10 Kasım 2014 Pazartesi

Yazmanın motivasyonları 1: Sana iltifat eden, seni esir almak ister

"Genelde olduğu gibi, bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti." Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar

Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız 'beğenilmeye' güvenmek, 'teveccüh-i nas'a müptela olmak, mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın 'mantıksızlık' olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, hatta birkaç kez; "Herkes de yazar oldu arkadaş!" hitabına maruz kalmanız hoş oluyor. Alaya alınmak bile faydalı olabilir bu noktada.

Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak 'beğenilme ve farkedilme' arzusunu kullanıyor. Halbuki en marazlısı o. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan; hakikati değil, teveccüh edileni söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman'ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gerektiğine dair söyledikleri, sadece kibirden kaçınma merkezinde değil bence. Teveccüh, aynı zamanda yazının (ve öncesinde fikrin) kalitesini de mahveden birşey.

Şöyle ifade edeyim: Bir yazar, birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, hakikate duyduğu saygıdan dolayı olmalıdır. Kalite veya sanat bu yüzden aranır. "Allah güzeldir, güzeli sever" sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten 'yapmanın' omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim 'insanların beğenisini' mesela) eklediğinde birincil niyetin gümleyip gidiyor. Her yazının bir merkezi oluyor çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksen var. Merkezine kimi alırsan, sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccühün kendisi.

"Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir."

İnsanların teveccühünün ayrıca bir esir alıcı, bir de tembelleştirici yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem; zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. Para olarak düşünmeyin, ilk isteyeceği şey; söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmeniz. Yani bükülmeniz. Dilenciliğe hazır olun.

Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti; hakkın hatırı dışında başka hatırların da 'âli' olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa'ya 'kavl-i leyyin'le söylettiren Allah'tır, Firavun'un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa, kavl-i leyyin'i bükülmek değil; hakikati, hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek olarak anlamıştır.

İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten 'becerdiğimiz' birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum iltifat tâbi olma öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. Yani muhtaçsın, yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Zayıfsın. Yoksa yazdığının iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsun, o kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri işte en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.

Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, yani bizler, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve "Seni kim beğenmiş?" demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki yazıyoruz. Peki, bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. Hamlıktır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe; "Öff, yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!" deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet, beğenilmeyi öldürür.

"Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucb, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalinölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et."

Ben, bunun yerine, genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum. Ve altın değerinde bir öneri olduğunu düşünüyorum bunun: Beğenilmek değil; rahatsız etmek, kızdırmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı zaten ister istemez 'okunulur' oluyor. Örneğin: Ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise; "Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!" diyerek sizi takip ediyor. Nasıl ama?

İnsanların aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, 'insanları sarsmaya' ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın, siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?

Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan "Kalemin güzel!" diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz.

Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir dane diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki, can yakana kadar. Can yaktığınız zaman "Ne diyor bu salak?" diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştiremezlerse, anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil.

Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Belki ben de onlar gibiydim, bilmiyorum, serüvenimi bu yönüyle çok hatırlamam. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya "Şunun altı boş kalıyor" gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. "Ne yaptın sen? Rezil!"

İnanın bana, bir sonraki maillerinde üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum. Bunu senin bana söylemene gerek yok ki. Yazılarını sana gönderen ben değilim, bana gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum, yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsa, bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli, iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.

9 Kasım 2014 Pazar

İçimdeki ateiste mektuplar 3: Deprem ayeti

Bir deprem oldu, herşey birbirine karıştı. O zamanlar İstanbul’da olmasam da neler yaşandığını az çok biliyorum. İbret nazarıyla bakılınca her olaydan çıkarılabilecek dersler var. Buna (ne kadar korkutucu da olsa) deprem de dâhil. Örneğin: Deprem aynasında hazırlıksızlığımızı bir kez daha seyrettik. Herkes bocaladı, havlu attı. Başımız saydıklarımız ve/veya başımız sandıklarımız dahi bu hale şaştı. En hazırlıklı sandığımız kurumlar afalladı. Bir depremde oldu bu. Ve bazı kurumların (özellikle) felaketlere hazır olması gerekirdi. Zira bütün yatırımları işte böyle felaketler içindi. Varlık nedenleri bizzat buydu. Çadır yetişmedi; ilaçlar, araçlar yetmedi; battaniye bulunmadı, yiyecek/içme suyu bile kalmadı vs. Her yer bir depremde çaresiz insanlarla doldu.

Sadece bir deprem. Bir depremde insanoğlunun bütün tedbirleri berhava oldu! Hâlbuki bundan bin kez şiddetlisi her bahar olmakta. Her bahar, birden uyanışa geçen canlılar rızık diye varlık sahnesine koşmakta. Kıyafet diye bağırmakta. Barınak diye ağlamakta. Bir baharda, bir uyanışta, bütün canlılar kıştan kalkmakta ve kendi lisanlarıyla hayatlarını aramaya başlamakta.

Fakat ne gariptir, şu görünüşte kurumsuz, devletsiz, organizatörsüz(!) dünya şehrinde hiçbirisi aç veya açıkta kalmıyor. Her canlı kendine ait olan rızkı buluyor, buluşturuyor. Kendisi rızka koşamayanların gıdası köklerinden, yani bir nevi ayaklarından kendisine sunuluyor. Her ağacın bir zamanı var, o zamanda çiçek açıyor. Bir denge var, her bahar korunuyor. Bir sistem var, her bahar tıkır tıkır işliyor. Sahi, dünya şuursuz kafasıyla bunu nasıl başarıyor? Sözde bu âlemin en akıllısı sensin. Sen söyle arkadaşım. Sen bir depremde insan türünü hizaya getiremedin. Dünya bunu her bahar milyonlarca türde nasıl başarıyor?

8 Kasım 2014 Cumartesi

İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?

Gözleriniz neden başka bir yerde değil de burada, başınızın önünde, olması gereken yerde? Peki ya burnunuz, o neden iki tane değil de, sadece bir tane? Kulaklarınız neden avuçlarınızın içinde değil de, başınızın yanlarında duruyor? Saçlarınız uzar da, kaşlarınız neden uzamaz? Bütün kaslarınızın kontrolü sizde de, kalp kaslarının kontrolü neden sizden alınmış? Burnunuzun içinden bile kıl çıkıyor da, ağzınızın içinden neden çıkmıyor?

Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?

Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?

Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”

Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"

Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor. 

Gözün veya kulağın vücutta yer alabileceği milyon tane yer varken, en uygun yere yerleştiren kim? Aç gözünü. Masal zamanı değil. Kurt seni kandırmak istiyor. Bu perdenin arkasında birisi var, bu pencereden bakınca bir zatın tecellileri okunuyor. Bir usta ressam, bir usta dekoratör, bir usta tasarımcı seni 'sen' kılıyor. Hem de öyle bir 'sen' kılıyor ki, dünyada tıpatıp benzerin bir kişi daha bulunmuyor. Buna ne dersin? Yüzbin maşallah demez misin? Peki, böyle yüzbin maşallah dediğini nasıl tesadüflere verirsin?

İçimdeki ateiste mektuplar 1: Zayıflığın dili.

Allah’a inanmak için başka hiçbir nedenimiz kalmasa; kâinat, içindeki bütün delillerle beraber yok olsa, yine de acziyetimizin bizi Ona döndüreceğine inanırım. Acziyet. Yani güç yetirememe. Her insan acizdir, fakat pek azı durumunu idrak eder. Pek çoğuysa inkâr etmekle yetinir. Yetinir, çünkü inkâr asla acziyetine bir çözüm değildir. Kanaatimce, var olmak için gereksinim duyduğu şeyi kendisi var edemeyen, en nihayetinde acizdir. Ve mutlaka, onu kendisine sunacak bir başkasına muhtaçtır.

Bir başkasına. Daha güçlü bir başkasına. O bir başkası da, daha bir başkasına. Daha bir başkası, daha bir başkasına. Bu tıpkı arka ayakları kırık sandalyeleri birbirine yaslamaya benzer. Bir tane dört ayaklı sandalye bulunmadığı müddetçe, hepsi bir diğerine yaslanmaya ve ancak bu sayede ayakta kalmaya mecburdur. Bir başkasına muhtaç olmayan birisi bulununcaya kadar hep yaslanır nesneler bir başkasına.

Gündelik hayatı yaşarken insanın bakışı işte böyle kısa olduğundan kendini çok uzun görür. Bazen bir kenenin ısırmasıyla, bazen bir grip mikrobunun vücuduna girmesiyle, bazen ansızın geliverecek bir kalp sekmesiyle meydana gelebilecek ölümünü pek uzağında hayal eder. Bu da doğal olarak, ondaki sonsuzluk vehmini körükler. Sonsuzluk konusunda aslında haklıdır, bir sonsuzluk olacaktır. Fakat şeklini bütünüyle yanlış tasavvur etmektedir. Ötelerde olabilecek bir şeyi, bu dünyanın sınırları içinde umarak kendine yazık etmektedir.

O kadar çok şeye ihtiyacımız var ki mutlu olabilmek için. O kadar çok şeye muhtacız ki. Mutlu olmamız imkânsızın da ötesinde kalıyor. Düşün ki, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuk açlıktan ağlıyor, bir anne feryat ediyor, nasıl mutlu olacaksın? Bir elin yağda, ötekisi balda olsa bile, olabilir misin? Ya da oksijen veya su tükense, bitse. Onları yaratabilecek gücün var mı? Bir yerden alabilir misin? Ya da düşünsene, bir yakının vefat etse, onu geriye getirebilecek gücün var mı? Bunun yerini dünyevi bir makam, mal tutar mı?

Ah arkadaşım! Böyle bir bilsen daha neler var? Biz öyle çok şeylere muhtacız ki mutlu olmak için. Eğer birisi onları bizim karşımıza çıkarmasa, bizim için yaratmasa, umut etmesek, mahvolurduk. Bir biz değil, dünya mahvolurdu. Başta dedim ya, “Bir insan başka hiçbir neden olmasa da sırf acziyetini görerek Allah’ı bulabilir.” Öyledir. Zira acziyet, insanı büyük bir güç sahibine yönlendirir. Bulacağından eminim. Zira vicdan öyle bir öğretmendir ki, yalan söylememiştir. Ve hiçbir nasihati de boşa gitmemiştir. Yeter ki, kendini fark edip, kulağının onun göğsüne ver. Zayıflığından Allah’a giden çok yollar bulacaksın.

6 Kasım 2014 Perşembe

Kör Nokta ve Lemaat üzerine...

Francis Fukuyama'nın editörlüğünü yaptığı; Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek (Profil Yayınları) kitabını okuduktan sonra aklıma hemen Bediüzzaman'ın Lemaat isimli eseri geldi. 'Neden?' derseniz. Bildiğiniz üzere Lemaat içinde 'Bir Meclis-i Misalîde...' diye başlayan bir bölüm var. İşte o kısım, sanki bu kitabın işlevinin bir benzerini ümmet-i İslam adına yapıyor gibi geldi bana.

Bu kitabın işlevi neydi, onu izah edersem: Fukuyama, kendisi gibi pekçok akademisyeni, ABD'nin merkezi olduğu bir dünyada, gelecek adına felaket senaryolarını tahmin etmeye çağırıyor. Bunu, kimilerinden öngörüleri hakkında makale isteyerek yapıyor. Kimilerinin ise benzer oturumlarda yaptıkları tartışmaları deşifre ederek kitaba ekliyor. İlk bölüm daha çok kaçırılan/ıskalanan felaketler üzerine. Neden kaçırıldıkları sorgulanıyor. (Örneğin: SSCB'nin dağılması.) Devamı ise tüm dünya adına gelecek okumaları şeklinde. Kehanet denmez bunlara. Falcılık değil. Tamamen feraset çalışmaları. Hatta Mısır'da şu an yaşananları, Amerika'daki 2009 ekonomik krizi gibi pekçok şeyi, yıllar önce yapılan bu tahminler içinde görüyorsunuz. Tutanlar da var, ıskalananlar da.

Peki, benim bu kitapla Lemaat'taki o kısım arasında kurduğum benzerlik ne idi? Öncelikle o eserin başlarından bir parçayı alıntılayayım:

"Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet istikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."

Gördüğünüz gibi Bediüzzaman da tıpkı Fukuyama'nın kitabında olduğu gibi, fakat bu sefer ABD'nin değil, âlem-i İslam'ın merkeze oturduğu bir düzlemde; gelecek adına öngörüde bulunuyor. Birçokları keramet veya keşf diyebilir bunlara. Fakat ben onun aklî yolunun esaslarını diğer eserlerinden de bildiğim için 'feraset' içinde görüyorum tahminlerini. Çünkü neyi söylese, altında gerekçesiyle beraber izah ediyor. Mesela; hazır medeniyetin çöküşünü haber verdikten sonra nedenlerini de madde madde yazıyor. "Bana öyle görünüyor..." deyip bırakmıyor. Nitekim sadece bu değil, İslam medeniyetinin tevakkufunun nedenleri de var aynı metinde. Bu yüzden meseleyi keşf ve kerametten uzak, feraset ve akla yakın ele alıyorum. Bu, üzerine konuşmayı da daha kolay kılıyor.

Peki, yukarıdaki metinde Bediüzzaman'ın gördüğü nedir? Öncelikle İslam'ın geleceğinin parlak olduğu. Çünkü yaşanan sıkıntıların eksik kalan yanlarımızı iyileştirme adına bizi gayrete sevkettiğini öngörüyor. Şefkat, uhuvvet, tesanüd. Onarılan şeyler...

Katılmamak elde mi? Mısır'da, Arakan'da ve Filistin'de yaşananlar üzerine, değil yalnızca sokaklarda yapılanlar, sosyalmedyada yapılanlara bakarsanız, Bediüzzaman'ın öngörüsünün daha da somutlaştığını görürsünüz. Artık âlem-i İslam'ın hiçbir köşesi birbirinden habersiz değil. Birisine vurulunca hepsinden ses geliyor. Herkes birbirini takip ediyor ve birisine yapılana hepisi karşı koyuyor. Devlet ve siyaset ekseninde bu başarılamadı henüz belki. İstibdatlar var. Ama toplumlar düzeyinde bir ortak vicdanın oluştuğu görmezden gelinemez.

Bu kısımda Bediüzzaman'ın cesaretle söylediği birşey daha var: "Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."

Doğrusu, önceleri bu 'evvel girme' meselesini pek anlayamazdım ben. "Yani neden yeni medeniyete müslümanlar daha hızlı girsin? Eğer birşeyde kazanç varsa, önce diğerleri saldırmıyorlar mı? İmkanları daha fazla değil mi? Yeni medeniyetin kazandıracaklarını da bizden evvel onlar görür herhalde. Evvel onlar koşar. Peki, bu şartlarda, müslümanların evvel uyanması nasıl olur..." diye sorguluyordum. İşte Fukuyama'nın kitabı içindeki bazı makaleler ve tartışmalar, bu noktada bakışaçımı yerinden oynattı. Altta alıntılarla da göstereceğim. Ancak özet geçersem:

Her medeniyet, üstünlük araçlarına bir noktadan sonra bağımlı hale geliyor. Terketmesi, topyekun kendini değiştirmesi anlamına geldiğinden, zorlanıyor. Statüko, yani geçmiş düzenin üstleri, direniyor. Örneğin; sanayi devriminin babası olan Almanya, bu sektördeki başarısı gözlerini kamaştırdığı için, bilişim devrimini ıskaladı. Yine petrol sanayinin babası olan Amerika, sırf ülkesindeki bu petrol lobileri zarara uğramasın diye alternatif yakıt projelerinde ağırdan alıyor. Yani bir medeniyeti güçlü kılan şeyler, vazgeçilmez olunca, bu sefer o medeniyetin ayağında ağırlık haline geliyorlar.

Bunun yanısıra iletişim ve ulaşım imkanları üzerindeki hızlı gelişmeler, bilgi paylaşımında küresel bir denge noktasına götürüyor bizi. Artık herkes aynı bilgiye aynı anda ulaşabilme gücüne sahip. Gregg Easterbrook'un kitaptaki ilgili ifadelerini alıntılarsam: "İnternet ve diğer ucuz iletişim yollarıyla bilgiye erişim imkanı genişlemektedir ve bilgi tıpkı dişmacunu gibidir: Bir defa sıkıldı mı tüpün içerisine bir daha asla geri konulamaz." Ayrıca Easterbrook'a göre II. Dünya Savaşı insanlığa büyük bir ders de vermiştir bu noktada:

"Ve Mayıs 1940'ın ortaya koyduğu ders (her zaman bilindiği gibi) özgürlüğün zorbalıktan yalnızca daha iyi değil, aynı zamanda daha güçlü olduğudur. Bu oldukça önemli bir derstir. Tarihçilerin 20. yy'lı değerlendirirken karşılarına çıkacak şeylerden biri, özgürlük ve zorbalığın savaş meydanındaki neredeyse her karşılaşmasında özgürlüğün galip geldiğidir." Ve özgürlüğün özgüveni bütün dünyayı sarmıştır.

Fakat değişimin hızı ile ilgili fikirlerimizi, kitapta, daha çok Walter Russell Mead'ın söyledikleri etkiler: "19. yüzyıl Çin'i çok sayıda farklı türden yeniliğe uyum sağlama konusunda bocalarken, Japonya'nın böyle bir sorunu yoktu. Bugün ise Çin, ne kadar zamandır olduğunu kimse bilmese de, çok daha iyi bir performans sergilemektedir. Sosyal tarih, değişimin hızı arttıkça dünyadaki pekçok toplumun buna ayak uyduramayacağını göstermektedir. Bu durum ABD için de geçerli olabilir."

Ruth Wedgewood onu destekler: "Harvard'da ekonomi tarihi okuduğum dönemde David Landes bize ekonomik rekabetlere sonradan katılanların teknolojik avantajlara sahip olabileceğini anlatıyordu. Bu durumda hızlanan değişim, yaşamı ABD gibi eski, yerleşmiş bir güç açısından daha güç hale getirebilir. Değişim, Amerikalıların pekçok sanayi kolunda birlikte yaşamaya alışmak ve dikkat etmek zorunda kalacakları birşeydir."

Bunun olabilirliğinin altını çizen üçüncü kişi Anne Applebaum'dur: "Şu an için dünyanın sonunun gelmesiyle ilgili endişelerimi dile getirmeyeceğim. Bunun yerine Amerikan dünyasının sonuna dair bir bakışaçısı sunacağım. Pekçok kişi ABD'nin daima dünyanın en büyük gücü olarak kalacağını düşünmektedir. Oysa I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden yalnızca bir gün önce bile Avrupalılar, imparatorlukların dünyaya sonsuza dek hükmedeceğini düşünüyorlardı."

Toparlarsam, alıntılar eşliğinde söylemek istediğim şey şuydu: Bir dönüşümün eşiğinde olabiliriz. Ve şu an geri olmamız, herşey tersine döndüğünde, bilakis önde koşmamıza neden olabilir. Âl-i İmran sûresinde denildiği gibi: "Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin." Bütün dizginler Allah'ın elinde. Türkiye'nin yalnızlığından, dış siyasette yanlış yerde durulduğundan vs. bahsediliyor. Küresel güçlerle aramızın bozulduğu söyleniyor. Kaybedeceğiz deniyor. Olabilir. Fakat değişmeyen şartlarda ve şartlar değişmezse bu doğru. Sadece Arap coğrafyasının uyandığını düşünün! Petrole dayalı ülkelerin (en başta ABD'nin) dizginlerini yitirmesi demektir bu. Ve o zaman, menfaatin değil uhuvvetin kazanacağı bir zemin olabilir. Bakalım kader ne gösterecek... Ancak ben yine de Bediüzzaman'ın öngörüsünün bir hakikatin altını çizdiği kanaatindeyim: Ümmet, parçalarını hatırlıyor!

5 Kasım 2014 Çarşamba

Mutlak vekilliğe serzenişler 4: Parça ilizyonu

Son yazıma pekçok cevap geldi. Hatta müstakil cevap yazıları gönderen kardeşler bile oldu. Güzel. Müzakere hakikatin müjdecisidir. Serinin bir önceki yazısından devamla konuşalım: Haydi, itiraz edenlerin dediği olsun, bir an için muhalif fikre hakk-ı hayat verelim: 27. Söz'ün Zeyli'ndeki; "Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in'ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir..." ifadelerini biraz makaslayarak, üstündeki ve altındaki (ve hatta metnin tamamındaki) bağlamlardan kopararak "Sohbette insibağ ve inikâs vardır" ifadesini müstakil alalım. Ve diyelim ki: "Bediüzzaman'ın da (peygamber olmamasına rağmen) sohbetine bizzat nail olmuş talebeleri, daha sonra gelecek (veya aynı zaman içinde) kendisini görememiş talebelerinden daha üst bir konumdadır." Bunu genelgeçer bir kaide olarak zikredelim ve arkasından 'mutlak vekillik' meselesini de bunun üstüne oturtalım. Hayal bu ya, devam edelim böylece düşünmeye...

Tabii bu sefer ikinci bir meraklı sual çalıveriyor kapımızı: "Peki, sohbette insibağ ve inikas varsa ve Bediüzzaman'ı bizzat görmek, göremeyenlere göre, her noktada bir üstünlük sağlıyorsa, o halde kendisi neden insanlarla görüşmek konusunda bu denli çekimser?"

Öyle ya, azıcık Tarihçe-i Hayat'ını, birazcık da lahikalarda geçen mektuplarını okuyanlar biliyorlar ki; Bediüzzaman, kendisiyle doğrudan kurulan bir bağlantı yerine, Risale metinleri üzerinden Kur'an'la kurulan bir bağlantıyı tercih ediyor. Hatta çoğu zaman ziyaretine gelenler kapısından kendisiyle görüşemeden dönüyor. Buna dair o kadar çok ifade var ki. Alıntıla alıntıla bitmez. Mesela Kastamonu Lahikası'nda diyor: "Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur'an olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir." Ve yine Emirdağ Lahikası'nda diyor: "Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz. Risale-i Nur'u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman, Kur'ân hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır. Âhiret, iman, Kur'ân için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış." Hatta ilginçtir, bu tarz ifadeler, Bediüzzaman'la görüşmek görece kolaylaştığı bir dönemde, yani Emirdağ hayatında (DP yönetimi baştayken) giderek artıyor.

Üstelik Bediüzzaman'ın kendi kardeşine tercih edecek kadar çok sevdiği, birinci talebem dediği Hulusi abi gibi kişiler, onunla sık görüşen kişiler de değiller. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Hulusi abinin Üstad'la görüşmesi bir-iki veya en fazla üç kez. Bunlar da uzun kalışlar değil, aralarında uzun seneler olan bir ziyaret edip dönmeler. Fakat Bediüzzaman, onu, şahsını sık gördüğü için değil; metinlere nüfuzu ve ihlası daha fazla olduğu için beğeniyor. Beraber yıllarını geçirdiği, bizzat da ders almış (kendi kardeşi de dahil) kişilerden fazla değer veriyor.

Yine talebelerini ve onlara verdiği kıymeti inceleseniz; Bediüzzaman, dizinin dibinde, sohbetinde, insibağ ve inikasa daha yakın olanları değil; uzakta ama ihlası ve idraki daha ziyade olanları tercih ediyor muhabbette. Zaten bence Bediüzzaman'ın bir devrimidir ki, alışılagelen şeyh-mürid tarzı irşadı aşmış; metinler üzerinden, irşad olunanın doğrudan Kur'an'la muhatap olduğu bir düzeye ulaştırmıştır öğrencilerini. En azından bunu salık vermiştir, öğütlemiştir. Sahadaki sorunlar ise sahadakilerin suçudur. Metinlerin bu noktada öğütleri yeterince sık ve kat'idir.

Sadede gelirsem: Arkadaşlar, kardeşler, abiler; bu 'mutlak vekillik' meselesinde Risale metinlerini ne kadar esnetmeye çalışırsanız çalışın, ne kadar bükerseniz bükün, metinler size yardımcı olmuyor. Zor tevillere girişiyorsunuz, zorlanıyorsunuz. İki dediğinizden birisi diğerini yalanlıyor. İstediğiniz yeri kesin, istediğiniz yeri (üstünü altını görmezden gelip) alıntılayın, Bediüzzaman'ın hayatının bütününe baktığımızda, parçalarda boğulmadığınızda, hepsi boşa çıkacaktır. Bediüzzaman, kendisini bizzat görenlerin, daha sonra geleceklere nazaran daha üst bir konumda olduğunu; onların yaptıklarının veya yapacaklarının daha doğru olduğunu; bu noktada da durumlarının sahabeye benzediğini, sorgulanamayacaklarını falan hiçbir zaman söylememiştir. Bir adım ötesinde, hiçbir müceddid böyle birşey söylememiştir. Müceddidî mirasta böyle birşey yoktur. Mutlak vekillik meselesi de sizin anladığınız gibi değil, o şartlarda hizmetin akamete uğramaması için işlerin/sorumlulukların devridir. Bir makam veya konum devri değildir. Yeter artık şu abileri şeyh gibi kafamızın üstüne kaldırıp bizi korkuttuğunuz. Kendilerini seviyoruz, değerlerini takdir ediyoruz, evyallah; ama Allah aşkına, artık ağaların cebine koyacak aklımız yok bizim. Nurculara da bunu salık vermeyin. Gülencileri bu hale getiren de aynı 'sorgulayamaz' damar değil miydi?



4 Kasım 2014 Salı

Yalan zamana yayılmış bir intihardır

Hepimiz bir parça ebeveynlerimizin gerçekleşmemiş düşleriyiz arkadaşım. Evet. Yaşayamadıkları yıllarıyız. Bu yüzden yapamadıklarını üzerimizden yapmak istiyorlar. Ömrümüzü ömürlerinin uzantısı sayıyorlar. Hem hepsinin de birçok hayali var. Hiçbirisi de elenebilir değil onlara göre. Ama bizim de sonsuzluğu kazanmamız gereken tek hayat var. Ehadiyeti, üzerimizdeki bize özel nakışları, ancak bu hayatla idrak edebileceğiz. Kendine sor bir arkadaşım: Tek kağıtta kaç kompozisyon yazılabilir? Bir tuvale kaç resim sığdırılabilir? Bir ömre kaç kişinin düşü birden sığar? Eğer başkalarının rüyası olursak bizimkilerin tâbirinde ne anlam kalır?

Bense böyle sualler sorduğum yaşları aştım artık. Kandım. Uyandım. Yıprandım. Kıvamlandım. Onlara saygı duyacak kadar duvarlara çarptım. Yıllarımı dört başlıkla ayırıyorum şimdi: Olmaya çalıştığım, olmadığına şaşırdığım, olmamasıyla savaştığım, olmamasıyla barıştığım çağlar. Evet. Doğrudur. Bir zamanlar sevenlerimin hayallerini gerçekleştirmeye mecbur bilirdim kendimi. Algı bozukluğu de istersen. İstersen galat-ı his. Onların hayalleri benim geleceğim gibiydi. Öyle gelirdi. Ben de o aynaların rağbetini kaybetmemeye çalışırdım. ‘İstedikleri’ olur ‘olduğumdan’ uzaklaşırdım. Sonra birgün mürşidimin Sözler’i ayılttı beni:

"Senin bu galat-ı hissin ve mağlâtan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan aynasını bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o aynada görünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tagayyür aynanın başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümerc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fayda vermez. Çünkü, senin elindeki aynadaki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız aynanın verdiği mikyas ve mizanladır."

Önceleri ümit ümit neşe, sonraları yeis yeis eziyet dolu zamanlardı, inan bana. Çizikleri hâlâ duruyor. Yüzümdekinden fazla kalbimde kırışıklıklar. Saçımdan çok bahtımda ak var. Bugün bile ‘Hayır!’ demekle ilgili sorunlar yaşıyorum. ‘Hayır!’ diyeceğim insanlara cevap vermemeyi, sükûtumla onları uyandırmayı, zamana yaymayı tercih ediyorum. Görmezden gelmek yanıt vermekten kolay geliyor. Biraz incinmelerinden korkuyorum. Daha çok da incinmekten. Ama hepsinin ötesinde itiraf etmeliyim: ‘Hayır!’ demekten korkuyorum. ‘Hayır!’ dersem dünya dönmeyi bırakır gibi geliyor. Halbuki iradenin varlığını isbat edebilmesi için ‘Evet’ler kadar ‘Hayır’lara da ihtiyacı vardır. Cemal dengesini celalle bulur.

‘Evet’ başarılmıyor değil. Yanlış anlama. Ama her gönülsüz ‘Evet’te paralel bir hayat yeşeriyor. Hayat ikileniyor. Çatallanıyor. Çelişkileniyor. Birincisi ‘isteyerek yaptıklarımdan’ ikincisi ‘mecbur kaldıklarımdan’ iki Ahmed oluşuyor. Düşün: Sevmediğin, zayıf bulduğun, asıl senden çaldıklarına kızdığın ve hatta tiksindiğin bir insan daha var içinde. Bir sen daha var senin yanında. Beraber soluk alıp veriyorsun üstelik. Kalbiniz beraber atıyor. Yemeniz-içmeniz ayrı gitmiyor. Bu ikinci Ahmed’in her amelinde bir ölüm kokusu burnu deliyor. Nasıl bir ölüm bu bahsettiğim? Fıtratın ölümü. Aslın ölümü. Belki de Bediüzzaman’ın şurada söylediği: "Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi niyet bir cihetle fıtri ahvalin ölümüdür. Mesela: Tevazua niyet onu ifsad eder. Tekebbüre niyet onu izale eder. Feraha niyet onu uçurur. Gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza kıyas et." Buradan bakınca doğruluğun hayatın hayatı olduğu fikri kuvvet buluyor. Kendine dürüst olamayanın hayatı da bir parça ölüm.

Dışımızdaki dünya bizim içimizde nasıl varolur? Dünyaya tuttuğun aynada/aynanda görüntü nasıl oluşur? Buna dair cevabım duygular üzerine. Ruhun etkilenme biçimi budur bence. Mesela: Dışında duran bir güzelliğin içindeki görüntüsü 'hayranlık'tır. Öyle görür kalbin. Hadi biraz daha ileri gidelim: Muhabbettir. Büsbütün zincirleri çözelim: Aşktır. Yani sen hayatındaki hiçbir nesneyi olduğu gibi görmezsin. Robot değilsin. Hissettiğin şekilde görürsün. Kalbin yüzleri böyle kategorize eder.

Bu yüzden hislerin yanılması, galat-ı his denilen şey, yorumları da etkiliyor. Hissedilen dünya ile gerçek dünya arasındaki mesafeyi akıl algılamalı. Bunu yapması için ona geniş bir açı vermen gerek. Anda takılıp kalmamalı. Diyelim: Birşeyde sarhoş olmaya meylin var, yani onda yitmeye meyillisin, bırak aklın arkasına dolansın. Ölümüne kadar koşsun. Büyük resme varsın. Eğer sana ölümünü gösterebilirse hislerini ikna edebilir. "O, bunu haketmiyor!" diyebilir. Yoksa mahvolduğunun resmidir. Ölüme çarptığında bütün aynalar kırılır. Çünkü onun diğer adı: Ayna-kırandır. Ve kırılacakların arzularına göre bir hayat yaşadığında aslında yaşamamışsın demektir. Aklın varsa kırılmayacak olanın rızasında kemalini ara. Merak ettiysen kim olduğu şu ayette görünüyor: “Şahit olarak Allah yetmez mi?”

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...