“Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara ‘İnsanlar size karşı toplandı, onlardan korkun!’ dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: ‘Bize Allah yeter, ne güzel vekildir O.’“ Âl-i İmran sûresi, 173.
Mü’minin varlık algısı ister istemez iyimserdir. Ayrıca bir gerekçe gerekmez. Allah’ın marifetinden gelen bir sezgi; yani esma, sıfat ve şuunat bilgisi; o marifet içindeki muhabbetullah; Yaradanın güzelliğinden gelen güzel düşünüş; algısını iyimser kılar. Ali Şeriatî’nin İslam Bilim’de söylediği gibi: Tevhid sadece kulun Allah’a bakışını değil eşyaya bakışını da etkiler. Bütün âlemlerin aynı Rabbü’l-Âlemîn’in tasarrufunda olduğuna iman edenler için âlemlerden hiçbirisi artık düşman olamaz. Çünkü varlık, aynı kudret elinden çıkmış olmaları hasebiyle, çatışık ve çelişik olamaz.
Şirkin bölünmüş teolojisiyse çatışmaya ve çelişmeye müsaade eder. “Hayat bir cidaldir!” mottosunun itikadında şirk barındıran coğrafyalardan çıkması şaşırtmaz bu yönüyle. Evet. Enbiya sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi:“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu.” Doğrudur. İlah sayısının birden fazla olduğunu sanrıladığınız bir âlemde sonsuzların sınır kavgası kaçınılmazdır. Ha, âlemde hakikati yoktur bunun, ama müşriğin varlık tasavvurunda vardır.
“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer.”
Dikkat ederseniz: Bediüzzaman’ın ‘cesaret’ ve ‘iman’ arasında kurduğu ilgi bir ‘bastırış’ değil. Hayır. Korkunun vesilesi olan şeyleri ‘doğru şekilde anlamlandırmaktan’ kaynaklanan bir içhuzur şeklindedir o. Eski Said döneminde de bunu ‘tren ve çocuk’ misaliyle şöyle izah eder:
“Bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. ‘Bana rastgelenlerin vay haline!’ dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’ (...) Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!”
23. Söz’ün 2. Nokta’sında ise bu analizi geleceği-geçmişi de içine alacak şekilde daha geniş uygular: “İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı muzır birer canavar hükmünde bildirir...”
Acılar nasıl açıklanmalıdır o zaman peki? el-Cevap: “Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Yani varlık bizim onu anlamlandırışımıza göre anlam kazanan nötr bir durumda görülmemelidir. Allah varlığı esmasının, sıfatlarının ve şuunatının gereği olarak ‘hayır’ üzere yaratmıştır. Bizim suistimalimiz onu ‘bizim adımıza’ şer yapar. Hatta bunun rayihası külliyatın her yerine öylesine sinmiştir ki: ‘Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak’ pek fena bir memlekete düşmez. Ya? ‘Nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ Yani memleketin fenalığı kendisinden değildir. Nazardandır. Yani bakıştaki arızadandır.
Peki ben bütün bunları neden yazdım? Çünkü bakış açımızdaki sorunların zamanla itikadı da etkileyen bir yanı olduğunu düşünüyorum. Varlığı algılayış şeklimizin kalbimizde yakılacak nurla bir ilişkisi var. Yahut da şöyle söyleyelim: Kalbimizde yanan nurun, duvarımızda asılı Mushaf’ın, dilimizdeki kelime-i şahadetin bizden istediği bir ‘nazar’ var.
Bir de ahirzamanın dayattığı bir vehmî açı var. Haklılığı kuvvette bilen, varlığı düşman olarak gören, hayatı mücadeleden ibaret sayan, hedefini menfaat düşünen, muvaffakiyeti takvayla değil kazançla ölçen bir nazar bu. Bir nümunesine de meşhur bir ‘NLP Uzmanı’nın twitinde gördüm. Şöyle diyordu: “Gelecek düşmanınızdır! Çabalayıp dostunuz yapamazsanız sizi kölesi yapar!” Doğrusu buna katılmak mümkün mü? Gelecek, tıpkı biz gibi Allah’ın bir mahluku olarak, düşmanımız olabilir mi? Varlık böylesi bir çelişkiye müsait mi? Bu tevhide uyumlu bir düşünce mi?
İşte payımıza düşen bireysel tecdid arkadaşım: Yüzümüzün kapitalizmin kurguladığı başarı formüllerine değil sünnete dönük olması lazım. Çünkü kainat seküler düşünceye göre yaratılmadı. Allah geleceğimizi düşmanımız kılmadı. Çabalayıp küfürle, gafletle, fıskla onu kendimize düşman etmezsek hep dostumuz olacaktır. Mü’min varlığa böyle bakmalıdır. Saadeti buradan gelir. Bu nedenle kadere suizan da barındıran mezkûr sözün itikadî anlamda iyi çağrışımlar içermediğini düşünüyorum.
NLP gibi tastamam dünyevî bilgi alanlarının böylesi aforizmalar ardından itikadımıza yönelik saldırılar yapmasına karşı uyanık olmamız gerektiği kanaatindeyim. Evet. Ebubekir Sifil Hoca’nın da İslam ve Modern Çağ kitabında dediği gibi: “Dikkat edilecek nokta: Kitap okurken bilincimizi teyakkuz halinde bulundurmak, kimden sadır olursa olsun ve ne şekilde takdim edilirse edilsin, itikadî sahaya taalluk eden ‘aykırı’ görüşleri eleyecek zihin duruluğunu elde etmek...” Asıl meselemiz budur. Buna sahip olduğumuzda gündemimize sokulanları tahlil edebilme yeteneği de kazanacağız. Demek ki: İtikadımız kalbimize girecekler için seçici geçirgen bir hücre zarı mesabesindedir. Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın. Âmin.
22 Şubat 2015 Pazar
17 Şubat 2015 Salı
Peygamberimiz gurme değildi
“Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” A’râf sûresi, 31.
“En kısa yol bildiğin yoldur!” derler eskiler. ‘Kendimden başlamak’ bu nedenle benim için en kısa yoldan yürümek gibi. Elhamdülillah. Yazarken de böyle yapmayı seviyorum. Çünkü ilk adımı kolaylıyorum. Sahi: Ünsiyet yol kestiren bir nimettir. Varlıkla ilişkinize bir öncelik-sonralık katar. Bir teşrifat hukuku oluşturur. Emeğinizi formüle döker. Şablon sahibi yapar. Hem de daha kesin konuşabilmeyi sağlar arkadaşım. İnsan kendisi kadar bilmez başkasını. Yazarken ‘enfüs’ün bu kolaylığından istifade etmek gerek. ‘Nefsini ıslah etmek’ bu anlamda da kullanılası bir metod. Sende işe yarayan ‘sen gibi olanda da’ işe yarar. Allah herbirimizin içine aynı özden bir labratuvar kurmuş. Kalp labratuvarı. Ruh labratuvarı. Can labratuvarı. Deneysel bilgiye ulaşabilmek manevî meselelerde de mümkün.
Fakat an şartla ki: “İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.” Yani: Tasannu yapmayacaksın. Kurgusal (yani ‘mış gibi’) davranmayacaksın. Neysen o olacaksın. İnsanda kendine dönüş, içini döküş, kaşıkla öz suyunu karıştırmak, çakıyla can kuyunu kazmak... Bütün bunlar en çok ‘hatalarını görmekle’ olur. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’da dediği gibi: “Kusur insanın imzasıdır.” İmzasız iş yapan sorumluluk almaz. İmajı için devasını satar. Salt dışardan nasıl gözükeceğini önemseyerek içinde bir yere varamazsın halbuki. Irvin Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda söylediğini de hatırla: “Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.”
O halde ‘Bismillah’ diyeyim: Yemekten anlamam. Yalnız yapmasından değil yemesinden de. Bunu elbette ‘İştahım yok’ bağlamında demiyorum. Çünkü göbeğimin şahitliğinde, maşaallah, iştahım var. Fakat buna rağmen yukarıdaki cümlemin arkasında duruyorum: Yemekten anlamam. Bir ‘entelektüel meşgale’ olarak bana çok yabancı. Benim için yemek ‘keyif alınası’ ama ‘hedef alınası’ değil. Hatta çoğu zaman ‘aradan çıkarma’ niyetiyle yiyorum. Çünkü açlık kafamı meşgul ediyor. Vücudumun, ilgisizlikten yakınan bir eş gibi bitimsiz “Neden halimi sormuyorsun?” demesi, gayrıyı düşünmeyi güçleştiriyor. Yılıyorum.
Tanıyanlar da bilirler ki: “Şuranın kurufasulyesi çok iyidir. Buranın iskenderine doyum olmaz. Filan yerin kebabı meşhurdur...” gibi şeyleri kulağımın ancak beştebiriyle dinlerim. Ağzımın yirmidebiriyle de konuşurum. O muhabbetten yarım saat sonra aynı kişi “Ne anlattım ben?” diye soracak olsa söylediklerini pekaz hatırlarım. Çünkü yemek ‘karşılanması gereken bir ihtiyaç’tır kafamda. Peşinde mekan mekan koşulan birşey değildir. Bu anlamda hep köylüyüm.
‘Köylülük yapmak’ tabirini ilk kez dünyama lise arkadaşım Azmi sokmuştu. Kulakları çınlasın. Yatılı okulların can sıkıntısı başkadır. Batak oynadığımız zamanlar, ki hiç iddialı değilimdir, kartların önem sırasını ve oyunun stratejisini pek anlayamadığımdan sık sık bana “Köylülük yapma oğlum!” derdi. Bunun anlamı önemli kartlarını hiç olmadık yerlerde kullanmaktı. Yani doğru anda kullansam çok kazandıracak kartları daha az kazandırdığı yerlerde kullanıyordum. Kafam basmıyordu yani. Azmi de, işte böylesi şeyler yaptığımda, bazen espriyle bazen de stratejisini bozduğum için, öfkelenerek “Köyülülük yapma oğlum!” derdi.
Köylülük yapmayı şimdilerde ‘aptallık’ olarak değil ‘vurgu farklılığı’ olarak anlıyorum. Hâkim olan medeniyetin önemsediği şeyleri önemsemezseniz köylü kalırsınız. Bu zekanızın ne kadar olduğuyla ilgili değildir. Yaygın olanın gücüyle ilgilidir. Yaygın olana kapılmamış ve hiyerarşisinde yukarı bir yeri hedeflememişseniz köylülük yaparsınız. (Hatta 23. Söz’deki karşılığıyla ‘antika’ kalırsınız demirciler çarşısında.) “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar...” sözünde de bu kapılmışlığın izleri vardır. Sistem ille-i gaye olarak gösterdiği şeye koşmayanları kastının altına iter. Eğer kastta daha yukarıları istiyorsanız da ‘mış gibi’ yaparak veya hakikaten kendinizi o hedeflere kaptırarak yukarı çıkabilmeniz mümkün olur. Ki bizim Batılılaşma serüvenimiz biraz da budur: Önemsediklerini taklid ederek önemli olmaya çalışma. Papağan itibarı. ‘Mış gibi’nin saltanatı.
Mürşidim bu sadedde diyor: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”
Bediüzzaman’ın ‘millet’ kelimesinden kastı millet-i İslamiye olmuştur. Daha özelde kastı ise Ehl-i Sünnet dairesidir. Evet. Söylediği doğrudur: ‘Geldiğimiz yer’ ve ‘olmak istediğimiz yer’ arasında bocaladığımız her yerde kökümüze karşı istihfaf ve istihzadan kaçamıyoruz. ‘Geleneği küçümsemeden gelecek olunmayacağına’ dair yaygın bir inancımız var. Hele ki modern zamanlarda. Özellikle önemsediklerimizin çoğunu ‘saçmalık’ olarak görmeleriyle ceddimiz çok alay edilesi, hafife alınası, gerilerde şeyler. Yani elitik kibrin iki alametini ders alıyoruz burada. Nedir? ‘Geldiğin yeri hafife alma’ ve ‘geçtiğin yerle alay etme.’ Ama aslında ‘kendini hafife alma’ ve ‘kendinle alay etme.’ Size birşey söyleyeyim mi? Müslümanların Asr-ı Saadet’e, selefe, İslam geleneğine hürmeti bu elitik kibre saldıran birşeydir. Naslarımızda bu nedenle mevzu hakkında tahşidat bulunur. Bu tahşidat bir şifadır. Fakat ancak ahirzaman fitnesiyle sarhoş olmayana.
Zirvesini gelecekte değil geçmişte (Asr-ı Saadet’te) gören bir millet elbette kimliğinin parçalarını protestanca yadırgamaz. Ama bunun yerine ibresi yalnız sonrayı gösteren modern tarih anlayışını benimserseniz, ki bir nevi tarihsel/sosyal darwinizmdir bu, o zaman Asr-ı Saadet, hadis, gelenek, icma, mezhep kelimeleri bilincinizde alerji yapar. Dininizin/kalbinizin içinde ‘bu kibrin yanlış olduğunu’ söyleyen bir ses vardır. O sesle savaşırsınız. Modernistlerin İslam’ın geçmişiyle kavgası şu yüzdendir. Kabul edelim: Yerde oturan, azıklarını mübarek elleriyle yiyen, develerde yolculuk eden insanların first-class uçan, gümüş kaşıkla yiyen, Mercedes’e binen sizden-bizden yukarıda olduğunu-olacağını ve onların ‘şefaati’ için mahşerde dilenci olacağınızı düşünmek kibre büyük bir darbedir. Ve mü’min bu eğitimi çocukluğundan itibaren içinde duyar. Dinlediği-okuduğu her kıssa, her menkıbe, her hadis ona bu nasihati verir. Bu ‘had bilme eğitimini’ her yaşta alır. Ehl-i Sünnet ekseninde bakınca tarih bile mü’mine haddini bildirir. Elhamdülillah.
Çok dağıttım. Yemek konusuna geri dönelim. Çevremdeki insanların çoğunluğu dindar kimseler. (Maşaallah onlara.) Ancak arkadaşım muhabbetler hep böyle şeyler üzerine dönüyor: Sarıyer’de kebapçı, Fatih’te köfteci, Antep’te bilmem neci, vs... “Günahtır!” diye demiyorum ama özümde sıkılıyorum. Özetle virdimiz şu gibi: “Bir yerlerde birşeyleri yemek diğer yerlerde yemekten başka!” Tuhaf geliyor. Çünkü burada da aranan yalancı bir iştiha gibi. ‘Yalancı bir iştiha’ derken neyi kastediyorum? Mürşidimden yardım alayım:
“Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hâkim benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün’ dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. tenevvüü etimeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
İnsan, eğer gerçek iştihasını israfla kaybetmişse, yani çok yemekten, koklamaktan, tatmaktan, kullanmaktan dolayı o nimete duyarlılığını yitirmişse, yeniden duyarlı hale gelebilmek için yapması gereken şey ‘dozu arttırmak’ değil ‘daha az tüketmek’tir. Duyarlılık yitimi israftan dolayı yaşanır. İsrafa düştüğümüzü anlatmak için bir sinyaldir. Bir hikmettir. İçimize konulmuştur. Yani ki israfın delilidir. Hakeza: Oruç, kanaat, riyazet, iktisat vs. de nimete olan farkındalığımızı ‘başlangıç ayarlarına’ döndüren şeylerdir. Farkındalık ayarıdır tümü bu anlamda.
Fakat genelde bu yolu takip etmeyiz de nefsimize uyarız. Nimeti çeşitlendirerek (yani tenevvü-ü etime ile) bir iştah ararız. Nasıl? Yani: Kebap iştahımızı açmaz olduysa üstüne bir de künefe yeriz. O da sıktıysa yerine/üzerine kaymaklı kadayıf. “Bunları yemek günahtır!” demek istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir hakikate işaret etmek için kullanıyorum. İşte, arkadaşım, bence bu tenevvünün/çeşitlendirmenin bir çeşidi de ‘yenilecek yerlerin çeşitlendirilmesi’dir. Yani köfte yerine kebap yemek, kebap yerine kavurma yemek, kavurma yerine sucuk yemek artık tatmin etmez olduğunda devreye ‘mekanlar’ ve ‘gurmeler’ girer. Bir de yenilecek yerlerin sayısı çoğaltılır. Böylece yeniden yalancı-sunî bir iştiha sahibi olursunuz. Vedat Milor’e selam olsun.
Yine zirvemize dönelim: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin yemekler üzerine yorum yaptığına dair bir nakil işiten var mı? Bazı nimetlerin güzelliğini andığını anımsıyorum. Mesela ‘sirke’ye dair “Ne güzel katıktır!” dediği vaki. Bazıları sirkeyi ikram eden fakir sahabiyi sevindirmek için de böyle buyurmuş olabileceğini de söylüyorlar. Allahu’l-a’lem! Onun dili yalandan beridir. Her dediği haktır. Ama bundan ötede düşünelim: Sirkeyle bile mutlu olabilen bir Peygamberimiz var. Ve sevdiği/sevmediği yemeklere dair övücü/kötüleyici ifadeler kullanmadığını Hz. Aişe annemiz ve Ebu Hureyre radyallahu anhum ecmain naklediyorlar bizlere. Şimdi, o ışıltılı halleri alıyorum bir elime, bir de bizim bu Milorcuk Milorcuk hallerimize bakıyorum. Kendime kızıyorum. Sahi yemek üzerine konuşmakla kemalat sahibi olacağımızı bize kim söyledi? Cevap vermek yerine bir dua ile bağlıyorum: Cenab-ı Hak hidayetini refikimiz eylesin. Âmin.
“En kısa yol bildiğin yoldur!” derler eskiler. ‘Kendimden başlamak’ bu nedenle benim için en kısa yoldan yürümek gibi. Elhamdülillah. Yazarken de böyle yapmayı seviyorum. Çünkü ilk adımı kolaylıyorum. Sahi: Ünsiyet yol kestiren bir nimettir. Varlıkla ilişkinize bir öncelik-sonralık katar. Bir teşrifat hukuku oluşturur. Emeğinizi formüle döker. Şablon sahibi yapar. Hem de daha kesin konuşabilmeyi sağlar arkadaşım. İnsan kendisi kadar bilmez başkasını. Yazarken ‘enfüs’ün bu kolaylığından istifade etmek gerek. ‘Nefsini ıslah etmek’ bu anlamda da kullanılası bir metod. Sende işe yarayan ‘sen gibi olanda da’ işe yarar. Allah herbirimizin içine aynı özden bir labratuvar kurmuş. Kalp labratuvarı. Ruh labratuvarı. Can labratuvarı. Deneysel bilgiye ulaşabilmek manevî meselelerde de mümkün.
Fakat an şartla ki: “İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.” Yani: Tasannu yapmayacaksın. Kurgusal (yani ‘mış gibi’) davranmayacaksın. Neysen o olacaksın. İnsanda kendine dönüş, içini döküş, kaşıkla öz suyunu karıştırmak, çakıyla can kuyunu kazmak... Bütün bunlar en çok ‘hatalarını görmekle’ olur. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’da dediği gibi: “Kusur insanın imzasıdır.” İmzasız iş yapan sorumluluk almaz. İmajı için devasını satar. Salt dışardan nasıl gözükeceğini önemseyerek içinde bir yere varamazsın halbuki. Irvin Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda söylediğini de hatırla: “Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.”
O halde ‘Bismillah’ diyeyim: Yemekten anlamam. Yalnız yapmasından değil yemesinden de. Bunu elbette ‘İştahım yok’ bağlamında demiyorum. Çünkü göbeğimin şahitliğinde, maşaallah, iştahım var. Fakat buna rağmen yukarıdaki cümlemin arkasında duruyorum: Yemekten anlamam. Bir ‘entelektüel meşgale’ olarak bana çok yabancı. Benim için yemek ‘keyif alınası’ ama ‘hedef alınası’ değil. Hatta çoğu zaman ‘aradan çıkarma’ niyetiyle yiyorum. Çünkü açlık kafamı meşgul ediyor. Vücudumun, ilgisizlikten yakınan bir eş gibi bitimsiz “Neden halimi sormuyorsun?” demesi, gayrıyı düşünmeyi güçleştiriyor. Yılıyorum.
Tanıyanlar da bilirler ki: “Şuranın kurufasulyesi çok iyidir. Buranın iskenderine doyum olmaz. Filan yerin kebabı meşhurdur...” gibi şeyleri kulağımın ancak beştebiriyle dinlerim. Ağzımın yirmidebiriyle de konuşurum. O muhabbetten yarım saat sonra aynı kişi “Ne anlattım ben?” diye soracak olsa söylediklerini pekaz hatırlarım. Çünkü yemek ‘karşılanması gereken bir ihtiyaç’tır kafamda. Peşinde mekan mekan koşulan birşey değildir. Bu anlamda hep köylüyüm.
‘Köylülük yapmak’ tabirini ilk kez dünyama lise arkadaşım Azmi sokmuştu. Kulakları çınlasın. Yatılı okulların can sıkıntısı başkadır. Batak oynadığımız zamanlar, ki hiç iddialı değilimdir, kartların önem sırasını ve oyunun stratejisini pek anlayamadığımdan sık sık bana “Köylülük yapma oğlum!” derdi. Bunun anlamı önemli kartlarını hiç olmadık yerlerde kullanmaktı. Yani doğru anda kullansam çok kazandıracak kartları daha az kazandırdığı yerlerde kullanıyordum. Kafam basmıyordu yani. Azmi de, işte böylesi şeyler yaptığımda, bazen espriyle bazen de stratejisini bozduğum için, öfkelenerek “Köyülülük yapma oğlum!” derdi.
Köylülük yapmayı şimdilerde ‘aptallık’ olarak değil ‘vurgu farklılığı’ olarak anlıyorum. Hâkim olan medeniyetin önemsediği şeyleri önemsemezseniz köylü kalırsınız. Bu zekanızın ne kadar olduğuyla ilgili değildir. Yaygın olanın gücüyle ilgilidir. Yaygın olana kapılmamış ve hiyerarşisinde yukarı bir yeri hedeflememişseniz köylülük yaparsınız. (Hatta 23. Söz’deki karşılığıyla ‘antika’ kalırsınız demirciler çarşısında.) “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar...” sözünde de bu kapılmışlığın izleri vardır. Sistem ille-i gaye olarak gösterdiği şeye koşmayanları kastının altına iter. Eğer kastta daha yukarıları istiyorsanız da ‘mış gibi’ yaparak veya hakikaten kendinizi o hedeflere kaptırarak yukarı çıkabilmeniz mümkün olur. Ki bizim Batılılaşma serüvenimiz biraz da budur: Önemsediklerini taklid ederek önemli olmaya çalışma. Papağan itibarı. ‘Mış gibi’nin saltanatı.
Mürşidim bu sadedde diyor: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”
Bediüzzaman’ın ‘millet’ kelimesinden kastı millet-i İslamiye olmuştur. Daha özelde kastı ise Ehl-i Sünnet dairesidir. Evet. Söylediği doğrudur: ‘Geldiğimiz yer’ ve ‘olmak istediğimiz yer’ arasında bocaladığımız her yerde kökümüze karşı istihfaf ve istihzadan kaçamıyoruz. ‘Geleneği küçümsemeden gelecek olunmayacağına’ dair yaygın bir inancımız var. Hele ki modern zamanlarda. Özellikle önemsediklerimizin çoğunu ‘saçmalık’ olarak görmeleriyle ceddimiz çok alay edilesi, hafife alınası, gerilerde şeyler. Yani elitik kibrin iki alametini ders alıyoruz burada. Nedir? ‘Geldiğin yeri hafife alma’ ve ‘geçtiğin yerle alay etme.’ Ama aslında ‘kendini hafife alma’ ve ‘kendinle alay etme.’ Size birşey söyleyeyim mi? Müslümanların Asr-ı Saadet’e, selefe, İslam geleneğine hürmeti bu elitik kibre saldıran birşeydir. Naslarımızda bu nedenle mevzu hakkında tahşidat bulunur. Bu tahşidat bir şifadır. Fakat ancak ahirzaman fitnesiyle sarhoş olmayana.
Zirvesini gelecekte değil geçmişte (Asr-ı Saadet’te) gören bir millet elbette kimliğinin parçalarını protestanca yadırgamaz. Ama bunun yerine ibresi yalnız sonrayı gösteren modern tarih anlayışını benimserseniz, ki bir nevi tarihsel/sosyal darwinizmdir bu, o zaman Asr-ı Saadet, hadis, gelenek, icma, mezhep kelimeleri bilincinizde alerji yapar. Dininizin/kalbinizin içinde ‘bu kibrin yanlış olduğunu’ söyleyen bir ses vardır. O sesle savaşırsınız. Modernistlerin İslam’ın geçmişiyle kavgası şu yüzdendir. Kabul edelim: Yerde oturan, azıklarını mübarek elleriyle yiyen, develerde yolculuk eden insanların first-class uçan, gümüş kaşıkla yiyen, Mercedes’e binen sizden-bizden yukarıda olduğunu-olacağını ve onların ‘şefaati’ için mahşerde dilenci olacağınızı düşünmek kibre büyük bir darbedir. Ve mü’min bu eğitimi çocukluğundan itibaren içinde duyar. Dinlediği-okuduğu her kıssa, her menkıbe, her hadis ona bu nasihati verir. Bu ‘had bilme eğitimini’ her yaşta alır. Ehl-i Sünnet ekseninde bakınca tarih bile mü’mine haddini bildirir. Elhamdülillah.
Çok dağıttım. Yemek konusuna geri dönelim. Çevremdeki insanların çoğunluğu dindar kimseler. (Maşaallah onlara.) Ancak arkadaşım muhabbetler hep böyle şeyler üzerine dönüyor: Sarıyer’de kebapçı, Fatih’te köfteci, Antep’te bilmem neci, vs... “Günahtır!” diye demiyorum ama özümde sıkılıyorum. Özetle virdimiz şu gibi: “Bir yerlerde birşeyleri yemek diğer yerlerde yemekten başka!” Tuhaf geliyor. Çünkü burada da aranan yalancı bir iştiha gibi. ‘Yalancı bir iştiha’ derken neyi kastediyorum? Mürşidimden yardım alayım:
“Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hâkim benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün’ dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. tenevvüü etimeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
İnsan, eğer gerçek iştihasını israfla kaybetmişse, yani çok yemekten, koklamaktan, tatmaktan, kullanmaktan dolayı o nimete duyarlılığını yitirmişse, yeniden duyarlı hale gelebilmek için yapması gereken şey ‘dozu arttırmak’ değil ‘daha az tüketmek’tir. Duyarlılık yitimi israftan dolayı yaşanır. İsrafa düştüğümüzü anlatmak için bir sinyaldir. Bir hikmettir. İçimize konulmuştur. Yani ki israfın delilidir. Hakeza: Oruç, kanaat, riyazet, iktisat vs. de nimete olan farkındalığımızı ‘başlangıç ayarlarına’ döndüren şeylerdir. Farkındalık ayarıdır tümü bu anlamda.
Fakat genelde bu yolu takip etmeyiz de nefsimize uyarız. Nimeti çeşitlendirerek (yani tenevvü-ü etime ile) bir iştah ararız. Nasıl? Yani: Kebap iştahımızı açmaz olduysa üstüne bir de künefe yeriz. O da sıktıysa yerine/üzerine kaymaklı kadayıf. “Bunları yemek günahtır!” demek istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir hakikate işaret etmek için kullanıyorum. İşte, arkadaşım, bence bu tenevvünün/çeşitlendirmenin bir çeşidi de ‘yenilecek yerlerin çeşitlendirilmesi’dir. Yani köfte yerine kebap yemek, kebap yerine kavurma yemek, kavurma yerine sucuk yemek artık tatmin etmez olduğunda devreye ‘mekanlar’ ve ‘gurmeler’ girer. Bir de yenilecek yerlerin sayısı çoğaltılır. Böylece yeniden yalancı-sunî bir iştiha sahibi olursunuz. Vedat Milor’e selam olsun.
Yine zirvemize dönelim: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin yemekler üzerine yorum yaptığına dair bir nakil işiten var mı? Bazı nimetlerin güzelliğini andığını anımsıyorum. Mesela ‘sirke’ye dair “Ne güzel katıktır!” dediği vaki. Bazıları sirkeyi ikram eden fakir sahabiyi sevindirmek için de böyle buyurmuş olabileceğini de söylüyorlar. Allahu’l-a’lem! Onun dili yalandan beridir. Her dediği haktır. Ama bundan ötede düşünelim: Sirkeyle bile mutlu olabilen bir Peygamberimiz var. Ve sevdiği/sevmediği yemeklere dair övücü/kötüleyici ifadeler kullanmadığını Hz. Aişe annemiz ve Ebu Hureyre radyallahu anhum ecmain naklediyorlar bizlere. Şimdi, o ışıltılı halleri alıyorum bir elime, bir de bizim bu Milorcuk Milorcuk hallerimize bakıyorum. Kendime kızıyorum. Sahi yemek üzerine konuşmakla kemalat sahibi olacağımızı bize kim söyledi? Cevap vermek yerine bir dua ile bağlıyorum: Cenab-ı Hak hidayetini refikimiz eylesin. Âmin.
16 Şubat 2015 Pazartesi
Azaltmak kolaylıktır
"Neden mutsuzuz? Neden paltoların üzerimize oturup oturmadığı, düğmeleri ilikleyip iliklemememiz gerektiği böylesine huzursuz ediyor bizi?" Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...
Bir bakıyorsun sonra pekçok şey için geç kalmışsın. 'Pekçok' deyince az sayma, ihtimal hesabı kadar arttırabilirsin. Şunu olabilirdin, bunu yapabilirdin; bu böyle olmasa şöyle olurdu, şu şöyle olmasa böyle olurdu. Hepsi beynine hücum ediyor. Diyorsun ki: Allah'ım, bu nasıl bir imtihan? Nasıl bir ateşin ortasında bıraktın beni? Aslı'ların tamamına tılsımlı elbiseler giydirmişsin, ortalarına bir tane Kerem bırakmışsın. Sarılıp sarılıp tekrar yanıyorum. Yanıp yanıp tekrar diriliyorum. Asla yetişemeyeceğim bir dünyanın peşinde koşuyorum. Uyanınca anımsayamadığım rüyaları özlüyorum. Ay yüzlü güzeller koridorundayım ve hepsine birden temayülüm var. Hepsini birden vermezsin. Versen de ben küçük bir konağım, bu konak bu yükü kaldırmaz. Yetmem, yetişemem! Ama yetecek ve yetişecek gibi bir iştahım/açlığım/hevesim/hırsım var.
Madem yetmem, yetişemem, öyleyse neden âşık ettin beni onlara? Neden oltalara müptela, ağzı kanca yarasından delik deşik çılgın bir balığım? 'Aldırmamayı' neden beceremiyorum? 'Yoklarmış gibi' neden davranamıyorum? "Pencerelerden seyret, içlerine girme!" desem de olmuyor. Seyrettiğimin içinde/yerinde/kalbinde kalmak istiyorum. Başarabildiğim ne peki? Hiç. Önlerinde oyalanamıyorum bile. Saklamaya çalışsam saklayamam. Tutmaya çalışsam tutamam. Sevmelerini istesem beni, beni sevmezler. Ben de bir tane kalple hepsine yetişemem. Yalnız bu da değil. Koşarken de yaşlanıyorum. Tutmaya çalıştığım şeyleri yakaladığım anda ya onlar, ya ben gitmeye başlıyorum. Aynı hızda koşmuyoruz çoğu şeyle. Ya onlar aceleci, ya ben. Ayrılık kaçınılmaz. Bu iş nasıl olacak?
Küçümseme, ey bu satırlara nazar eden, sana düştüğüm çukurlardan/boşluklardan birisini anlatıyorum: Hiçbir şey durmuyorsa, kalmanın ne anlamı var? Ki durulmayan yerde 'kalmak' da yalandır. "Fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider." Mecbur muyum bu fırtınanın kahrını çekmeye? Onlar giderken mendil sallayan olmaya mecbur muyum? İnsan, bir dikenli teli avuçlarında tutmak ve ellerini kanatarak çekilişini seyretmek için mi yaratılmıştır? Yok mudur teli elinden bırakma hakkı? Yaratılış, esir alınmak mıdır Allah tarafından? Acıya mahkûm edilmek midir? Şahitlik, yalnız acının şahitliği midir? Sonbaharda soluşu izlemek, fanilerde ölüşü izlemek, yolcularda gidişi izlemek... Yakınlarını ellerinle gömmek midir yaşamak? Her bayramda hatırlamak mıdır yokluklarını? Unutulduklarına, zamanla 'yokmuş gibi' olduklarına şahit olmak mıdır? Peki babasının unutuluşuna şahit olmuş oğulu ne teselli eder? Kalmaya ne ikna eder?
"Allah'ı sev!" demekle Allah sevilmez. Allah'ı sevmek iyi gelirse Allah sevilir. Kendi seviyem için konuşuyorum. Başkasını esir alamam cümlelerimle. Belki bu cümleyi duymakla da ateş alan kabiliyetler vardır, ama bende öyle olmadı. Benim kafamı Bediüzzaman biraz taşlara sürttü. Nasıl bir sürtmek bu? "Bu iş böyle olmayacak, kabul et!" dedirtti bana önce. Canımı acıtan şeyleri ben unutmayı seçerdim, o hatırlatmayı seçti. Bir tren/şimendifer kıssası vardı mesela. Onu okuduğumda bahsedilenin ben olduğumu anladım. Bir kitap nasıl mürşid olur? Bir kitap, orada anlatılanın 'sen' olduğunu düşündükçe mürşid olur. İçindeki asl-ı insana dokundukça mürşid, 'nefsini ıslah ettik'çe, talebesi sanar ki; "Efendim benden bahsediyor." Hayır, efendin senden bahsetmiyor. Ama evet, Hz. Âdem'in kıssasında bile senin bir payın var.
"Din kolaylıktır..." buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ben de buna kendi hayatımla şahitlik ederim. Din, hakikaten hayatımı çok kolaylaştırdı. Havadaki tüm taşlar yerine oturdu onunla. Bence dinin bu kolaylığı en çok tevhiddedir. Nasıl bir kolaylıktan bahsediyorum? Risale-i Nur'da aratsan pekçok türünü bulursun. Hatta sırf 'tevhid' ve 'kolaylık' veya 'suhulet' kelimeleri 'kaç kere yanyana geliyor' nazarıyla bir baksan, bir aratsan, şaşar kalırsın. Bir tanesini koyayım buraya da ikimize kolaylık olsun: "İşte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylık ve şirkte ve dalâlette ne kadar müşkilât var olduğunu anla."
Bence, tevhid önce kalbe kolaylıktır. Sevileceklerin sayısını azaltarak yapar bunu. Ay yüzlülerin her birinde bir güzellik var. Hangisini elinde tutmaya çalışsan gözün bir diğerine kayar. "Daha yok mu?" diye sorarsın tıpkı Kur'an'da cehennemin dilinden sorulduğu gibi. "O gün deriz cehenneme: Doldun mu? Ve der ki: Daha yok mu?" Bu aslında cehennemin dilinden söylenen cehennemliğin haletidir bence. Cehennemlikler de tıpkı cehennem gibidir. Doymak bilmezler. "Daha yok mu?" diyerek bir hırsla yaşarlar hayatı. Ki benim bahsettiğim, kalbimdeki zakkum-u cehennem, yani benim cehennemim de buna benzer birşeydi. Doymak bilmeyen halimdi. Yalnız cehennemin değil, cehennemliklerin haletine dair de tasvirler var Kur'an'da ve hadislerde. İçtikleri irinlere rağmen susuzluklarının geçmediğine dair vs. Cehennem bir doymazlık en çok. Cennet, bir tatmin.
İşte iman ile benim kazandığım en büyük kolaylık bu: Herşeyi ayrı ayrı sevmeme, farketmeme, âşık olmama, nazar etmeme, tatmama, yutmama, koklamama, sarılmama, görmeme, aklımda veya kalbimde veya hafızamda saklamama gerek yok. Şimendiferde oturup pencerelerden seyrederek de mutlu olabilirim. Bu mümkün. Dikenli mikenli şeyleri tutmama gerek yok. Lazım olan el, benim elim değil. Öyle birisine inanıyorum ki, aslında bütün bu güzellikleri o yaratıyor, kendi cemalî hazinesinden nakışlarla işliyor. Ve Kur'an'da kendi hakkında diyor: "Her hayır onun elindedir."
Ve eğer onu seversem ve kendimi ona sevdirirsem, o bütün bunları benim adıma saklayabilir. Kudret elinde, lütuf elinde, ihsan elinde, hayır elinde tutabilir. Sonra bana onları geri verebilir. Unuttuğumda hatırlatabilir. Ayrıldığımda kavuşturabilir. Bu nasıl bir omuzdan yük atmak biliyor musun? Tarif edilmez birşey! Mutlak bir ayrılık kalmıyor böylece âlemde. Yalnız gaybıma taşınıyor nesneler. Yokluğa taşınmıyor. Mutlak bir acı yok. Hepsinin tesellisi, kader, daire-i ilim, bir nevi saklama dolabı. Matbaha-i kudreti farkeden, yemeğin bitmesine üzülmüyor. Demek ki; tevhid yalnız ilahı birlemiyor, sevileceklerin de sayısını azaltıyor, birliyor. Azaltmak kolaylıktır. Paltoyu ve düğmeleri düşünmemek kolaylıktır. Kalbe kolaylıktır. Bitirirken son bir not, buradan bakınca şu ayetler ne kadar şirin:
Bir bakıyorsun sonra pekçok şey için geç kalmışsın. 'Pekçok' deyince az sayma, ihtimal hesabı kadar arttırabilirsin. Şunu olabilirdin, bunu yapabilirdin; bu böyle olmasa şöyle olurdu, şu şöyle olmasa böyle olurdu. Hepsi beynine hücum ediyor. Diyorsun ki: Allah'ım, bu nasıl bir imtihan? Nasıl bir ateşin ortasında bıraktın beni? Aslı'ların tamamına tılsımlı elbiseler giydirmişsin, ortalarına bir tane Kerem bırakmışsın. Sarılıp sarılıp tekrar yanıyorum. Yanıp yanıp tekrar diriliyorum. Asla yetişemeyeceğim bir dünyanın peşinde koşuyorum. Uyanınca anımsayamadığım rüyaları özlüyorum. Ay yüzlü güzeller koridorundayım ve hepsine birden temayülüm var. Hepsini birden vermezsin. Versen de ben küçük bir konağım, bu konak bu yükü kaldırmaz. Yetmem, yetişemem! Ama yetecek ve yetişecek gibi bir iştahım/açlığım/hevesim/hırsım var.
Madem yetmem, yetişemem, öyleyse neden âşık ettin beni onlara? Neden oltalara müptela, ağzı kanca yarasından delik deşik çılgın bir balığım? 'Aldırmamayı' neden beceremiyorum? 'Yoklarmış gibi' neden davranamıyorum? "Pencerelerden seyret, içlerine girme!" desem de olmuyor. Seyrettiğimin içinde/yerinde/kalbinde kalmak istiyorum. Başarabildiğim ne peki? Hiç. Önlerinde oyalanamıyorum bile. Saklamaya çalışsam saklayamam. Tutmaya çalışsam tutamam. Sevmelerini istesem beni, beni sevmezler. Ben de bir tane kalple hepsine yetişemem. Yalnız bu da değil. Koşarken de yaşlanıyorum. Tutmaya çalıştığım şeyleri yakaladığım anda ya onlar, ya ben gitmeye başlıyorum. Aynı hızda koşmuyoruz çoğu şeyle. Ya onlar aceleci, ya ben. Ayrılık kaçınılmaz. Bu iş nasıl olacak?
"Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu hercümerç âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur."
Küçümseme, ey bu satırlara nazar eden, sana düştüğüm çukurlardan/boşluklardan birisini anlatıyorum: Hiçbir şey durmuyorsa, kalmanın ne anlamı var? Ki durulmayan yerde 'kalmak' da yalandır. "Fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider." Mecbur muyum bu fırtınanın kahrını çekmeye? Onlar giderken mendil sallayan olmaya mecbur muyum? İnsan, bir dikenli teli avuçlarında tutmak ve ellerini kanatarak çekilişini seyretmek için mi yaratılmıştır? Yok mudur teli elinden bırakma hakkı? Yaratılış, esir alınmak mıdır Allah tarafından? Acıya mahkûm edilmek midir? Şahitlik, yalnız acının şahitliği midir? Sonbaharda soluşu izlemek, fanilerde ölüşü izlemek, yolcularda gidişi izlemek... Yakınlarını ellerinle gömmek midir yaşamak? Her bayramda hatırlamak mıdır yokluklarını? Unutulduklarına, zamanla 'yokmuş gibi' olduklarına şahit olmak mıdır? Peki babasının unutuluşuna şahit olmuş oğulu ne teselli eder? Kalmaya ne ikna eder?
"Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur."
"Allah'ı sev!" demekle Allah sevilmez. Allah'ı sevmek iyi gelirse Allah sevilir. Kendi seviyem için konuşuyorum. Başkasını esir alamam cümlelerimle. Belki bu cümleyi duymakla da ateş alan kabiliyetler vardır, ama bende öyle olmadı. Benim kafamı Bediüzzaman biraz taşlara sürttü. Nasıl bir sürtmek bu? "Bu iş böyle olmayacak, kabul et!" dedirtti bana önce. Canımı acıtan şeyleri ben unutmayı seçerdim, o hatırlatmayı seçti. Bir tren/şimendifer kıssası vardı mesela. Onu okuduğumda bahsedilenin ben olduğumu anladım. Bir kitap nasıl mürşid olur? Bir kitap, orada anlatılanın 'sen' olduğunu düşündükçe mürşid olur. İçindeki asl-ı insana dokundukça mürşid, 'nefsini ıslah ettik'çe, talebesi sanar ki; "Efendim benden bahsediyor." Hayır, efendin senden bahsetmiyor. Ama evet, Hz. Âdem'in kıssasında bile senin bir payın var.
"Baktım ki, ben tünel içinde sukut eder gibi bir sür'atle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim. Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. Garaipten olarak, o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler dikenli mikenli; mülâkatında elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin gitmesiyle mufarakatinden elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı."
"Din kolaylıktır..." buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ben de buna kendi hayatımla şahitlik ederim. Din, hakikaten hayatımı çok kolaylaştırdı. Havadaki tüm taşlar yerine oturdu onunla. Bence dinin bu kolaylığı en çok tevhiddedir. Nasıl bir kolaylıktan bahsediyorum? Risale-i Nur'da aratsan pekçok türünü bulursun. Hatta sırf 'tevhid' ve 'kolaylık' veya 'suhulet' kelimeleri 'kaç kere yanyana geliyor' nazarıyla bir baksan, bir aratsan, şaşar kalırsın. Bir tanesini koyayım buraya da ikimize kolaylık olsun: "İşte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylık ve şirkte ve dalâlette ne kadar müşkilât var olduğunu anla."
Bence, tevhid önce kalbe kolaylıktır. Sevileceklerin sayısını azaltarak yapar bunu. Ay yüzlülerin her birinde bir güzellik var. Hangisini elinde tutmaya çalışsan gözün bir diğerine kayar. "Daha yok mu?" diye sorarsın tıpkı Kur'an'da cehennemin dilinden sorulduğu gibi. "O gün deriz cehenneme: Doldun mu? Ve der ki: Daha yok mu?" Bu aslında cehennemin dilinden söylenen cehennemliğin haletidir bence. Cehennemlikler de tıpkı cehennem gibidir. Doymak bilmezler. "Daha yok mu?" diyerek bir hırsla yaşarlar hayatı. Ki benim bahsettiğim, kalbimdeki zakkum-u cehennem, yani benim cehennemim de buna benzer birşeydi. Doymak bilmeyen halimdi. Yalnız cehennemin değil, cehennemliklerin haletine dair de tasvirler var Kur'an'da ve hadislerde. İçtikleri irinlere rağmen susuzluklarının geçmediğine dair vs. Cehennem bir doymazlık en çok. Cennet, bir tatmin.
"Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin."
İşte iman ile benim kazandığım en büyük kolaylık bu: Herşeyi ayrı ayrı sevmeme, farketmeme, âşık olmama, nazar etmeme, tatmama, yutmama, koklamama, sarılmama, görmeme, aklımda veya kalbimde veya hafızamda saklamama gerek yok. Şimendiferde oturup pencerelerden seyrederek de mutlu olabilirim. Bu mümkün. Dikenli mikenli şeyleri tutmama gerek yok. Lazım olan el, benim elim değil. Öyle birisine inanıyorum ki, aslında bütün bu güzellikleri o yaratıyor, kendi cemalî hazinesinden nakışlarla işliyor. Ve Kur'an'da kendi hakkında diyor: "Her hayır onun elindedir."
Ve eğer onu seversem ve kendimi ona sevdirirsem, o bütün bunları benim adıma saklayabilir. Kudret elinde, lütuf elinde, ihsan elinde, hayır elinde tutabilir. Sonra bana onları geri verebilir. Unuttuğumda hatırlatabilir. Ayrıldığımda kavuşturabilir. Bu nasıl bir omuzdan yük atmak biliyor musun? Tarif edilmez birşey! Mutlak bir ayrılık kalmıyor böylece âlemde. Yalnız gaybıma taşınıyor nesneler. Yokluğa taşınmıyor. Mutlak bir acı yok. Hepsinin tesellisi, kader, daire-i ilim, bir nevi saklama dolabı. Matbaha-i kudreti farkeden, yemeğin bitmesine üzülmüyor. Demek ki; tevhid yalnız ilahı birlemiyor, sevileceklerin de sayısını azaltıyor, birliyor. Azaltmak kolaylıktır. Paltoyu ve düğmeleri düşünmemek kolaylıktır. Kalbe kolaylıktır. Bitirirken son bir not, buradan bakınca şu ayetler ne kadar şirin:
"(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer."
15 Şubat 2015 Pazar
Ayılmak tevhid şarabının sarhoşluğudur
“Bir doğabilimciye sorarsanız size hiçbir türün bir diğeriyle savaş içerisinde olmadığını söyleyecektir.” (Daniel Quin, İsmail’den...)
Hem de kaç kere elhamdülillah: Mü’minler hakkında “Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler...” hakikati Furkan’ımızda bize öğretiliyor. Musırrane tekrar tekrar buyruluyor. Evet. Aynen. Öyledir: Beyanın tekrarı ihtiyacın tekerrüründen gelir. Demek ki duymaya-hatırlamaya ihtiyacımız var. İşte biraz da bu nedenle ona biraz daha yakından bakmayı deneyelim istiyorum arkadaşım bu yazıda. İnşaallah.
Sorarsan hemen söylerim: Gerçekten de ‘hakikat’ cesaret ve huzur vericidir bizzat. Yani? Birşeyin gerçekliği emniyetini arttırır. Doğruluk bir açıdan ‘kainat kardeşle uygun adım yürümek’ anlamına gelir. Bundan dolayı kendisine tutunana da güçlü hissettirir. “Fıtratın şehadeti reddedilmez.” Neyi doğru biliyorsak onda cesaret ediyoruz. Neye cesaret ediyorsak onu doğru biliyoruz. ‘Olması gereken’ veya ‘olmazsa olmaz’ gördüğümüzden dolayı kendisini rahatlıkla, içtenlikle ve sebatla savunuyoruz. Vicdanımızın samimiyeti bu emniyeti veriyor.
Demek uyum da tıpkı yerçekimi gibi, belki ondan da sabit, bir kuvvettir ve hakkın alametidir. Yani hakikatin bir tezahürü de uyumdur. Kafamız makine medeniyetinin esiri de olsa, içimizde bir yer “Hakkın hatırı âlidir!” demeyi bırakmadığından, haklı olmak gönlümüzü rahatlatır. Cesaret ki ‘korkusuzluk’tan çok ‘korkunun yanlışlığını bilmek’tir. O da birtür rahatlıktır. Uyum ister.
Manzarayı bir parça gösterebildiğimi zannediyorum. Doğruyu seçmek de, yapmak da, savunmak da acizleri bu kulptan yakalar: Kainatla uygun adım yürümek. Mazlum da gücünü burada bulur: Zalimin imkanlarına rağmen tevhidî kardeşliğin/taraftarlığın kendisinden yana olduğunu bilmek. Ve varlıkla uygun adım yürüyenin öz-varlığı rahatlar. İşi-içi genişler. Dışını bozanın içi de bozulur.
Yani ki, tenasüb, bizzat huzurun kendisidir. Rahatlık hissi de, şu uyumun görülmesi, hissedilmesi veya sezilmesidir. Böylece cesareti de tetikler. Peki iman? İmansa en büyük uyumdur! Çünkü herşeyi yaratanın muradıyla uyumdur. Belki biraz da bu nedenle “Bismillah her hayrın başıdır.” Zira şu uyumun ilanıdır.
Tabii, bütünle uyum başka, parçalarla uyum başka. Yani tenasübü kavramakla imtihan kalkmıyor. Uyum arayışı ile de sınanır insan. Kâfir, bütünü örterek, yanlış okuduğu parçayla uyumunu korumaya çalışandır biraz da. Fasık da yine böylesi bir parça uyumu peşindedir. (“Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!” dedirten de budur belki.) İtikada kadar çıkarmasa da gidişatı öyledir.
Sefih birisini düşünelim mesela. Uymaya çalıştığı nedir? el-Cevap: Müptela olduğu rezilliklerdir. Yani o da karanlığıyla bir uyum arar. Nefisperest ânı yaşamak ister. Çünkü nefis parçalara âşıktır. Buradaki ülfetinden öteye gafil bir rahatlık devşirmeye çalışır. Çevresindekileri de kendisi gibi sefih yapmaya veya kendisi de onlar gibi sefih olmaya gayret eder. Moda, trend, akım vs. Arayışı budur. Tevhidin gösterdiği bütünlüğe ise körleşmiştir: “Hem deme, ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”
Demek fâsık da sırrın ‘uyum’ olduğunun farkında! Ama kime uyacaktır? Dünya-ahiret bütünlüğüne mi? Yoksa gençliğinin coşkunluğuna mı? Vicdanın, dinin, ahlakın ve mantığın teennisine mi? Yoksa nefsin ‘parçada boğulmaya meyyal’ aceleciliğine mi? Genelde gençliğin ‘coşkunluğu’ ve nefsin ‘acelesi’ tercih edilir. Akıbetse takva sahiplerinindir. Çünkü bütünün cümle renkleri ortaya çıktığında parçadaki ifratın yanlış olduğu anlaşılır. Gençlik ihtiyarlığı ağlatır.
Peki uyumun doğru formülü nerede? Elbette bütünü görenin kelamında. Kur’an’da. Yani Kelam-ı Ezelî’de. Ahirzaman Peygamberi aleyhissalatuvesselamın sünnetinde. Dolayısıyla cesaretin kaynağının ‘doğru/hakikat’ olduğunu savunmakta kararlıyım. Fakat, arkadaşım, membaın doğruluğuna biz ne kadar inanıyoruz? Yani ne kadar taraftarıyız? Bu onu savunuşumuzu doğal olarak etkiliyor. Doğru hakkında cesaretli olmak için o doğrunun doğruluğuna da tam inanmış olmamız lazım. İnsan inandığı doğruları savunabilir ancak. İnanmadıkları, doğru olsalar da, cesaret üretecek memba değillerdir. ‘Olmazsa olmaz’ değillerdir. Çünkü uygun adım olduğunda şüpheleri vardır.
Mesela: Zalime karşı mazlumun elini alıkoyan, korkudan önce, yapacağının doğru olup olmadığı konusundaki şüphesidir. Mazlum, mazlum olduğuna ve karşısındakinin de zalim olduğuna yeterince inanmazsa, zulme direnmez. Zulmü içselleştirmenin bir yolunu bulmuştur artık. Yine, doğru söylenmesi gereken bir yerde ‘kaybettirmesinden’ ötürü yalanı tercih eden kişinin, muhtemelen doğrunun ‘hep kazandıran’ olduğu hakkında şüpheleri vardır. Ona göre yalan da bir miktar ‘kazandırma gücüne’ sahiptir. Doğru kaybettiren de olabilir(!) Doğrunun kaybettireceğini düşünmek imandaki zaafiyetin delili olduğundan dik duramaz. Halbuki Kur’an-ı Hakîm hep der: “Akıbet takva sahiplerinindir.” Hakikatte sebat edersen akıbet elbet senin olur. Bu dünya ise asla ‘son’ değildir:
“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.”
Ey kelime-i şehadeti söylemekle imanının sonuna geldiğini sanan arkadaşım! Kalbini yokla bakalım. Şeriatını ne kadar cesaretle savunabiliyorsun? Doğruya, doğru olduğunu bildiğin halde, ne kadar güveniyorsun? Onu telaffuz ettiğinde ruhun ne kadar rahatlıyor? Aksini düşünmek seni ne kadar delirtiyor? Yoksa sen de ben gibi, hayatında başka, kalbinde başka mısın? “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur...” mu diyorsun yoksa? Ama baksana. Bütün asla değişmiyor: “Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.”
İmanının ne kadar güçlü olduğunu, şeriatın ardındaki cesaretinin ne kadar güçlü olduğuyla ölçebilirsin, takvanla ölçebilirsin. İnsan inandığı şeyleri güçlü savunur. Güçlü ittiba eder. Hem demiyor mu Bediüzzaman: Cesareti de Aleyhissalatuvesselamın risaletinin bir delilidir. Evet. Aynen. Öyledir. O Hâtemü’l-Enbiya cesarette de insanlığın hem serveri hem rehberidir.
Hem de kaç kere elhamdülillah: Mü’minler hakkında “Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler...” hakikati Furkan’ımızda bize öğretiliyor. Musırrane tekrar tekrar buyruluyor. Evet. Aynen. Öyledir: Beyanın tekrarı ihtiyacın tekerrüründen gelir. Demek ki duymaya-hatırlamaya ihtiyacımız var. İşte biraz da bu nedenle ona biraz daha yakından bakmayı deneyelim istiyorum arkadaşım bu yazıda. İnşaallah.
Sorarsan hemen söylerim: Gerçekten de ‘hakikat’ cesaret ve huzur vericidir bizzat. Yani? Birşeyin gerçekliği emniyetini arttırır. Doğruluk bir açıdan ‘kainat kardeşle uygun adım yürümek’ anlamına gelir. Bundan dolayı kendisine tutunana da güçlü hissettirir. “Fıtratın şehadeti reddedilmez.” Neyi doğru biliyorsak onda cesaret ediyoruz. Neye cesaret ediyorsak onu doğru biliyoruz. ‘Olması gereken’ veya ‘olmazsa olmaz’ gördüğümüzden dolayı kendisini rahatlıkla, içtenlikle ve sebatla savunuyoruz. Vicdanımızın samimiyeti bu emniyeti veriyor.
Demek uyum da tıpkı yerçekimi gibi, belki ondan da sabit, bir kuvvettir ve hakkın alametidir. Yani hakikatin bir tezahürü de uyumdur. Kafamız makine medeniyetinin esiri de olsa, içimizde bir yer “Hakkın hatırı âlidir!” demeyi bırakmadığından, haklı olmak gönlümüzü rahatlatır. Cesaret ki ‘korkusuzluk’tan çok ‘korkunun yanlışlığını bilmek’tir. O da birtür rahatlıktır. Uyum ister.
Manzarayı bir parça gösterebildiğimi zannediyorum. Doğruyu seçmek de, yapmak da, savunmak da acizleri bu kulptan yakalar: Kainatla uygun adım yürümek. Mazlum da gücünü burada bulur: Zalimin imkanlarına rağmen tevhidî kardeşliğin/taraftarlığın kendisinden yana olduğunu bilmek. Ve varlıkla uygun adım yürüyenin öz-varlığı rahatlar. İşi-içi genişler. Dışını bozanın içi de bozulur.
Yani ki, tenasüb, bizzat huzurun kendisidir. Rahatlık hissi de, şu uyumun görülmesi, hissedilmesi veya sezilmesidir. Böylece cesareti de tetikler. Peki iman? İmansa en büyük uyumdur! Çünkü herşeyi yaratanın muradıyla uyumdur. Belki biraz da bu nedenle “Bismillah her hayrın başıdır.” Zira şu uyumun ilanıdır.
Tabii, bütünle uyum başka, parçalarla uyum başka. Yani tenasübü kavramakla imtihan kalkmıyor. Uyum arayışı ile de sınanır insan. Kâfir, bütünü örterek, yanlış okuduğu parçayla uyumunu korumaya çalışandır biraz da. Fasık da yine böylesi bir parça uyumu peşindedir. (“Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!” dedirten de budur belki.) İtikada kadar çıkarmasa da gidişatı öyledir.
Sefih birisini düşünelim mesela. Uymaya çalıştığı nedir? el-Cevap: Müptela olduğu rezilliklerdir. Yani o da karanlığıyla bir uyum arar. Nefisperest ânı yaşamak ister. Çünkü nefis parçalara âşıktır. Buradaki ülfetinden öteye gafil bir rahatlık devşirmeye çalışır. Çevresindekileri de kendisi gibi sefih yapmaya veya kendisi de onlar gibi sefih olmaya gayret eder. Moda, trend, akım vs. Arayışı budur. Tevhidin gösterdiği bütünlüğe ise körleşmiştir: “Hem deme, ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”
Demek fâsık da sırrın ‘uyum’ olduğunun farkında! Ama kime uyacaktır? Dünya-ahiret bütünlüğüne mi? Yoksa gençliğinin coşkunluğuna mı? Vicdanın, dinin, ahlakın ve mantığın teennisine mi? Yoksa nefsin ‘parçada boğulmaya meyyal’ aceleciliğine mi? Genelde gençliğin ‘coşkunluğu’ ve nefsin ‘acelesi’ tercih edilir. Akıbetse takva sahiplerinindir. Çünkü bütünün cümle renkleri ortaya çıktığında parçadaki ifratın yanlış olduğu anlaşılır. Gençlik ihtiyarlığı ağlatır.
Peki uyumun doğru formülü nerede? Elbette bütünü görenin kelamında. Kur’an’da. Yani Kelam-ı Ezelî’de. Ahirzaman Peygamberi aleyhissalatuvesselamın sünnetinde. Dolayısıyla cesaretin kaynağının ‘doğru/hakikat’ olduğunu savunmakta kararlıyım. Fakat, arkadaşım, membaın doğruluğuna biz ne kadar inanıyoruz? Yani ne kadar taraftarıyız? Bu onu savunuşumuzu doğal olarak etkiliyor. Doğru hakkında cesaretli olmak için o doğrunun doğruluğuna da tam inanmış olmamız lazım. İnsan inandığı doğruları savunabilir ancak. İnanmadıkları, doğru olsalar da, cesaret üretecek memba değillerdir. ‘Olmazsa olmaz’ değillerdir. Çünkü uygun adım olduğunda şüpheleri vardır.
Mesela: Zalime karşı mazlumun elini alıkoyan, korkudan önce, yapacağının doğru olup olmadığı konusundaki şüphesidir. Mazlum, mazlum olduğuna ve karşısındakinin de zalim olduğuna yeterince inanmazsa, zulme direnmez. Zulmü içselleştirmenin bir yolunu bulmuştur artık. Yine, doğru söylenmesi gereken bir yerde ‘kaybettirmesinden’ ötürü yalanı tercih eden kişinin, muhtemelen doğrunun ‘hep kazandıran’ olduğu hakkında şüpheleri vardır. Ona göre yalan da bir miktar ‘kazandırma gücüne’ sahiptir. Doğru kaybettiren de olabilir(!) Doğrunun kaybettireceğini düşünmek imandaki zaafiyetin delili olduğundan dik duramaz. Halbuki Kur’an-ı Hakîm hep der: “Akıbet takva sahiplerinindir.” Hakikatte sebat edersen akıbet elbet senin olur. Bu dünya ise asla ‘son’ değildir:
“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.”
Ey kelime-i şehadeti söylemekle imanının sonuna geldiğini sanan arkadaşım! Kalbini yokla bakalım. Şeriatını ne kadar cesaretle savunabiliyorsun? Doğruya, doğru olduğunu bildiğin halde, ne kadar güveniyorsun? Onu telaffuz ettiğinde ruhun ne kadar rahatlıyor? Aksini düşünmek seni ne kadar delirtiyor? Yoksa sen de ben gibi, hayatında başka, kalbinde başka mısın? “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur...” mu diyorsun yoksa? Ama baksana. Bütün asla değişmiyor: “Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.”
İmanının ne kadar güçlü olduğunu, şeriatın ardındaki cesaretinin ne kadar güçlü olduğuyla ölçebilirsin, takvanla ölçebilirsin. İnsan inandığı şeyleri güçlü savunur. Güçlü ittiba eder. Hem demiyor mu Bediüzzaman: Cesareti de Aleyhissalatuvesselamın risaletinin bir delilidir. Evet. Aynen. Öyledir. O Hâtemü’l-Enbiya cesarette de insanlığın hem serveri hem rehberidir.
13 Şubat 2015 Cuma
Bir nimet olarak karanlıktan korkmak
"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." [Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât 105, (3533).]
Allah'ın bir ismi de Nur'dur. O yüzden Cenab-ı Hakk'ında yazabilmek için hakkımıza düşen karanlığa bakarız bir süre. İçimizdeki karanlığa. Karanlığı bilmeyen göz ışığı farkedemez. İçimiz karanlıktır bizim. Yalnızlığımız amansız. Dalgınlığımız tehlikeli. Şüphelerimiz boğucu. Tereddütümüz düşmek gibi. Bir öpmekte batmaya meyyaliz. Tüm kötü meziyetlerimiz içinde bir biliş, bir kaçınış, bir sığınış; işte o karanlık, o korku, o sakınma güdüsü, ardındaki aydınlığı gösterir bize.
Allah'ın bir ismi de Nur'dur. Nur, karanlık olmadan nasıl bilinebilir? Işığa muhtaç doğmuşuz, ama muhtaçlığımız hem karanlığın hem görmenin bizzat kendisidir. Hem dert hem derman. Acz mesleği dediğin şey, demek bir siyahının şuurunda bir leke olmak. "İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Demek o lekeye bir ışık kondurmayacağız ki, ateş böceği olan aklımız güneşin yerini almasın. Kendini serapa 'alan el' görsen, 'veren el'i daha yakından tanırsın.
İnsan karanlıktan ve karanlığa dair olandan korkar. İstisnasız. Ben, karanlık korkusunun da, bir nimet olarak, içimize Allah tarafından konulduğunu düşünüyorum. Fıtrî birşey. Tıpkı şeytandan ve ateşli karanlığından Allah'a sığınmak gibi. İnsan karanlıktan korktukça ve onun zararlarından, kayıplığından, belirsizliğinden kaçtıkça imana yaklaşır. Sa'd-ı Taftazanî Hazretlerinin iman hakkında; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur..." demesi cüz-ü ihtiyarinin ne için sarfedildiğini de sorduyor bize. Sen karanlıktan kaçmak için ihtiyarını sarfedersin; Allah, kaçışını nuruyla mükafatlandırır. Işığa doğru koşan elbette ışık bulur. Ama ışığa koşmak için de sırtımızı döndüğümüz yerde bir karanlık gerek.
Karanlık yazdırır, karanlık korkutur, karanlık düşündürür, karanlık içine düşülendir, karanlık telaşlandırır... Karanlık "Koşmaya başla!" sinyalidir ruh için. Ve bizim her yazdığımız, içimizdeki karanlıktan (ki anlamsızlık da bir karanlıktır) Allah'ın nuruna kaçmak için çabalamamızdır. Ayet diyor ki: "(...) kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir." Kalbi ürpermeyen neden koşsun? Acz mesleğini kuşanacaksak Allah'ın kalbimize koyduğu tüm korkularla/uyarıcılarla tanışalım. Çünkü onlardan kaçarken ancak Onu bulacağız. "O halde Allah'a koşun. Çünkü ben, size O'nun katından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım." Korkularınla barışmak, korkunun yaptığı işi sevmekle mümkün.
Allah'ın bir ismi de Nur'dur. O yüzden Cenab-ı Hakk'ında yazabilmek için hakkımıza düşen karanlığa bakarız bir süre. İçimizdeki karanlığa. Karanlığı bilmeyen göz ışığı farkedemez. İçimiz karanlıktır bizim. Yalnızlığımız amansız. Dalgınlığımız tehlikeli. Şüphelerimiz boğucu. Tereddütümüz düşmek gibi. Bir öpmekte batmaya meyyaliz. Tüm kötü meziyetlerimiz içinde bir biliş, bir kaçınış, bir sığınış; işte o karanlık, o korku, o sakınma güdüsü, ardındaki aydınlığı gösterir bize.
Allah'ın bir ismi de Nur'dur. Nur, karanlık olmadan nasıl bilinebilir? Işığa muhtaç doğmuşuz, ama muhtaçlığımız hem karanlığın hem görmenin bizzat kendisidir. Hem dert hem derman. Acz mesleği dediğin şey, demek bir siyahının şuurunda bir leke olmak. "İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Demek o lekeye bir ışık kondurmayacağız ki, ateş böceği olan aklımız güneşin yerini almasın. Kendini serapa 'alan el' görsen, 'veren el'i daha yakından tanırsın.
"Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor; ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor."
İnsan karanlıktan ve karanlığa dair olandan korkar. İstisnasız. Ben, karanlık korkusunun da, bir nimet olarak, içimize Allah tarafından konulduğunu düşünüyorum. Fıtrî birşey. Tıpkı şeytandan ve ateşli karanlığından Allah'a sığınmak gibi. İnsan karanlıktan korktukça ve onun zararlarından, kayıplığından, belirsizliğinden kaçtıkça imana yaklaşır. Sa'd-ı Taftazanî Hazretlerinin iman hakkında; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur..." demesi cüz-ü ihtiyarinin ne için sarfedildiğini de sorduyor bize. Sen karanlıktan kaçmak için ihtiyarını sarfedersin; Allah, kaçışını nuruyla mükafatlandırır. Işığa doğru koşan elbette ışık bulur. Ama ışığa koşmak için de sırtımızı döndüğümüz yerde bir karanlık gerek.
Karanlık yazdırır, karanlık korkutur, karanlık düşündürür, karanlık içine düşülendir, karanlık telaşlandırır... Karanlık "Koşmaya başla!" sinyalidir ruh için. Ve bizim her yazdığımız, içimizdeki karanlıktan (ki anlamsızlık da bir karanlıktır) Allah'ın nuruna kaçmak için çabalamamızdır. Ayet diyor ki: "(...) kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir." Kalbi ürpermeyen neden koşsun? Acz mesleğini kuşanacaksak Allah'ın kalbimize koyduğu tüm korkularla/uyarıcılarla tanışalım. Çünkü onlardan kaçarken ancak Onu bulacağız. "O halde Allah'a koşun. Çünkü ben, size O'nun katından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım." Korkularınla barışmak, korkunun yaptığı işi sevmekle mümkün.
12 Şubat 2015 Perşembe
Sanki cennetinden bir parça dilimize koymuş
"Hepimiz ‘Hayatta kalabildik’ diye kendimizi tebrik ediyorsak, hazin bir gurur duyuyorsak ‘Ayakta kalabildim’ diye, yaşamanın manası nedir?" Nilüfer Kuyaş, Serbest Düşüş'ten...
Ne diyebilirim ki sana? Ben de düştüm o çukurlara. Kelimelerle oynayarak. Bence ahenkli sanrıları yanyana getirerek. Bazı bazı uyaklar düşürerek cümle sonlarına. Kenarlık. Tutamaç. Kaçarak uyumsuzluğundan içimin şiiriyetiyle. Daha güzel olacağımı sandım beyaz sayfalarda. Olmadı. Düşerken kalemine tutunan herkesin yaşadığıdır zannederim. Zaman geçtikçe farkediyor insan: Yatsı, yalnız yalancının mumu için değil, mübalağacının abartısı, üslûbperestin üslûbu, kafiyeperestin kafiyesi, teşbihperestin teşbihi, lafızperestin lafzı, hayalperestin hayali için de tat kaçırıcıdır. Lezzetleri acılaştıran bir ölümdür eskimek. Fenayı bekadan ayırır. Baki'ye bakmayan çok kalamaz üzerinde. Tefsiri amansızdır. Benim de tadımı kaçıran zamandı. Zamanı geçtikçe anlamsızlaşıyordu yazdıklarım. Şöyle gördüm halimi arkadaşım en nihayet: Sûrete yaklaştıkça ömrü azalıyor sanatın. Sirete dokundukça artıyor. Manaya yakınlaşan canından can alıyor. Cesetle halvet olan bir parça geberiyor.
Hem mürşidim de diyor: "Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır." Yani ki sığlaşmakta maraz vardır. Derinlerin balığı yakamozla meşgul olmaz.
Aleyhissalatuvesselam Efendim “Bir kadının ne asaleti, ne zenginliği, ne de güzelliği tartınızın mihengi olsun!” diyor eş seçerken. Ya ne olmalı merkezde peki? Dindarlığı. Fakat yanlış anlama. Bugünün tanımları bizi yanıltır. Zaman-ı Saadet'te dindarlık, fazilet ve ahlak birbirinden kopuk tarif edilen şeyler değildi. Tebessüm namazdan ayrı, sabır oruçtan uzakta, zekat hayattan ötede, kanaat duadan ayrı değildi. Bunlar birbirini kuşanırdı. Birbirlerini getirirdi. Şimdilerde aralarında mesafe varmış gibi anlatılıyor. Dindarlar da dinsizlere kanıyorlar. Ayrı ayrı tartıyorlar. İdeolojiyle imanı karıştırıyorlar. Yazık. Kimse de kolay kolay bütünlük iddiasına giremiyor. "Namazı olmayanın tebessümü sahtedir!" diyemiyor kimse. Veya “Allah’a inanmayanın merhameti tasannudur!”
Bana sorarsan, dindarlıkla evlenmek arasındaki bağ, hakikatçilik ile yazmak arasında da vardır. Cisme dair bir üstünlüğe tav olup izdivaç yaparsan beyaz kağıtla, Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesine uygun hareket etmemiş olursun. Metnin de dindarlığını seçmelisin önce. İçinin ayarlarının düzgünlüğüne bakmalısın. Yazılanın ahlakı zâhirindeki sanatla ölçülmez. Söylediklerinin doğruluğundan/tutarlılığından anlaşılır.
Yine diyor ki mürşidim: "Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir." Demek devamlılık bize bir işaret fişeği çakıyor. Çakmalı. Kalanlara bağlanmalı.
Eleştiri bile yazıyor olsan muhatabını haksız incitmekten korkacak merhametin olmalı. Seni aşırılıktan doğruluk kadar merhamet de alıkoyar. Bu yüzden şefkat tefekkürden önce sayılır nur mesleğinde. Doğruluk, merhamet ve (bir adım ötelerinde) adalet birbiriyle bağlantılı şeylerdir. Evet. Hatta adaletin iki yüzü gibidir bence ‘doğruluk’ ve ‘merhamet.’ Ama burada bir dikkat kesilelim: Doğruyu yapmak merhametli gibi görünmeyebilir her zaman. Merhamet de her zeminde doğru seçimi vermez bize. Bunların hikmet oranında karıştırılmasıyla elde edilecek şifadır adalet. Bütünlüklü bakıştan beslenir. Parçalardan kaçılarak kovalanır. Canavara, merhamet de adalet değildir, cezasından gayrı işkence de.
Affı adaletin parçası saymayanlar yanılıyorlar. Allah'ın ‘Gafur’ oluşu ‘Âdil’ oluşundan ayrılabilir mi? İkisi de hikmetten uzak yorumlanabilir mi? Birbirine bakar şe'nler bunlar. Hepsi yine bir Allah’ta toplanacaklar. Allah'ın affedişi asla adaletsiz olmaz. Aksine adaletini tamamlar. Kemale erdirir. Bir ismin sınırı başka bir isimdir. Bir ismin arkasında binbir ismin tecellisi görünür. Hissedilir. Sezilir. Allah'ın affedişi adaletinin bir parçasıdır. Zirvesidir. Çünkü yaratan bilir: Mahlukat, mahlukat olmasından itibaren, kusurdan uzak kalamaz. Kusur arızîliğin imzasıdır. Yaratılmış olmak sınırlı olmaktır. Bütünü kuşatamamak sınırların/hataların başlangıcıdır. Ezel denilen manzar-ı âlâdan uzakta kalan herşey farketmemeye müsaittir. Melek dahi olsa sormadan edemez: "Kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın?" Sultan-ı Ezel ve Ebed cevap verir: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."
Mürşidim yine hakikati kulağımıza söyler: "Musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."
Kelimelerle oynamak diyordum. Evet. Hepimiz mağlup olduk o parçalara. Onlarla oynadık, başka dizilimler elde ettik, çok hoş mısralarımız/cümlelerimiz de oldu böylece. Fakat bütüne, mananın bütünlüğüne ve hikmetin tüm kainatı kuşatan bütünlüğüne dokunmadığımız sürece eskimeye, çirkinleşmeye, solmaya, çürümeye, gözden düşmeye mahkumduk. Öyle de oldu. Bütünün ahengine, sen buna tevhid de diyebilirsin, dokunamadıkça yaşlandı metinlerimiz. Yıprandı. Sakatlandı. Esmaü'l-Hüsna'dan ışık almayan tüm renklerimiz kirlendi. Birinciliği hiçbirisi kazanamadan hem de...
Çocuklar okuduklarına güldüler. Zaman onlardan yanaydı. Bütünün bir yüzü daha açılmıştı onlara. Daha fazlasını biliyorlardı. Daha fazlasını görecekleri için parçalarımıza güldüler. Kendi parçaları daha büyüktü. Fakat öyle kelamlar daha vardı ki! Bütüne dair konuşmuş kelamlar. Kelam olmak dışında bizim kelamlarımıza hiç benzemeyen kelamlar. Onların sözleri bir türlü eskimiyordu. Onlara dokunanlar, dokundukları miktarca, eskimekten kurtuluyorlardı. Hatta bir tanesi var, bilirsin, bütünün sahibinin, manzar-ı âlâyı görenin kelamıdır. Onun hakkında mürşidim şöyle söylüyor: "İhtiyarlandıkça zaman Kur'an da gençleşiyor." Ne büyük müjde var bunun içinde. Yaaa. Evet. Eskimeyen cümlelerin varlığı insanların da eskimediği bir yerin/cennetin müjdecisi sayılmazlar mı? Eskimeyen, başka eskimeyeceklere, delil olmaz mı? Bu bir umuttur arkadaşım. Sonsuzluğun sahibince bağışlanmış bir umut. İslam cennetin şöyle bir misalidir işte.
Ne diyebilirim ki sana? Ben de düştüm o çukurlara. Kelimelerle oynayarak. Bence ahenkli sanrıları yanyana getirerek. Bazı bazı uyaklar düşürerek cümle sonlarına. Kenarlık. Tutamaç. Kaçarak uyumsuzluğundan içimin şiiriyetiyle. Daha güzel olacağımı sandım beyaz sayfalarda. Olmadı. Düşerken kalemine tutunan herkesin yaşadığıdır zannederim. Zaman geçtikçe farkediyor insan: Yatsı, yalnız yalancının mumu için değil, mübalağacının abartısı, üslûbperestin üslûbu, kafiyeperestin kafiyesi, teşbihperestin teşbihi, lafızperestin lafzı, hayalperestin hayali için de tat kaçırıcıdır. Lezzetleri acılaştıran bir ölümdür eskimek. Fenayı bekadan ayırır. Baki'ye bakmayan çok kalamaz üzerinde. Tefsiri amansızdır. Benim de tadımı kaçıran zamandı. Zamanı geçtikçe anlamsızlaşıyordu yazdıklarım. Şöyle gördüm halimi arkadaşım en nihayet: Sûrete yaklaştıkça ömrü azalıyor sanatın. Sirete dokundukça artıyor. Manaya yakınlaşan canından can alıyor. Cesetle halvet olan bir parça geberiyor.
Hem mürşidim de diyor: "Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır." Yani ki sığlaşmakta maraz vardır. Derinlerin balığı yakamozla meşgul olmaz.
Aleyhissalatuvesselam Efendim “Bir kadının ne asaleti, ne zenginliği, ne de güzelliği tartınızın mihengi olsun!” diyor eş seçerken. Ya ne olmalı merkezde peki? Dindarlığı. Fakat yanlış anlama. Bugünün tanımları bizi yanıltır. Zaman-ı Saadet'te dindarlık, fazilet ve ahlak birbirinden kopuk tarif edilen şeyler değildi. Tebessüm namazdan ayrı, sabır oruçtan uzakta, zekat hayattan ötede, kanaat duadan ayrı değildi. Bunlar birbirini kuşanırdı. Birbirlerini getirirdi. Şimdilerde aralarında mesafe varmış gibi anlatılıyor. Dindarlar da dinsizlere kanıyorlar. Ayrı ayrı tartıyorlar. İdeolojiyle imanı karıştırıyorlar. Yazık. Kimse de kolay kolay bütünlük iddiasına giremiyor. "Namazı olmayanın tebessümü sahtedir!" diyemiyor kimse. Veya “Allah’a inanmayanın merhameti tasannudur!”
Bana sorarsan, dindarlıkla evlenmek arasındaki bağ, hakikatçilik ile yazmak arasında da vardır. Cisme dair bir üstünlüğe tav olup izdivaç yaparsan beyaz kağıtla, Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesine uygun hareket etmemiş olursun. Metnin de dindarlığını seçmelisin önce. İçinin ayarlarının düzgünlüğüne bakmalısın. Yazılanın ahlakı zâhirindeki sanatla ölçülmez. Söylediklerinin doğruluğundan/tutarlılığından anlaşılır.
Yine diyor ki mürşidim: "Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir." Demek devamlılık bize bir işaret fişeği çakıyor. Çakmalı. Kalanlara bağlanmalı.
Eleştiri bile yazıyor olsan muhatabını haksız incitmekten korkacak merhametin olmalı. Seni aşırılıktan doğruluk kadar merhamet de alıkoyar. Bu yüzden şefkat tefekkürden önce sayılır nur mesleğinde. Doğruluk, merhamet ve (bir adım ötelerinde) adalet birbiriyle bağlantılı şeylerdir. Evet. Hatta adaletin iki yüzü gibidir bence ‘doğruluk’ ve ‘merhamet.’ Ama burada bir dikkat kesilelim: Doğruyu yapmak merhametli gibi görünmeyebilir her zaman. Merhamet de her zeminde doğru seçimi vermez bize. Bunların hikmet oranında karıştırılmasıyla elde edilecek şifadır adalet. Bütünlüklü bakıştan beslenir. Parçalardan kaçılarak kovalanır. Canavara, merhamet de adalet değildir, cezasından gayrı işkence de.
Affı adaletin parçası saymayanlar yanılıyorlar. Allah'ın ‘Gafur’ oluşu ‘Âdil’ oluşundan ayrılabilir mi? İkisi de hikmetten uzak yorumlanabilir mi? Birbirine bakar şe'nler bunlar. Hepsi yine bir Allah’ta toplanacaklar. Allah'ın affedişi asla adaletsiz olmaz. Aksine adaletini tamamlar. Kemale erdirir. Bir ismin sınırı başka bir isimdir. Bir ismin arkasında binbir ismin tecellisi görünür. Hissedilir. Sezilir. Allah'ın affedişi adaletinin bir parçasıdır. Zirvesidir. Çünkü yaratan bilir: Mahlukat, mahlukat olmasından itibaren, kusurdan uzak kalamaz. Kusur arızîliğin imzasıdır. Yaratılmış olmak sınırlı olmaktır. Bütünü kuşatamamak sınırların/hataların başlangıcıdır. Ezel denilen manzar-ı âlâdan uzakta kalan herşey farketmemeye müsaittir. Melek dahi olsa sormadan edemez: "Kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın?" Sultan-ı Ezel ve Ebed cevap verir: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."
Mürşidim yine hakikati kulağımıza söyler: "Musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."
Kelimelerle oynamak diyordum. Evet. Hepimiz mağlup olduk o parçalara. Onlarla oynadık, başka dizilimler elde ettik, çok hoş mısralarımız/cümlelerimiz de oldu böylece. Fakat bütüne, mananın bütünlüğüne ve hikmetin tüm kainatı kuşatan bütünlüğüne dokunmadığımız sürece eskimeye, çirkinleşmeye, solmaya, çürümeye, gözden düşmeye mahkumduk. Öyle de oldu. Bütünün ahengine, sen buna tevhid de diyebilirsin, dokunamadıkça yaşlandı metinlerimiz. Yıprandı. Sakatlandı. Esmaü'l-Hüsna'dan ışık almayan tüm renklerimiz kirlendi. Birinciliği hiçbirisi kazanamadan hem de...
Çocuklar okuduklarına güldüler. Zaman onlardan yanaydı. Bütünün bir yüzü daha açılmıştı onlara. Daha fazlasını biliyorlardı. Daha fazlasını görecekleri için parçalarımıza güldüler. Kendi parçaları daha büyüktü. Fakat öyle kelamlar daha vardı ki! Bütüne dair konuşmuş kelamlar. Kelam olmak dışında bizim kelamlarımıza hiç benzemeyen kelamlar. Onların sözleri bir türlü eskimiyordu. Onlara dokunanlar, dokundukları miktarca, eskimekten kurtuluyorlardı. Hatta bir tanesi var, bilirsin, bütünün sahibinin, manzar-ı âlâyı görenin kelamıdır. Onun hakkında mürşidim şöyle söylüyor: "İhtiyarlandıkça zaman Kur'an da gençleşiyor." Ne büyük müjde var bunun içinde. Yaaa. Evet. Eskimeyen cümlelerin varlığı insanların da eskimediği bir yerin/cennetin müjdecisi sayılmazlar mı? Eskimeyen, başka eskimeyeceklere, delil olmaz mı? Bu bir umuttur arkadaşım. Sonsuzluğun sahibince bağışlanmış bir umut. İslam cennetin şöyle bir misalidir işte.
11 Şubat 2015 Çarşamba
Belki depresyonun da bir hikmeti vardır?
“Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye kadirdir.” Bakara sûresi, 106.
Belirtilerinden birisinin de ‘unutkanlık’ olduğunu okumuştum arkadaşım. Evet. Depresyona girenler unutmaya yatkınlaşırlarmış. Bunu sürecin ‘acılarda sabitlenme’ durumuyla ilişkilendirince gerekçesini bir parça anlıyorum. Acılar mâziyle ilintili şeylerdir. Unutmaksa geçmişten kurtulmanın aracı. Anlamını bulamamış yara hep sancır. Mevsimlik sızılar hikmetle sarıp yerlerine kaldıramayınca kronik rahatsızlıklara dönüşür. Bir giden hep gider. Yani derim ki arkadaşım: Bilmek acıların da ilacıdır. Abestir en çok kalbe eziyet eden. Boşunalıktır. Yolculuklarına başlarken Hızır aleyhisselam da, sanki bu sırrı sezdirir gibi, Musa aleyhisselama der: “İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?”
Doğrudur. ‘İçine atmak’ tabirini genelde ‘duygularını belli etmemek’ bağlamında kullanıyoruz. Lakin bizdeki hissesi bu kadarcık değildir. Nasıl? Açayım: İçine attığın; yani anlamlandıramadığın, dosyasını kapatamadığın, arkanda bırakamadığın, rafına kaldıramadığın, ‘ne’liğini tayin edemediğin, ismini söyleyip geçemediğin… Evet. Bırakmak için ait olduğu yere karar vermen lazım. Bu koordinat tayini bir yönüyle ‘hikmetini bilmek’tir. Hikmeti bilinemeyenler hareket ettikçe daha derine batan kıymıklar gibidirler. Ardındaki soru işareti kaldırılmamış her cümle bir ‘içe atış’tan haber verir. “Neden böyle söyledi? Neden beni kandırdı? Neden öyle öfkelendi? Neden arkamdan konuştu? Neden yüzünü astı? Neden selamımı almıyor? Neden, neden, neden…” Bu birikmiş ‘neden’lerin sonucu depresyon olur. Arşivci masasındaki dosyalarda boğulur. Ve arkadaşım insanın dosyalardan kurtulmak için denediği şeylerden birisi de unutkanlıktır.
Mürşidim bu sadedde diyor ki: “Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur.” Demek unutkanlığın da hikmeti var. Kullanılması gereken yerler var. Yaratılmış hiçbirşey abes değil.
Bir de dalgınlık. Depresyonun bir eseri de dalgınlık. Bu da anlaşılır birşey. Yukarıdaki perspektiften bunu da çözebiliriz. İkisinde de ‘ilgisizlik’ var ne de olsa. Daha doğrusu her dokunanın acı verdiği ‘dokunaklı bir insan’ın (bunu ‘kolay etkilenir’ anlamında kullandım) kabuğudur dalgınlık. Ve unutkanlık. İkincisi geçmişe yönelik bir kabuktur. Birincisi bugüne kuşanılmış bir zırhtır. Bu kalkanları indirmeyerek ayakta kalmaya çalışır sabitlenmiş acıların sahibi. Fakat bence depresyonun ‘yeni bir doğuşa’ yaklaştığı eşik de tam burasıdır. Unutkanlık ve dalgınlık, bir yönüyle mevcudun yitimi iken, bir yönüyle de yeninin keşfidir. Açlığın yeniden uyanışıdır. Mürşidim bu sadedde de der ki:
“Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”
Unutkanlığı önceleri bir hastalık gibi görürdüm. Nefsimden misallendireyim: Özellikle tarihler, kişiler ve mekanlar konusundaki unutkanlığım hayatımı zorlaştırıyordu. Ama sonları farkettim: Unutkanlık bende güzel işler de yapıyor. Bereketli bir misafir kimi zaman. Peki nasıl? Onu da açayım: Mesela unutkanlığım yüzünden hayretim artıyor. Daha sık şaşırıyorum. Daha sık heyecanlanıyorum.
Bir çocuk dünyaya neden şaşırır? Bir bebeğin gözünde ebeveyninin yaptığı en sıradan şakalar/sürprizler bile neden bu kadar gülünesidir? Bir bebek (hepsinde denedim hep de işe yaradı) bir yere saklanıp “Ciiiğğğ!” diye ortaya çıktığınızda neden sevinir? Bence bunların altında tazeliğin hayreti var. Bir bebek elbette büyükleri kadar dünyayı bilmiyor. Daha hiçbir şeyi ezberine almamış ve almadığı için de sıradanlaştırmamış. Bu ‘sıfır sıradanlık’ dünyasında gördüğü herşey hayret verici. Herşey harika. Herşey kendisiyle ilk kez karşılaşılan bir mucize.
“Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar…” şeklinde çevrilen ama aslı “Her çocuk fıtrat üzerine doğar…” şeklinde olan hadis-i şerifin bir vechi de bu belki. Kevnî olarak fıtrat, dinî olarak İslam, ikisi de hayret mesleği üzerinedir. Yani hayreti kadar tefekkürü olur insanın. “Allahım hayretimi arttır!” diye dualayan Aleyhissalatuvesselamın da ihtar ettiği sır belki bu. Fıtratına dönüş çağrısı birnevi. Herşeye hayret ettiğin o güzel döneme. Miden kadar gözünün, aklının ve kalbinin de aç olduğu zamanlara. Belki Nilüfer Kuyaş’ın Serbest Düşüş’te tasvir ettiği o açlığa: “En son, annem ölünce, kırılganlık iyice arttı. Yalnız ve ölümlü olduğum duygusu tekrar önplana geçti. Sonra da bu açlık geldi işte, derin açlık. Hiçbir şeyin doyurmayacağını bildiğim açlık. Hiç kimsenin karşılayamayacağı, bu insanüstü sevilme ihtiyacı.”
İnsan çocukluğunu neden özler? Allahu’l-a’lem: İnsan çocukluğunu önce ayrıldığı hayretinden dolayı özler. Yaşlandıkça şaşılacak şeylerin sayısı azalır çünkü. Çocuklukta hiçbir şey monoton değildir. Anlar dahi sıradışıdır. Çocuk mutludur hep. Mutluluk dediğimiz şeyin büyük bir kısmı hayrettir zira. Yeni varlıklar ve onlarla beraber hisler/etkiler dünyamıza katıldıkça mutlu oluruz. Yeniden yeniden canlanırız. Heyecanlanırız. Faniliğimizi onlarla unuturuz.
Neyi görünce mutlu oluyoruz? Neyi duymak sevindiriyor? Nerede varolsak gönlümüz ferahlar? Karıştırsanız bu külün altından hayretin koru çıkar. Bizi mutlu eden, sevindiren, hayatımıza lezzet katan, yeni olandır ve yeniye hayretimizdir. Hayret ettiklerimizin sayısı azaldıkça sıkılmamız; bazı israf, bazı sefahet, bazı zahmet ile yeni hayretler peşinde koşmamız da bundandır. Sıkıntıysa hayretin yitimidir. Hayretini yitirdiğinde insan ölümüne yaklaştığını düşünür. Korkar.
Yine mürşidim diyor ki: “İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
‘Yenileceklerin sayısını arttırarak’ hayretini diriltmeye çalışmak israftır. Açlığını koruyarak lezzete olan hayretini diri tutmak oruçtur, iktisattır, kanaattir, riyazettir. İstikamettir. Unutkanlığım da bende böyle bir açlık artımına neden oluyor. Sanki yorum yapabilme gücümün kaynağı bizzat bu unutkanlığım. Hiçbir şeyi ezber edip arkamda bırakamıyorum. Bazen öyle oluyor ki yazdıklarım hatırlatıldığında şaşırıyorum. Veya bazen ben okuyup şaşırıyorum. Önce bu huyumla savaştım. Kendisinden sıkıldım. Mutsuz oldum. Ama şimdi barışığım. Onun da bir hikmeti olduğunu düşünüyorum. Elbette Allah’tan hayırda kullanmak üzere daha güçlü bir hafıza dilerim. Daha güzeli istemek kulluğumun bir parçası. Fakat vermiş olduğu şeyden de razıyım. Belki de benim görevim tutmak değildir? Yorumlayıp gitmek üzere yaratılmışımdır? Zaten insanın şu dünya ile misali bir misafir hali değil midir? Misafir ikramdan ne kadarını elinde tutabilir? Evliya Çelebi’nin gezdiği onca yerde, elinde, Seyahatname’sinden gayrı ne kaldı?
Belirtilerinden birisinin de ‘unutkanlık’ olduğunu okumuştum arkadaşım. Evet. Depresyona girenler unutmaya yatkınlaşırlarmış. Bunu sürecin ‘acılarda sabitlenme’ durumuyla ilişkilendirince gerekçesini bir parça anlıyorum. Acılar mâziyle ilintili şeylerdir. Unutmaksa geçmişten kurtulmanın aracı. Anlamını bulamamış yara hep sancır. Mevsimlik sızılar hikmetle sarıp yerlerine kaldıramayınca kronik rahatsızlıklara dönüşür. Bir giden hep gider. Yani derim ki arkadaşım: Bilmek acıların da ilacıdır. Abestir en çok kalbe eziyet eden. Boşunalıktır. Yolculuklarına başlarken Hızır aleyhisselam da, sanki bu sırrı sezdirir gibi, Musa aleyhisselama der: “İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?”
Doğrudur. ‘İçine atmak’ tabirini genelde ‘duygularını belli etmemek’ bağlamında kullanıyoruz. Lakin bizdeki hissesi bu kadarcık değildir. Nasıl? Açayım: İçine attığın; yani anlamlandıramadığın, dosyasını kapatamadığın, arkanda bırakamadığın, rafına kaldıramadığın, ‘ne’liğini tayin edemediğin, ismini söyleyip geçemediğin… Evet. Bırakmak için ait olduğu yere karar vermen lazım. Bu koordinat tayini bir yönüyle ‘hikmetini bilmek’tir. Hikmeti bilinemeyenler hareket ettikçe daha derine batan kıymıklar gibidirler. Ardındaki soru işareti kaldırılmamış her cümle bir ‘içe atış’tan haber verir. “Neden böyle söyledi? Neden beni kandırdı? Neden öyle öfkelendi? Neden arkamdan konuştu? Neden yüzünü astı? Neden selamımı almıyor? Neden, neden, neden…” Bu birikmiş ‘neden’lerin sonucu depresyon olur. Arşivci masasındaki dosyalarda boğulur. Ve arkadaşım insanın dosyalardan kurtulmak için denediği şeylerden birisi de unutkanlıktır.
Mürşidim bu sadedde diyor ki: “Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur.” Demek unutkanlığın da hikmeti var. Kullanılması gereken yerler var. Yaratılmış hiçbirşey abes değil.
Bir de dalgınlık. Depresyonun bir eseri de dalgınlık. Bu da anlaşılır birşey. Yukarıdaki perspektiften bunu da çözebiliriz. İkisinde de ‘ilgisizlik’ var ne de olsa. Daha doğrusu her dokunanın acı verdiği ‘dokunaklı bir insan’ın (bunu ‘kolay etkilenir’ anlamında kullandım) kabuğudur dalgınlık. Ve unutkanlık. İkincisi geçmişe yönelik bir kabuktur. Birincisi bugüne kuşanılmış bir zırhtır. Bu kalkanları indirmeyerek ayakta kalmaya çalışır sabitlenmiş acıların sahibi. Fakat bence depresyonun ‘yeni bir doğuşa’ yaklaştığı eşik de tam burasıdır. Unutkanlık ve dalgınlık, bir yönüyle mevcudun yitimi iken, bir yönüyle de yeninin keşfidir. Açlığın yeniden uyanışıdır. Mürşidim bu sadedde de der ki:
“Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”
Unutkanlığı önceleri bir hastalık gibi görürdüm. Nefsimden misallendireyim: Özellikle tarihler, kişiler ve mekanlar konusundaki unutkanlığım hayatımı zorlaştırıyordu. Ama sonları farkettim: Unutkanlık bende güzel işler de yapıyor. Bereketli bir misafir kimi zaman. Peki nasıl? Onu da açayım: Mesela unutkanlığım yüzünden hayretim artıyor. Daha sık şaşırıyorum. Daha sık heyecanlanıyorum.
Bir çocuk dünyaya neden şaşırır? Bir bebeğin gözünde ebeveyninin yaptığı en sıradan şakalar/sürprizler bile neden bu kadar gülünesidir? Bir bebek (hepsinde denedim hep de işe yaradı) bir yere saklanıp “Ciiiğğğ!” diye ortaya çıktığınızda neden sevinir? Bence bunların altında tazeliğin hayreti var. Bir bebek elbette büyükleri kadar dünyayı bilmiyor. Daha hiçbir şeyi ezberine almamış ve almadığı için de sıradanlaştırmamış. Bu ‘sıfır sıradanlık’ dünyasında gördüğü herşey hayret verici. Herşey harika. Herşey kendisiyle ilk kez karşılaşılan bir mucize.
“Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar…” şeklinde çevrilen ama aslı “Her çocuk fıtrat üzerine doğar…” şeklinde olan hadis-i şerifin bir vechi de bu belki. Kevnî olarak fıtrat, dinî olarak İslam, ikisi de hayret mesleği üzerinedir. Yani hayreti kadar tefekkürü olur insanın. “Allahım hayretimi arttır!” diye dualayan Aleyhissalatuvesselamın da ihtar ettiği sır belki bu. Fıtratına dönüş çağrısı birnevi. Herşeye hayret ettiğin o güzel döneme. Miden kadar gözünün, aklının ve kalbinin de aç olduğu zamanlara. Belki Nilüfer Kuyaş’ın Serbest Düşüş’te tasvir ettiği o açlığa: “En son, annem ölünce, kırılganlık iyice arttı. Yalnız ve ölümlü olduğum duygusu tekrar önplana geçti. Sonra da bu açlık geldi işte, derin açlık. Hiçbir şeyin doyurmayacağını bildiğim açlık. Hiç kimsenin karşılayamayacağı, bu insanüstü sevilme ihtiyacı.”
İnsan çocukluğunu neden özler? Allahu’l-a’lem: İnsan çocukluğunu önce ayrıldığı hayretinden dolayı özler. Yaşlandıkça şaşılacak şeylerin sayısı azalır çünkü. Çocuklukta hiçbir şey monoton değildir. Anlar dahi sıradışıdır. Çocuk mutludur hep. Mutluluk dediğimiz şeyin büyük bir kısmı hayrettir zira. Yeni varlıklar ve onlarla beraber hisler/etkiler dünyamıza katıldıkça mutlu oluruz. Yeniden yeniden canlanırız. Heyecanlanırız. Faniliğimizi onlarla unuturuz.
Neyi görünce mutlu oluyoruz? Neyi duymak sevindiriyor? Nerede varolsak gönlümüz ferahlar? Karıştırsanız bu külün altından hayretin koru çıkar. Bizi mutlu eden, sevindiren, hayatımıza lezzet katan, yeni olandır ve yeniye hayretimizdir. Hayret ettiklerimizin sayısı azaldıkça sıkılmamız; bazı israf, bazı sefahet, bazı zahmet ile yeni hayretler peşinde koşmamız da bundandır. Sıkıntıysa hayretin yitimidir. Hayretini yitirdiğinde insan ölümüne yaklaştığını düşünür. Korkar.
Yine mürşidim diyor ki: “İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
‘Yenileceklerin sayısını arttırarak’ hayretini diriltmeye çalışmak israftır. Açlığını koruyarak lezzete olan hayretini diri tutmak oruçtur, iktisattır, kanaattir, riyazettir. İstikamettir. Unutkanlığım da bende böyle bir açlık artımına neden oluyor. Sanki yorum yapabilme gücümün kaynağı bizzat bu unutkanlığım. Hiçbir şeyi ezber edip arkamda bırakamıyorum. Bazen öyle oluyor ki yazdıklarım hatırlatıldığında şaşırıyorum. Veya bazen ben okuyup şaşırıyorum. Önce bu huyumla savaştım. Kendisinden sıkıldım. Mutsuz oldum. Ama şimdi barışığım. Onun da bir hikmeti olduğunu düşünüyorum. Elbette Allah’tan hayırda kullanmak üzere daha güçlü bir hafıza dilerim. Daha güzeli istemek kulluğumun bir parçası. Fakat vermiş olduğu şeyden de razıyım. Belki de benim görevim tutmak değildir? Yorumlayıp gitmek üzere yaratılmışımdır? Zaten insanın şu dünya ile misali bir misafir hali değil midir? Misafir ikramdan ne kadarını elinde tutabilir? Evliya Çelebi’nin gezdiği onca yerde, elinde, Seyahatname’sinden gayrı ne kaldı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...