3 Temmuz 2015 Cuma

Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

Bakınız, mesele sadece 'Erdoğan'a küçük bir ders verme' olsaydı, hakkında yazmama bile değmezdi. Fakat öyle değil. Bence bu seçim sonuçlarında, eğer arkasına düşüp tedavisine çalışmazsak, daha büyük bir kırılmanın izdüşümü görünüyor. Belki seçmenin tamamında bu derinlikte ve kesinlikte değil; fakat niyeti de, fiili de o derinliğe/kesinliğe doğru çekmek isteyenler var. Bu topraklarda birlikte yaşama ümidimizin son kalesi olan 'dindarların kardeşliği' üzerine oynanıyor bu sefer. Milliyetçi/seküler Türkler, milliyetçi/seküler Kürtler zaten çoktan beri birbirlerinden vazgeçmiş durumdalar. Bir taraf Erzurum'dan sonrasını bombalamak; öteki taraf da en kısa sürede, bedeli ne kadar gözyaşı ve kan olursa olsun, bağımsızlığı kazanmak derdinde.

Bu topraklarda kardeşane bir hayat yaşama umudunu onlar değil, dindar Türkler ve Kürtler besliyor. Neden/nasıl? Çünkü onlar, herşeye rağmen, müminlerin kardeşliğini hatırlatan ayetleri/hadisleri kalplerinde diri tutmaya çalışıyorlar. Kur'an ve sünnet ekseninde yeniden bir ümmet olma hayalini kuruyorlar. Hepsi aynı 'ideal' ölçüde mi diri tutuyor/kuruyor? Elbette bunu söylemek imkansız. Bilmek de, bilinç de seviye seviye... Fakat yine de yeşermesi mümkün olan tek tohum onların kalplerinde.

Bediüzzaman'ın; "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın..." derken yaptığı uyarının altında yatan da bu bence. Eğer bu son bağı da 'ahmakane, körü körüne topuzların altında' koparırsak üzerine barışı inşa edeceğimiz birşey bulamayacağız. İnsanlara birbirlerini sevmeleri/katlanmaları için bir neden veremeyeceğiz. Şu an yapılmaya çalışılan ise, tastamam bu.

Bir önceki yazımda da altını çizmeye çalıştım: Ben kavmimi İslam'ın kahraman bir kavmi olarak görüyorum. Kürdistan coğrafyasının, İslam'ın bereketli/feyizli bir tarlası olduğu kanaatindeyim. Fakat kardeşlerim, at izinin it izine karıştığı bir ortam var. Öfkemizin gürültüsü içinde duyamadığımız taşınma/demagoji sesleri var. Birşeye duyulan muhabbetin alakasız diğer birşeye, birşeye duyulan husumetin de alakasız başka birşeye kaydırıldığı cerbezeli bir zamandayız.

Örneğin: Kemalist/seküler T.C.'ye duyulan haklı öfke, kabını kaşığını topluyor, apar topar İslamcı/dindar T.C.'ye taşınıyor. Eski defterler kapanmış sanki, ancak öfkesi alacaklı tarafta baki. O defterlerdeki borçlar alakası olmayanlara kaydırılıyor. Erdoğan'ın hatası yok mu? Mutlaka var. Evet, sizin izzetinizi tam takdir edemiyor. Gönlünüzü eder sözü, istediğiniz makamda söyleyemiyor. Fakat nasıl olur da İslamcılara duyduğunuz öfke kemalistlere duyduğunuz öfkeyi geçer? Nasıl olur da Şeyh Said'in (k.s.) torunları LGBT eylemi destekçisi olur? O oraya, bu şuraya nasıl taşınır?

Bu İslamcılık düşmanlığını ben Kürt kardeşlerimin ağzından, hele dindarlarının ağzından, yeni yeni duyuyorum. Bunu önce Gülenciler başlattı. Daha AK Parti'yle köprüleri yıkmadan önce Zaman'da bir İslamcılık tartışması başlatmışlardı. İslamcılık-Nurculuk eksenli başkaları da birşeyler yazdılar. İkisinin mukayesesi vs. Sonra gördük ki; bu İslamcılık eleştirisinin altında Erdoğan'ı ve AK Parti'yi İslamcılık başlığına sıkıştırmak, İslamcılığı da terörizmin/özellikle IŞİD'in kucağına bırakmak gayesi varmış. Olaylar patlayınca bu gizli niyeti anladık.

Hilenin boşa çıktığını, İslamcılık-Nurculuk arası bir kavganın koparılamadığını da gördük. İslamcılık-IŞİD arası bir bağın kurulamadığını da anladık. Fakat ben şimdi bakıyorum, sanki Gülencilerden o kavgayı benim biraderlerim miras almışlar. Erdoğan'ı konuşmaya başladıktan beş dakika sonra mevzu 'İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle'ye geliyor. Sonra bir bakıyorsunuz IŞİD'i konuşuyorsunuz. İçlerinde yüzlerce İslam kahramanının da olduğu ve ideolojik olarak da tam bir kalıp içine asla sıkıştırılamamış İslamcılık; lanetli, Allah'ın belası ve İslam coğrafyasındaki tüm sorunların kaynağı haline geliyor.

İçinde Azadî gibi İslamcı hareketlerin bulunduğu ve Şeyh Said (k.s.) gibi İslam adına kıyama kalkışmış kahramanların da varolduğu coğrafyada bu ne 'müslüman mahallesinde salyangoz satmak'tır? Ne oluyor şimdi, İslam'ın bahadırı Kürtler; İslam'dan, sünnilikten, Şafiilikten, kendi aslından/tarihinden mi utanıyor? IŞİD çamurunun elinden İslam'ın pak ehl-i sünnet mirasını çekip almıyor/ayıramıyor da IŞİD'le beraber onu da mı kışkışlıyor? Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi, seküler ve mutlu olacağımız bir gelecek için 'geçmişe kalkıp sövmeye' mi başladık biz de? İslamcılar aşağı, İslamcılar yukarı... İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle... Bu dediklerinizin hepsi olabilir İslamcılar. Eleştirmeye de hakkınız yok değil. Fakat ne ara üzerinizdeki gamın/kasavetin sorumlusu kafirleri tükettiniz de, sıra sizin gibi hamiyet-i diniye sahiplerine geldi?

"Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur."

Şimdi bir eşikteyiz. AK Parti'nin arkasından çekilerek onu (dindar Türkleri) bir eşiğe doğru itiyor ve kendiniz de (dindar Kürtler) bir eşiğe doğru itiliyorsunuz. Bu ülkenin dindarları, üzerlerindeki tüm kemalist etkiye, milliyetçi tortuya rağmen Kur'an'da varolmasıyla iman ettikleri kardeşlik adına birleşip ülkeyi mi değiştirecekler? Yoksa şu İslamcı, şu Nurcu, bu şucu, ötekisi Kürt, berikisi Türk... muhabbetiyle ömür tüketip bir arpa boyu mesafe almamayı mı seçecekler?

Daha bir yıl önce ülkeyi dönüştürmekten söz eden bizler, şimdi hükümet kuramayan bir meclisle karşı karşıyayız. Seçimin ilk günü "AK Parti ile MHP kursun. Onlar faşistlikle birbirine yakışırlar..." yazan arkadaşlarımı, bugün, "Eğer MHP'yle koalisyon kurarlarsa, bu barış sürecinin son olur!" yazarken görüyorum. Ve bir anlam da veremiyorum. Kürt siyaseti, kendisine uzanan eli 'şefkatli' olduğu için kırdıktan; sonra da nisbet yapar gibi milliyetçi/seküler ellere 'İçinize almasanız da olur; siz kurun, biz dışarıdan destek bile oluruz' dedikten sonra, ne olmasını bekliyordu? Uzattığı eli kırılan, size gelen yolları da suratına suratına "Onunla koalisyon yapmam!" diye kapattığınız adamlar nereye gideceklerdi? Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

2 Temmuz 2015 Perşembe

Çiçek güneşe nasıl yaklaşır?

Çağrışımları çok olumlu değil. Fakat tanıdık gelmesinden dolayı kullanmaktan çekinmeyeceğim: Allah 'sıradanlıklarla/hep olagelenlerle' bize birşey öğretir. 'Sıradışılıklarla/bazen olanlarla' başka birşey öğretir. Kanunlarla birşey öğretir. Şuzuzat-ı Kanuniye ile başka birşey öğretir. Bu noktada insanın fiiler üzerinden tesbit ettiği farklılık, zıtlık veya beraber olmazlık, failin zatında da böylesi farklılıklar olmasını gerektirmez. Çünkü büyük resme bakarken herşey değişir. Bir bütünün parçası olan şeyler, velev zıtlık gibi görünsünler, aslında devamlı bir düzenin içinde yeralmakla bize şunu öğretirler: Failimiz aynıdır.

Bazen zıt zıttının tamamlayıcısıdır. Hatta zıtlığın iki kutbu aynı amacın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Tıpkı 'özlem' ve 'vuslat' gibi. (Özlemsiz vuslat lezzetsiz. Vuslatsız özlem kahredicidir.) Fakat âlemi parçaları üzerinden okuyanın gözünde zıtlıkların tamamı kavga sebebi, hayatın kendisi mücadele, dolayısıyla da varlık 'anlaşmazlığın tezahürü'dür. Teolojisi de bu yüzden şirkten hali kalamaz. Aynı âleme tevhid ile bakmakta olan mü'minin nazarında ise zıtlıklar birbirlerine güzellik katmak için yaratılmış parçalardır. Tabloda hem beyaz hem siyah olabilir. Hem kırmızı hem sarı bulunabilir. Bütünlüğe bakmayı aklında tutanlar için farklılıklar ancak katkıdır. Çünkü her ne olsa bir yanıyla bütüne dairdir.

Bütüncül bakanlar için kelimelerin karşılığı da değişiyor. Oyunbozanlık ortadan kalkıyor. Onlar için sıradışılar 'bütünbozanlar' değil. Cümle bir anlam ifade ettiğine göre harflerin herbirisinin durduğu yerde bir hikmeti var. Ne kadar alışılmadık olurlarsa olsunlar. Bütünü anlamlı olan parçalar anlamsız olamazlar.

İşte, Allah'ın, 'hep öyle yapmak zorunda' olmadığını, 'bazen öyle bazen böyle' yapabildiğini bu sıradışılıklar vasıtasıyla anlayabiliyoruz biz. İradesinin kudretinden farkını uğradığımız şoklarla seziyoruz. Hayretimizle ayırıyoruz.

Dualarımızın her defasında gerçeğe dönüştüğünü düşünün mesela. Bunu sağlayan kudretin, nereye kadar Onun, nereye kadar bizim olduğunu nasıl ayırabilirdik? Her istediğimizin yerine getirildiği bir âlemde 'bize ait olan' ile 'Allah'ın mülkü olanın' sınırları karışırdı. 'Ol!' emretmesiyle olduruverenin kim olduğu netleştirilemezdi. Öyle ya! Dileklerimizin yaratışımız olmadığını her istediğimizin elimize geçmemesiyle anlayabiliriz ancak. Aralarındaki mesafenin açılmasıyla tanırız. Yoksunluğumuz asıl failin kim olduğunu öğretir. Yani arkadaşım, biz, Allah'ın Allah olduğunu kabul edilmeyen dualarımızla da anlarız.

İşte, sıradışılık dediğimiz şeyin, kabul edilmeyen dualarımız gibi, yapabilme gücünü Allah'a teslim eden bir yanı var. İnsanın 'hep öyle olan şeyler' için fail farkındalığı oluşturması kolay birşey değil. Determinist bir âlem algısına kapılması mümkün. Zorunluluk sanması kabil. Aksinin mümkün olmadığını düşünmesi tabii. Fakat, her vakit gözümüz önünde gerçekleşen sıradışılıklar, bizi Allah'ın iradesini farketmeye adım adım yaklaştırıyor. Tokat tokat uyarıyor.

Zaten kulun Allah'a yaklaşması maddi mesafeler aşmakla değildir. Allah, hâşâ, maddeden değildir ve mekanla kayıtlı da değildir. Marifetine yeni pencereler açmakladır Ona yaklaşmak. Daha çok teveccüh etmekledir. Çiçek güneşe ancak böyle yaklaşır. Hak Subhanehu ve Teala dünyevi gözlerimize sığmaz. Fakat sonsuzun anlamı insanın uhrevi kalbine sığar. Çünkü kalb bir ayna gibidir. Bütünün bütün detaylarını kuşatamaz ama hakkında fikir sahibi olma yetisine sahiptir. Evet. Sezgi biraz buna da bakıyor. Yani kuşatılamayanın bilinmesi...

Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı: Allah'ın esması olarak okuduğumuz veya sıfatı, şe'ni olarak tarif ettiğimiz şeylerin de ancak şuzuzat sayesinde görülebilir olmasıdır. Allah, eğer seçim yapabilen bir iradeye sahip olmasaydı, Zat'ının esması, sıfatları ve şe'ni hakkında nasıl marifet sahibi olabilirdik? Öyle ya! Fiileri yaratmasında iradesiyle bir seçim yapmasından ve o seçimin niteliği hakkında bir tefekkürden biz marifet-i ilahîye sahibi oluyoruz. "Şu, şu, şu seçenekler de vardı ama hep bunu seçti. Demek ki Allah bunu seçen, böyle seçmek sıfatı olan, bunu seçmeyi seven bir Allah. Böyle bir Allah..." diyebiliyoruz. Yani: İradesinin varlığını bilmemiz fiilerinden şuunatına kadar uzanan bir okuma yapabilmemizi sağlıyor. Yaratışını 'zatındaki kemalden gelen bir kasıtla' süslenmiş kılıyor.

Şunu da söyleyip bitireyim arkadaşım: Bence biz Ramazan'da kainattan aldığımız bu sıradışılık dersine kendi irademizle de dahil oluyoruz. Tabir-i caizse kendi sıradanlığımızı oruçla bozuyoruz. Bu iradeli bozuşla, her zaman öyle olmak zorunda olmadığımızı görüp alışkanlıkların köleliğinden kurtulduğumuz gibi, determinist âlem algısından da sıyrılıyoruz. Ve bu iradeli sıradışılık deneyimi âlemdeki sıradışılıklara daha uyanık hale getiriyor bizi. Birşeyleri değiştirebileceğimizi hissettiriyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:

"Mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Abartı bulma sözlerimi. Buna dair her oruçlunun anlatacağı birşeyler vardır. Ramazan, pekçok insan için, bir/birçok kötü alışkanlığın terki zamanıdır. Değişim zamanıdır. Başkalaşım zamanıdır. Kendi adıma konuşayım: Namaza bir Ramazan ayında başladığımı söyleyebilirim. Ve yine, yaşadığım her Ramazanın, duyarlılığıma birşeyler kattığını ilave edebilirim. Nihayetinde söylemek istediğim şu ki: İnsanî yanımızın hayvanî yanımıza galip gelişi, bir açıdan da, o hayvanî alışkanlıkları iradeli yoksunluklarla terbiye etmekte yatıyor. Seçilmiş sıradışılıklar hem âleme hem bize zenginlikler katıyor. Ve belki bu yüzden, beşerin binlerce yıllık ömründe yaşadığı en sıradışı şeyler, peygamberlerin zamanında yaşanıyor.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Kürt siyasetindeki kırılma: Irkçı/seküler Türklerden, dindar Türklere/Kürtlere doğru kayan öfke

Kavmim ve Türkiye'ye katacakları adına büyük umutlarım vardı. Gerçi hâlâ var. Fakat üzerine, kısa bir süreliğine, 'kavmiyetçilik' sisi indi. Eğer inmeseydi, Türkiye'yi değiştirmek ve geleceğe taşımak isteyen Türk kardeşleriyle elele vererek büyük şeyler başarabileceklerini umuyordum. Yine de başarabilirler. Yanlışın ömrü kısadır. Yanlış, kainatın hilkatinde câri olan kanunlara ve fıtrata uygun gitmediğinden, önce önünü hilkat, fıtrat ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'bir fıtrat-ı zişuur' olan vicdan keser. Bunun da önünü keseceğini umuyorum.

Türkiye'nin Kürtlere ve onların sorularına/taleplerine ihtiyacı var. "Mümin müminin aynasıdır..." buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu aynalık müminler mabeyninde olduğu gibi kavimler mabeyninde de neden olmasın? Türkler 'milliyetçilik/kavmiyetçilik' çamuruna düşmekle kendilerine ve bu topraklara ettikleri kötülükleri neden Kürt kardeşlerinin merhametli ihtarlarıyla gideremesinler? Neden o aynada kendilerini seyredip; "Bunlar bizim kardeşlerimiz. Eğer kurduğumuz düzende onlara kimliklerini yaşama hürriyeti vermiyorsak, biz de bir yanlış var demektir. Düzelmeliyiz!" demesinler? Nitekim 'barış süreci' bundan ötede neydi ki? Türklerin Kürt, Kürtlerin Türk aynasında duruşlarını seyrederek ona bir çekidüzen verme girişimleri...

Fakat imtihan sadece Türklerin üzerinde değil. Bu dünyada yaşayan her insan ve her kavim kendince bir imtihana tâbi oluyor. Birisinin düştüğü tuzağa ötekinin düşmemesi diye bir garanti de yok, korunmuşluk da. "Ama önce o başlattı!" tarzı çocuksu şikayetlerin ise kavganın zararını gideren hiçbir tesellisi yok. Kavga yıkacağını yine yıkıyor. "Ama önce o başlattı!" demekle senin yaptığın sadece "Beraber yıktık ortalığı!" ifadesini farklı şekilde söylemek oluyor. Bu nedenle 'tepkisel milliyetçilik' denen şeyin meşruiyetini savunanların çocuktan farkı yok gözümde. Nihayetinde sen de bir haksızlık yapıyorsun. Önce o başlatmış olsa da iki fil boğuştuğunda çimler aynı derecede eziliyor. Milliyetçiliğin şe'ni olan 'boğuşmak' baki kalıyor. Milliyetçi olmadan millet, kavmiyetçi olmadan kavim olabilmenin çaresi yok mu? İslam bizi neye çağırıyordu, unuttuk mu? Din olarak İslam'dan, duruş olarak 'ümmet'ten razı gelmeyenden Allah neden razı gelsin?

Böylesine dünya münakaşası ahireti ve Allah'ı ötelediğimizin de bir delili. Milliyetçilik istediği giysiyi giysin, istediği kavmin ismine/cismine bürünsün, dibine kadar seküler bir uğraştır. Milliyetçilik hastalığına müptela olanlar, istedikleri kadar aksini söylesinler, zamanla dünyevileşirler. Namaz kılmazlar, oruç tutmazlar anlamında söylemiyorum; ama 'ahireti daha az hesaba kattıkları' noktasında kesin bir kanaatim var.

Bu saikle süren siyasi tartışmalara ve geceden gündüze gündemimizi işgal eden meselelere bakın. Sonra dönüp onlara bakışımıza bakın. Ahiret neresinde? Allah neresinde? Bu yönüyle kanaatim şu ki: Sekülerleşmenin ilk alameti Allah'ı inkar falan değildir. Hatta ibadetleri yapmayış, terkediş falan bile değildir. Sekülerleşmenin ilk alameti 'Ahiret ve Allah yokmuş gibi' dünyaya bakmaktır. Sorulduğunda söylememek değil, sorulmadığında hatırlamamaktır. Sürekli dünyayı konuşmak, ama dünyayı hodbince, sadece onunla açıklayarak konuşmak; dışında 'gayba iman etmiş' bir arayışa/umuşa sahip olmamaktır.

Dindar Kürtlerin veya Türklerin büyük bir kısmı bunun farkında olmasa da, milliyetçilik kanımıza karıştıkça ahiret hayatımızdan uzaklaşıyor. Allah'ı ve esmasını daha az hesaba katıyor; onun rahmetini, hikmetini, adaletini daha az görür oluyoruz. Çünkü ahiret bir panzehir gibi bizdeki seküler damarlara neşter çalıyor. Ahireti ve Allah'ı hesaba katarak dünyaya bakan bir insan için milliyetçilik nasıl bir anlam sahibi olabilir? Herşeyi Allah'ın yarattığını ve ölenlerin 'annenin çocuğundan, babanın evladından kaçacağı bir günde' tekrar dirileceğini bilmek; orada buradaki her fiilin hangi kavimden olduğunuza bakılmaksızın değerlendirileceğinden haberdar olmak; bazı şeyleri bu dünyada daha farklı yapmaya mecbur olmak demektir.

"Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur."

Öteki tarafla açıklamaya başladığın anda olayların rengi değişir. Kürt gözüne o kadar da Kürt, Türk gözüne o kadar da Türk görünmemeye başlar. Nihayetinde ahiret günü bütün bunların hiçbir anlamı kalmayacaktır. Kur'an ve sünnet size bunu söylemektedir. Onlara kulağınızı kapamadan nasıl bu kadar seküler ve milliyetçi olabilirsiniz?

Şimdi Demirtaş'lı HDP, Türklerin yaşayıp zehrini tattığı/yandığı şeylerin tamamını Kürtlere de yaşatıyor. Dikkatinizi çekti mi bilmem, Kürt siyasetinde büyük bir kırılma yaşanıyor şu an. Kürtler, hatta en milliyetçileri bile, dindar Türklere karşı diğer Türklere karşı kullandıkları dili kullanmazlardı. İslam'ın hatırlattığı bir 'kardeşlik' dindar insanların suretlerinde ve izlerinde daha çok göründüğü için, onlara karşı kullandıkları dilde daha ölçülü/dikkatli olurlardı. Aynısı Türkler için de geçerli.

En kavmiyetçi Türk bile dindar bir Kürde karşı hürmette kusur etmemeye çalışırdı. Yine bunun yüzden ve gözden okunan bir kardeşlik ihtarıyla ilgisi vardı. Fakat bugün Demirtaş'lı HDP 'dindar Türk düşmanlığı' ekiyor. Ve yine tersi bir şekilde seküler Türklerle bir kardeşlik arayışı içinde. Husumet noktasını milliyetçilikten dindarlığa kaydırıyor sinsice. Ne Erdoğan'a ne AK Parti'ye göstermediği anlayışı MHP'ye ve CHP'ye gösteriyor. Ülkücülere ve ulusalcılara dair beslediği umudu İslamcı veya ittihad-ı İslam taraftarı müslümanlardan esirgiyor. Bu, Kürt siyaseti açısından çok farklı bir konum tanımlaması. Şeyh Said'in (k.s.) durduğu yerin neredeyse tam tersi bir nokta. Ve bu dilin Kürtler içinde alıcısı da var maalesef. Ümmet dediğiniz anda küfür duymuş gibi ağzından kem sözler dökülen, İslam kardeşliğini hatırlattığınız anda "Kur'an bizi esir almaya mı inmiş?" diye size atar yapan bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz twitter'da, facebook'ta.

Farkettiğim şu: Müfid Yüksel Hoca endişelerinde tastamam haklı. İslam, Kürdistan'ı kaybediyor. Bu süreç nasıl başladı, neden beslendi ve nasıl giderilir? Bunlar ayrıca tartışılmalı. Fakat ben gözümünde önünde gerçekleşen dönüşümü görüyorum. Özellikle Kürt gençlerinin kalbini işgal eden, "Bizi din geri bıraktı. Yoksa şimdiye kadar çoktan devletimiz olmuştu!" cümlesini duyar gibi oluyorum. Belki bunu açıktan söylemiyor. Ama dinî hangi argüman hatırlatılsa, birikmiş bir kini boşaltır gibi cevap verişlerinden ve İslam'la ilişkili ifadelerde sahip oldukları alaycılıktan sezinleyebiliyorsunuz. Bu öfkenin, en azından bir kısmında, doğrudan dine yönelmesi yakındır. Her milliyetçilik/kavmiyetçilik bizi giderek sekülerleştiriyor çünkü. Daha çok dünya konuşuyoruz. Daha çok dünyayla meşgul oluyoruz. O da bizi, gayrimeşru sevgimizden dolayı mahvediyor.

Kürtlerden umutluyum. Allah'ın İslam'la böylesine mezcettiği bir kavmi sosyalist ve seküler ellerde heba etmeyeceğini umut ediyorum. Türkiye'ye kattıkları ve katabilecekleri çok şey var. Türkleri ve Türkiye'yi milliyetçilik hastalığından kurtarmak onların elinde. Duruşlarıyla ve sorgulamalarıyla bu ülkeyi kemalizmin kalan tortularından kurtarabilir, iyileştirebilirler. Ve yine Türkiye'yi ve bir kısım Türkleri, kemalizmin endoktirinasyonu yüzünden unuttukları ümmet çizgisine çağırabilirler.

Fakat heyhat! Kürt siyaseti şimdi bir bataklığa saplandı. Mesele dindar Türkler olunca sıkılı yumruklarla dolaşmayı, kavga etmeyi, uzlaşmamayı; el uzatmaktan/sıkmaktan daha keyifli buluyor. Sekülerlerle Türkçe günaydınlaşmayı, dindarlarla Arapça selamlaşmaya tercih ediyor. (Sandıktan çıkan sonuçlar da bir nebze bu kaymanın delili.) Diline baksanız hümanist bir insan sevgisi, halkların kardeşliği; fakat ettiğine baksanız Türklerde dindarlığı/kardeşliği çağrıştıran herşeye bir öfke, kemalistler gibi bir hınç. Allah sonumuzu hayretsin. Allah, İslam'ın bu bahadır/necip oğlunu yine İslam'a bağışlasın. İttihad-ı İslam başlayacaksa, yine bu topraklardan başlayacak. Eğer biz Türkler ve Kürtler olarak Anadolu'da başarabilirsek bunu, İslam coğrafyası da başarır. Biz başaramazsak, kimi inandırabiliriz ki kardeşliğe?

30 Haziran 2015 Salı

Hayatı 'siyasetten' okumak

Son dönemlerde kavmimin politize olma düzeyi, Türkleri epey aştı. Gidin Diyarbakır'a, Hakkari'ye, Şırnak'a; Kürtler artık Türklerden daha yoğun bir şekilde siyaset konuşuyor. Üstelik bu siyasi bilinç öyle kahve köşesi sohbeti gibi de değil. Sosyalist, kapitalist, liberal birçok okuma yapmış insanların (kendileri okumamışsa bile okuma yapanlara uzun süre kulak verdiği belirgin) 'bilen analizleri' bunlar. Doğru/yanlış kendilerince bir fikriyat inşasında bulunmuşlar ve arkaplanını destekleyecek bir sürü argüman biriktirmişler. Nurculuk hassasiyetiyle, yanında siyaset konuştuğumuzda yüzünü eşkiten bir arkadaşım uzun yıllar sonra memleketine gittiğinde karşılaştığı tabloyu bana şöyle anlatmıştı: "Ya herkes siyaset konuşuyor. İstanbul'dan bin beter." Bunu daha sonra bölgede barış süreci temalı röportajlar yapan bir gazeteci arkadaştan da duymuştum. O da, bölgeye giderken bu düzeyde politize olmuş insanlarla karşılaşmayı beklemediğini söylemişti.

Bu iyi mi, kötü mü? Bir açıdan iyi, bir açıdan kötü. İyi olan yanı, insanların yaşadıkları dünya hakkında daha çok fikir ve malumat sahibi olmaları. (Bunu iyi birşey olarak görüyorsanız.) Kötü yanı, bu bilginin alabildiğine seküler ve siyasi olması. Daha evvel de yazdım bu konu hakkında: Hayatı siyaset üzerinden okumak insanı agresifleştirir. Çünkü siyaset karanlık bir dünyaya bakar. Güç savaşlarının olduğu, acıların insanın vicdanını iğdiş ettiği ve nefretini körüklediği bir alandır siyaset. Siyaset penceresinden bakınca esmaü'l-hüsna'yı, hadi esma'yı da geçtim hüsna'yı/güzel olanı göremezsiniz. Siyasetten uzun süre dünya tefekkürü yapan bir adamın iki seçeneği olduğuna inanıyorum: Ya vicdanını söküp atacak ve olaylara (menfaati eksenli) bir seyirci nazarıyla bakacak. Yahut da o okumanın verdiği yeis ve öfkeyle ifratkâr bir yola sapacak. Aslında Türkiye'de İslamcılığın, milliyetçiliğin, solculuğun yollarının bu denli öfkeyle ve kavgayla kesişmesi biraz da hayatı siyaset üzerinden okumayı tercih etmelerindendir. Nitekim Bediüzzaman da siyasi meseleler hakkında yazdığı Yeni Said dönemi metinlerinde şu cümleyi sıklıkla kullanır: "Dünyaya bakmak beni incitiyor."

Siyasetten dünyaya bakarsanız Allah'ı, rahmetini, hikmetini görmek zordur. Beşerin bulaşık elinin çok karıştığı bir sarhoşluk alanıdır siyaset. Elmayı ağaçtan bilen adamın siyasetten Allah'ı bulması ve Onunla teselli olması mümkün değildir. Yine Bediüzzaman'ın tabiriyle 'eşyanın hakikatinin esma-i ilahiye' olduğu bir dünyada, esma ile problemli bir ilişki, aynı zamanda eşyanın hakikatiyle de problemli bir ilişkidir. Böylesi bir tefekkürle hakikate ulaşmak zorlaşır. Muvazeneler bozulur. Dünyaya siyaset penceresinden bakan ulema-i İslam'ın ifrat/tefrit yorumlarla şeriatın muvazenesine zarar verdiği de hepinizin malumudur. Kimisi masum ölümlerine de neden olabilecek intihar saldırılarına 'caizdir' fetvası verir. Kimisi de yabancı memleketlerde yaşayan müslümanları (hatta Gülen gibileri daru'l-İslam'da yaşanları bile) tesettürden âzâd eder. Birisi gayret-i diniye ile yapar, diğeri gayret-i dünyeviye ile. Bu noktada hem selefi, hem modernist İslam okumalarının dünyaya siyaset penceresinden bakan müslümanların kapıldıkları okumalar olduğunu söyleyebiliriz.

Bunları hatırlayınca, hem Kur'an ve sünnetteki, hem de onlardan ders almış Risale-i Nur müellifinin metinlerindeki esma tedrisi daha bir başka görünüyor gözüme. Hayat siyasetten ve siyasette yaşanan acılardan, savaşlardan, kavgalardan ibaret değil. Fakat siyaset, hayata 'güzel görme' ve dolayısıyla 'güzel düşünme' yeteneklerimizi körelterek bakmamıza sebep oluyor. Bugün Filistin'deki, Suriye'deki, Doğu Türkistan'daki, Mısır'daki olaylara bakıp, değil kalbindeki imanın selametine, aklına mukayyet olması zor bir müslümanın. Müslüman adlarının sıkça terörle birlikte anılmasında veya müslüman hamiyetinin şiddete (çeşitli örgütler eliyle) saptırılmasında bu okumanın payı yok mudur? Bugün Kürtler ve Türkler arasındaki gerginliğin bile gözlerin sürekli siyaset üzerinde olmasıyla bir ilgisi var. Çünkü hem Kürt, hem Türk tarafı analizini yaparken anahaber bültenlerine ve verilerine bakıyor. Komşusu, akrabası, iş arkadaşı olan Kürdün/Türkün kendisiyle yaşadığı ilişkiye bakmıyor. Tıpkı kırtasiyede çalıştığım günlerde yanımda Kürtler hakkında kem kelamlar eden ülkücü bir arkadaşa: "Ben de Kürdüm!" dediğimde verdiği cevapta olduğu gibi:

"Ya sen onlar gibi Kürt müsün?"
"Onlar nasıl Kürt?"
"Haberlerdeki gibi işte..."

Bugün bu soruyu yalnızca Türklerin değil Kürtlerin de yanıtlaması gerekiyor. Siyaset üzerinden veya Suriye'de kurulacak bir Kürt devletine Türkiye'nin müsaade edip etmemesi üzerinden bir kardeşlik analizi, Kur'an'ın istediği kardeşlik analizi mi? Kardeşlik sadece bir devlet meselesi mi? Yok mu içimizde İmam Ali (r.a.) gibi civanmert ki; savaşta karşı tarafta kalan müslüman için bile 'Onların şehitleri de cennetlik...' diyebilsin. Sözün özü: Ne Türkler ne de Kürtler haberlerdeki gibi değil. Oradan okursanız göremezsiniz. Onları birebir insan ilişkilerinde okumayı tercih edin. Ve bununla amel edin. Siyaset üzerinden okumalar hepimizi kandırıyor. Bediüzzaman, İçtihad Risalesi'nde bu zamanın içtihadını tehlikeye sokan öğelerden birisinin 'nazarların siyasette ve dolayısıyla arzî olması' olduğunu belirtiyor. Peki, bizler, nazarları sürekli siyasette olanların yorumlarına neden bu kadar güveniyoruz?

29 Haziran 2015 Pazartesi

Ne olacak bu HDP'ye oy vermemiş Kürtlerin hali?

Seçim sonuçları bazılarımızı sarstı. Bazılarımızı daha iyi sarstı. 'İyi sarstı!' denilebilecek gruptayım sanırım. 12 yılın yorgunluğuyla bir oy kaybı bekliyordum. Ama bu oranda bir kayıp, hele hele Türkiye'nin koalisyona muhtaç olacağı bir kayıp, beklemiyordum. Bir de öyle bir kem tablo var ki karşımızda, bir 'tekrar seçim' olmadan düğümün çözülmesi mümkün görünmüyor. Fakat bundan da ötede, beni asıl üzen/yeise düşüren, Kürt seçmenin AK Parti'den vazgeçiyor oluşuydu. İşaretlerini görüyordum. "Sandığa gidince iş böyle olmaz!" diyordum. Ferasetin galip geleceğini umuyordum. Ama olmadı. Olmuşla ölmüşe çare yok. Şimdi, önümüzdeki tabloyu konuşmak gerek.

Bu tablonun en ağır darbesini milliyetçilik bağlamında tüm Türkiye'ye vurduğu kanaatindeyim. Seçimden evvel de twitter'da ve facebook'ta beni takip edenlere anlatmaya çalıştım: Bu ülkede barışın teminatı HDP, MHP ve CHP çizgisi değildir. Bu ülkede barışın teminatı DP'den AK Parti'ye uzanan çizgide Kürtlerin ve Türklerin birleşmiş, beraber yaşamaya niyet etmiş iradeleridir. Şimdiye kadar böyleydi, bundan sonra da böyle olacak inşaallah. Fakat şu son seçim DP'den AK Parti'ye kadar uzanan bu 'buluşturucu' çizginin büyüsünü büyük oranda bozdu. Yüzler asıldı. Telafisi mümkün mü? Elbette. Önümüzdeki seçimde Kürt seçmenin oyu tekrar AK Parti'ye dönerse mümkün. Fakat ya dönmezse?

Dönmezse, kimse kusuruma bakmasın ama, ben karamsarım. Ülkenin gerilimli ortamında, bu kadar ağır bir milliyetçi dile sahip siyasetinde, eğer bu dil ve gerilim bir nebze yumuşuyorsa bunun sebebi hem Kürt hem de Türk oylarını alan partiler sayesindedir. Ve bu oyların en yüksek oranda buluştuğu parti ise AK Parti'dir. Hadi, parti ismi konuşmayalım, bu çizgidir. Eğer bu çizgide buluşan Kürt ve Türk oyları bir daha biraraya gelmezse; sadece Türklerin veya sadece Kürtlerin oylarını almış partilerin birbirilerine karşı daha saldırgan, daha agresif bir dil kullanmalarını ne engelleyebilir? Hatta bu dilin daha sık bir şekilde etnisiteye vurgu yapması kaçınılmaz olur. Siyasiler kendilerini tutmaya çalışsalar da, bu partilerin seçmenlerinin birbirlerine karşı ırkçılık yapmalarını ne durdurabilir?

Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında yaptığı çok güzel bir analiz var. AK Parti'nin Kürt haklarına karşı duyarlılığını ve barış sürecinin Milli Görüş çizgisinin Kürt vatandaşlardan aldığı destekle ilgisini analiz ediyor orada. Diyor ki mesela: Bu çizgiden gelen partiler Batı ve Orta Anadolu'da kalesi olduğu düşünülen yerlerde bile düşük oy aldıklarında Doğu'da yüksek oy aldılar. Bu da ister istemez onları Kürtlerin sorunlarına daha duyarlı yaptı. Nitekim merhum Erbakan'ın Kürtlerin varlığı ve haklarıyla ilgili ilk açıkça kelam eden siyasilerden olduğu malumdur. Elbette bu çizgiden yetişen isimlerin ağırlıkla yeraldığı AK Parti'de de Kürt haklarına karşı bir duyarlılık miras kalmıştır.

Fakat bugün, bu seçim sonuçlarıyla bu duyarlılığın altına bir dinamit koymuş olduk. Tabii ki, AK Parti içindeki ehl-i basiret, ehl-i kemal insanlar bu duyarlılığın bir seçim sonucuyla sarsılmaması ve korunması gerektiğini söylüyorlar. Ancak Türkiye gibi Türk milliyetçiliğinin yerleştiği bir ülkede, Kürt oyları onlardan uzaklaşıyor olduğu halde, daha ne kadar dayanabilirler? Çatlak sesleri ne kadar bastırabilirler? Daha da acısı, eğer iki halkın oylarının buluştuğu parti büyüsü bozulursa, AK Parti içindeki Türk seçmenin Kürtlere karşı hissettiği duyarlılık (ki her şekilde CHP ve MHP seçmenine fark atar bu konuda) ne zamana kadar korunabilir? Bence bu noktada Kürtler olarak takkemizi önümüze koyup tekrar düşünmeliyiz. Milliyetçiliğe prim vererek neyi bombalıyoruz, gerçekten farkında mıyız?

Tabii genç Kürtler yahut tuzukuru Kürtler bu sözlerimle alay ederler. Belki beni ezik de bulurlar. Fakat bugün en fazla Kürdün yaşadığı İstanbul gibi bir şehirde ayakta durmaya, hayatta kalmaya çalışan bir Kürdün, Türklerle yaşayacağı gerilim kaçının umurundadır? (Kaçı bu gerilimin farkındadır?) Benim umurumda. Böyle birçok arkadaşımdan üzüntü dolu, keder dolu mesajlar alıyorum. Bulundukları her ortamda Kürtler hakkında kem sözler işittiklerini ve çok üzüldüklerini/yıprandıklarını anlatıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, oylarını HDP'ye vermiş de değiller. Fakat bu eleştiriler HDP'li/HDP'siz ayırmıyor ki. Kürtler diye başlıyor, Kürtler diye gidiyor maalesef.

Kandil'de yaşayanın bunu anlaması mümkün değil. Yaptığı açıklamalar anlamadığını ve hatta umursamadığını da gösteriyor zaten. Ama Selahaddin Demirtaş'ın veya HDP'lilerin biraz daha duyarlı olması lazımdı. Ne yazık ki, Demirtaş'ın bizi getirip sapladığı nokta da CHP veya MHP'den çok farklı olmadı. Erdoğan düşmanlığı en çok tutan argümanı. AK Parti neredeyse, onlar karşısında. Bu demektir ki; Selahaddin Demirtaş da metropollerde Türklerle birlikte hayatta kalmaya çalışan Kürdü umursamıyor. MHP'yle bile sıcak baktığı koalisyona (ki alabildiği tek şey hakarettir) AK Parti'yle sıcak bakmaması bunun bir delili. Peki, ben soruyorum şimdi: Ne olacak HDP'ye oy vermeyen Kürtlerin hali? Hadi vermiş olsun, ne olacak bu insanların siyasetten çözüm beklentisi? Ortalığı gerdikçe germek, Erdoğan'a/AK Parti'ye veya Türkiye'ye eline geçen her fırsatta atar yapmak, Türkiye'de yaşamaya azmetmiş Kürtlere "Ya benimsin ya toprağın!" demek mi? Kürt siyasetinin yarını düşündüğünü görebilecek miyiz?

Buradan AK Parti'li kardeşlerime de şöyle seslenmek istiyorum: İçinizdeki MHP'linin uyanmasına fırsat vermeyin. İnşaallah bu seçim sonuçları değişir. Hem değişmese bile yine de bu iradeden vazgeçmemiş benim gibi pekçok Kürt var. Onların hatırına içinizde asabiyet-i cahiliye uyandırmaya çalışanlara fırsat vermeyin. Uzun vadede elbette haklı olan kazanacak. Sizi MHP'ye giden oylardan ziyade HDP'ye giden Kürt oylarının üzdüğünü biliyorum. İnkisar-ı hayale uğradığınızı hissediyorum. Anlamlandıramadığınızı, hakları konusunda verdiğiniz desteğe rağmen neden HDP'yi seçtiklerini çözemediğinizi idrak ediyorum. Fakat kardeşliğin bir yanı sabırdır. Hangi aile vardır ki, kardeşler hiç anlaşmazlık yaşamamış olsunlar. Elbet bu kara bulutlar da dağılacak. İmanımız bize 'birbirimiz hakkında da' iyimser olmayı emrediyor.

Nonoşlar normalleşirken

Tarihi yalnızca siyaset üzerinden okumak hatalıdır. Eğer tarihi siyaset üzerinden okursanız, toprak kayıplarına itikadî kaymalardan daha fazla ehemmiyet verirsiniz. Ve Viyana kuşatmasının başarısızlığına, 'tekke ve zaviyelerin kapanması'ndan daha fazla ağlarsınız. Galibiyet Allah'ın elindedir; bir gün size verir, bir gün de sizi sınamak için kafirlere. İtikadî anlamda imtihan ve galibiyet, kafirin dünyevî başarısından bağımsız olarak şu sorunun cevabına bakar:

"Kaybettiğin gün de, Allah'a, galip getirdiği gün olduğu kadar inanıyor musun?" Onun emirlerine/nehiylerine, Allah Resulünün sünnet-i seniyyesine, selef-i salihinin uygulamalarına, mezhep imamlarına ve ictihadlarına... Bunlara hâlâ Mekke'yi fethettiğin günün sıcaklığında ve selabetinde inanıyor musun? Katıksız ve körkütük doğru olduklarını düşünüyor musun? Hakikatin yine senin elinde ve kalbinde kalan olduğuna emin misin? Eğer emin değilsen, işte o zaman mağlubiyetin hakikattir. Ve gerilemen kaçınılmaz. Nitekim karasal gerilemelerin sürekliliği, aslında itikadî gerilemenin kalplerde yaşanmasının bir sonucudur.

Bugün de aynı sorularla karşı karşıyayız. Modernizm, maddî galibiyetten gelen havasıyla aramızda dolaşırken; aç kalmaktan, ölümden çok İslam'ın "Doğru budur!" dediklerini doğru bulmakta zorlanmaktayız. Çünkü bize göre itikadî anlamda doğru olanın dünyada da bir getirisi/başarısı olmalı. Allah bunu garanti etmediği ve 'günleri çevirdiği' hakikatini bize Kur'an'da hatırlattığı halde, bizim dinden beklentimiz; bizi de en az Avrupalılar kadar zevk u sefa içinde yaşatması. Yaşatamıyorsa, o dinde hatalar var veya şimdiye kadar yanlış anlaşıldı.

Bütün ehl-i bid'a fırkalarına bakın hepsinin sapkınlıklarının arkasında bu beklentinin yıkılmışlığı/hırsı var. Dünyayı istiyordu. Allah vermedi. O zaman bu Allah'ın şimdiye kadar emrettiklerine bir bakmak gerek. Belki de yanlış şeyler emrediyordu? Bunu tabii böyle açıkça söyleyemiyor. Dediği daha çok şu: "Belki de şimdiye kadar bize yanlış anlattılar?" Ve bu yolda Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bizzat sözleri ve uygulamaları bulunan hususlarda bile, (hatta nass-ı Kur'an'da bile) "O zamanlar öyleymiş!" deme cüretinde bulunabiliyor bu heva köleleri. Peki sahabiler, diğer âlimler, mezhepler? Mezhepler zaten ilk kafasına taş vurdukları Habil. İster selefî, ister modernist; hepsinin okun yaydan çıkması gibi öfkeyle ve rahatlıkla teşebbüs ettikleri şey, bugünün başarısızlığı üzerinden üretilmiş bir "Yanlış yapmış olmalıyız!" argümanına yaslanıyor.

LGBT'nin Onur Yürüşü adını verdiği, fakat kalbinde zerre miktar imanı olan herkesin açık yüreklilikle dile getireceği şekilde 'onursuzluğun dibi' olan eylemi twitter'da büyük tartışmalara neden olurken; dindar gençlerin dahi dilinde aynı tereddüdü görebiliyorsunuz. "Saygı duymak lazım!" diyorlar. Belki "Devir hoşgörü devri..." diyen de var. "Onları da Allah yaratmış!" kabilinden daha bir aj/cıtasyonlu savunmalar geliştirenlere de rastlanıyor. Fakat hepsinin özünde gördüğüm: Bu gençler artık şeriatın onlara durmaları gerektiğini söylediği yerden emin değiller. Bırakın hadis-i nebevide söylendiği gibi elle veya dille bir yanlışa müdahale etmeyi, kalplerindeki buğzu bile diri tutamıyorlar. "Saygı duyuyoruz!" söylemi içerisinde muhatap oldukları fiil meşrulaşıyor. Kalpteki imanın en son delili olan 'buğz' dahi yüreği terk ediyor. "Önemli olan insan olmak!" cümlesi, Asr-ı Saadet'te vahyin gördüğü hürmete bedel bir hürmet görerek dolaşıyor dillerinde.

Fakat Allah, 'önemli olan insan olmak' diye buyursaydı; neden ahlakımızın en derununa kadar tesir eden, hayatımızın her anına dahlolan bir şeriat emretsindi? Kur'an'da altıbin küsûr ayet indireceğine, "Adam olun!" cümlesini mübarek nebinin dilinden iletse yetmez miydi? Ne gereği vardı; komşu hakkına, ana-baba hukukuna, cinsel hayata, alışverişe, hatta sokakta nasıl davranmak gerektiğine kadar teferruatlı bir din göndersindi bize? Öyle ya, madem insan olmak yetiyordu, Ebu Talib iman etmese de olurdu, neden üzüldü Allah Resulü onun dilinden kelime-i tevhidi duymadığı için? Ve Hz. Lut aleyhisselam, sapkın kavmiyle neden mücadele etti onca yıl? Saygıyla yaşayıp gitselerdi ya beraber!

Bakınız, küçük gibi görünebilir, ama hiç küçük değil. Biz müslümanlar bu tereddütler içinde şunları ima ettiğimizin farkında değiliz: 1) Kur'an sadece o zamanki insanlara indi. 2) Allah Resulü sadece kendi dönemindeki insanlar için konuştu. 3) Allah, bütün zamanları kuşatacak bir şeriat gönderemezdi. 4) Bizden öncekiler bu dini bozdular. 5) Allah Resulü ve arkadaşları, bu dinin özünü anlayamayacak kadar zevakette ve ferasette bizden geridelerdi. 6) Allah (haşa), insanlara zalim davranıyor... Daha say say bitmez. Zaten bütün normalleştirmelerin özünde yatan şey şu: Dinin de seküler ilimler gibi zamanla gelişiyor olduğu düşüncesi. Halbuki din zaten zirvesine vurdu ve Hz. Resulullah döneminde rıza-i ilahîye uygun yaşamanın en üst seviyesine çıkıldı. Bundan sonra biz geriliyoruz. Yapabileceğimiz en iyi şey, onların bize bıraktığı mirasa elimizden geldiğince sahip çıkmak. Üstüne çıkmamız diye birşey sözkonusu değil.

"Recep'le Şaban'ın aşkına Ramazam engel olamaz!" sloganıyla pankart açıp dinimizi alaya almalarını bir kenara bırakıyorum; o sapkınların, o çirkin fiileri üzerinden bir müminden talep edecekleri hiçbir saygı olamaz. Mümin harama saygı duyan değil, karşı durandır. Şartlar el veriyorsa eliyle, şartlar el vermiyorsa diliyle durdurmaya çalışacak; şartlar daha da müsaadesizse en azından kalbiyle buğzedecek olandır. Suyuna gidecek veya hoşgörecek insan değildir. Bu noktada onu sınırlayacak olan da liberal ahlak ve hümanist düşünce değil; şeriatın sınırlarıdır. Yani haram işleyene uygulanacak yaptırımlar şeriat dairesinde nass-ı Kur'an, sünnet-i nebeviye, kıyas ve icma yoluyla zaten belirlenmiştir. Fıkıhta hepsi açıktır. Bir müslümana düşen, "Ya bu zamanda olmaz öyle şeyler..." demek değil, Allah Resulünden kendisine temiz eller üzerinden taşınmış bu mirastan razı olmaktır. Şeriatın çerçevesinde, ifrat ve tefrite düşmeden, hal çaresine bakmaktır.

Laik bir devlette yaşıyoruz. Bu belki işin ancak bir devlet otoritesince sağlanabilecek kısmına dahil olamayışımızı açıklayıcı bir hale getirebiliyor. Fakat haramı hoşgörecek, 'bu zamanın ilcaatı' nevinden kılıf bulacak da değiliz. Ona da buğzederiz. Gücümüz yetiyorsa dilimizle, gücümüz yetiyorsa elimizle; yine hukuk-u şeriat içinde kalarak tepkimizi gösteririz, göstermeliyiz. Her günahın normalleşmesi, onu hoşgörmekle başlıyor. Hoşgörmek meşrulaştırmanın ilk adımıdır. "Ya onlar da öyle yaratılmış" deyip, sanki hiçbirimiz günah işlemeye müsait yaratılmamışız gibi imtihanın amacını unutmak yanlış.

Zaten imtihan 'günah işlemeye müsait yaratılmışların buna karşı koyması' üzerine dönüyor. Sen hırsızlık yapabilirdin, yapmıyorsun; ben içki içebilirdim, içmiyorum. O da kendi içindeki çirkin temayülata 'dur' demek zorunda. Hepimiz birşeylere 'dur' diyoruz. İmtihan bu. Kardeşlerim, son cümlelerim: Allah'ın dininden razı olun. Allah'ın emir ve yasaklarından razı olsun. Çünkü Allah, ancak dininden razı olanlardan razı olur.

26 Haziran 2015 Cuma

İstiklal marşı sorgulanmaz mı?

"HDP'liler de aynını söylüyor..." diye hakikati terketmem. Bunu yazının hemen başında söylemek zorunda değilim. Hatta yazının hiçbir yerinde bunu söylemeye mecburiyetim yok. Fakat bazı kardeşlerim kendilerini hüsnüzanna değil, suizanna memur bildikleri için, o suizanların yolunu 'Safiye'nin yüzünü açmakla...' hemen kapamak dilerim. Efendim, Kürdüm, fakat HDP'li değilim. (Kürtler bunu söylemeye mecburlarmış gibi hissederler hep, nedense?) O mecraya hiç oy vermedim. Parti olarak savunmadım. Çizgileri de doğru bir çizgi olarak görmedim. Fakat zaman zaman kelamlarının içinde doğru şeyler gördüm, destekledim. Milliyetçiliğe ise, elimden geldiğince, her türüyle düşmanım. Milletimi yalnız İslamiyet biliyorum. Fakat Allah'ın yarattığı her farklılığa da şeriat dairesinde müsaadekârım. Onların da Allah'ın ayetleri olduğunu düşünüyorum. Nitekim Kur'an diyor: "Dillerinizin ve benizlerinizin farklı oluşu da yine onun ayetlerindendir."

Bediüzzaman'dan 'fena ve fani' adamların dillerinden bile 'güzel ve baki' bir söz sâdır olabileceğini ders aldığımdan, kişiden ziyade söze bakarım, baktım. 'Hiç kişiye bakmadım!' demiyorum. Çünkü ne söylendiği kadar, kimin söylediği ve kime söylediği de önemlidir, bilirim. (Onları da sözün değerine değer katan veya değer çalan şeyler olarak görürüm.) Bu minval üzere hak gördüğüm şeyi delillerimle yazmaya çalışırım. Fakat insaf bir noktada spesifik birşey olduğundan dolayı, elbette beni insafsız bulanlar da olacaktır. Nitekim; Kürtçüler tarafından 'Türkler arasında asimile olmakla' ve Türkçüler tarafından 'Kürtçülük yapmakla' yaftalandım. Böylesi gariplikler 'ne mutlu o gariplere' hakikatini bilene zor gelmemeli. Kalabalık ifratta veya tefritteyse, garip kalmak, kalabalığa uymaktan iyidir.

Meclisteki yemin töreninden beri süregiden İstiklal marşı tartışmalarında da, yine bu çizgi üzerine, şeriatın sınırlarında kalmaya dikkat göstererek sarf-ı kelam edeceğim. Üstadım gibi derim: "Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin." Ve yine onun gibi derim: "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." Bu nokta-i nazardan sapan bir cümlenin dilimden sâdır olmamasını Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin'den dilerim.

Öncelikle şunu sormak istiyorum: İstiklal marşı nedir? Yani mecliste 12 Mart 1921'de kabulünden, yazılış sürecinden, yazarının hayatından, yüzyıla yakındır onu söylememizden ötede İstiklal marşının mısraları yalnızca nedir? Yalnızca şiirdir. İstiklal marşı diye kutsallaştırdığımız şey, aslında bir şairin yazdığı şiirden ibarettir. Bu noktada mezkûr metnin, bir şiirin uğrayabileceği her türlü eleştiriye uğrayabilmesi gerekir. 13. Söz müellifinin "Şüphesiz bir sana şiir öğretmedik..." ayetinin tefsiri sadedinde söylediği herşey, İstiklal marşı için de geçerlidir:

"Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur'ân'ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır." Ve yine Mesnevî-i Nuriye'de der ki Bediüzzaman: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de, âyetler, sahibinin şuûnat ve ef'âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir." Ve yine yine başka eserlerinde de Bediüzzaman, 'Kur'an'ın kendisini şiir olmaktan tenzih etmesi' üzerinden şiirin özü üzerine analizler yapar. Bilenler bilir. Muhakemat isimli eserinde de buna dair eleştirileri bulunur.

Dikkatimizi çektiği şudur Bediüzzaman'ın: Beşer kelamının en sanatlılarından olan şiir dahi, Kur'an'la muvazene edilemez. Çünkü insan elinden çıkmış olmanın kusurlarını taşımaya müsaittir ve taşır da. Mübalağa eder, hakikatin muvazenesini bozar, hatta kafiye denk gelsin diye bazen hakikati dahi incitir. Şiir bunu yapar ve yapmaya yapısı yatkındır. Fakat vahiy böyle değildir. Bu yüzden şeriat şiir üzerinden değil, vahiy üzerinden savunulur. Şeriat şiir olarak değil, vahiy olarak inmiştir. Allah Resulü de bir şair olarak gelmemiştir. Şiir dinlemiş, hakikatli olan şiiri sevmiş, ama şiir yazmamıştır.

Bu noktadan hareketle, müellifi kim olursa olsun, şiir metninin hataya müsait bir metin olduğunu takdir edebiliriz. Her ne kadar HDP çizgisinin İstiklal marşına karşı duruşu böylesi nitelikli ve entelektüel bir analize dayanmıyorsa da, bu noktada dayandıkları bir hakikat vardır ve bu hakikat, birazcık özüne indiğinizde, aslında şeriatın da bir hassasiyetine ilişkindir.

Bundan yıllar önce katıldığım bir umumî derste, dersi yapan profesör tam da Mesnevî-i Nuriye'den alıntıladığım ilgili kısmı okurken katılımcılardan birisi şu soruyu sormuştu: "Mehmet Akif'in şiirleri de mi bu gruba dahil?" Belki bu yazıda anılmasından hoşnut olmayacağı için ismini yâd etmediğim o profesör şöyle demişti: "Evet, elbette, Mehmet Akif'in şiirleri de bu hataya müsaittir. Mesela şöyle bir şiiri var: 'Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? /Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!' Buradaki 'Yok musun ey adl-i İlâhî!' ifadesi Allah'a karşı edebe uygun düşmez. O yüzden şiire karşı tereddüdümüzü korumamız lazım."

Böyle bir metin analizini Bediüzzaman'ın da Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'ine yönelik yaptığını görürüz. Elimden gelse, tüm metin eleştirmenlerine 'denge' bulmaları için okutmak istediğim bu metinde şöyle der Bediüzzaman: 
"Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki, 'Habîbullah' lâkabı ona verilmiş. İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi, 'Ben sana âşık olmuşum' tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine 'Ben senden razı olmuşum' denilmeli."

Görüldüğü gibi burada şeriatın dengesi hatırına Mevlid-i Şerif metni gibi kutsallıkta herhalde İstiklal marşına bir hayli fark atacak ve ümmetin rağbetini görmede yine İstiklal marşından üstün bir metne Bediüzzaman'ın bir 'düzeltme' yapabildiğini görüyoruz. Bu bize şunu söylüyor: Hakkın hatırı şiirin hatırından da âlidir. Hatırasının sahip olduğu hatırdan da âlidir. Şairinin yanımızda sahip olduğu hatırdan da âlidir. Ne hatırasını, ne şairi incitmeden; ölçüyle 'tehlikeler' giderilmelidir.

İstiklal marşına dönüp yüzümüzü çevirdiğimizde de bence sorun bundan daha ötede değil. Kendim, şahsım adına, merhum Mehmet Akif 'i katiyyen ırkçı bulmuyorum. Kendisi ittihad-ı İslam ve ümmetin çileleri adına kalbi çatlayan bir insandır. Mazisi, mısraları ve hatıraları bunun örnekleriyle doludur. Fakat bir insanın hayatının böyle olması, metinlerinde kusur bulunmayacağını göstermez. Nitekim; daha 'ırk' meselesine gelmeden, "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım..." ifadesinde söyleyen için itikadî bir tehlike yok mudur? Metin içinde geçen 'ebedî'likler saadet-i ebediye ile açıklanabilirken (insan sonradan varolmuş bir varlık olduğu için) Cenab-ı Hakka mahsus olan 'ezel'in insana atfı bir sorun değil midir?

Metin içindeki ırk ifadelerinin de, üzerinden bu denli yoğun bir Türk milliyetçiliği (ve buna mukabil yükselmiş bir Kürt versiyonu) geçmiş bir millette kem çağrışımlar yaptığını kim inkâr edebilir? Haydi, yalnız Selahaddin Demirtaş ve HDP'liler yanlış anlıyor olsun Kürt tarafında; Türk tarafında bu ırk kelimesini 'ümmet' olarak anlayanların sayısı kaçta kaçtır? Ve hakikatte bu kelime ümmet ifadesini ne kadar karşılar?

Merhumun bu kelimeleri ne için seçtiğini bilmiyorum. 'Safiye'yi kafiyeye feda etmek...' kabilinden ahenk için olabilir. Aklına böyle bir tehlike gelmemiş olabilir. Şiirin, zamanın ve hâdisatın heyecanından olabilir. Ümmet davası çizgisinde yaşanmış bir ömür elbette onu temize çıkarır. Fakat hakikat-i şeriatın önünde hangimiz bu kelimelerin hakikatin ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz? Bundan ötede; "HDP'lilerin niyeti şudur. İstiklal marşını tenzih edenlerin gerekçesi budur. Her doğru her yerde söylenmez..." Geçiniz efendim geçiniz, ben niyete bakmıyorum. Çünkü "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." HDP'liler de aynını söylüyor diye hakikati terketmem.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...