi' dese, buna inanacak takipçilerinin olması.)

Neyse, lafı çok uzattım, asıl meseleye geleyim: Ben asıl, Gülen'in son nağmelerinde tekrar be tekrar değindiği Hz. Halid b. Velid'in Hz. Ömer tarafından görevden alınışı meselesine dikkatinizi çekmek istiyorum. Gülen, neden iki nağme de bir dönüp bu mevzudan bahsediyor? Asıl bunun analiz edilmesi taraftarıyım. Gülen'in nağmeleri analiz edilecekse, espri malzemesi olan yanları değil, Asr-ı Saadet'ten yaptığı örneklemelerin neye matuf olduğu planında bakılmalı onlara. Çünkü o seçimlerin hiçbirisi gelişigüzel değil. Gülen, irticalen konuşuyormuş gibi görünebilir. Ama inanın, konuşmaya başlamadan önce kafasında çok iyi bir kurgu var onun. Konuşmayı önce kafasında yapıyor zaten karşısındakilere yapmadan önce. Neyi, ne zaman, ne şekilde söyleyeceğini planlıyor. 1) Gülen 2) Cem Yılmaz. Anlatacaklarını uzun bir kurgu içinde kafalarında tutabilen iki yetenek bence. Bu yüzden her ikisi de uzun bir süre çok farklı şeylere onlarca atıf yapıp, hiçbir metne bakmadan diyeceklerini bitirebiliyorlar.

Peki, madem onu analiz edeceğiz, öncelikle nağmelerden birinden alıntılayalım o örneklemeyi:

"Büyük zafer ve muvaffakiyetler Cenâb-ı Hakk’ın inayetinden bilinmez de şahıslara verilirse, o şahıslar hafizanallah güç ve kuvvet zehirlenmesine maruz kalırlar.

"Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer 'Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum' demişti.

"Hazreti Halid b. Velid ruhunun ufkuna yürüdüğünde geriye bir atı, bir kılıcı ve bir de kalkanı kaldı. Yuh olsun başka şekilde düşünenlere!.. Kendisini bir şey zanneden egoistlere, egosantristlere.. imkan elde ettiği zaman kendi için yeni imkan yolları araştıranlara.. villalar, yalılar hazırlayanlara.. yuh olsun...
"

Şimdi, öncelikle Gülen'in bütün takipçilerine verdiği bir eğitimden bahsetmeliyim. Bu eğitim kitabî değil, bir metni veya formüle edilmiş bir hali yok, ama cemaatine en iyi aşıladığı şeylerden birisi. Seçilmişlik algısı. Kendilerini özel insanlar gibi gördürerek, geleneği aradan çıkaran ve doğrudan asırları ve Asr-ı Saadet'i bağlayan bir kitle yetiştiriyor.

Sonra bu insanlar hangi kıssa, menkıbe, Asr-ı Saadet tablosu anlatılsa, orada hemen kendilerini bir yere koyuyorlar. (Hep de haklı ve masum olanın yanına koyuyorlar.) Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda bunu Ebu Zerr (r.a.) üzerinden başlatmış. Daha sonra da farklı formüllerle devam ettirmiş. Örneğin; Hz. Halid'in azli meselesini dinlerken de otomatikman Gülenistlerin tamamının kafası şuraya gidiyor: "Hz. Ömer, Hz. Halid başarılı olmasına rağmen, insanlar şirke girmesin diye onu görevden almıştı. Bugün de biz, bütün başarılar Erdoğan'dan bilinmesin diye, görevden almalıyız. Almaya çalışmakta haklıyız. İnsanlar onu desteklemekle aslında tehlikeye giriyorlar, şirke düşme tehlikesi yaşıyorlar." Hemen Gülen tarafından yüklenen bu yeni programa göre çalışmaya başlıyorlar.

Gülen, gerçi vites değiştireceklerini yeni söyledi, son nağmelerinde (son ikisinde) altını çizdiği birşey bu. Fakat ben tabloyu anlattığı andan beri bir vites değişikliği olduğunun farkındayım. Zira daha öncesinde hiç hayâ etmeden Firavun'a, Nemrud'a benzettikleri Erdoğan'ı artık Hz. Halid'e benzetmeye başladılar. Kendileri de Hz. Musa, Hz. İbrahim konumundan Hz. Ömer konumuna çekilmiş oldular.

Peki ne değişti? Değişen şu bence: Erdoğan'ın lanet edilesi kötü bir adam, bir Firavun olduğu lansesi toplumda bir karşılık bulmadı. Bulmadığı gibi toplum bunu nefretle itti. Bu konuya dair bütün çabaları boşa çıkıyor, gördüler. O vakit, bu noktaya kadar getiremeyeceklerini ikinci bir formülle ikna etmeye çalışacaklar: "Bütün başarıların Erdoğan'dan bilinmesi şirk olur. Erdoğan kendisi kötü bir insan olmayabilir. İyi bir komutan, idareci olabilir. Hz. Halid de yenilgisizdi. Ama insanların günaha düşmemesi için onu görevden uzaklaştırmalıyız. Yoksa insanlar şirke düşecekler. Her başarıyı ondan biliyorlar. Biz kendisini kötü görmüyoruz. Ama Hz. Ömer gibi yapmak zorundaydık ve denedik, denemeliyiz." Varılmaya çalışılan demagoji bu arkadaşlar.

Hatta hassaten Hayırhah Arkadaş ve Mabeyn-i Hümayun isimli nağmesinde Gülen bu vites değişikliğinin en açık sinyalini vermişti:

"Hayırhah arkadaşı, bir eğri büğrüyü, bir kırık döküğü haber verdiği zaman insan darılmamalı. (...) Karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üsluplar bulma yoluna gitmeliyiz. Aksi takdirde kusurları düzeltelim derken, insanları rencide edip incitirsek üslupta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız. Herkesin bir hayırhah arkadaşa olan ihtiyacını o büyük sultanlar şeyhülislamlarını dinleyerek gidermişlerdir. Kanunî gibi büyük bir sultan adımını atarken bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye soruyordu. Fatih, Akşemseddin’in ve Molla Hüsrev’in gözünün içine bakıyordu. Onlar gibi, hakkın hatırını âlî tutan ve 'Hünkârım, bu doğru değil!' diyecek kadar hakperest olan insanlardan birer mâbeyn-i hümâyûn oluşturmuşlardı."

Burada da görüldüğü gibi Gülen kendini ve örgütünü Akşemseddin, Ebussuud Efendi ve Molla Hüsrev yerine koyuyor (Erdoğan da yine Firavun değil; Fatih, Kanuni); hakikati söyleyerek muhataplarını sarsmış olsalar bile, hataları söylemekten dolayı bir vebal ve suizan altında olmamaları gerektiğinin altını çiziyor. Kendilerinin mabeyn-i hümayundan uzaklaştırılmamasını gerektiğini (sanıyorum burada da devlet kadrolarından cemaatin uzaklaştırılmasına bir serzeniş var) belirtmek istiyor. Bu nağmenin devamı da istişare üzerine zaten. Başında da Gülen kendisinin bir arkadaşı tarafından doğru bir nasihatle nasıl sarsıldığını anlatıyor. Ama onu anlayışla karşılamış. Şimdikiler de Gülen'i ve örgütü doğru anlamalı demek istiyor.

Her neyse... Sadede gelirsem: Gülen ve takipçilerinin önümüzdeki seçimlere kadar yeni stratejisi şu gibi: Erdoğan'ı ve etrafındakileri kötülemeden, geçmiş bir yılda olduğu gibi ateşli bir muhalefet etmeden, altlarını oymaya devam etmek. Özetle taktik bu. Erdoğan'ın şahsına vurmadan etrafını dolaşmanın bir yolunu arayacaklar galiba. Gün ola harman ola. Bakalım başarabilecekler mi? Birkaç yazıyla daha önümüzdeki haftalar siyer-bükücü'nün hünerlerini analiz etmeye devam edeceğim. Beni okumaya devam edin, yıllarım cemaat içinde geçti, en iyi ben anlarım onların dilinden. :)

24 Eylül 2014 Çarşamba

Sivrisineğin gör dediği

"Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder, derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." (Bakara sûresi, 26)

Biz küçükken yaygın bir kanaat hâkimdi. (Belki hâlâ öyle.) Sinekler, sivrisinekler kesinlikle pis hayvanlardı. Taşıdıkları mikropları da gelir bizim en sevdiğimiz yiyeceklerin içine bırakırlardı bu işgüzarlar. (Ders kitapları dahi böyle söylüyordu.) Hem geceleri de rahat durmaz, kulağımıza yakın attıkları sortilerle bize bir gerilim yaşatırlardı. Acımadan kanımızı alırlardı. Ve daha neler neler... O yüzden biz de çocukken sineklere karşı pek merhametsizdik.

"Acaba sinekler gerçekten böyle canlılar mı?" Hiç sormamıştım bu soruyu. Kurumuş yaprağın bile hikmetsizce yere düşmediği bir âlemde sinekler neden bu kadar bol ve sık yaratılırlar, düşünmezdim. Bilmek istiyorsan, gerçekten istiyorsan, sormaya önce 'zaten bildiklerinden' başla demişler. Ben de bu sorgulamayı Bediüzzaman'ın metinleri sayesinde yaşadım. O kadar çok sineğe/sivrisineğe atıf yapıyordu ki Risalelerinde. Şaşırmıştım o vakitler. Hatta müstakil Sinek Risalesi diye anılan bir eseri dahi vardı:

Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan’da, vahy-i Rabbaniye mazhariyetle serfiraz olduğundan, onları sevmek lazım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostane koşan ve her belasını çeken o hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücadele olabilir. Mesela koyunları, kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevadd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccamlar (kan alıcılar) olmasınlar mı? Muhtemel...

Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihale ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir, belki şe'nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki, muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli (zehirli), müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler.


Bakınız, bu cümleleri biraz tetkik edince bakış açımız ne kadar değişiyor. O zaman hazır olun, aynı eserden bir küçük alıntı daha:

(...) seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki: Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nispetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fatır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.

Şimdi okuduğunuz bu alıntılar ışığında dünyam daha bir başka. Ben neden Bediüzzaman’ı seviyorum? Biraz da bundan: Bildiklerime, ya da daha doğru bir ifadeyle 'bildiğimi sandığım şeylere' farklı açılardan bakmamı sağladığı için.

İşte size güzel bir örnek. Hiç sineklerin böyle canlılar olduğunu düşünmüş müydünüz? Dünyayı temizleyen, mikropları öldüren ve sanıldığının aksine insana faydalı olan bir canlı. Baharda sivrisineklerin insana musallat olması bile, yaza doğru sıcaklık artışıyla yükselen kan basıncını yahut kan artışını azaltmak gibi bir hikmeti gözetiyor olabilir.

O küçükler artık 'küçüklükleri' nedeniyle hor ve hakir değiller gözümde. Canları kolayca ve acıyla alınası değiller. Belki de bu küçüklük ve büyüklük oyununda çok aldanıyoruz. Her rüyadan uyanmak lazım. Her gün gözümüzün içine bakan mucizelere uyanmak lazım. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir." Ve hem "(...) mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." Birisi diğerisiz olmaz, hem birisi diğerinden sanatça geri kalmaz. Allah'ın, sivrisinekle misal vermekten çekinmemesi, bir nevi, onun mahlukiyet nisbetindeki birliğini savunmak değil mi?



19 Eylül 2014 Cuma

Hak'sız sabır olur mu? (2)

"İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredebilirsin?" Kehf sûresi, 68.

Vaktiyle "Hak'sız sabır olur mu?" isimli bir yazıda, Asr sûresinde geçen; 'ancak birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtulacağı' ihtarını anlamaya, anladığımca da anlatmaya çalışmıştım. Orada, Bediüzzaman'ın, sabırla ilgili her meselede (veya sabra değindiği her telifinde) bu ayeti rehber edindiğini ve her zaman evveliyetle okurlarına 'sabrı üzerine bina edebilecek bir hak bilgisi' sunmaya çalıştığını söylemiştim. Kısmen alıntılarsam:

“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”

Bugün de aynı kanaatteyim. Hassaten; Hastalar, İhtiyarlar, Ramazan, İktisat, İhlas gibi risalelerinde Bediüzzaman'ın, ahirzaman (belki de bir yönüyle üzerine yemin edilen, zarar zamanı) insanlarına sabrı öğütlemeden önce, o sabrın ne kazandıracağını ve nasıl kazandıracağını da izah eden metinler ürettiğini düşünüyorum. Yani o eserlerde salt bir sabır tavsiyesi yok. "Sabırlı olun!" deyip insanı öylece emirle başbaşa bırakmıyor bu metinler. Daha sabrı tavsiye etmeden önce o 'sabrın neden sabırsızlıktan daha mantıklı' bir seçenek olduğunu izah ediyor. Öyle ki; onları okuduğunuz zaman hastalık, hapis, ihtiyarlık, fakirlik gibi musibetler 'musibet gibi görünmemeye' başlıyorlar. Adeta kapalı sandığınız kazanç taksimetresi hakkın tavsiyesinin ardından yeniden açılıyor. Demek ki; hak, bu noktada, sabırdan önce 'sabrın amacını ve dayanağını belirleyen bilgi bütünü' olarak düşünülebilir. Asr sûresi de müminlere böylesi bir bilgi üretiminin peşinde olmayı öğütlüyor olabilir.

Peki, "Hak'sız sabır olur mu?" yazısı neden tekrar aklıma geldi? Asıl onu izah edeyim ben: Bir kitaptan ötürü. Gabor Mate'in kaleme aldığı Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli eser. İletişim Yayınlarından okurlara sunulan bu eserde Mate (teolojik değil fakat) benzer birşeyden şikayet ediyor. Modern tıbbın hastalıkları maddeci bir bakış açısına sıkıştırmasından dolayı, tedavi yöntemlerini daraltmasından yakınıyor: "İnsanların yaşam hikayelerinin uygulamada hastalığa ilişkin tıbbi yaklaşımın dışında bırakılması, doktorları etkili iyileştirme araçlarından mahrum bırakmaktadır." Hatta diyor ki: "Bir uzmanın beden ile zihin arasındaki bağlantıyı reddetmesi hiç de şaşırtıcı değil. Sağlık ve hastalık hakkındaki tüm inançlarımıza düalizm (bir olanın ikiye ayrılması) hâkimdir. Bedeni, zihinden ayırarak kavramaya çalışırız. (...) Diğer birçok disiplinin aksine, tıp bilimi Einstein'ın izafiyet teorisinden henüz önemli bir dersi alamamış durumdadır: Gözlemcinin konumu gözlemlenen fenomeni ve gözlem sonuçlarını etkileyecektir."

Nedense burayı okuduğum anda aklıma ilk gelen yer; Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da okurlarına aktardığı, hasta arkadaşıyla arasında geçen konuşmaydı. "'Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım!' diye acı bir şikâyet etti" dediği dostuna birkaç cümleyle öyle bir 'hakkı tavsiye' yapıyordu ki, nihayetinde aynı insanın dilinden şu cümle dökülüyordu: "Elhamdülillah, hastalığım ondan bire indi."

Bu da bir nevi gözlemcinin nazarını/konumunu etkileyerek fenomeni ve gözlem sonuçlarını değiştirmek değil miydi? (Az öncesindeki şekvayı şükre dönüştürüyordu, hem de hastalığı iyileştirmeden.) Mate, İvan İlyiç'ten yaptığı bir alıntıyla, hastanın maneviyatını reddeden modern tıbbı şöyle yeriyordu: "Kimyasal analizler çömlekçiliğin sanatsal değeri hakkında ve anlatabiliyorsa; tıp da iyileşme, ıstırap çekme ve ölme eylemlerinin anlamlı bir şekilde gerçekleşmesi hakkında o kadar şey anlatabilmektedir."

Kitapta bu nazar ve tedavi ilişkisi üzerine verilen pek çok örnek var. Çoğu da Mate'in hastalarıyla yaşadığı şeyler. Örneğin; kanser gibi, ALS gibi, MS gibi hastalıklarda; hatta daha küçük şeylerde bile, insanın manevi dünyasının/karakterinin büyük etkisi olduğunu söylüyor Mate: "Ciddi bir hastalıkla boğuşan hastalarımın hemen hepsi yaşamlarının önemli bir alanında hayır demeyi öğrenememiş kişilerdi." Ve yine: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Yani bir karşı durma yoksunluğu, öğrenilmiş bir acizlik, kendini ifade edememe ezikliği veya Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'gemiye yükünü bırakamama' hali. Hatta Alan ismindeki kanserli bir hastası görüşmeleri sırasında bunu şöyle ifade ediyordu: "Alan: İnsanların benden birşey istemesi yeterli, derhal yaparım. Mate: Kanserden sonra? Mate: Hayır demeyi öğrendim. Sürekli hayır diyorum. (...) Bence hayır demek iyileşmekte büyük bir rol oynuyor." Aynı şeyi astım hastası Joyce da söylüyor: "Hastalığımın bana hayır dedirttiğini farkettim."

Mate, bu yönüyle hastanın dünyasına girilmeden sadece ilaç, gen, hormon, aşı üzerine kurgulanmış bir tedavi sürecinin yeterli başarıyı yakalayamayacağını düşünüyor. Ona göre hastalıklar sebep değil, sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir." Ve yine: "Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize." Ve yine: "Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

Burası enteresan bir dünyanın kapısını açıyor: Belki de hastalığı yaşamaktaki isteksizliğimiz ve kronik sıkıntılarımızla biz çağırıyoruz? Olamaz mı? Mate'in hastalarıyla yaşadığı birçok olay var buna dair. Mesela; sebebi bulunamayan şiddetli ağrılar çektiği halde, Mate'in tavsiyesiyle, eşiyle yaşadığı sorunlarla yüzleşme kararlılığı göstermiş Fiona'nın birden iyileşmesi gibi.

Her şekilde hayata nasıl bir anlam verdiğimiz, onun bizde nasıl tesir edeceği ile yakından ilintili. Hakkı tavsiyeleşmek bu yönüyle, birbirimizin bakış açısını düzeltmek ve dünyanın üzerimizdeki tesirini gözlemcinin konumuyla oynayarak iyileştirmek gibi. İman bu yüzden güzel, değerli. Çünkü hayatı daha anlamlı ve yaşanılır kılıyor. Hastalıkları bile. Hastalar Risalesi'nde pek çok örneğini okuduğumuz gibi daha katlanılır, hatta okunabilir kılıyor. Yani hastalıklar da bize birşeyler söyletmeye, öğretmeye çalışan araçlara, mektuplara dönüşüyorlar. Kimisi; "Hayır demeyi öğrenmelisin!" diyor. Kimisi; "Eşinle yaşadığın sorunlarla yüzleşmelisin!" Kimisi; "Vergi dairesindeki hiç sevmediğin o işi bırakmalısın!" Kimisi; "Daha sosyal olmalısın!" Kimisi de, Stephen Hawking gibi asıl potansiyelini ölümcül hastalığıyla ortaya çıkarıyor, ki eski eşi şöyle söylüyor hatıralarında: "Her nasılsa, yürüyüş şekli daha sarsak bir hal aldıkça, görüşleri de daha kuvvetli ve cüretkâr bir hal alıyordu."

Gabor Mate'in kitabında böylesi pekçok bilgi ve örnek var. Ona göre hastalıklar bela değil, bize yine bizim bedenimizin gönderdiği mesajlar. "Bağışıklık sisteminin de bir duyu organı olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız." O halde neden sırf sıhhat ile körleştirsin Allah bizi, sağırlaştırsın? Yazı yine beni Bediüzzaman'ın ifadelerine getirdi: "Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir."

17 Eylül 2014 Çarşamba

Şiir neden yakışmaz?

"Biz ona şiir öğretmedik. Zaten ona yakışmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır." Yasin sûresi, 69

Bazı şeyleri çok fazla usullere boğduğumuzu düşünüyorum. Bizi hareketsiz bırakacak şekilde. Belli şeyleri, belirgin yöntemler eşliğinde yapmayı süreç içinde kendimize şart koşuyoruz veya başkaları için de şart görüyoruz. Risale-i Nur'un, müellifinin defalarca yazdıklarının tefsir olduğunu ifade etmesine rağmen, aksi iddialara maruz kalması, biraz da bundandır. Yani Kur'an-ı Hakîm'i izah ederken, ayetlerin arasındaki bağıntıyı, sıralamayı, sıradan tefsir usullerine göre kurmuyor oluşu, 'ilm-i kelam ekolünün kurallarına' ve 'klasik tefsir usullerine' alışık olanlar için belki çok sıradışı bir yöntem gibi görünmektedir. Bu yüzden de bazı kesimler tarafından kabul edilememektedir. Oysaki müellif-i muhterem, bakınız, Sözler isimli eserinde, bu konuda neler söylemektedir:

"İşte bu sırdandır ki, Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi' olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir.

Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın i'câz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitâb-ı kâinattaki intizamât-ı san'atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:

Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Söz'de beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
"

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Kur'an'ın ayet düzenini, klasik tefsir usullerinde olduğu gibi iki boyutlu olarak düşünmemekte, boyut sayısını, tıpkı uzayda olduğu gibi üçe çıkarmaktadır. Bilindiği gibi klasik tefsir usullerinde esas tutulan 'nuzül sırası' veya Kur'an'da esas alınan terkip sırası, Bediüzzaman'ın mesleğinde ve usulünde Kur'an'ı anlamak için yeterli görülmez. Evet, kıymetlidir; ancak Kur’an sadece bu iki düzeyden (en ve boy) ibaret değildir. Bu tarz tefsirlerde; bir ayetten çok uzağındaki bir diğer ayete (hatta pekçok ayetlere) atıf pek az yapılır.

Halbuki Bediüzzaman'ın üç boyutlu, Kur'an tefsiri algısında, müellifin daha evvel Muhakemat isimli eserde de dikkat çektiği gibi nazm-ı maanî, nazm-ı lafzîden önceliklidir. Ve nazm-ı maanî, diğer iki boyutun üzerine bir boyut daha ekler. Bu nedenle Bediüzzaman, örneğin asıl konumuzu oluşturan İhtiyarlar Risalesi boyunca birçok ayete atıf yapar. Uzaydaki yıldızlar gibi dizilmiş ayetler arasında seyran eder. Çünkü onların her birisinin, nuzül olma sırasından ötede, birbirlerine bakar yüzleri ve ilgileri vardır.

"Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır."

Matematikte uzay, sonsuz sayıda noktanın bulunduğu, bu nedenle sonsuz sayıda doğrunun çizilebileceği bir alandır. Biz bu uzay kavramını tefsir ilmi içerisinde; Kur'an düzeyinde düşünürsek, ayetler bizim yıldızlarımız olur ki, onların da arasında sonsuz sayıda doğru, ilgi, bağıntı kurulabilir. Çünkü boyut sayısı üçe çıkmıştır ve bu düzeyde mana, yani müellifin ifadesiyle nazm-ı maanî, bize ayetlerin yorum sırasında daha rahat olabilme imkânı sağlar.

Örneğin; İhtiyarlar Risalesi'nde izah edilen ayetlere baktığımızda; Meryem Sûresi, 19:1-4; Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82; Âl-i İmrân Sûresi, 3:185; Müzzemmil Sûresi, 73:17; Âl-i İmrân Sûresi, 3:173; İsrâ Sûresi, 17:23-24; ila ahir... gibi bir dizilimle metnin içinde birbiri peşi sıra geldiklerini görürüz. Görüldüğü gibi bir sure veya bir ayet öbeği, belirgin bir sırayla işlenmez İhtiyarlar Risalesi’nde. Zahirde karmaşık gibi görünen bir nazm-ı maanî içinde olur bütün anlatım. Bu adeta, Kur'an semasındaki yıldızlar arasında, fikir hızında yapılan yolculuklardır ve mana itibariyle bunlar arasında kurulan bağıntılardır.

Sanıyorum; Bediüzzaman'ın eserlerinin klasik tefsir usulü sevenler tarafından eleştirilmesinin bir nedeni de budur. Yani ayet dizilimindeki ve izahındaki hür yapısıdır. Ben, hassaten İhtiyarlar Risalesi'ni okurken konu itibariyle zikri geçen ayetlerin nasıl kanaviçe gibi bir eseri dokuduğuna şahit oldum. Her hakperest okur da, bu hale şahit olur, hak verir.

Burada zahiren geçen ayetlerin yanısıra, mana itibariyle ayetten mülhem olunan cümleler de yer almaktadır ki, onları tesbit etmek de ayrı bir dikkat işidir. Bazı külliyat çalışmaları, böyle bir inceliği de gözetmişlerdir. İşte bu tarz sıradışı bakışlardır ki, bize Kur’an’ın daha önceki asırlarda açılmamış kapılarını açacak, görülmemiş güzellikleri gösterecektir. Zira Bediüzzaman’ın da dediği gibi; “Zaman ihtiyarlar, ama Kur’an gençleşir.”

The Last Siyerbender (Son Siyer-Bükücü)

Avatar: The Last Airbender (Avatar: Son Hava Bükücü) 2010 yılında M. Night Shyamalan tarafından sinemaya aktarıldı. Toprak Bükücüler, Ateş Bükücüler, Su Bükücüler ve Hava Bükücüler adlı dört ırkın yaşadığı fantastik bir dünyada (her 'bükücü' ilavesi, o ırkın, ilgili elementi istediği gibi yönlendirebilme gücüne sahip oluşunu ifade ediyor) Ateş Bükücülerin diğer ırkları yoketmeye çalışması ve Hava Bükücülerin sonuncusu olan Avatar'ın, kayboluşundan yüzyıl sonra tekrar ortaya çıkmasıyla yaşananları anlatıyordu.

Doğrudan söyleyeyim: Filmi beğenmedim. Çizgifilmi daha güzeldi. Fakat yazıya isim babalığı yaptığı için müteşekkirim. Çünkü o 'bükücü' ifadesini hafızama atmış olmasa, bu yazıya nasıl bir başlık bulurdum, bilemiyorum. İşte ben bugün aynı bükücülüğü, 'siyer' kelimesinin önüne koyarak, bir grup ve özellikle başlarındaki adam için kullanmak istiyorum. Zira yaptığı iş buna pek benziyor.

Nasıl benziyor? Hakikati bükebilme yeteneğine sahip olabilmesi açısından benziyor. Demagoji/muğalata kelimelerinin ifade ettiği manayı zihninize birazcık yaklaştırabilirsem, bunu izah etmeyi başarabilirim sanırım. Tarif için bir örnek kullanalım. Çok bilinen birşey. Bir önermemiz olsun: "Gerçekler acıdır." Tüm gerçekler acı değildir, ama bu önermeyi hakikat olarak kabul etmiş olalım. Bunun peşisıra ikinci bir önermeyi daha sunalım: "Biber de acıdır." Tüm biberler de acı değildir, ama bunu da şimdilik hakikat kabul etmiş olalım. Bunların ardından üçüncü bir önerme daha gelecektir: "O halde biber gerçektir."

Bakınız, bu cümle diğer ikisinden daha fazla hakikat olmasına rağmen, dayandığı mantık itibariyle bu bir demagojidir. Evet, biber gerçektir. Fakat yola çıkarken iddia ettiğimiz gerçeğin acılığı ve biberin acılığı bir cins değildir. Kullanılan kelime aynı olsa da, bu, aynı fiilin kastedildiği anlamına gelmez. Acı kelimesinin kullanılabildiği çok sayıda farklı anlam vardır. Tıpkı 'yoğun' kelimesi gibi. "Trafik yoğun" denildiğinde kastedilenle, "Bugün yoğunum" denildiğinde kastedilen bir değildir. Ancak bu demagoji, kelimelerin ve benzetmelerin köklerine inilerek, aralarındaki nüanslar ortaya konularak ortaya çıkarılabilir. Eğer "Benzetmenin öğeleri/detayları birbirine ne kadar uyuyor?" diye sormazsanız, cerbezeci sizi, lafzın zahiri ile aldatır. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi. Ortaya hakikatin asâsı atılana kadar bütün yerde kıvrılan şeyler yılandır.

Gülen'in de tıpkı buna benzer bir cerbeze yeteneği olduğunu düşünüyorum. Özellikle kıssa-yı Kur'aniye ve siyer hususunda. Her ikisiyle de kurduğu bağlantılar; kendisi, cemaati ve hükümet arasındaki gerilim hakkında kurdukları özellikle; harika demagojiler içeriyor. Örneğin: Hükümet ile aralarında yaşanan gerilimin ilk günlerinden beri Gülen'in ve çevresindekilerin ısrarla istimal ettikleri Hz. Musa-Firavun, Ashab-ı Kehf-Dakyanus, Hz. Davud-Calut tarzı benzetmeler detayına girilmediği zaman bir kısım safderunları kandırabilir mahiyette. Nasıl mı? Tıpkı yukarıdaki biber-gerçek benzetmesinde olduğu gibi.

Önce diyor ki: "Sahabiler çok çile çekmişlerdi." Veya diyor ki: "Hz. Musa ve çevresindekiler de çok çekmişlerdi." Veyahut başka bir tarihî/İslamî hadiseyi örnek veriyor. 'Acı çekmişlik' bağlantısını kuruyor ilk. (Bu birinci kementti.) Akabinde ikinci bağlantıyı beyninize salıyor. Hz. Musa kime karşı mücadele etmişti? O zamanın iktidarda bulunan zalimi Firavun'la. Allah Resulü kimlerle mücadele etmişti? O zamanın ileri gelenleri olan Mekke müşrikleriyle. (Dikkat ettiniz mi? Mücadele edilen hep iktidar sahipleri.) Hz. Davud kime karşı savaşmıştı? Büyük bir ordusu olan uzun boylu Calut'la. (Son örnekte 'uzun boy' bir akıl kemendi daha oluyor.) Ne oldu şimdi? Mazlumlar halktan kimseler oldular. Zulmedenler illa 'iktidardan' birileri oldular. Bu beyninize salınan ikinci yılan. Sonra getiriyor kendi yaşadıklarına bağlıyor olayları ve diyor ki: "Biz de halktanız, iktidar değiliz. Ve biz de şu an sıkıntılar çekiyoruz. O halde biz de haklıyız."

Yani arkadaşlar şu cerbezeye bakar mısınız? Tıpkı gerçekler acıdır, biber de acıdır, o halde biber gerçektir gibi. Fakat biberli-gerçekli örneğim inanın bu adamı cerbezesinden daha hakikat, daha doğru. Fakat bu cerbezeyi dağıtmak, bu demagojinin sarhoşluğundan kafayı kurtarmak, ortaya Hz. Musa cesaretinde bir asâ/soru atmakla mümkün. Sorumuz ise şu: "İyi de bu benzetmelerin her yönü birbirine uyuyor mu? Yani iki hadiseyi birbirine bağlamak ve ondan ona 'haklılık' delili bulmak sadece bu birkaç benzerlikle(!) mümkün mü? Diğer yönleri de tutuyor mu bu olayların? Ve buna ilave olarak: İslam tarihinde iktidar ve toplumun bir kesimi arasında anlaşmazlık yaşadığında hep iktidarlar mı haksız çıkardı? İstisnaları var mı bunun? Yoksa genel hüküm mü?"

İşte bu soruyu/soruları ortaya attığınız an bütün sis dağılıyor. Bakıyorsunuz ki; bir kere bugünkü hadiseler iman-küfür denkleminde yaşanıyor değil. Yani bir taraf mümin, diğer taraf kâfir değil. Her iki taraf da (inşaallah) iman sahibi insanlardan oluşuyor. Her iki taraf da namaz kılıyor. Orucunu tutuyor vesaire... Yani ne Hz. Musa-Firavun, ne Allah Resulü-Ebu Cehil, ne de Hz. Davud-Calut durumları var. İman eden iki topluluğun arasında siyasi merkezli/yönetsel bazda bir anlaşmazlık var. Meselenin evvelemirde okunuşu bu.

Sonra; bugün mazlum olduğunu söyleyen topluluk, iddia ettiği gibi büsbütün mazlum da değil. Hatta öncesinde ilk zalimliği o yaptı. Bildiğiniz darbe teşebbüsünde bulundu meşru yönetime. (Tabii Gülen bunlar unutulur sanıyor.) Aylarca sosyalmedyayı, medyayı, gündemi, her yeri yalan haberleri, iftiraları, gıybetleri, kasetleri, ses kayıtları ve çirkin zanlarıyla doldurdu. Hakaretler dizboyuydu aylarca. Yani ne Hz. Musa'nın saflığı, ne Allah Resulü'nün ismeti, ne de Hz. Davud'un haklılığı vardı onlarda. Karşılarındakiler de onların bu yaptıklarının ardından kendilerini savunmaya aldılar. Ha, bütün mücadeleleri meşru dairede mi? Hayır, kesinlikle bunu iddia edemem. Onlar da yanlış yapıyorlar. Ama yaptıkları yanlışlar Gülen'in oturttuğu o iman-küfür denklemiyle alakalı değil. İntikamın ifratı belki.

Gülen bunu hep yapıyor. Yıllardır yapıyordu, fakat görmezden geliniyordu. Mesela himmet toplantılarında daha çok para çıksın diye her zaman Hz. Ebu Bekir'i ve onun bütün malını bağışlamasını örnek/ideal olarak gösterirdi takipçilerine. Fakat Allah Resulü'nün cadde-i kübrasının bu olmadığını, yani pek çok sahabeden malının tamamını kabul etmediğini hiç belirtmezdi. Bediüzzaman'ın da Risale-i Nur'da, Bakara sûresinin 3. ayetini tefsir ederken, sadaka şartı olarak; 'Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek...' dediğini hiç aktarmazdı. Dengesini bozardı hakikatin. Böylece siyeri istediği gibi bükerek, istediği yöne takipçilerini sevkedebilirdi. İstediği himmeti, hatta fazlasını toplayabilirdi.

Bank Asya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, son gerilimde içlerinden ayrılanların sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın birkaç aydır yazılarındaki atıflarından tutun, Gülen'in son nağmelerinde siyer-i nebeviyeye ve kendilerine yaptığı atıflara kadar her yerde en büyük sanatları bu. İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini hak sahibi(!) olarak iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları seçilmiş, hatta bu seçilme içinde yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu.

Gülen, Osmanlı'ya dair anlatımlarında dahi bunu yapıyor. Onları anlatmıyor aslında, onları bugün kendisine hareket kabiliyeti sağlayacak şekilde büküyor. Yolunu açmak için geçmişi kullanıyor. Kendi söylemini desteklemeyen örnekleri görmezden gelerek, söylemini destekleyecekleri yahut evriltebileceklerini tırnaklıyor. Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda Ebu Zerr'e (r.a.) vaazlarında çok atıf yapmasının sırrı da bu. Ayrılışını onun üzerinden meşrulaştırmak. Halbuki demiyor ki: Aşere-i Mübeşşere Hz. Ebu Zerr'in yanında değil, onu süren Hz. Osman'ın yanındadır. Cadde-i kübra orasıdır. Ne diyelim: İnşaallah iflah olup yola gelirler. Yoksa gidişatları hiç iyi değil.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...