4 Aralık 2015 Cuma

Allah'a namaz kadar inanmak...

Kendiliğinde boğulurken âdem, Allah'a farkındalığı imdadına yetişir. Hudabin olanın neşesi, Hodbin olanın karamsarlığı bununla ilgilidir. Hodbin yalnızdır. Ne yaparsa yapsın yalnızdır. Çünkü kendi kendinedir. 'Hiç kimseyi sevmez ve hiç kimse de onu sevmez' manasında söylemiyorum. Fakat hayatının tüm detaylarını saracak bir dostluk kuramaz. Öyle bir 'dostlaştırma' yoktur çünkü dünyasında. Bir Allah tanımından yoksundur. 'Sen'ler arasında dolaşır, ama bu 'sen'lerden hiçbirisi Hudabin'inki gibi bir 'o' değildir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." Zaman olur, insan en yakın arkadaşlarının yanında bile kendisini yalnız hisseder. 'O' olmayınca 'sen'ler yetmez olur.

Yalnızlık özünde nedir? Bence Kayyum ismine duyulan açlıktır. Yaratılmışlığın yoksunluğudur. Doğuştan gelen eksikliğimizdir. Düşerken arandığımız tutacak yerdir. Arızilik sancısıdır. Ne çok rengi var yalnızlığın! Yalnızlık, bazen farkedilmemektir/önemsenmemektir. Bazen paylaşamamaktır en mutlu anlarını bile, hiçkimseyle. Bazen de 'bilinmeden kalmak'tır. Yani halinize kimsenin şahit olmamasıdır. Bencillik ilk bu bedeli ödetiyor. Dünyayı, kısavadeli menfaatlere/nefse göre şekillendirirken yüklendiğimiz demirden küfe bu: Bir daha 'bir başkası için' veya 'bir başkasına göre' hayatımızda olmayacak. Kendimizi aşkın şeyler yapamayacağız. Hedeflerimizin boyu kısaldı. Ben'in keyfini tek mikyas yaparak pekçok kıyas imkanını yitirdik.

Artık siz biliniz, kendinizi ne kadar bilebilirseniz. Kimsenin farketmediği nakışlarınız var. Fener tutulmamış dehlizleriniz mevcut. Bin kapılı saraysınız, ama bir kapınız ya açıldı ya açılmadı. Yapabileceklerinizin yüzde birini bile yapmaya yetmiyor ömür ve geçmiyor fırsatları ele. Siz bir tek size kalırsanız, yazık olmaz mı size? İnsan-insana çözülmez bu düğüm. İnsan, insana yetmiyor. İnsan, insanın yalnızlığını yoketmiyor. Bir de bakıyorsunuz; en yakınlarınız içinde, nazlı dilinizde bir sitem: "Kimse beni anlamıyor." Yalnız ergenlikte mi bu tafra? Hayır, hangi yaşta olsanız, öyle. Demek; insan, insanın yalnızlığını almaya yetmez.

"Namaz müminin miracıdır." Mirac, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Taif sonrası yalnızlığını almıştır. Hüzün yılının gamını silmiştir. Demek ki bir mirac hepimizin ihtiyacı. Yalnız olmadığımızı daha şiddetli bir şekilde hissetmeye hepimizin ihtiyacı var bazı zamanlar. Namaz da, işte, bir çeşit mirac yaşatır bizlere. Allah'ın varlığını namaz derecesinde kabul eden ve gönlündeki Allah tasavvurunu ondaki hareket ve anışlarla diri tutan (Huda'ya 'bin' olan) insanın elbette kainata bakışı da farklı olur. Bir 'o' bağlantısı takılır gafil olmadığı her anına. "İman bir intisabdır..." der Bediüzzaman. O intisabla insan, mahlukatla yaşadığı ben-sen yalnızlığından kurtulur. Onun varlığı her yalnızlığı giderir.

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. (...) Vicdanı azap içinde kalır. Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. (...) Allah'a şükreder."

Mürşidimin 'ibadet ediş' ve 'mahlukatın ibadetini farkediş' arasında kurduğu ilgi, namazda daha zahir bir şekilde gözümüze çarpıyor. Ne de olsa, insan, dünyasında olan şeyi görür dünyada. Sende karşılığı olan şeydir dışarıdan payın. Körün görmekten, sağırın sesten, delinin akıldan alacağı yoktur. Dışımız içimizden geçerken üzerine bulaşan bir boyadır anlam. Şekerin tadını kendisinden sanırsan yanılırsın. Babası yeni ölmüş bir çocuk için elma şekeri bile acıdır. Dünyanda, kendisine beş vakit namaz kılınacak gibi bir Rahman hiç varolmamışsa, dışarıya baktığında onun rahmet izlerini nasıl göreceksin?

Allah'a, müslümana yakışır bir şekilde iman ettin mi? O zaman secde et de görelim. Teorini, pratikle sına. Çünkü Allah, hakikaten secde edilecek bir Allah'tır. Hem tesbih de etmelisin. Hem yalnız ona hamdetmelisin. Hem tarif edilmez büyüklüğünü dile getirmelisin. Yapmalısın ki, görelim, imanında samimi misin? Allah'ı önünde eğilmeye, hatta günde beş vakit eğilmeye değer buluyor musun?

Hayata, evvelemirde dört şekilde karışıyor imanın: Tehlil, tesbih, tahmid ve tekbir... Namaz, bu açıdan, müminin imanında samimi olup olmadığının sınanmasıdır. Nöbet yerindeki butona, belirli aralıklarla "Ben hâlâ buradayım!" sinyali için basmandır. Namazın içeriği, Allah tasavvurumuzu sağlıklı ve diri tutar. Hadis-i şeriflerde namazsızlık ve küfür arasında dikkat çekilen yakınlık, namaz kılmayan insanın Allah tasavvurunu içselleştirmede yaşayacağı sıkıntıya işarettir.

Her namaz kılan böyle midir? Elbette, Kur'an'ın da buyurduğu gibi, kıldığı namazdan gafil olanlar var. Fakat, içeriğine yeterince vakıf olalım veya olmayalım, halis bir niyetle kılınan namaz dünyaya bakışınızı değiştirir. Burnundan kıl aldırmayan mütekebbir bile, günde beş vakit, her vakitte kaç rekat, her rekatta iki kere alnını yere koyunca; o akıl başa haşyeti miktarınca ister istemez gelir. El yumruğunu yemeyenin kendi yumruğunu balyoz sanması gibi, namaz kılmayanın alnı da kendisini eğilmez sanır. 'Huda' diye birşeye iman etmiş ve onun önünde eğilmeyi hayatının değişmezi kılmış bir insanın elbette hayata bakışı farklı olur. Hatta kainatı ve kelam-ı ilahiyi yorumlayışı da. Namaz kılan, kılmayandan kesinlikle farklıdır. Dünyasında 'secde edilecek bir Allah'ın varlığını' her gün beslediği için farklıdır.

Namazda problemi olanın ilmi/kuvveti/makamı başına bela olur kanaatine sahibim. Bediüzzaman da dört hatve diye tarif ettiği yolunda aczi, fakrı ve şefkati, tefekkürden öncelemiyor mu? O halde namazsızın yaptığı tefekküre ne kadar güvenebiliriz? (Modern bilim/felsefe neden bize güvenilmez geliyor?) O, itirafından beş vakit kaçmaktadır. Elbette bu kaçıştan fakrı ve şefkati de yara almaktadır. İblisin, bir kere secdeden kaçmakla başına neler geldi, biliyoruz. İnsana karşı nasıl merhametsizleşti, görüyoruz. Ondan sonra yaptığı bütün akıl yürütmelerde hata var.

Ben de namazdan kaçanın yorumlarına güvenemiyorum. Hatta ehlullahın, zekavetçe çok ileri olmayanının bile, zikir ve ibadet ile meşguliyetinden doğan arifliğini dehaya tercih ederim. Çünkü o dengesini şaşırmaz. Fakat öteki mizansızdır. İbadetsizliği ölçüsünde Hodbin ve yalnızdır. Kimsenin önünde secde etmemiştir ki, onun ölçülerini/emirlerini nefsinin önüne geçirebilsin. Nefis herşeyi ister, ama herşeyi elde edemez. Bu yüzden varlığa bakışı istediğini alamayanın karamsarlığındadır. Ve karamsar, kaosu bir çukur olarak değil, bir basamak olarak görür. Devrimcinin 'isterse kopsun kıyamet' nihilizmi, anarşinin şiddeti meşrulaştırışı, zulmün mazlumu görmezden gelişi... Hepsi ama hepsi bu yalnızlıktan besleniyor. Yalnızlaştıkça insan saldırganlaşıyor. 'Vahşet' kelimesinin aynı zamanda 'yalnızlık' ve 'ürküntü' anlamlarına da gelmesi tesadüf mü? Şahit olduğumuz her vahşet bize bir yalnızlık hissettirmez mi?

1 Aralık 2015 Salı

Ne mutlu pişmanlığa!

Kitabı neresinden açmalı? Kapanmamış sayfalar var. İlk onlar açılır. Her pişmanlık ayraç gibi. Aralara bırakılmış. Kapanmayı engelliyor. Geçmişi 'unutulmaz' kılıyor. Çılgınca mutlu olduğum zamanları bile onlar kadar hatırlamam. Pişmanlıkları tutuyorum ama. Tutması kolay geliyor. Hafızamın eline yakışıyor. Demek buna yetenekli yaratılmışım. Demek tutmam isteniyor. İnsanım ve pişman olmaya yatkınım. O kadar şiddetle kalıyor ki mazi, ondan pişman olduğum zaman. Sanki hiç gitmemiş gibi. Sermayem o benim. Anları biriktiriyorum pişmanlık kumbarasında. Dünüm ölmüyor pişmanlık sayesinde. Hayvan gibi değilim. Zamanın içinde daha uzun boylu oluyorum/kalıyorum. Daha çok canım yanıyor belki. Ama daha çok da hissediyorum. Hiçbir şiir birtek kişiye/yaraya yazılmaz. Yaralarımı biriktirmeye ihtiyacım var.

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. (...) Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. (...) Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir."

Setr-i gaybdan bir derece kurtulduk. Başa gelen şeyleri setredemiyoruz. Geçmişten çıkan teessüfler bitmiyor. Fakat yine de bu pişmanlık dediğin az nimet değildir. Çünkü pişman olmayanın tevbesi olmaz. Keşkesi olmayan da pişman olmaz. Sende olan ama şeytanda olmayan birşey bu. İnsansın çok şükür. Zamandaki izin kurşunkalem. Yanlış cevapların içini ne kadar doldurursan doldur, yüzün Rabb-i Rahim'in silgisine dönükse, silebilirsin. Tevbe kapısı açık.

Kalbi mühürlenenin elinden kurşun kalemi de alınıyor. Yerine tükenmez kalem veriliyor. O, bu şüphesizliği bir kemal sanıyor. Bir 'kendine güven' bence tükenmez kalem. Ama kör, ama sağır, ama hissiz. Ebu Cehil özgüveni. "İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir..." O kadar emin ki artık ettiklerinden, geri dönüp bakmıyor. 'Acaba' diyemiyor. 'Acaba' deme nimeti ellerinden alınmış. "Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar." Demek, eylediğinden bu kadar emin olmak da iyi değil. İnsanî bir tereddüt hepimize lazım. Bütünü göremeyen yapboz parçalarının her uydukları yeri konak bilmemeleri bahtlarına fayda verir. Böylece 'tevbe'lerini bütünün sahibine yol kılabilirler. O da onlara yerlerini söyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da buyurmuyor mu: "Kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi, Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar."

Allah'ın kişi ile kalbi arasına girebildiğini Enfal sûresi söylüyor bize. Bazı yansımalarını aynelyakin görüyorum. Mesela; hava kapalı oluyor, kalbim sanki ondan önce kapanıyor. Allah istediği gibi evirip çeviriyor bendeki arşını. O kadar acizim. Ansızın kulağıma dokunan hüzünlü bir şarkıya bile karşı koyamıyorum. Anlıyorum ki; kalbim yönetim alanım değil, yönetilme/etkilenme alanım. Ve Allah'ın kudreti elbette onu etkilemeye benden daha layık. Bu sefer hâkimi olamadığım bu aynayı da Allah'a bırakıp seyretmeye başlıyorum. O hüzün bende neler yapacak? Bu neşe bakalım beni nasıl değiştirecek? Şu pişmanlık bana neler öğretecek? Kişi ile kalbi arasına Allah giriyorsa, kişi ile kalbi arasında epey bir mesafe var demektir. Yüzümü ondan çevirmemeye çalışırım. Ama onu yönetmeye çalışmam.

Eminim, senin de sık takıldığın taşlar var. Kurtulmak istediğin ince sızılar var. Aşamadığın duvarlar var. Unutamadığın yüzler var. Kulağından gitmeyen sesler var. Sızının anlamsızlığı taştan kurtulman gerektiğini düşündürüyor sana. Fakat bir de böyle düşün: Pişmanlık kadar mevhum Rububiyeti kıran birşey olabilir mi? Keşke acizliktir. Keşkesi olan ilah olur mu? Keşkelerimizden bu nedenle razı olmalıyız. Zira 'hata yaptığımızın' ve dolayısıyla 'kemal sahibi olmadığımızın' en çıplak şahidi onlar oluyor.

Zannının bir hakikati olsaydı, böyle şeyler yapar mıydın? Dikkat et, en çok kibirli insanlardır, hatalarını kabul etmeyenler ve göremeyenler. Pişmanlıklarımız bu yönüyle bizi iddialarımızdan soyunmaya zorluyor. Hatasını kabul eden, gün gelir, Allah'ı da kabul eder. Bir dua-i Yunus (a.s.) sırrıdır bu. Nefsine zulmettiğini kabul eden ancak Allah'ı tenzih eder. Fatiha sûresinde buyrulduğu gibi: "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Keşkelerin sana diyor ki: "Pişman olduğun anın Rabbi sen değilsin. Çünkü sancısına rağmen değiştiremiyorsun. O halde âlemler Rabbi de sen değilsin. Hamddan/övgüden pay düşmez. Kibirlenecek birşeyin yok."

30 Kasım 2015 Pazartesi

Mecnun vampir...

Sultan, sofrasına davet etmiş, ama biz sofraya âşık olmuşuz. İkramsa bitiyor. Sonra sultan başka odaya aldırmak istiyor. Misafirlik hep sofrada geçmez ya. Korkuyoruz. Sofra âşıklarının sofradan kalkma korkusu. Sultanın hatırını kırma cür'eti. Her yerde bulur bizi. İşte zor yazdığım günlerde kalemle misalim böyle. Sanki tabağımın sonuna geldim. Kaşığımla/kalemimle dibini dövüyorum. Çıkıyor, çıkmıyor. Kolay yazma nimeti elimden çekilmiş gibi. Birkaç günlüğüne? Daha fazla bir zaman için? Kimbilir... Nimetten yoksunluk, o nimetin zatî bir özelliğimiz olmadığını, dolayısıyla onun için ayrıca Allah'a borçlu olduğumuzu hatırlatıyor. Gaflet de perde perde. Varolduğun için borçlanmak, her defasında borçlanmak değildir. Halık ismine borcumuz, Kayyum ismine borcumuz gibi değildir.

Bu hatırlayış şükrün madenidir. Her hatırlayış azgınlıktan korur. Hatırlatıştan memnunum. Fakat, neden açıkça diyemeyeyim, Hz. Musa efendimin duasında dediği gibi, otuziki kısım tekmili birden bir dilenciyim: Allah'ın vereceği her hayra muhtacım. Çünkü yaratılışım bu açlık üzerine. Birşeylerin sonuna gelmekten karanlıktan korktuğum gibi korkarım.

Ölüm korkumun kaynağı budur. Yaşlanmak da bu yüzden üzer beni. Saçlarımın dökülmesi değil sorunum. Günlerimin de dökülmesi. Sevdiklerimin de günbegün dökülmesi. Hazan, sofradaki hiçbir şeyi ıskalamıyor. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Dökülmek ciddi bir çağrışımdır. Ve der ki: Dökülüş, istisnası bulunmayan bir kanun-u ilahîdir. Şecere-i hilkat her dem yapraklarını döker. Varlığına ölüm, korkusuna fena, sanrısına adem deriz.

Yalnız yaprakların kaderi değil, hepimizin kaderi dökülmek. Varlığımın bağlamından/dalından kopup yavaş yavaş bir kenara doğru itildiğimi görmem. Bir kırık oyuncak hikayesi. Ayaklar altında kalmam. Önemsenmez oluşum. Önemsediklerimin de önemsenmez oluşu. Sesimin çatlaklaşması. Zor duymam ve zor da duyulması. Lisanımın tuhaf bulunmaya başlanması. Daha az hayran olup daha çok acımaları bana insanların. Daha az fikrimi sorup daha çok duymazdan gelmeleri.

Beraber söylendiğim ve onunla anlamlı olduğum cümleden uzaklaşıyorum. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Yabancı bir gezegende gibiyim. Gözüne girebileceği kimse kalmayınca insan neden göze görünmek istesin? "İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et eden hazin bir gurbeti hissettim." Memleketinde gurbetçi eder zaman insanı. Mutluluk paylaşmaktır. Paylaşmak, ancak aynı şeyleri değerli bulmakla mümkün. Bu payda yok oluyor en çok, yaşlanınca. Esprilerini anlayamam. Hızlarına yetişemem. Dinledikleri müzikleri sevemeyişim de cabası. Gittikleri yeri özlüyorum. Anlaşılacağım ve anlayacağım o yeri özlüyorum. Ölüm, önce sevdiklerimi almakla kendisini bana özletiyor.

Gitme zamanı yaklaşıyor. Anlıyorum. Hiçbir şey katamıyorum dünyaya artık. Dillerin farklılaşması, anlaşmazlık, rüzgarın insanları savurması... Babil kulesinde başa gelen birşey değil yalnız. Çok konuşan ihtiyar neden sevilmez hiç düşündün mü? Konuşmak, gitmek istemediğinin işaretidir çünkü. Bir varolma çabasıdır.

Yaşlılardan beklenen daha çok susmaları. Gidiyorsun zaten, daha fazla tutunmaya çalışıp yer işgal etmek niye? Çocukluğumu özlüyorsam, o zamanlar bir sonun bahse değer olmayışından dolayı. Herşeyin daha başındaydık. Yaratıldığımız noktaya daha yakındık. Eskitemiyordu o günlerde bizi hiçbirşey. Gün bizim günümüzdü. Bağlam bizim bağlamamızdı. Şakalarımız yeniydi. Yorumlarımız orijinaldi. Duyduğumuz her espriye gülerdik. Çünkü sıkılmamıştık.

Bediüzzaman, bir yerde insanı, 'yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu' olarak tarif ediyor. Yorulmadığımız ve tok olmadığımız doğru, ancak bir sınırımız da var. Doymanın sınırı değil, yutabileceğimiz lokmanın sınırı. Birşeyleri arkamızda bırakmak zorundayız yeni şeyleri hayatımıza sokmak için. Rengini unuttuğumuz gözler olmalı yeni gözlerin aklımızda kalması için. O sınırın farkındalığına vardığımız anlarda canımız yanıyor. İnsan, sonsuz olana âşık yaratılmış.

Hayır, aşk da bir ikram gibi kaçıyor burada. İkram değil halimiz. Muhtaç olan biziz. İnsan, sonsuz olana aç yaratılmış. Bu yüzden doymak bilmiyor. Monotonluk, yürümekten yılmaz yolcunun yolun sonunun geldiğini sandığı yerde gerçekleşiyor. Bitti sanıyorsun ve canın sıkılıyor. Yüreğinde güç var halbuki. Hem fıtratın da müsait değil bitene. Hz. İbrahim efendim "Batıp gidenleri sevmem!" derken neyin altını çiziyorsa, sen de monotonluktan şikayet ederken aynı şeyin altını çiziyorsun.

Peki, nasıl aşacaksın? Aşmak, ancak Kasas sûresinin verdiği dersle mümkün: Neyin içinde ona bakan yüzü bulsan, işte o yok olup gitmeyecek. Ona bakan yüzü bulmak; salt 'saf bir niyetle onun için yapmak'tan ibaret değil. Ona dair olan, aynı zamanda, 'ondan ona, ondan ötekine, ötekinden daha bir başkasına' geçilecek bir 'birbirine bakar şe'n ve namlar' koridorudur. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi ona başlarız..." Allah'ın ismiyle başlamak, Allah'ın hakkında başlamaktır. Allah hakkında (bakmaya, görmeye, bilmeye, yorumlamaya... vs.) başlarsan sonsuz bir yolculuğa çıkmış olursun:

"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san'atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır."

Sevdiklerimiz ölünce yanıyoruz. Yapraklar dökülürken hüzünleniyoruz. Çocuklar büyürken gamlanıyoruz. Tabağımızın dibine geldiğimizde üzülüyoruz. Çünkü sofraya âşık olduk biz. Çünkü tabaktakini tüketiyoruz. Tükenebilene âşık olmak bizi böyle bedbin yaptı. Tüketirken aslolanın o olduğunu düşünüyoruz. Azap veren çelişki burada: Leylasının kanını içerek mutluluk arayan vampir Mecnunlar gibiyiz. Yanlış anlama, yemek-içmek değil asıl problem. Nimeti yol kılmamak sorun. Onu onda bitirmek asıl israf. Onu onda bitirmesen elbette israf olmaz. Çünkü o, bilmekle bitmeyecek olandır. Çoğu insan sanıyor ki, 'besmele' ile başlamış 'elhamdülillah' demekle nimetle işimiz bitmiştir. Ne münasebet, 'elhamdülillah' demekle o iş yeni başlamıştır. Çünkü kafamız daha yavaş çalışır, 'fikir' o kadar kısa süreye sığmaz. Sırası üçüncüdür.

"Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdü lillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir."

28 Kasım 2015 Cumartesi

Yokun hikayesi olmaz

Ağırlığınız kıl kadar, ancak bazen gözümün üzerine geliyorsunuz. Hayalinize serzenişte bulunmadan edemiyorum. Zaaflarımla yüzleşmemenin bir yolu da bu: Başkasını suçlamak. Size aldırmamak elimde olan birşey değil. Zayıflığım ve hem de zenginliğim bu benim. Kaşımasını sevdiğim bir yara gibi. (Zaten her zayıflık, bir başka açıdan zenginliktir. Çünkü 'yardım istemek' ve 'edilmek' zenginliktir.) Ama keşke bir süre hatırımda olmasaydınız. Ben de sizi hesaba katmadan rahat rahat yazabilseydim. Empatik yükünüzü çekmeseydim.

Diğer taraftan bakınca: İyi ki varsınız! İyi ki 'sizi de hesaba katmaya' mecbur ediyorsunuz. Zaten her yazı bir açıdan da 'ötekine ulaşma çabası' değil midir? Emin değilim: Belki, derdimi anlatmakla ben de sizi birşeylerden kurtarıyorum. Ama siz de kendilik kalemden/hiç geçmeyen yalnızlığımdan kurtarıyorsunuz beni aynı fiil içinde. Bir sırr-ı iktiran bu. Veren el olduğunu sananın aynı zamanda alan el olduğu. Sebepler dairesindeki her el elin alan el olduğu. Veren elin yalnız Allah olduğu.

"Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor."

Bir noktadan sonra varlığınızı unutuyorum elbette. Fakat başlarken haberdar olmak rahatsız ediyor. Size birşeyler anlatıyor olmak, size göre olmak, ceketim açıksa iliklemek veya saçım dağınıksa düzeltmek gibi bir tasannu içeriyor. (Bunlar tasannu sayılır mı?) Bundan rahatsız oluyorum. Kalem yapmacıklığa dayanamaz. Sırıtıverir hemen kurgusallık. Bir başkası olarak çok fazla kalamazsınız. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanması tesadüf değil. Kendinden başkası olmanın/kalmanın güçlüğü bu. Fıtratın tüm düzmecelere şanlı direnişi. Bir öykü yazarı bile tastamam olmamış birşeyi anlatamaz. Olmamışın hakkında konuşulamaz çünkü. Mutlak yok, sadece farkındalığın değil, hakkındalığın da yok olduğudur. Mutlak yokun 'dair'i olmaz. Bu yüzden yokun hikayesi olmaz.

Hikayeci, olmuş gibi anlatırken aslında olduğuna inanır. İnandığı için öyle yazar... Hem öykünün bazı/birçok yanları gerçekten de olmuştur. Hayatın içinden alır malzemesini hikaye. Öykü gerçekçilik ile izdivacını da bu halvette gerçekleştirir. Kalbinize de buradan dokunur. Çünkü yaşamışsınızdır. Aynısını olmasa da benzetebileceğiniz birisinin yerine koyarsınız onu.

Bir öykü, yazarın yaşamında/hafızasında açtığı koridor gibidir. Kalemiyle ve hayaliyle hayatının içine doğru bir yolculuğa çıkar. Bazı parçaları beğenir. Bazı parçalardan sakınır. Bazı pişmanlıkları deşer. Bazı yaraları kanatır. Bunu yaparken "İşte bunlar benimdir!" demez çoğu zaman. Cüzzamlı "Ben cüzzamlıyım!" diye övünebilir mi?

Acılarıyla övünen çoktur da zaaflarıyla övünen yoktur şu hayatta. Zaaflarınızı göstermek, kavgada gardınızı düşürmek gibi gelir. Burada birşeye dikkat çekmek istiyorum: Acı ve zaaf birbirine yakın şeyler gibi gelse de aynı değiller. Rasat edin kendinizi. Salt acılarınızı anmak, zaaflarınızı saymak değil, ben'inizi pohpohlamaktır. Dayanabilmişsinizdir çünkü onlara. Bu pohpohlamayı, anlatırken siz de hissedersiniz.

Bir açık tatmin ve gizli iltifat tadarsınız çektiklerinizi aktarırken veya abartırken. Acılarınızdan bir kibir dağınız olur, üzerine tırmandığınız. Gamının orijinalliğine ve onlardan elde ettiği üstünlüğe(!) yaslanan kasıntı karamsar tipler vardır. Aşk romanlarının 'rahat batan' tipleri. Peki, zaaflarını anlatırken insan nasıl bir halet-i ruhiyeye bürünür? Aynısı olmadığını düşünüyorum. Çünkü zaafta övücü hiçbir şey yoktur. İtiraf, acıda değil, zaafta güç olur.

Hepimiz 'bilinmezliğin zırhıyla' kaplanmış hayatlarımızdan hoşlanıyoruz. Allah'ın Settar oluşu fıtratımızın da arzuladığı birşey. Ayıplı hatıralarımızın/anlarımızın bilinmesini istemeyiz. Korkaklığımıza şahit olunmasından rahatsız oluruz mesela. Köpekten veya karanlıktan kaçışımızı tevil etmeye çalışırız. Birilerinin önünde ağlamaktan sakınmamız da bundandır. Duygularını belli etmeyen insanlara 'güçlü' dememiz de bunun delili.

Fakat içimizde bir yer daha var. Bilinmek istiyor. Yaraları var, sarılmak istiyor. Sesi var, duyulmasını istiyor. Taşması yakın bardakları var, dökmek istiyor. O halde öykü, 'mış gibi yaparak' dökülmenin en kolay tarzıdır. Ne teşhis edilebilecek kadar sizdir o, ne de 'o değildir' denilecek kadar bir başkası... Birden hatırıma gelen birşey: Bazen valideme, üzüldüğü dizileri/filmleri izlerken sadece birer kurgu olduklarını hatırlatırım. Bana hep şöyle der: "Sanki gerçekte de böyle şeyler olmamış mı?" Ağlanan nedir o zaman? Ağlanan 'o an olan' değil, 'olmuş/olabilecek olan'dır. Öykücünün ve okurunun inanmadığı birşey yok öyküde. Ben de buna inandım.

26 Kasım 2015 Perşembe

Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf'un günlüğünden...

Daha gençken yazmanın bahşetmek gibi birşey olduğunu sanıyordum. Yukarıdan yapılan birşey. Yazanın okuyandan üstün olduğu bir seçilmişlik alanı. Başarısızlığım, elhamdülillah, kibrimi törpüledi. Hayallerim kırılarak adam oldum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'sevmek beklediği nazarlardan nefret görünce' insan, ister istemez ayılıyor. Zaten ayılmak çoğunlukla 'beklenmeyenle karşılaşmak'tır. Yüzünüze vurduğunuz soğuk su. Umulmaz bir ihanet. Devasız bir hastalık. Hayal kırıklığı... Eşyanın Allah olamayacağını aynelyakîn farkettiğimiz anlar. Dünyanın bize yüz vermediği zamanları sevmeliyiz. Yüz verdiği halde yüzünü ondan çevirebilecek kadar iffetli olanımız pek az çünkü.

O vakitler gücendiğim, fakat şimdi şükrettiğim bu hal nedeniyle bir uyanış yaşadım. Farkettim ki: Kimse beni ve yazdıklarımı sevmese de yazmaktan başka çarem yok. Yazmadığımda bir bataklığın içine çekiliyor gibi oluyorum. Yaşamak için hiçbir neden kalmıyor gibi oluyor. Başka hiçbir fiil beni işe yaradığıma ikna edemiyor. Her işi benden daha iyi yapanlar var. Bir başkasının da kolaylıkla yapabileceği hiçbir şey varlığımın gerekli olduğuna beni kandıramıyor. Vücudumun kimseyle çekişmeyeceğim bir hikmeti olmalı. Kalbimin sahibi, vahyinde 'taşımayacağım yükü yüklemediğini' söylüyor. Yarışmaksa çok yıpratıcı. Koşmak çok zor. Yarışmadığım bir yerde yürümeliyim ömrümü.

Kurtulmak için dışıma doğru sergilediğim her çaba, bir cümle. Kendim olarak varolursam kurtulacağım. Çünkü bir başkası ben olamayacak asla. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Bu nedenle de rakipsizdir. Varoluşumun anlamı ancak Ehadiyet'le açıklanabilir. Vahidiyet penceresinde ben de herkes gibiyim. Sesim sesler arasında yitip gidecek diye korkarım. İnsan sadece varolmakla yetinemiyor. Bir de birisi için, genelde Rabbisi için, yarışmadan özel olmak istiyor. Woolf'un 'beğenilmekle' tatmin olamaz hale gelmesinin sebebi de buydu belki. Pazartesi ya da Salı'da "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu..." derken kastettiği. İnsan 'beğenmekte' çok nankördür. Onlar için özel olamazsınız. Sürekli tetikte yaşamalısınız. Her yeni şeyde eskiyi satmaya meyyaldirler. Bu endişe hayatı yaşanmaz kılar, eğer ona endeksli yaşamaya çalışırsanız.

Yazdıkça geciktiriyorum boğulmayı. Bir gün daha kazanıyorum. Kurtuluş yok. Kurtuluş ancak bir sonraki yazıya kadar. Ertesi gün yine aynı karanlık sarmaya başlıyor beni. Kafa gözümle görebileceğim kadar yaklaşıyor. Kaçıyorum.

"Ki o, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini o öğretti." Böylece Allah içimdeki karanlıkla beni korkutarak yazmayı öğretti. Yazmakla bahşedilenin ben olduğumu anladım. Bir 'euzü' sırrıdır bu. İblis'in hilkatinin hikmetini de anlatır. Yokluğun karanlığından kaçarken Onun sonsuz varlığına sığınmak. Hayatımın tamamı bu benim. Bir gücüm varsa, o gücün kaynağı bu. Yazmaktaki hırsımın izahı bu. Ona dair yazdıkça/oldukça kalmayı başardım. Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'da kullandığı bir cümle var, pek severim: "Okumak bana uygun tek dış etkiydi." Ben de diyorum ki şimdi: Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi. Bu yazımı da mürşidimin ifadeleriyle bitireyim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

24 Kasım 2015 Salı

Bir sırrı var mı yazmanın?

Bu yazıya da şuradan başlayalım: 10. Nota'yı gözümde eşsiz kılan yanlarından birisi de birkaç cümle içinde 'yazmanın doğasını' kalpler önüne sermesi. Evet. Ben en çok burasından tutunuyorum 10. Nota’ya. Tutunmakla kastettiğim ne? Birazcık şu: Bir metni okurken "Sanki benden bahsediyor!" dediğiniz yerdir kulbunuz. Tutunmak da ‘hayatta yerini bulup koymak’ olur böylece. Çünkü metinler ancak hayatla anlamlanırlar. Yaşanmadığında tüm hakikatler cansızdır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da vahyin en önemli bağlamıdır buradan bakınca. Yani: Vahyin cana/canlıya ilk temas ettiği yerdir.

10. Nota’yı ne zaman konuşulsa konuyu 'yazmanın doğasına' getiririm. Bunda kendim kadar başkaları için de bir hayır olduğu düşüncesindeyim. Zira yazmayı 'hapsetmek' sananlar aynı şeyleri tekrar etmekten kurtulamazlar. Ne zaman ki, metni, sonsuz çağrışımlarla çoğalabilir bir yankılar mağarası olarak görürlerse, hem kendileri rahatlarlar hem de yazdıkları bereketlenir. Zaten bereket öncelikle hapsetmemektir.

Ancak hapsetmediğiniz şeyde bereket umabilirsiniz. Duvarları azalan şeyler çoğalmaya yüz tutarlar. Bu yüzden istibdat kabiliyetleri köreltir. Ve yine bu yüzden ekonomi bereketi tarif edemez. Bereket kalıpları pek sevmez çünkü. 10. Nota ne diyor peki: "(...) senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her gerçeğin mazisi hayaldir. Mürşidim dimağdaki meratibi anlattığı Lemeat'ta 'tahayyül' ile başlar basamakları saymaya. Sonra o tahayyül tasavvur olur, tasavvur taakkul olur, taakkul tasdike dönüşür, tasdik iz'ana inkılab eder, iz'an iltizam olur, iltizam itikad olur. İtikad derecesinde kuvvetli her gerçeğin mazisi hayaldir. İlla bir dimağda yaşanması gerekmez tüm mertebelerin. Başkasının hayali bizim gerçeğimiz de olabilir. Bazen de bizim hayalimiz başkasının gerçeğidir.

Dediğimi teknoloji üzerinden örneklemek mümkün. Bindiğimiz araba, konuştuğumuz telefon, yaktığımız lamba, çektiğimiz fotoğraf... Bunlar bir zamanlar yoklardı. Ama varoldular. Nasıl? Öyle birdenbire mi çıktılar varlık âlemine? Hayır. Allah önce onların hayallerini yarattı birilerinin kalplerinde. Sonra dimağdaki meratip işledi. Şimdi onların hayallerine biz itikad ediyoruz. Hatta hayretleri ülfetimiz. Harikaları sıradanımız. Çünkü onlarla biz hayal olarak tanışmadık. Umuşun heyecanını yaşamadık. Yüzlerini ilk gördüğümüzde çoktan gerçektiler.

İşte yazmak da biraz böyle. Bir çocuk gibi zamanla gelişiyor sizdeki vücudu. Hayal insana Allah'ın ektiği bir tohum gibi. Bir yazı ilk anda bütün vücuduyla varolmuyor. Önce bir sezgi mesabesinde tat/koku alıyorsunuz. Sonra bir farkediş yaşıyorsunuz. Farkediş nedir? Birşeyin herşey içinde onu herşeyden ayırabileceğiniz bir rahatlıkta vurgulanmasıdır. Bu vurgu dışımızda birşeydir. Allahsız açıklanamaz.

Detaylardan birisi başkasına yapmadığı cilveyi size yapıyor. Göz kırpıyor. Mendilini düşürüyor. Gülümsüyor da belki. O zaman o farkındalıkla oyalanmaya başlıyorsunuz. Oyalanmak önce hayal kurmaktır. Hayal kuruyorsunuz. Daha çok gelip gidiyor size. Siz de daha çok uğruyorsunuz semtine. Sık sık kapısının önünden geçiyorsunuz her âşığın yaptığı gibi. Sonra bu tekrarlardan arzu şiddetleniyor.

Güzellik gözün ihtiyacı oluyor alışkanlıkla. Hep görmek istiyor. Hep görmek nasıl olur? Yanında kalmasını istiyor işte. Hayale razı olamıyor. Hayal kalıplara sığmaz. Tasavvur burada devreye girer. Yani hem kolay bulunacak bir yere nakşeder hem de sınırlandırmış olursunuz. Her kayıt altına alma bir sınırlandırmadır. Kaydettiğiniz şey ister istemez hayalin serbestisini yitirerek sınırlanır. Somutlaştırma bu açıdan soyut zenginliğin yitimidir. Çağrışım zenginliğinin kısıtlanmasıdır.

Lafı uzatıyorum. Neticeye geleyim: Tohumun çimlenmesi için karanlığa ihtiyacı var. Hemen görülmemesi lazım. Kabuğu civcivden önce kırmak olmaz. "Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun." Yazmak da biraz böyle. Her farkedişini hemen yazıya dönüştürmek/zorlamak yazıya kaybettiriyor. O, bir dönem gönlünde bir açlık olarak, bir mıknatıs gibi beklemeli. Yazının parçalarını oluşturacak şeyler cezbesine kapılarak/çekilerek veya açlıkla aranmanla sana görünmeli. Bu bütünlük oluştuktan ve parçaların tamamı biraraya geldikten sonra yazılmalı bazı şeyler.

Bütün yazılanlar böyle olmalı demiyorum. Fakat özellikle marifetullaha dair metinlerin böyle bir sabırlı bekleyişe ihtiyacı var. Yüzünü çevirip beklemen gerekiyor. Yüzünü döndüğün yere doğru gidiyor ayakların. O da sana doğru geliyor. İlhamın doğası biraz böyle. Ondan beslenmesi hasebiyle yazmak da böyle.

İblis ateşten idi. Ateşe ne atarsan yakar. Hemen dönüştürür. İnsan topraktan. Toprak acele etmez. Yavaş yavaş işler kendisine ekileni. Bir yazı da olsa öyle. Hatta Allah, yalnız yazıyı değil, birçok şeyi bize ekiyor bence. İnsanı zamana/mekana ektiği gibi duyguları da insana ekiyor. Mesela âşık ediyor. Birini ekiyor yani gönlüne. Ne mahsuller alıyor bilmiyorsun. Yalnız ekilenin coşkusuyla bağrındakini yukarıya rengarenk saçıyorsun. Dünya ahiretin tarlası olduğu gibi sen de ahirete dair olan şeylerin tarlasısın. Sen toprağını ektiğin gibi senin toprağın da sürekli ekiliyor. Hava, su, nur... Toprağın oğlu, dikkat et, bunlara ihtiyacın var. Şimdi mürşidimin söylediklerini tekrar bir gözden geçir. Belki yazmanın sırrına da ulaşırsın:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır."

19 Kasım 2015 Perşembe

Küsmen sinene saklanmandır

"Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bir iddiaya sahip oldukça yazmak güçleşiyor. 'Öylesine' yazıyor olsaydık kesinlikle daha rahat olurduk. Fakat insan 'öylesine' de yazamaz. Yazmak yürümek gibi değildir. Fiili anlam ile bağlıdır. Yazdığınız bir anlam istiyor. Çünkü vücudunun en önemli parçalarından birisi de anlam. Gelişigüzel klavyenin tuşlarına basmakla 'yazmış' olmuyorsunuz. Birşeyler de söylemeniz lazım.

Demek amaçsızlık yazmanın başarabileceği bir iş değil. Peki yazı neyi başarabilir? Yazı 'dayatılmış vurgular'ı önemsememeyi başarabilir. Önemsememek karizmatiktir. Yalnızlık karizmatiktir. Karizmatik 'olunması merak edilen'dir. Evet. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Belki bu yalnızlığının, hiç geçmeyen yalnızlığının, dilinden sâdır olan kendiliğini okurlarına aktarabilir. Kendiyken yalnız ve yalnızken daha bir kendi olduğundan 'özgü sesini' daha çok duyar ve duyurabilir.

Neden bu kadar şey karalıyoruz? Çünkü varlık denilen o gökkuşağı daha nasıl renklenecek merak ediyoruz. Yazımı birileri okuyacak. O okuyanların aklına aklıma gelmeyen şeyler gelecek. Fikrimin öznesi iken manzaranın nesnesi olacağım. Birşeyi herşey, herşeyi birşey yapabilen Kudret-i Mutlak, kimbilir benden daha ne şeyler yaratacak! Bütünüm, başka bütünlerin parçası olacak, inşaallah.

Sonuçlarını tahmin bile edemediğim bir dalgalanma oluyor her an. Okundukça büyüyor varlığım. İzlerim artıyor. Üzerinden geçtiğim yol beni daha çok hatırlıyor. Her fiilde böyle bir güç var mı? Yani nasıl bir güç bahsettiğim? Belki biraz şöyle: 'Tecezzi kabul etmez küll'ü etkileyecek işler... Var mutlaka. Ancak fiilin içeriği maddeden manaya yaklaştıkça, cisimden öte ruha dokundukça, tesirinin boyutları artıyor. Deli gibi hem etkiliyor hem etkileniyoruz.

Herbir duygu aslında bir etkileniş şeklidir. Varoluş şiddetlendikçe farkındalık artar. Hazlar öyledir, hisler öyledir, fikirler öyledir, öğrenmeler öyledir, meraklar öyledir, yaralar/acılar öyledir. Sanırsınız insan dünyaya etkilenmek ve etkilemek üzere gelmiştir. Hatta hayal, tasavvur veya umut etmek dahi birer etkileniştir. Çok tuhaf yaralarımız var. Mesela: Umut ettiğimize elimiz yetişmediğinde herşeyi kendimizle yakacak bir karamsarlığa alçalıyoruz. Daha bize verilmiş bile değil. Bizim olabilmesi için aklî bir imkan da yok belki.

Fakat bir kere içimizde ona karşı bir arzu uyandı. Lütfedilen bir farkındalık ve bahşedilen bir açlıkla etkilenir kılındık ona karşı. İştahlandırıldık. Alınganlaştırıldık. Artık o arzuyla deli oluyoruz. Ve olmamasına dair elimize geçen her delil, ihtimaller dahi, bir bıçak oluyor tenimize sürülen. İnkâr etmek istiyoruz. "Herbir günahın içinde küfre giden bir yol var..." diyor ya mürşidim. Aslında peşine düşülen her yanlış açlığın veyahut yanlış doyuş biçiminin ucunda bir inkâr var. Yanlışı doğru kılmak ancak 'doğruyu yanlışlamakla' mümkün.

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

İnsan birşeye neden küser? İnsan birşeye 'ondan gelecek zararlardan korunmak için' küser. Kalp dediğin içerden kırılır çünkü. Ve insan birşeyi kalbinin içine onu 'severek' veya 'hayal ederek' veya 'ümit ederek' alır. Nefretle kalbinizin içine alamazsınız. Nefret ettiğinizin fiileri canınızı sevdiğiniz kadar yakamaz. Hatta çoğu zaman nefret sizi olduğunuzdan daha güçlü kılar acıya/zorluğa karşı. Ama sevgi? Sevgi öyle korumasız bir yere kadar indiriyor ki muhatabımızı, 'hayır' dediği an, kolumuz kanadımız kırılıyor. Kaşlarını kırmıyor da sanki belimizi kırıyor.

Küsmek 'belki'leri terk etmektir önce. Çünkü belkiler tekrar be tekrar en korunmasız yerimize sokar kalpkıranı. Tekrar canımız acır. Tekrar aynı yerler kanar. Ne kadar 'Bir daha asla!' desek de mukavemetimiz yoktur ona karşı. Yakınlarda, İmam Eş'arî rahmetullahi aleyhe atfen okuduğum bir söz var: "Aşk, zaruri bir iradedir." Elbette sorumluluktan kurtarmıyor bu zaruret. Ama elinde de değil, görüyorsun. Nasıl değiştireceksin? Seçmeye gücünün yetmedikleri imtihanın oluyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir çeşit 'menfi ibadet' sana yaptırılan. Sürgün edilmişsin bu öğretici kuyunun içine. Evet, Hz. Yakub, Hz. Yusuf'a nasıl şefkat etmesin? Kardeşleri babalarını nasıl kıskanmasın? Hz. Yusuf kardeşlerini nasıl sevmesin? Züleyha Hz. Yusuf'u nasıl âşık olmasın?

Sürgünlere de menfi denilirmiş eskiden. Adı üstünde, bir zorlamadır sürgün. İki şıkkın içinden birisini seçerek yapmıyorsun. Ötende seçiliyor. Sen ona rıza göstermekle sınanıyorsun. Hayatın her yanı irademize bakmıyor. İmtihan sadece 'seçmek' değil. Bir yanı da kabul etmek, razı olmak, anlamaya çalışmak.

"Girdikten sonra da, tabii, bunca güzellikten kurtulmak nasıl mümkün olsun. Bana göre, güzellik, elinden asla kurtulamayacağımız birşeydir. Dahası, güzellik kapısından girer, ölüm kapısından çıkarız..." diyor Faruk Duman, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur'da. Ölüme kadar güzel bulunuyor demek ki bazı şeyler. Değiştirmeye gücümüz yok. Girdi kalbimize. Çıkası yok.

Lemeat'ta mürşidimin kullandığı bir ifade var: "Başımız da eğildi, sinemize saklandık..." Bence küsmek tam bir sineye saklanma eylemidir. Kendi olmakta yalnız olan insanın, farklı olandan, beklenmeyenden kaçıp canını yakmayacak o şeye, yani 'kendilik kalesine' sığınmasıdır.

Fakat aslında kendine sığınmak diye de birşey yoktur. İnsanın her özelliğinin arızî/sonradan oluşu, yaratılışı, kendimize dönük her hamlemizi Yaratıcımıza dönük kılar. İnsan asl-ı insana döndüğü her yerde yüzünü aslında Rabbine döner. Fıtratın şahitliğidir bu. Yaşadığımız acılar bizi Onun rahmet kucağına sığınmaya zorlar. Mutlak yalnızlık yoktur insan için. Ona dayanabilesi de yoktur. Allah'tan başkasının olmadığı yere yalnızlık deriz biz. Öyle bir yer yoktur ya insanın sankisi vardır, sanrısı vardır, vehmi vardır. Âdemoğlu yeteneklerini kendi aleyhine de kullanır.

Kur'an defaatle hatırlatıyor: "Dönüşünüz ancak banadır." Çünkü Rahman bizi biliyor. İlla küseceğiz. Kendimizle de bulacağımız teselli yok. İnsan salt kendisiyle teselli olabilir bir varlık değil. Bir öteki arıyor her zaman. Gözünden kendine değer biçebileceği bir öteki. "Ayna ayna, söyle bana, benden güzel var mı dünyada?" diye sorabileceği bir öteki. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da şöyle diyor belki biraz da bu yüzden: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca."

Onu seyredeceği ve kendisini de onda seyredeceği bir öteki. Kalp kırmayan bir öteki. En içeriye kadar girmesine izin verilse bile can yakmayacak bir öteki. O öteki elbette Allah'tır. "Ay, of, bu çocuk yine dinden bahsediyor!" deme lütfen arkadaşım. Ben sana dinden değil senden bahsediyorum. Çünkü din senden ötede birşey değil. 'Allah' deme ona istersen, kalbimin sahibi/yâri de, ama sor yine de kalbine: Nasıl bir dost istiyorsun? Kalbin sana Aleyhissalatuvesselamın beyan buyurduğu gibi bir Allah tarif edecektir. "Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah'a iltica ile olur." Sahi, arkadaşım, sen de böyle bir 'dost'u aramıyor musun? O halde dinden korkmak niye? Din sana dostunun yolunu tarif etmekten başka ne yapıyor ki?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...