6 Kasım 2014 Perşembe

Kör Nokta ve Lemaat üzerine...

Francis Fukuyama'nın editörlüğünü yaptığı; Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek (Profil Yayınları) kitabını okuduktan sonra aklıma hemen Bediüzzaman'ın Lemaat isimli eseri geldi. 'Neden?' derseniz. Bildiğiniz üzere Lemaat içinde 'Bir Meclis-i Misalîde...' diye başlayan bir bölüm var. İşte o kısım, sanki bu kitabın işlevinin bir benzerini ümmet-i İslam adına yapıyor gibi geldi bana.

Bu kitabın işlevi neydi, onu izah edersem: Fukuyama, kendisi gibi pekçok akademisyeni, ABD'nin merkezi olduğu bir dünyada, gelecek adına felaket senaryolarını tahmin etmeye çağırıyor. Bunu, kimilerinden öngörüleri hakkında makale isteyerek yapıyor. Kimilerinin ise benzer oturumlarda yaptıkları tartışmaları deşifre ederek kitaba ekliyor. İlk bölüm daha çok kaçırılan/ıskalanan felaketler üzerine. Neden kaçırıldıkları sorgulanıyor. (Örneğin: SSCB'nin dağılması.) Devamı ise tüm dünya adına gelecek okumaları şeklinde. Kehanet denmez bunlara. Falcılık değil. Tamamen feraset çalışmaları. Hatta Mısır'da şu an yaşananları, Amerika'daki 2009 ekonomik krizi gibi pekçok şeyi, yıllar önce yapılan bu tahminler içinde görüyorsunuz. Tutanlar da var, ıskalananlar da.

Peki, benim bu kitapla Lemaat'taki o kısım arasında kurduğum benzerlik ne idi? Öncelikle o eserin başlarından bir parçayı alıntılayayım:

"Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet istikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."

Gördüğünüz gibi Bediüzzaman da tıpkı Fukuyama'nın kitabında olduğu gibi, fakat bu sefer ABD'nin değil, âlem-i İslam'ın merkeze oturduğu bir düzlemde; gelecek adına öngörüde bulunuyor. Birçokları keramet veya keşf diyebilir bunlara. Fakat ben onun aklî yolunun esaslarını diğer eserlerinden de bildiğim için 'feraset' içinde görüyorum tahminlerini. Çünkü neyi söylese, altında gerekçesiyle beraber izah ediyor. Mesela; hazır medeniyetin çöküşünü haber verdikten sonra nedenlerini de madde madde yazıyor. "Bana öyle görünüyor..." deyip bırakmıyor. Nitekim sadece bu değil, İslam medeniyetinin tevakkufunun nedenleri de var aynı metinde. Bu yüzden meseleyi keşf ve kerametten uzak, feraset ve akla yakın ele alıyorum. Bu, üzerine konuşmayı da daha kolay kılıyor.

Peki, yukarıdaki metinde Bediüzzaman'ın gördüğü nedir? Öncelikle İslam'ın geleceğinin parlak olduğu. Çünkü yaşanan sıkıntıların eksik kalan yanlarımızı iyileştirme adına bizi gayrete sevkettiğini öngörüyor. Şefkat, uhuvvet, tesanüd. Onarılan şeyler...

Katılmamak elde mi? Mısır'da, Arakan'da ve Filistin'de yaşananlar üzerine, değil yalnızca sokaklarda yapılanlar, sosyalmedyada yapılanlara bakarsanız, Bediüzzaman'ın öngörüsünün daha da somutlaştığını görürsünüz. Artık âlem-i İslam'ın hiçbir köşesi birbirinden habersiz değil. Birisine vurulunca hepsinden ses geliyor. Herkes birbirini takip ediyor ve birisine yapılana hepisi karşı koyuyor. Devlet ve siyaset ekseninde bu başarılamadı henüz belki. İstibdatlar var. Ama toplumlar düzeyinde bir ortak vicdanın oluştuğu görmezden gelinemez.

Bu kısımda Bediüzzaman'ın cesaretle söylediği birşey daha var: "Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."

Doğrusu, önceleri bu 'evvel girme' meselesini pek anlayamazdım ben. "Yani neden yeni medeniyete müslümanlar daha hızlı girsin? Eğer birşeyde kazanç varsa, önce diğerleri saldırmıyorlar mı? İmkanları daha fazla değil mi? Yeni medeniyetin kazandıracaklarını da bizden evvel onlar görür herhalde. Evvel onlar koşar. Peki, bu şartlarda, müslümanların evvel uyanması nasıl olur..." diye sorguluyordum. İşte Fukuyama'nın kitabı içindeki bazı makaleler ve tartışmalar, bu noktada bakışaçımı yerinden oynattı. Altta alıntılarla da göstereceğim. Ancak özet geçersem:

Her medeniyet, üstünlük araçlarına bir noktadan sonra bağımlı hale geliyor. Terketmesi, topyekun kendini değiştirmesi anlamına geldiğinden, zorlanıyor. Statüko, yani geçmiş düzenin üstleri, direniyor. Örneğin; sanayi devriminin babası olan Almanya, bu sektördeki başarısı gözlerini kamaştırdığı için, bilişim devrimini ıskaladı. Yine petrol sanayinin babası olan Amerika, sırf ülkesindeki bu petrol lobileri zarara uğramasın diye alternatif yakıt projelerinde ağırdan alıyor. Yani bir medeniyeti güçlü kılan şeyler, vazgeçilmez olunca, bu sefer o medeniyetin ayağında ağırlık haline geliyorlar.

Bunun yanısıra iletişim ve ulaşım imkanları üzerindeki hızlı gelişmeler, bilgi paylaşımında küresel bir denge noktasına götürüyor bizi. Artık herkes aynı bilgiye aynı anda ulaşabilme gücüne sahip. Gregg Easterbrook'un kitaptaki ilgili ifadelerini alıntılarsam: "İnternet ve diğer ucuz iletişim yollarıyla bilgiye erişim imkanı genişlemektedir ve bilgi tıpkı dişmacunu gibidir: Bir defa sıkıldı mı tüpün içerisine bir daha asla geri konulamaz." Ayrıca Easterbrook'a göre II. Dünya Savaşı insanlığa büyük bir ders de vermiştir bu noktada:

"Ve Mayıs 1940'ın ortaya koyduğu ders (her zaman bilindiği gibi) özgürlüğün zorbalıktan yalnızca daha iyi değil, aynı zamanda daha güçlü olduğudur. Bu oldukça önemli bir derstir. Tarihçilerin 20. yy'lı değerlendirirken karşılarına çıkacak şeylerden biri, özgürlük ve zorbalığın savaş meydanındaki neredeyse her karşılaşmasında özgürlüğün galip geldiğidir." Ve özgürlüğün özgüveni bütün dünyayı sarmıştır.

Fakat değişimin hızı ile ilgili fikirlerimizi, kitapta, daha çok Walter Russell Mead'ın söyledikleri etkiler: "19. yüzyıl Çin'i çok sayıda farklı türden yeniliğe uyum sağlama konusunda bocalarken, Japonya'nın böyle bir sorunu yoktu. Bugün ise Çin, ne kadar zamandır olduğunu kimse bilmese de, çok daha iyi bir performans sergilemektedir. Sosyal tarih, değişimin hızı arttıkça dünyadaki pekçok toplumun buna ayak uyduramayacağını göstermektedir. Bu durum ABD için de geçerli olabilir."

Ruth Wedgewood onu destekler: "Harvard'da ekonomi tarihi okuduğum dönemde David Landes bize ekonomik rekabetlere sonradan katılanların teknolojik avantajlara sahip olabileceğini anlatıyordu. Bu durumda hızlanan değişim, yaşamı ABD gibi eski, yerleşmiş bir güç açısından daha güç hale getirebilir. Değişim, Amerikalıların pekçok sanayi kolunda birlikte yaşamaya alışmak ve dikkat etmek zorunda kalacakları birşeydir."

Bunun olabilirliğinin altını çizen üçüncü kişi Anne Applebaum'dur: "Şu an için dünyanın sonunun gelmesiyle ilgili endişelerimi dile getirmeyeceğim. Bunun yerine Amerikan dünyasının sonuna dair bir bakışaçısı sunacağım. Pekçok kişi ABD'nin daima dünyanın en büyük gücü olarak kalacağını düşünmektedir. Oysa I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden yalnızca bir gün önce bile Avrupalılar, imparatorlukların dünyaya sonsuza dek hükmedeceğini düşünüyorlardı."

Toparlarsam, alıntılar eşliğinde söylemek istediğim şey şuydu: Bir dönüşümün eşiğinde olabiliriz. Ve şu an geri olmamız, herşey tersine döndüğünde, bilakis önde koşmamıza neden olabilir. Âl-i İmran sûresinde denildiği gibi: "Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin." Bütün dizginler Allah'ın elinde. Türkiye'nin yalnızlığından, dış siyasette yanlış yerde durulduğundan vs. bahsediliyor. Küresel güçlerle aramızın bozulduğu söyleniyor. Kaybedeceğiz deniyor. Olabilir. Fakat değişmeyen şartlarda ve şartlar değişmezse bu doğru. Sadece Arap coğrafyasının uyandığını düşünün! Petrole dayalı ülkelerin (en başta ABD'nin) dizginlerini yitirmesi demektir bu. Ve o zaman, menfaatin değil uhuvvetin kazanacağı bir zemin olabilir. Bakalım kader ne gösterecek... Ancak ben yine de Bediüzzaman'ın öngörüsünün bir hakikatin altını çizdiği kanaatindeyim: Ümmet, parçalarını hatırlıyor!

5 Kasım 2014 Çarşamba

Mutlak vekilliğe serzenişler 4: Parça ilizyonu

Son yazıma pekçok cevap geldi. Hatta müstakil cevap yazıları gönderen kardeşler bile oldu. Güzel. Müzakere hakikatin müjdecisidir. Serinin bir önceki yazısından devamla konuşalım: Haydi, itiraz edenlerin dediği olsun, bir an için muhalif fikre hakk-ı hayat verelim: 27. Söz'ün Zeyli'ndeki; "Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in'ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir..." ifadelerini biraz makaslayarak, üstündeki ve altındaki (ve hatta metnin tamamındaki) bağlamlardan kopararak "Sohbette insibağ ve inikâs vardır" ifadesini müstakil alalım. Ve diyelim ki: "Bediüzzaman'ın da (peygamber olmamasına rağmen) sohbetine bizzat nail olmuş talebeleri, daha sonra gelecek (veya aynı zaman içinde) kendisini görememiş talebelerinden daha üst bir konumdadır." Bunu genelgeçer bir kaide olarak zikredelim ve arkasından 'mutlak vekillik' meselesini de bunun üstüne oturtalım. Hayal bu ya, devam edelim böylece düşünmeye...

Tabii bu sefer ikinci bir meraklı sual çalıveriyor kapımızı: "Peki, sohbette insibağ ve inikas varsa ve Bediüzzaman'ı bizzat görmek, göremeyenlere göre, her noktada bir üstünlük sağlıyorsa, o halde kendisi neden insanlarla görüşmek konusunda bu denli çekimser?"

Öyle ya, azıcık Tarihçe-i Hayat'ını, birazcık da lahikalarda geçen mektuplarını okuyanlar biliyorlar ki; Bediüzzaman, kendisiyle doğrudan kurulan bir bağlantı yerine, Risale metinleri üzerinden Kur'an'la kurulan bir bağlantıyı tercih ediyor. Hatta çoğu zaman ziyaretine gelenler kapısından kendisiyle görüşemeden dönüyor. Buna dair o kadar çok ifade var ki. Alıntıla alıntıla bitmez. Mesela Kastamonu Lahikası'nda diyor: "Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur'an olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir." Ve yine Emirdağ Lahikası'nda diyor: "Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz. Risale-i Nur'u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman, Kur'ân hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır. Âhiret, iman, Kur'ân için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış." Hatta ilginçtir, bu tarz ifadeler, Bediüzzaman'la görüşmek görece kolaylaştığı bir dönemde, yani Emirdağ hayatında (DP yönetimi baştayken) giderek artıyor.

Üstelik Bediüzzaman'ın kendi kardeşine tercih edecek kadar çok sevdiği, birinci talebem dediği Hulusi abi gibi kişiler, onunla sık görüşen kişiler de değiller. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Hulusi abinin Üstad'la görüşmesi bir-iki veya en fazla üç kez. Bunlar da uzun kalışlar değil, aralarında uzun seneler olan bir ziyaret edip dönmeler. Fakat Bediüzzaman, onu, şahsını sık gördüğü için değil; metinlere nüfuzu ve ihlası daha fazla olduğu için beğeniyor. Beraber yıllarını geçirdiği, bizzat da ders almış (kendi kardeşi de dahil) kişilerden fazla değer veriyor.

Yine talebelerini ve onlara verdiği kıymeti inceleseniz; Bediüzzaman, dizinin dibinde, sohbetinde, insibağ ve inikasa daha yakın olanları değil; uzakta ama ihlası ve idraki daha ziyade olanları tercih ediyor muhabbette. Zaten bence Bediüzzaman'ın bir devrimidir ki, alışılagelen şeyh-mürid tarzı irşadı aşmış; metinler üzerinden, irşad olunanın doğrudan Kur'an'la muhatap olduğu bir düzeye ulaştırmıştır öğrencilerini. En azından bunu salık vermiştir, öğütlemiştir. Sahadaki sorunlar ise sahadakilerin suçudur. Metinlerin bu noktada öğütleri yeterince sık ve kat'idir.

Sadede gelirsem: Arkadaşlar, kardeşler, abiler; bu 'mutlak vekillik' meselesinde Risale metinlerini ne kadar esnetmeye çalışırsanız çalışın, ne kadar bükerseniz bükün, metinler size yardımcı olmuyor. Zor tevillere girişiyorsunuz, zorlanıyorsunuz. İki dediğinizden birisi diğerini yalanlıyor. İstediğiniz yeri kesin, istediğiniz yeri (üstünü altını görmezden gelip) alıntılayın, Bediüzzaman'ın hayatının bütününe baktığımızda, parçalarda boğulmadığınızda, hepsi boşa çıkacaktır. Bediüzzaman, kendisini bizzat görenlerin, daha sonra geleceklere nazaran daha üst bir konumda olduğunu; onların yaptıklarının veya yapacaklarının daha doğru olduğunu; bu noktada da durumlarının sahabeye benzediğini, sorgulanamayacaklarını falan hiçbir zaman söylememiştir. Bir adım ötesinde, hiçbir müceddid böyle birşey söylememiştir. Müceddidî mirasta böyle birşey yoktur. Mutlak vekillik meselesi de sizin anladığınız gibi değil, o şartlarda hizmetin akamete uğramaması için işlerin/sorumlulukların devridir. Bir makam veya konum devri değildir. Yeter artık şu abileri şeyh gibi kafamızın üstüne kaldırıp bizi korkuttuğunuz. Kendilerini seviyoruz, değerlerini takdir ediyoruz, evyallah; ama Allah aşkına, artık ağaların cebine koyacak aklımız yok bizim. Nurculara da bunu salık vermeyin. Gülencileri bu hale getiren de aynı 'sorgulayamaz' damar değil miydi?



4 Kasım 2014 Salı

Yalan zamana yayılmış bir intihardır

Hepimiz bir parça ebeveynlerimizin gerçekleşmemiş düşleriyiz arkadaşım. Evet. Yaşayamadıkları yıllarıyız. Bu yüzden yapamadıklarını üzerimizden yapmak istiyorlar. Ömrümüzü ömürlerinin uzantısı sayıyorlar. Hem hepsinin de birçok hayali var. Hiçbirisi de elenebilir değil onlara göre. Ama bizim de sonsuzluğu kazanmamız gereken tek hayat var. Ehadiyeti, üzerimizdeki bize özel nakışları, ancak bu hayatla idrak edebileceğiz. Kendine sor bir arkadaşım: Tek kağıtta kaç kompozisyon yazılabilir? Bir tuvale kaç resim sığdırılabilir? Bir ömre kaç kişinin düşü birden sığar? Eğer başkalarının rüyası olursak bizimkilerin tâbirinde ne anlam kalır?

Bense böyle sualler sorduğum yaşları aştım artık. Kandım. Uyandım. Yıprandım. Kıvamlandım. Onlara saygı duyacak kadar duvarlara çarptım. Yıllarımı dört başlıkla ayırıyorum şimdi: Olmaya çalıştığım, olmadığına şaşırdığım, olmamasıyla savaştığım, olmamasıyla barıştığım çağlar. Evet. Doğrudur. Bir zamanlar sevenlerimin hayallerini gerçekleştirmeye mecbur bilirdim kendimi. Algı bozukluğu de istersen. İstersen galat-ı his. Onların hayalleri benim geleceğim gibiydi. Öyle gelirdi. Ben de o aynaların rağbetini kaybetmemeye çalışırdım. ‘İstedikleri’ olur ‘olduğumdan’ uzaklaşırdım. Sonra birgün mürşidimin Sözler’i ayılttı beni:

"Senin bu galat-ı hissin ve mağlâtan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan aynasını bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o aynada görünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tagayyür aynanın başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümerc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fayda vermez. Çünkü, senin elindeki aynadaki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız aynanın verdiği mikyas ve mizanladır."

Önceleri ümit ümit neşe, sonraları yeis yeis eziyet dolu zamanlardı, inan bana. Çizikleri hâlâ duruyor. Yüzümdekinden fazla kalbimde kırışıklıklar. Saçımdan çok bahtımda ak var. Bugün bile ‘Hayır!’ demekle ilgili sorunlar yaşıyorum. ‘Hayır!’ diyeceğim insanlara cevap vermemeyi, sükûtumla onları uyandırmayı, zamana yaymayı tercih ediyorum. Görmezden gelmek yanıt vermekten kolay geliyor. Biraz incinmelerinden korkuyorum. Daha çok da incinmekten. Ama hepsinin ötesinde itiraf etmeliyim: ‘Hayır!’ demekten korkuyorum. ‘Hayır!’ dersem dünya dönmeyi bırakır gibi geliyor. Halbuki iradenin varlığını isbat edebilmesi için ‘Evet’ler kadar ‘Hayır’lara da ihtiyacı vardır. Cemal dengesini celalle bulur.

‘Evet’ başarılmıyor değil. Yanlış anlama. Ama her gönülsüz ‘Evet’te paralel bir hayat yeşeriyor. Hayat ikileniyor. Çatallanıyor. Çelişkileniyor. Birincisi ‘isteyerek yaptıklarımdan’ ikincisi ‘mecbur kaldıklarımdan’ iki Ahmed oluşuyor. Düşün: Sevmediğin, zayıf bulduğun, asıl senden çaldıklarına kızdığın ve hatta tiksindiğin bir insan daha var içinde. Bir sen daha var senin yanında. Beraber soluk alıp veriyorsun üstelik. Kalbiniz beraber atıyor. Yemeniz-içmeniz ayrı gitmiyor. Bu ikinci Ahmed’in her amelinde bir ölüm kokusu burnu deliyor. Nasıl bir ölüm bu bahsettiğim? Fıtratın ölümü. Aslın ölümü. Belki de Bediüzzaman’ın şurada söylediği: "Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi niyet bir cihetle fıtri ahvalin ölümüdür. Mesela: Tevazua niyet onu ifsad eder. Tekebbüre niyet onu izale eder. Feraha niyet onu uçurur. Gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza kıyas et." Buradan bakınca doğruluğun hayatın hayatı olduğu fikri kuvvet buluyor. Kendine dürüst olamayanın hayatı da bir parça ölüm.

Dışımızdaki dünya bizim içimizde nasıl varolur? Dünyaya tuttuğun aynada/aynanda görüntü nasıl oluşur? Buna dair cevabım duygular üzerine. Ruhun etkilenme biçimi budur bence. Mesela: Dışında duran bir güzelliğin içindeki görüntüsü 'hayranlık'tır. Öyle görür kalbin. Hadi biraz daha ileri gidelim: Muhabbettir. Büsbütün zincirleri çözelim: Aşktır. Yani sen hayatındaki hiçbir nesneyi olduğu gibi görmezsin. Robot değilsin. Hissettiğin şekilde görürsün. Kalbin yüzleri böyle kategorize eder.

Bu yüzden hislerin yanılması, galat-ı his denilen şey, yorumları da etkiliyor. Hissedilen dünya ile gerçek dünya arasındaki mesafeyi akıl algılamalı. Bunu yapması için ona geniş bir açı vermen gerek. Anda takılıp kalmamalı. Diyelim: Birşeyde sarhoş olmaya meylin var, yani onda yitmeye meyillisin, bırak aklın arkasına dolansın. Ölümüne kadar koşsun. Büyük resme varsın. Eğer sana ölümünü gösterebilirse hislerini ikna edebilir. "O, bunu haketmiyor!" diyebilir. Yoksa mahvolduğunun resmidir. Ölüme çarptığında bütün aynalar kırılır. Çünkü onun diğer adı: Ayna-kırandır. Ve kırılacakların arzularına göre bir hayat yaşadığında aslında yaşamamışsın demektir. Aklın varsa kırılmayacak olanın rızasında kemalini ara. Merak ettiysen kim olduğu şu ayette görünüyor: “Şahit olarak Allah yetmez mi?”

Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır

"Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle tatmin olur." Ra'd sûresi, 28. ayetten.

Yürürken düşünmek tuhaf birşey. Herkeste böyle mi oluyor bilmiyorum elbette, ama bende şöyle bir durum var: Yürürken sağı solu izlemektense beynimin içini izlemek daha cazip geliyor. Yol boyunca gördüklerimin (buna 'gördüklerim' de denmemeli, daha çok nazarıma çarpanlar diyelim) yol bittiğinde aklımda olmuyor. Komik. Gözlerim boşta çalışmış gibi. Beni tanıyanlar bilirler, öylesine gittiğim yerleri tarif etmekte zorlanırım. Güzergâhını bile anlatamam çoğu zaman. Nereden gidilir? Nereden dönülür? Nasıl çıkılır? Anımsamam. Tıpkı metinlerimde manzaraları, mekanları, eşyaları, kişileri (kabuğuyla kişileri, yoksa özlerini bilirim) tarif etmekte zorlandığım gibi.

Maddi olan her zaman akılda tutulmaya değmez gelmiştir bana. Beynimde kalabalık eder gibi gelir. Onda bir mana yakalarsam, mesela hayatıma ve hayatlara ışık tutacak bir cümlecik, bak işte onu avlarım. Unutmam. Avlar ve saklarım bir beyaz sayfanın içinde. Sonra kalbime sararım çokça. Çünkü benim yaralarım var. Allah, karşıma çıkardığı her nesneyi bana öğretmen kılıyor. Elim kalbimin üzerinde, dolmayacak bir boşluğun açlığıyla bakındığımdan, gördüklerimin/duyduklarımın çoğu bana tesir eder. Ama cismiyle değil, manasıyla. Çünkü yaralarım manevi. Manen hastayım. Dolmayan bir boşlukla yaratılmışım.

"Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkâ etmek çaresi yok mu?'"

Yaratılmak bizzat bu boşluğun kendisidir. Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır. Arızî; yani bir başkasının asıl olduğunu, ondaki vücudun zatî olduğunu; seninse onun gölgesinin gölgesi tarzında bir varoluşa, bir aynalığa sahip olduğunu bilmek; bunu aklen bilmesen de (gafillerden olduğunu varsayalım) derinlerde bir şuur olarak hissetmek, sancısını çekmek, ayaklarını yere basmaz kılıyor. Allah seni varetmediği an yoksun. Askıda hayatlar... Varlığının sana bağlı olmayışıdır seni kararsız kılan. Senden başka binlerce, onbinlerce nedene ihtiyacın var ve en çok da Allah'ın dilemesine. Boşluk, tutanın değil tutulanın sen olduğunu farketmenle ortaya çıkar. Havaya atılan bebeğin korkusu gibi birşey. "Ya babam beni düşürürse?"

"İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır."

Kayyum isminin penceresinden bakarsan o kadar görmezden gelinesi birşeysin ki. Var mısın? Bunu yazabildiğine göre birşeyler var. Ama varlığın o kadar narin ki. Bu narinlik korkutuyor işte seni bazen. Düşmanın nihayetsiz geliyor. Yalnız uykularda (ve sarhoşluklarda) huzur var sana. Çünkü uykuların da senin yansımalarındır. Gölgelerinin gölgeleri. Asıl gölge, kendisi de gölge; daha derin bir gölgeler âleminde geçici bir huzur yakalıyor. Mış gibi. Var'mış gibi. "Bak, burada uçabilirim! Sonsuzca yaşayabilirim. Burada bana hastalık yok!" Ne mutlu sana! Evet, ama uyanacaksın. O zaman gölgenin gölgesi olduğunu hatırlayacaksın. Yine o boşluk dolacak içine.

Fısıltı değil, gökgürültüsü (ra'd), o boşluk dolarken çıkan ses. Bir depresyon! Depresyon kimisinde 'uykuya düşkünlük' olarak görünür, kimisinde uykusuzluk, kimisinde iştahsızlık, kimisinde aşırı yeme. Biri boşluğu unutmaya çalışıyor, diğeri boşluktan kurtulamıyor ki uyusun. Öteki yemekle/tüketmekle varlığı artar sanıyor, diğeri boşluktan kaçamıyor ki yesin. Keşke sana ayrılan süreyi, seni havaya atıp tutanı tanımaya da sarfetseydin! Tanısan güvenirsin, güvenirsen rahatlarsın çünkü. Boşluğun ilacı başka varlıkları yemek değildir, varedene güvendir. Havaya atılan çocuk 'havayı yemekle' veya 'havada sarhoş olmakla' güçlenmez. Karadelikler ancak sonsuzla dolar.

"Madem insan bekaya âşıktır; elbette bütün kemalatı, lezzetleri, bekaya tâbidir. Ve madem beka Bâkî-i Zülcelâle mahsustur. Ve madem Bâkînin esmâsı bâkiyedir. Ve madem Bâkînin aynaları Bâkînin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife, o Bâkîye karşı alâka peydâ etmektir ve esmâsına yapışmaktır. Çünkü Bâkî yoluna sarf olunan herşey bir nevi bekaya mazhar olur."

2 Kasım 2014 Pazar

Traktör yolunda Ferrari sürülmez

Yazmayı iki nedenden sevdiğimizi düşünüyorum. Birincisi: Yaptığımız şeyin dünyaya bir iyilik olduğunu düşünmekten. İkincisi: yaptığımız şeyde iyi olduğumuzu düşünmemizden. İkisinde de aradığımız şeyin özü kemal. Kemalin delili de ilgi. 'Yaptığın şeyin iyi olmasından' dolayı gösterilen ilgi ile 'yaptığın şeyde iyi olmandan' dolayı sana duyulan ilgi kalemini çalışıyor kılıyor. Kâmetince yazdırıyor. Kemaline inandırıyor. Yazmayı bunlardan ayrı üçüncü bir nedenden dolayı seviyorsan o da müsekkin etkisinden dolayı. Yani kalemle oynaşmak seni sakinleştiriyor. Kapağını kaldırmak küpün içindeki basınca azaltıyor. Böylece nefes almaktan memnun oluyor ve aynaya baktığında gülümseyebiliyorsun. "Merhaba! Beni tanıdın mı? Ben. Yani işe yarayan adam."

Anlamsızlık hikmetsizliktir. Hikmetsizlik boşluktur. Boşluksa karadeliklerden de karadır. Sahibini kendisine doğru sürükler. Demek karanlığına yuvarlanmamak için yazıyorsun. Memnuniyet bir tür kaldıraç oluyor nefsin elinde. Belki de bir tutamaç. Bir kulp. Yüzüye yükselmek için üzerine basılan taş. Anlamsızlığın korkusu en zahmetli eylemleri bile arzulanır kılıyor. Evrendeki her nesne boşuboşunalıktan cehennemi gibi korkuyor. Hikmetini eda edebilmek için çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor. Tıpkı Furkan’da buyrulduğu gibi: "Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler." İsteyerek geliyor herşey. Hatta ölümüne bile.

İhtiyarlığın bir hikmeti de bu bence arkadaşım. Yaşlanıyorsun. Çünkü yaşlılık sana ölümü kabullenilir gösteriyor. Gözünün en yakını bile zorlukla seçtiği, yürümenin dahi eziyete dönüştüğü, sevdiklerinin senden önce gittiği bir dünyada yaşamak uğruna savaşılası birşey mi? Değil bence. Ve ihtiyarlık bu açıdan barışılması gereken bir nimet. Evet. Eğer o olmasaydı ölüm bize daha zor gelecekti. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "(...) senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var; onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir, o ahbaplara kavuşmaktır."

Sonsuzluğa tutkunu biliyorum, ama kabul edelim, dünyada o kadar yer yok. Beka burada olamaz. Traktör yolunda Ferrari sürülemez. Kartallar gökler içindir. Gelecek için yer açmak zorundasın. Sınırlı sahnede birçok asırlar tekrar edilecek oyun bu. Bir müsamere. Sen rollerini oynadın. İyisiyle-kötüsüyle elinden geleni yaptın. Yeteneklerini sergiledin. Bebek oldun. Çocuk oldun. Genç oldun. Âşık oldun. Ayrılık oldun. Gam oldun. Elhamdülillah ki elhamdülillah, hep şükretmen lazım buna, müslüman oldun. Yani ki olmak ne imiş tecrübeyle bilir oldun. Maşaallah sana. Şimdi başkalarının da aynı varlıktan haklarını alabilmesi için sahneden birazcık uzaklaşmalısın. Seçmeler böyle olur. Beğenilenler daimî sahneye geçerler.

31 Ekim 2014 Cuma

"Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun."

"O Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." Haşr sûresi, 19.

Ah, bu boşluk, burada göğsümde hissettiğim bu korkunç boşluk! Sık sık düşünüyorum: Onu bir defa olsun, yalnız bir defacık şu bağra basabilsem, bütün bu boşluk dolardı..." diyor Goethe, Genç Werther'in Acıları'nda. Sanmam ki dolsun. Boşluk, savaşılması en zor şeydir. Zorluk, eğer arkasında ulaşılacak bir varlık varsa, varlığa erişmek içinse eğer, zorluk sayılmaz. "Her zorluk içinde kolaylık vardır." Zorluk içinde bu türden bir kolaylık da var. Ulaşılacak olan, her zaman yanınızda olmasa da, 'ulaşılabilir' oluşuyla, yani hayaliyle, hep yanınızda. Ama boşluk, boşluk öyle değil. Hem düşmek, hem tutunamamak, hem tutunacak yeri olmadığını bilmek, hem dibi bilmemek. Sabır, sonunu bildiğin şeye karşı olur, kestiremediğine değil.

Neye ulaşacağını bilemediğin gibi, ulaşmak için ne yapacağını da bilemiyorsun onda. Bediüzzaman'ın şer ile ademîlik arasında kurduğu ilgiye gelirsem; zaten şer dediğimiz şey de bu boşluğun/yokluğun içine düştüğümüz şeylere/yerlere tekabül ediyor. Bu, başımıza da gelebilir (mazlum); birilerinin başına getiren biz de olabiliriz (zalim); netice değişmez: Boşlukta ve yoklukta hissettiren herşey bir nevi şerdir. İmansızlık bu yönüyle şerlerin en büyüğüdür. Çünkü onda kayboluşun en şiddetlisi yaşanır. Kur'an bu kayboluşu/tutunamayışı şöyle anlatır: "Zalimlerin yardımcısı yoktur."

Tuhaf ama, şimdi aklıma geldi: Bediüzzaman da "İman bir intisabdır" demiyor mu? Peki bu intisab, yani bağlanmak/bağlanış/tutunma ne için? Elbette kaybolmamak için. Kesretin içinde kaybolmamak. Boşluğa düşmemek. 11. Lem'a, benzer bir ifadeyi sünnet-i seniyye için kullanır:

"(...) Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. (...) İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim."

Herkesin hayatında bir nokta vardır kayboluşunu farkettiği. Zaten kayboluşu farketmek 'nokta' işidir. Yani noktalamak, durmak ve "Nereye gidiyorum?" sorusunu sormak. Sorabilmek için önce durmak gerek. Sarhoşluk da seçebileceğin şıklardan birisi. İçki ile olanından bahsetmiyorum sadece. Boşluğa düştüğünü unutturan herşey sarhoş eder aslında seni. Hatta hareket etmek de bir nevi sarhoşluktur. Hem sarhoşu da bilmez ki, ne menem bir sarhoşluktur.

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Francesco karakteri 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu durma ve uyanış halinin insanda yaptığı şeye, Gorki'nin, Yararsız Bir Adam'da söylediği gibi: 'Hayatın yaralarını patlatmak.'

Uyuşturucu, içki, zina, türlü eğlence, her türlü çılgınlık var onun hayatında. Boşluğu hissetmemesini sağlayan şeyler. Fakat geceleri yalnız kaldığında ölmekten çok korkuyor. Korkudan uyuyamayacak hale geliyor. Peki, Francesco bu sarhoşluktan uyanabilecek mi? Volo'ya göre, evet. Ancak yaşadıklarının 'yaşamak' olmadığını birisinden duymaya ihtiyacı var. Kızsa da, gücense de, ona bunu söyleyen birisi olmalı. Şöyle diyor Francesco'ya doktor arkadaşı: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Ve Francesco, önceleri alaya aldığı bu düşünceye sonraları hak veriyor. Veriyor ki; kitabın ilerleyen sayfalarında şöyle dediğini okuyoruz:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Hayatı anlamlandırmak, detaylara uyanmak, bir uyuşturucu olabilir mi? Eğer kastettiğiniz kaybolmuşluktan kurtulmaksa, olabilir. İman da insanda bunu yapar aslında. Kainat ve zaman içinde durduğunuz yeri anlamlı kılarak sizi kaybolmaktan, unutmaktan kurtarır. Yine yüzümüzü Bediüzzaman'a dönelim, nasıl tarif ediyor gafilin çilesini?

"Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. "

Bu neden böyle? Biraz da hayatın bir özelliğinden. Hayat, bir'i bin'e dokunur ve bilir kıldığı gibi; bin'i de bir'e tesir edebilir kılıyor. Hayat sahibi olanlar, bu hayatın sırrından daha fazla hissedar oldukça, daha fazla etkilenir de oluyoruz. Bilmem kaç milyon ışıkyılı ötedeki galaksilerde veya atomaltı dünyada neler olup bittiğini bilebilmek, aynı zamanda o olup bitenlerden etkilenmek anlamına geliyor. Bilmenin bedeli etkilenmektir, duygulanmaktır. Daha duyarlı olanlar, daha çok şey bilmenin yanında, daha çok etkilenenlerdir aynı zamanda.

Etkilenmek hareketi doğurur. Dışarıda olan, içeride de karşılığını bulur. İnsan bir taştan daha kabiliyetli, ama daha fakirdir bu yönüyle. Çünkü taşın ihtiyaçları insanınkinden azdır. "Hangisi daha çok hayata mazhardır?" derseniz, tartışmasız olarak 'insan' derim. Daha çok canlı olmanın daha güçlü veya daha mutlu olmak anlamına gelmediğinin altını çizerek. Mutluluk veya güç, ikincil bir yardıma, imanî bir bakışa da muhtaçtır.

"İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın. Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Dokunulmak deyince, aklıma, İtalo Svevo'nun Hayat İşte'sinde, intiharından hemen önce Alfonso hakkında söyledikleri geldi:

"Oysa Alfonso kendini yaşamaya yeteneksiz hissediyordu. Kaç kez boş yere anlamaya çalıştığı birşey vardı ki, hayatını zehirliyor; dayanılmaz hale getiriyordu. Sevmeyi de bilmiyordu, zevk almayı da; en iyi koşullar içindeyken başkalarının en acılı koşullarda duyduğundan fazla ıstırap çekmişti. Hiç hayıflanmadan terk ediyordu yaşamı. Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmanın yolu oydu. Düşlediği feragat oydu işte. Huzur nedir bilmeyen o vücudu yok etmek gerekiyordu; hayatta kaldıkça savaşmaya sürükleyecekti; çünkü oydu varlığının nedeni."

'Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmak...' bu biraz da tesir edilebilir olmaktan şikayet işte. Kolay kırılabilir, dokunulabilir, düşürülebilir, incitilebilir olmaktan şikayet ediyor aslında Alfonso. Tıpkı Mehmet Pişkin gibi. O da şöyle demiyor muydu acıklı intiharının bir köşesinde:

"Hayatın tatsız taraflarıyla çok başaçıkamadım herhalde. Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini; taşıyamadığımı, bunun için gerekli donanımları da zamanı içinde çok geliştiremediğimi farkettim. Sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtiktçe daha da zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü açıkçası..."

Dokunulabilir olmanın sancıları bunlar. Duymanın ve duygulanmanın sağladığı derinliğin imanla birleşmezse sahibini yutan bir karadeliğe dönüşmesi. Gorki'nin Yararsız Bir Adam'ına, Yevsey'e dönelim tekrar. Onu nasıl tarif ediyordu Gorki, intiharına varan yolculuğunun başlarında:

"İnsanlardan korkuyor, bu yüzden de hep onlara birşeyler borçluymuş gibi davranıyordu. Tetikteydi hep. Beklerliydi. İnsanlar ona saldırdı saldıracak gibi görünüyordu. Kafasında kurduğu bu saldırıları önlemek için de kimsenin bir dediğini iki etmiyor; hiçbir işi, hiçbir buyruğu geri çevirmiyordu. Her an bir tehlike başgösterebilirdi. Bekliyordu Yevsey. Her an bekliyordu. Ve bu duygusu, dikkatini biledi, insanlara karşı inançsızlığını arttırdı."
Ve nihayetinde intihar bir güç veya cesaret değil, acizlik eylemidir. Boşlukla savaşacak gücü kalmayanların, "Böyle de yaşanmaz ki ama!" deyişidir. Genç Werther'den Yevsey'e, Yevsey'den Alfonso'ya kadar hep zayıflık izidir intihar, acz delilidir. Mehmet Pişkin inanmıyordu. Fakat Allah'a inanan bir insan da intihar edebilir. Eğer Ona 'tutunamadığını' düşünmeye başlamışsa.

Bunu garipsemem, çünkü isyan ile yaptıklarını düşünmüyorum bunu. Sadece güçleri yetmiyor artık ayakta kalmaya ve hayatta kalmanın savaşmak anlamına gelmediğini bilmiyorlar. Bilseler de bilmiyorlar. İdrak etseler de iz'an edemiyorlar. Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (özellikle ilk mektuplarında) çok sık tekrar ettiği bir final cümlesi var: "Bana inan." İntiharı yaklaştıkça bu cümleyi kullanmayı da bırakıyor. Yerini şöylesi ifadeler alıyor:

"(...) tembellikten, karakter zayıflığından ve ruhsal boşluktan dolayı işe yaramaz insanlar vardır. Beni öyle biri olarak görmezsen sevinirim. Başka nedenlerle, bir işe yaramayan insanlar da olabilir. Faydalı olabilmeyi gerçekten isteyen ama tutuk oldukları, yaratıcı olmak için gerekenlere sahip olmadıkları, belki kötü kaderleri öyle istediği ve bir şey yapmak tümüyle imkansız olduğu için hiçbir şey yapamayan insanlar da vardır; böyle bir insan, ne yapabileceğini kendisi de bilemez, içgüdüsel olarak şunu hisseder: Durumumu değerlendirebiliyorum, iyi sayılırım. Bambaşka bir insan olabileceğimi biliyorum. Neyle uğraşmalıyım, neye hizmet etmeliyim? İçimde bir şey var ama nedir? Bu farklı bir işe yaramazdır. İstersen beni onlardan biri kabul edebilirsin."

Boşlukla savaşmayı öğretmenin yolu, yeni yükler yüklemede değil, "Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez!" ayetini ders etmede. Bizde Allah'ın 'görevlendirici' olarak tarifi var, fakat 'kolay kılışların Allah'ı' olduğunu ders vermek var mı? Francesco'ya doktorun dediği gibi: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Yanlış anlama! Kötülerin değil, yaşamaktan korkanların eylemidir intihar.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Parçalarda boğulmak 5: Risale-i Nur'dan başka kitap okunmamalı mı?

Geçtiğimiz günlerde, Umberto Eco'nun, bir üniversitede yaptığı sunum ve ardından bu sunum üzerine yapılan tartışmalardan oluşan Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları) kitabını okudum. Hayatta tesadüf diye birşey yok. Bu kitabı okumamın 'parçalarda boğulmak' üzerine çokça kafa yorduğum bir döneme denk gelmesi tesadüfle açıklanamaz. Zira Eco da kitapta 'aşırı yorum' ismini verdiği kavram çerçevesinde metinlerdeki parçaların, metnin bütünlüğünün hilafına olarak yorumlanmasını eleştiriyordu. Yani bir okurun, okuduğu bir metni nereye kadar yorumlamaya hakkı vardı? Koşabileceği alan neydi ve nereye geldiğinde durmalıydı? Buna bir cevap arıyordu Umberto Eco sunumu boyunca.

Ona göre, 'metni kullanmak' ve 'metni yorumlamak' isimlerini verdiği iki yolda yorumcuyu, kullanıcıdan ayıran şey; yaptığı yorumun metnin bütününe aykırı olmamasıydı: "Bulunan şey, metnin metinsel tutarlılığına ve bunun ardındaki özgün bir anlam sistemine bağlı olarak söylediği şey midir, yoksa alıcıların kendi beklenti sistemlerine bağlı olarak buldukları şey midir?" Bu soruya verilecek cevap, aynı zamanda kullanıcı ile yorumcu arasındaki nüansı da verecekti bizlere. Demek ki; bütüne bakmak, parçada yapılmaya çalışılan şeyin sağlığını sınamak açısından kıymetliydi. Kitapta buna dair pekçok örnek bulunmakla birlikte, benim pek beğendiğim bir kısmı buraya alıntılamak isterim:

"İpuçlarına gereğinden çok önem verme, çoğunlukla çok belirgin öğeleri önemli olarak değerlendirme eğiliminden kaynaklanır; oysa, bu ipuçlarının belirgin olması gerçeği, bize onların çok daha iktisadi olarak açıklanabileceğini göstermelidir. Yanlış öğeyi konuyla ilgili görme konusunda bilimsel tümevarım kuramcılarının verdiği bir örnek şudur: Bir doktor, siroz rahatsızlığı olan hastalarının hepsinin düzenli olarak viski-soda, konyak-soda ya da cin-soda içtiğini fark eder ve bundan sodanın siroza yol açtığı sonucuna varırsa, yanılmış olur. Yanılmış olur, çünkü üç durumda da ortak bir başka öğenin, alkolün var olduğunu fark etmemiştir; yanılgısının ikinci bir nedeni de, yalnızca soda içen, hiç alkollü içki kullanmayan ve siroz rahatsızlığı olmayan bütün hastalarının durumlarını göz ardı etmiş olmasıdır. Bu örnek gülünç görünüyor, çünkü doktor başka yollardan açıklanabilecek birşey üzerinde durup, asıl merak etmesi gereken konu üzerinde durmuyor; bunu yapmasının nedeni ise, belirgin olan sodanın varlığını fark etmenin, alkolün varlığını fark etmekten daha kolay olmasıdır."

İşte! Arananın, bulunanı nasıl etkilediğini anlatan harika bir örnek. Hem de parça yanıltıcılığını güzel izah ediyor. Eco'nun bu örnekle dikkatimizi çektiği şeyse şu: Parçadan çıkardığınız hükmün doğruluğunu, ancak onu bütünde sınayarak anlayabilirsiniz. Hakikat, bütünün yalnızca bir köşesinde doğru olan değildir, her zaman ve her yerde doğru olandır. Genele en yakın olan doğruya 'hakikat' deriz biz. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleği' diyerek altını çizdiği şey de buna tekabül eder. Bireysel (veya zümresel) keşiflerden, kerametlerden, zevklerden öte; herkesin, her zaman istifade edebileceği şekilde sunulan marifet bilgisidir hakikat bilgisi. Mümkün olduğunca umumun görebileceği şekilde söylemektir burada hüner, sözü. Doktorumuz yanıldı. Çünkü içilen bir karışımken onu yalnızca soda görme kolaycılığına düşmekle parçada boğuldu. Nazarını biraz daha yukarıya kaldırsa, önce içileni karışım olarak görse, 'Daha neler varmış?' diye baksa, hatasını teşhis edebilirdi.

Aslında bu sınama metodunu Bediüzzaman da kullanıyor. Geçmiş yazılarda birkaç örneğini verdim. Burada bir tanesini daha vereyim. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) çok eşliliği meselesinde eşlerinin çokluğunu 'art niyetli' okumalarına tâbi tutanlara veya kalbine şüphe gelenlere neyi delil olarak gösteriyor Bediüzzaman? Yine Efendimizin (a.s.m.) gençliğini. Hayatının bütününü. Nasıl mı? Alıntılayalım:

"Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! O dâmen-i muallâya şöyle pest şübehâtın eli yetişmez. Evet, onbeş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesât-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemâl-i iffet ve tamam-ı ismetle Haticetü'l-Kübrâ (r.a.) gibi ihtiyarca birtek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zâtın, kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesât-ı nefsâniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücâtı, bizzarure ve bilbedâhe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu, zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir."

Bize burada gösterilen ne? Efendimizin hayatının tamamı. Neden gösteriliyor? Çünkü bu şüpheyi kalbinde duyanlar ve bu noktadan çirkin söylemler geliştirenler, parçada boğuluyoruz. Ahlaka dair geliştirdiğimiz (veya şeytanlarımızın geliştirdiği) bu çirkin argümanlar, Efendimizin (a.s.m.) yalnız ahir ömrüne dair. Halbuki onda (haşa) böyle bir ahlak bulunsaydı, sadece bu bölümüne (özellikle de bu bölümüne) tesir etmezdi. Hatta aksine, gençlikte şehvet daha kuvvetli olduğundan, o ahlakın kem izleri daha çok gençlikte görünmek lazımdı. Eğer gençlikte görünmüyor da (ki görünmemiş) ihtiyarlıkta evlilikleri artıyorsa, demektir ki bu; bu evlilikler şehveti tatmin için değildir. Başka hikmetleri vardır. Burada Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı da aslında parçada boğulmaktan kurtarmak bizi. Efendimizin hayatının tamamını aynı nazarla seyrettirerek parçadan çıkardığımız şeytanî argümanların sınamasını yapmak ve onları cerh etmek. Çok da başarılı bir yöntem bence.

Bu sağlamayı seviyorum. Daraldığım pekçok meselede sırat-ı müstakimi bulmama yardımcı oluyor.

Mesela bu yöntemle Risalelerde bir bölüme daha bakalım. Üzerinde en çok tartışma olan metinlerden: "Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risaletü'n-Nur hakaik-i İslamiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü'n-Nur'dadır. Evet, onbeş sene yerine onbeş haftada Risaletü'n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder..." gibi kısımlarda, 'başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor'un bağlamından ve kayıtlarından koparılarak "Başka kitap okumaya gerek yok, Risaleler yeter!" diye Nur talebelerine dayatılır hale gelmesi, bazılarının başka eser okuyanlara 'yolundan sapmış' muamelesi yapması veya küçümsemesi nedendir?

Bunun sebebi yine bütüne bakmama bence. Bediüzzaman'ın kendi eserlerinde andığı, bazı yerlerde havale ettiği, onlarca kitaba bakmadan, yalnızca bu metnin üzerinden bir hüküm üretme, parçada boğulma. Belki de sırf bu yüzden Risale-i Nur'a kaynakça hizmeti vermiş, Bediüzzaman'ı yetiştirmiş eserlerin çok azını bugün biliyoruz ve çok azını da okumuşluğumuz var. Yukarıda alıntıladığım mektubun hangi hadise üzerine, hangi çerçevede yazıldığını anlamadan, ondan çıkarılan hüküm bütüne uyumu açısından sınanmadan bir yere varabilmemiz çok güç. Nazarımızı kaldırıp bütün külliyata o gözle bir baksak; Bediüzzaman kaç kitap okumuş, kaç kitaptan alıntı yapmış, kaç kitaba değinmiş, kaç kitaptan ismen bahsediyor, kaçına havale ediyor; bunları araştırsak... O zaman sodanın bir günahı olmadığını anlayacağız. Günah, bize parçadan çıkardığı hükmü dayatan doktorlarda. Bizim de günahımız, bütün elimizin altındayken, onunla parçayı sınamamakta.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...