9 Şubat 2016 Salı

Örümceğin emeği...

Rahatlıkla bulunabilecek bir video var: Einstein'ın, daha küçük bir çocukken, tanrının kötülüğünü savunan bir öğretmenine verdiği cevabı içeriyor. Einstein'ın böyle bir anısı gerçekte olsun veya olmasın, o filmde başarılan şey harika! Kötülüğün varlığı üzerinden 'tanrının kötülüğünü' savunan öğretmenine, Einstein, kötülüğün hakikatte varolmadığını benzeri birkaç kavram üzerinden isbat ediyor. Mesela: "Soğuk, sıcağın yokluğudur!" diyor. Ve ekliyor: "Karanlık da ışığın yokluğudur. Işığın üzerinde çalışma yapabiliriz. Ama karanlığın üzerinde çalışma yapamayız." Devamında öğretmenine başka laflar da sokuyor, ama tabii hepsini alıntılarsam yazı uzar gider. Henüz izlememiş olup merak edenlere videonun bir linkini vermekle yetineyim: https://www.youtube.com/watch?v=VKM3Ho2UUss

Videoyu açımdan ilginç kılan bir diğer yönü: Küfrün ne kadar tutarsız demagojilere dayandığını da anlatıyor oluşu. Ne kadar kerli ferli adamlar söylüyor olurlarsa olsunlar, ne tür şatafatlı materyal kullanırlarsa kullansınlar, küfrün kendisi bizzat tutarsızlığın kaynağı. Kelimenin lügavi karşılığı olan 'örtmek' manası, aslında müntesiplerinin gayretlerini ne yönde kullandıklarını da gösteriyor bize. Onlar 'örtmeye' çalışıyorlar. Neyi? Apaçık olanı. Tutarlı olanı. Kaçınılmaz olanı. Mutlak ve mutlaka olanı. Küfrün her türlü söylem ve eylemle başarmaya çalıştığı şey bu. Fakat İslam öyle değil. İslam, zaten kainatın üzerine yaratılmış olduğu hakikat hakkında ve yine kainatın sahibi tarafından vahyedildiği için varlıkla hiçbir çelişkisi/çatışması yok. Ona dayanmakla güçleniyor insan. Bazen bir küçük Einstein altediyor böyle öğretmenini, bazen de bir büyük İbrahim aleyhisselam baltasıyla altediyor bütün kavmini. Örtmeye çalışan, örtüyü tanımayanın veya aşmaya alışık olanın feraseti karşısında apışıp kalıyor.

"Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrut'u yere serer; bir karınca bir Firavun'un sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir."

Bâtılın bütün gücü 'hâkim söylem' olmakta saklı. Hâkim söylem olmak ne demek? 'Hâkim söylem olmak' farklı bir sese nefes aldırmayacak kadar gürültücü olmaktır. Genelliğinin şiddettinden dolayı sorgulanmamaktır. Küfür de bunu başardığı dönemlerde müntesiplerinin sayısını arttırıyor. İşte böylesi zamanlarda zihinler farklı düşünmeyi (daha doğrusu örtüsüz düşünmeyi) unuttuğu için Cenab-ı Hak nebiler gönderiyor topluluklara. Unuttukları fıtrî düşünme biçimini hatırlamaları için. Varoluşun küfür tarafından cevaplandırılamamış ve asla da cevaplandırılamayacak sorularını yeniden anımsamaları ve sormaları için. Nebiler, öncelikle, bize lütfedilmiş berrak zihinler ve kalplerdir. Fıtratlarının ismet derecesindeki saflığı onları örtülü düşünmekten korur. İnsanlığı fabrika ayarlarına öyle bir şiddette çağırırlar ki, yaptıkları dalgalanma bazen binlerce yıl ötesine uzanır, tıpkı Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaptığı mübarek dalgalanma gibi.

"Kral Çıplak" masalını hatırlayalım. O masalda kralın çıplak olduğunu söylemeye cesaret edebilen kimdi? Bir çocuk değil miydi? İşte çocukların sahip olduğu fıtrata/saflığa yakınlıktır ki, hakikatin hakikat olduğunu görüp tanımada onlara bir avantaj kazandırır. Çocuk, kalabalığa göre hareket etmeyi sonradan öğrenir. Benedict Anderson'un ifadesiyle 'Hayali Cemaatler' üzerine inşa edilen ulus-devlet sistemlerinin aynı zamanda 'ilköğretimin mecburi olduğu' eğitim süreçleri dayatması tesadüf değildir. Bu sistemde kavminden uzakta büyümüş İbrahimlere katlanılamaz. Her çocuk önce 'örtülü düşünmeyi' öğrenmeli ve bir daha 'acaba' demeyecek kadar örtüsüne alışmalıdır.

Hz. Musa aleyhisselamın kıssasına götürmek istiyorum biraz da sizi. Hz. Musa'nın mucizelerinden birisi de attığı asânın yılana dönüşmesiydi. Bunu sihirbazlar da başka şeylerle (ip gibi şeylerle) başarıyorlardı. Fakat Hz. Musa'nın yılanı onların ummadığı birşey yaptı. Diğer bütün yılanları yuttu. Sihirbazların bu olaydan sonra şöyle dedikleri nakledilir: "Bu kesinlikle sihir değil. Çünkü bir sihir diğerini yutmaz." Bu kıssadan hakikat-demagoji bağlamında bizim de bir hisse alabileceğimizi düşünüyorum. Hakikati tastamam ortaya koyduğunuzda sizin de karşınızda hiçbir demagoji dayanamaz. Demagojiler, ancak ehl-i cerbezenin zihin boyamakta kullanabilecekleri zayıf ayak oyunlarıdır. Fakat hakikat, ortaya koyduğu sorular ve onlara verdiği kusursuz cevaplarla demagojilerin tüm yalancı mumlarını söndürür. Bir demagoji diğerini değersiz kılmazken hakikat kendisinden başka herşeyi değersiz kılar.

Mürşidim, Ene Risalesi'nde "Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyeti nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder..." diyor. Peki, kişisel enaniyet türün/nev'in enaniyetine nasıl dayanır? Bunu da biraz örtme faaliyetinin kollektif yürütülmesiyle sağlanan baskılamaya bağlıyorum. Beyaza siyah demek bir kişinin yaptığı bir işken tersini söylemek ve hakikati açıklıkla beyan etmek kolaydır. Peki, yüz kişi aynı şeyi söylerken? Solomon Asch'in deneyini hatırlayalım: Deneklerden yüzdeotuzikisini grubun yanlış cevabını, yanlışlığı apaçık ortada olmasına rağmen, desteklemeye götüren neydi? Asch deneyi, bize, Bediüzzaman'ın nev'in enaniyeti dediği şeyi de bir nebze koklatıyor: Hep beraber kanmak ve kandırılmak istiyorsanız, kandırılmak ve kanmak sizin için artık daha kolaydır.

Markar Esayan Hoca'nın İyi Şeyler kitabında bir ifadesi vardı: "(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı." Aslında küfür baştan sona bunu yapıyor. Hakikati örtme çabasından dolayı vicdanın çıplak sancısına maruz kalan ehl-i küfür, bu sancıyı gidermenin yolunu demagojik açıklamalarda buluyor. Bu açıklamaların büyük bir kısmı da bilim kisvesi altında yapılıyor. Ve siz, o bilim denen şeye daha baştan bir hakikat muamelesi yaptığınız için, vicdan sesini kesmeye başlıyor. Bir adalet-i izafiye çağrısı gibi bu. Mesela: Tarihte yapılan bir zulmü detaylarıyla andığınızda size destek çıkan ve sizinle üzülen bir kişi, biraz karşı tarafın demagojisine maruz kaldığında şunu söyleyebiliyor: "Ama öyle yapılmasaydı da bugün bu durumda olamazdık!" Biraz yakın tarih veya Mustafa Kemal özelinde olaya eğilin. Kürtlerle veya alevilerle bireysel anlamda hiçbir sorunu olmayan insanların/arkadaşlarınızın "Dersim katliamı yapılmak zorundaydı!" dediklerine şahit olacaksınız.

Bütün bunları yazarken aklımda şu ayet vardı: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Ankebut sûresine de adını veren kırkbirinci ayeti bu. Cenab-ı Hakkın kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini çok düşünmüşümdür. Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de Allah'tan başka sığındığı dostlar zayıf. Fakat bundan ibaret gibi gelmiyordu bana bu teşbih. Geçenlerde örümceğin ağını nasıl emekle yaptığını gösteren bir videoya denk geldim. Teşbihi daha farklı görmeye başladım. Örümcek hakikaten evine büyük bir emek harcıyor. Belki saatler sürüyor ağını o güzellikte örmesi. Gayet süslü birşey de oluyor. Ancak o emek tıpkı demagoji gibi. Altı boş bir emek. Yuva yapma sistemindeki zayıflık nedeniyle evi de güçlü değil. Örümcek birşeylerin üzerini şeffaf bir örtüyle kapatarak avlanıyor. O örtüyü göremeyecek kadar zayıf gözleri ve aşamayacak kadar zayıf bedenleri avlayabiliyor. Küfrün demagojisi bundan farklı mı?

Küfür de ancak örtüsünü aşamayan nazarları avlayabilecek bir demagojiye sahip. Hz. İbrahim'in Nemrut'u, Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, azıcık bir hakikatle kocaman tahtlarının ve bahtlarının yerinden olması mümkün. Hz. Musa'nın asâsı nasıl sahte yılanları tarumar ettiyse, Hz. İbrahim'in baltası da putları öyle paralamıştı. Allah Resulü'nün dilindeki vahiy de cahiliye şiirlerine ve söylemlerine aynı darbeyi indirmemiş miydi? Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kuvvetli bir müdahalede dağılmaya muntazırdır. Einstein'in, daha çocukken, bir öğretmeni yerin dibine sokabilmesindeki sır da buydu. Kuvvet haktadır. Hak kuvvette değildir. Örümcek ne kadar çabalarsa çabalasın yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. Fakat, tıpkı hicret sırasında olduğu gibi, aklı gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir.

7 Şubat 2016 Pazar

Teşekkür üzerine...

"Tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilmezler..." Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünden.

Bu yazıyı okuduktan sonra; "Diyeceğin bu muydu a akıllı! Bunu bilmeyen mi var? Neden hem kelamını hem zamanımızı israf ettin?" diyebilirsiniz. Hakkınız da olabilir. Fakat yine de yazmayı deneyeceğim. Dilime bir şeker değdi. Kendince kıymetli bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Arılıkta muteber bir çiçek bulmuş arının yahut da karıncalıkta rağbetli bir rızka denk gelmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Üstelik bu çiçeğimsi bir rızk-ı manevî. Yani senin ısırığın benim lokmamı azaltmaz. Paylaşması daha ihlaslı olur bunların. Zaten yazmak bundan başka ne ki?

Hem kalbin aldığı zevk de hakikatin bir delilidir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayeti sırrınca denilebilir ki: İnsanın tatmin oluşu da Allah'ın zikrinin burhanıdır. Doğru, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir tat bırakır. Yanlış bunu beceremez. Yanlış, tadına sek olarak katlanılır zehir değildir. Yanlış ancak başka bir doğru için katlanılandır. Doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Yalanla hırlaşır. 'Vicdan sızısı' denilen şey buradan çıkıyor. Aslında o bir sızı değil bir hırlaşmadır. Kalpte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.

Mürşidim, Birinci Söz isimli eserinde diyor ki: "Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir." Aslında buradaki sual ve cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyuma karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine birşey verene 'bir fiyat vermek' ister. Yani size yapılan her tesir ve oluşan her etki, ona mukabil bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Sinenize düşen kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle siz de 'tekrar mutmain oluncaya kadar' hareketlenirsiniz. İşte, mürşidim der ki: İnsana bir nimet (bunu en tabanda 'iyi etkiler' olarak tarif edebiliriz) ulaştığında ondan kaynaklanan etkileniş de üç dalga/tepki boyutuyla kendisini gösterir:

"Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdülillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir." İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek/anmak ister. Ondan bahsetmek ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, diline şeker değenin tatlıya meraklanmasıdır bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. İlki zikir. İkincisi şükür. Üçüncüsü fikirdir. Çok aşağı bir örnek olmakla birlikte meseleyi basitleştirdiğinden vermekten çekinmeyeceğim:

Karşı cinsten birisinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. (Aşk da bir nimet değil midir?) Onun herhangi bir şekilde bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey: 1) İsmini bilmek/anmaktır/bahsetmektir. (Ağaçlara isim kazıyanları tasvip etmiyorum elbette.) 2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir. (Yoksa neden çiçek/hediye alasınız?) 3) Onun hakkında daha fazlasını bilmektir. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her iyilik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve onun hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklardır.

Sadede geleyim. Bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde, her an sürekli ve her gün binlerce etkiye maruz kalan insanın, bu etkiler karşısında düştüğü şaşkınlığı hiçbir felsefe başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe Allah'ın varlığından haberdar olsun; fakat onun ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, Allah'ın zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan onu 'anmayı' nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen ondan nasıl bahsedecektir?

Hadi, zikri geçelim, daha bu işin şükrü var. 'İsim' konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi 'şükür' bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat 'teşekkür edilenin rızasını' hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz, ama teşekkür ettiklerinizin mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan, mazhar olduğu iyilikler karşılığında, en çok teşekkür etmekte zorlanır. "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum..." veya "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim..." türünden cümleler hemen hemen her romanda/filmde karşımıza çıkan, sosyal hayatta da her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız 'teşekkür ederim' diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Muhatabınız acaba gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye mi onu mutlu eder? Yoksa küçük bir tatlı ikramı mı olayı daha güzel çözer? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha çok tanısaydınız, edeceğiniz teşekkürün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz. (Mesela beni tanıyanlar doğru şıkkın tatlı olduğunu bilir.)

İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti bize taşır. Hak Teala onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını bize taşıyan nübüvvettir.

Bir padişaha gittiğinizde; öncelikle 'nasıl davranmanız gerektiğini öğreten' teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki, padişahın huzurunda, onun şanına ve sizin ona muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir, ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir, ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir, ama padişah sofrasında soğan kırılmaz. Peki, Allah'la muhatabiyetimizde bize bunları kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: "Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. 'Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı' meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor." Sünnet-i seniyye bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen ayıların kulakları çınlasın.

4 Şubat 2016 Perşembe

Allah Resulü (a.s.m.) sabır isteyeni neden uyardı?

Rockstar filminin üzerine kurulu olduğu bir sahne vardı. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ranbir Kapoor, müzikte kariyer yapmak isteyen, fakat yeterince yetenekli olmayan bir gençti. Arkadaşına 'unutulmaz besteler' yapabilmeyi dilediğini söylüyordu. Arkadaşı ise dualarına dikkat etmesini tavsiye etti. Çünkü her duanın bir bedeli vardı. Unutulmaz besteler yapanlar ancak unutulmaz acılar yaşamışlar olabilirdi. Nasihate aldırmadı. Film de zaten aldırmadığı nasihati yaşayarak ders almasıyla şekillendi.

Tirmizî'nin Daavat bölümünde geçen kısa bir hadis var. Bu sahne hatırıma gelince bazen o hadis-i şerif de hatırıma geliyor. Muaz b. Cebel radyallahu anhın rivayet ettiği bu hadis şöyle: "Peygamber aleyhissalatuvesselam bir adamın: 'Allahım senden sabır isterim' dediğini duydu ve 'Sen Allah’tan bela (sıkıntı) istemiş oldun. Ondan afiyet dile!' buyurdu."

Neden böyle buyurdu? Neden sırf sabır istemenin 'sıkıntı istemek' anlamına geleceğini söyledi? Bence bu sırrın anlaşılmasında yukarıdaki perspektifin faydası var. Sabır ancak bir miktar zorlu tecrübenin ardından veya karşısında gösterilebilecek birşey. Bu noktadan hareketle afiyetteyken dilenmesi elbette isabetli durmuyor. Zaten Tirmizî şerhlerinde yapılan yorumlar da bu minvalde. Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesi afiyetteyken sabır dileyenlere dair.

Yine bir keresinde "Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin!" buyuran Allah Resülünün sabır duası konusunda da bu temkini göstermesi tuhaf gelmemeli. Çünkü ‘sabrı’ dilediğiniz zaman ‘gösterilecek durumu’ da dilemiş oluyorsunuz. Adresi belirsiz bir imtihanı/sınanmayı çağrılamış oluyorsunuz. Dualarımız bazı bütünlüklere (beraber yaratılacak şeylere) tekabül ediyorlar. Allah onlara kevnî şeriatı gereği bir tür ‘mukarenet’ vermiş oluyor. Yani sebep ile müsebbep bir ‘yanyanalık’ ile yaratılıyor. Yağmur isteyen bulut da istiyor.

Evet. 'Sabır' ve 'zorluk' iktiran ederler. Yani beraber yaratılırlar. Halbuki kula yakışan aczine bakıp afiyet dilemektir. Afiyetle iktiran edecek şeyler istemektir. Allah'ın, imtihanı kolay kılmaya da, zor kılmaya da gücü yeter. Kolayı seçmek aczle yoğrulmuş insanın şanına daha çok yakışan değil midir? Yine din için 'kolaylıktır' buyuran Aleyhissalatuvesselamın duanın hikmetini yanlış anladığını düşündüğü bir talebesine, ki ümmetinin her ferdi onun aynı zamanda öğrencisidir, durup iktiran dersi vermesi tuhaf gelmiyor. Aksine hikmetli geliyor. Yani sanki buyuruyor: "Dualara iktiran dikkati göstermek gerek. Ne istediğine dikkat et. Çünkü tek başına yaratılmayacak." Allahu’l-a’lem kaydıyla söyleyelim.

Birşeyi dilerken 'hayırlısını' dilemek bu açıdan önemli. Bediüzzaman'ın hayrın külli ve vücudî, şerrinse cüzî ve ademî olduğuna dair yaptığı analiz burada da hikmetle göz kırpıyor. Öyle ya. Dilediğinin bütüne ne kadar uyumlu olduğunu sen bilemezsin. Uyumunu ancak tevhid bütünlüğünün sahibi Vahid ü Ehad bilir. Bu nedenle, lazım görüneni açıklıkla beyan ettikten sonra, kader bütünlüğünde hayır mıdır şer midir sorgulamasında, Allah'ın ilminden yardım istemek en doğrusudur. 'Hayırlısını' dilerken biz de aslında bunu yapıyoruz biraz.

Fakat, bugünlerde farkettiğim, sizinle de paylaşmak istediğim, belki bunun bir ileri aşamasıdır: Bütüne daha vakıf ve bütünün sahibine daha yakın kişilerin dualarını okumanın, hatta vird haline getirmenin faydası ve hikmetidir. Malumunuzdur: Kur'an'da öğretilenlerden ve Aleyhissalatuvesselamın dualarından başlamak üzere İslam mirası biraz da dua mirasıdır. Sahabeden, selef-i salihînden, asfiyadan, evliyadan kalan pahabiçilmez devasa bir miras var.

Bu miras neden var? Biz istemeyi bilmediğimiz için mi? Hayır. Değil. Ya? Bu dualar aynı zamanda güvenlikli dualar. Bütüne sizden daha vakıf ve sahibine sizden daha yakın insanların ettikleri dualar. Bu dualarla yalvardığınız zaman yanlış birşeyi istemiş olma ihtimaliniz yok. Çünkü her ne istenmişse, her nasıl istenmesi gerekiyorsa, o şekilde isteniyor o dualarda. Kur'an'daki dualardan başlayarak aldığımız bir ders bu: 'Bütüne uygun adım dilemeyi' öğreniyoruz.

Bir tür doğru arzulama eğitimi alıyoruz. Nasıl ki şeriat hilkatin bütünlüğüne uygun adım yürümeyi öğretiyor bize, aynen öyle de, böyle mübarek dualar da 'kader bütünlüğüne uygun şeyler dilemeyi' öğretiyor. Elhamdülillah. Yani arkadaşlar dua da bir eğitim aslında. Cevşen, Sekine, Münacaat-ı Veysel Karanî, Sahife-i Seccadiye... hepsi birer eğitim. Zulmetmeden isteme eğitimi...

İşte bu eğitimi alanlar ne/nasıl arzulanır, kimden/nasıl istenir iyi öğreniyorlar. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der." Demek duanın sadece istemekle değil terbiyemizle de bir ilişkisi var. Ne diyelim? Cenab-ı Hak kalbimizi/dualarımızı bu sır ile sırlayabilmeyi nasib eylesin. Âmin.

2 Şubat 2016 Salı

Sünnet meşruiyetini pedagojiye mi sormalı?

Hastalık insanın zayıflığını tavaf etmesi gibi. 'Onun merkezde ve devamlı olduğu, tekrar be tekrar karşına çıktığı, senin etrafında döndüğün...' bu ritüel aynı zamanda içerde bir yerde kabul etmek istemediğin birşeyi davranışsal olarak kabul ettiğini gösteriyor. "Evet, ben acizim. Kabul etmek istemesem de bu böyle!" Şuuruna bir çizik atılıyor her hasta oluşunda. Mürşidimin ifadesiyle menfi/mecbur bırakıldığın bir ibadet/tavaf bu. Hatta bir adım ilerisinde tekrarlanan her ihtiyaç (nefes almak, yemek, içmek...) bir acizlik tavafı.

Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.

İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.

Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...

Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:

"İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın 'Buyurunuz' emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?"

Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur."

Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.

27 Ocak 2016 Çarşamba

İnsan dertleriyle uzaklaştıkça barışır

Yazmak, üzerinde oyalanmaktır. Bir meraklı tedirginlikle etrafında dolaşmaktır yazılacak şeyin. İnsan, yazdığı şeyi daha sanatlı hale getirmez/getiremez bence. Böyle bir gücü yoktur. Yoku bu kadar vücutsuz/sanal bir düzeyde dahi yaratamaz. Üzerinde oyalanmasıyla onda derinleşir. Oyalanmak dua yerine geçer. Dua eğleşmeyi dikkate dönüştürür. Toprak, kaşıkla bile olsun, kazmaya müsaittir. Üzerinde oyalananı bağrına basar. Gün gelir insanı da bağrına basar. İnsan, zaten ortada olanı ortaya çıkarır. Ortada olan malum olan değildir her zaman.

Malumiyet bir keşiftir. Bir arkada bırakmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Farketmek de aslında bir kuşatmadır. İnsanın ortaya çıkardığı herşey kuşattığıdır. Kalıba dökebildiğine bir isim takar. İsim takabildiğini hafızasında/zihninde bir yere bırakır. Bir yere bıraktığında, istediği zaman ona tekrar ulaşır. İnsan, istediği zaman ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Sahip olduğunda ise varoluşunu arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak, fenaya gittiğini hisseden var için bir tesellidir. Kuyuya düşerken kenarlardan tutunma çabasıdır.

Hz. Âdem, talim-i esmayı, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme/varlığını arttırabilme arzusu ondadır. Bizim halimiz de emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi, elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplik hüneri arzulamakla değil elinde tutabilmekle ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamıştır.

Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşey bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı ondan koparmadan isimlendiririz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını isimlendiririz. İsimlendirmek, koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi, emanetleri bulabileceği yerlere yerleştirmeli.) Tarif etmek, aslında aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmaktır. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Aynılık ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır." Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, aynı dili konuşmaktır. Allah'ın yarattığı herşeyin kuşdilini/fıtrat dilini konuşmaktır. Hz. Süleyman (a.s.) kadar barışık olmaktır herşeyle. Ve selam yayılır onların arasında...

Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirdir. Zaman, tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dur. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun? Peki, şimdi? Peki, bir kez daha? Peki, bir kere daha? Peki ya şimdi?"

Peki, bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah, Cenab-ı Hak'tır, çünkü varlığın hakkında yaratıldığıdır. Onun marifeti eşyanın en derin yeridir. Gerçek ancak bu en derin yere doğru eğimliyse hakikattir.

Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudidir/varlıksaldır ve küllidir/bütüncüldür. Şer ise ademi/yokluksal ve cüzidir/parçacıldır. Her varlık derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Aşağıya doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe derinlik deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.

Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Hatta bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin veya hadisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o nazar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader ve hayat kitabı tastamam önümüzde olsaydı, gözümüzü yoran hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki, güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimlerden ibaret olması gibi.

İnsan, dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu, ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar, onlardan uzaklaştığımız için tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın, çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa ve hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları internetten izlerken hayretten ve keyiften başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.

Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa, demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hala onlara. "Nevide celalidir, fertte cemalidir..." Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir?

23 Ocak 2016 Cumartesi

Bediüzzaman meşrutiyeti neden savundu?

"Hakikatli bir lâtife: Sultan Süleyman Kanûnî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: 'Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.'" Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

'Bu kesinlikle böyledir!' demeyeceğim birşey hakkında yazıyorum. Nazar-ı müsamaha ile bakılsın isterim. Bediüzzaman'ın meşrutiyete 'meşrutiyet-i meşrua' çizgisinde verdiği desteğin arkaplanını anlamaya çalışıyorum bir süredir. Kimileri için bu mesele 'demokrasinin faziletleri' üzerinden gayet açık ve anlaşılır görünse de benim için değil. Bediüzzaman gibi ehl-i sünnet kodlarına sıkı sıkıya bağlı ve modernist/reformist/ehl-i bid'a etkilerden uzak bir âlimin, sırf Batı'daki başarısı ve o başarıdan kaynaklanan bir etkilenme üzerinden meşrutiyete taraftar olduğunu söylemek zor geliyor. Kendi arkaplanında, ehl-i sünnetin makbul/yerel deliller sisteminde bir referansı/gerekçesi olmalıymış gibi düşündürüyor. Zaten müellif de hiçbir metninde meşrutiyet arzusunu Batı üzerinden tanımlamıyor. Hatta bilakis, medeniyet-i hazıraya karşı daha güçlü durabilmenin bir yolu olarak savunduğunu görüyoruz onu.

Yani sırf "Batı yaptı. Başarılı da oldu. Hadi biz de yapalım!" diye meşrutiyet isteyecek birisine benzemiyor Bediüzzaman. Onlara karşı hissettiği 'benzemek' değil 'korunmak' arzusu. Hatta meşrutiyete taraftar olmuş diğer bazı isimlerde de ehl-i sünnet kodlarına düşkünlük, yeni tabirle 'gelenekselcilik' hâkim bir renk. Bu insanların meşrutiyete "Batı yaptı. Pek güzel de oldu! Hadi biz de yapalım!" diye taraf oldukları düşünmek tuhaf geliyor. Birşey isteyeceklerse, meşruiyetini önce kendi 'yerel' delil sistemlerinde sorgulayan insanlar bunlar. Kur'an'ın ve sünnetin mizanlarına düşkün insanlar. Bu insanların salt "Başarılıysa doğrudur!" algısıyla meşrutiyete taraftar oldukları söylenebilir mi? Eserlerinde "Garp husumeti baki kalmalı!" diyen bir âlimin Batı'ya böylesi önemli bir meselede teslim-i silah ettiği hayal edilebilir mi? Üstelik, İstanbul'da hamallara yaptığı konuşmada; "Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsa haydutturlar..." diyen bir âlimin?

Bence edilemez. Bu yüzden üzerine daha fazla düşünülmeli. Meseleyi Hulefa-i Raşidin tecrübesi üzerinden referanslandırmak da sorunlarımızı çözmüyor. Çünkü Hulefa-i Raşidin'den sonra bin yılı aşkın bir süre ümmet saltanatla yönetildi ve bu yönetişe yönelik, Osmanlı'nın son dönemine kadar, o tonda bir meşrutiyet (veya muadili/benzeri bir sistem) savunusu yapılmadı. Hatta ulemanın bir gelenek olarak yönetime dair böylesi müdahalelerden uzak durduğunu görüyoruz. Korkaklar mıydı? Asla! 'Kur'an mahluk değildir!' dediği için zindanlarda çile çeken Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi selabetli âlimlerin böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmamaları ancak 'görece önemsememeleriyle' açıklanabilir. Demek Hulefa-i Raşidin üzerinden devlet sistemine yönelik bir zorunluluk çıkarımı yapılmamış. Yapılmamış ki, ardında benzeri bir kavga verilmemiş. Bediüzzaman'ın da padişah hakkında söylediği mezkûr cümle bize böyle düşündürüyor. Önceliği liderin nasıl yetkilendiğine değil sünnette ittibaına verdikleri görülüyor.

Belki bu, bir teori olarak 'o dönemin şartlarının elverişsizliğiyle' veya 'itirazların yeterince duyulmadığıyla' izah edilebilir. Fakat bu da bana yeterli gelmiyor. Çünkü konjonktür kovalama huyu daha sonraları bize arız olan birşey. Durum daha çok; İslam âlimleri, belli şartlara uyduktan sonra bu insanlara karşı (onaylamasalar bile) itiraz etmemişler tarzında görünüyor. Zaten meşrutiyet tartışmalarının Batı'dan etkileniş sonucu ortaya çıktığını söyleyenler de bu argümana dayanıyorlar. "Biz 'meşrutiyeti' tartışmaya Batı'dan en çok etkilendiğimiz dönemde başladık. O halde bu tartışma yerel meselemiz değil. Bir dış etkinin/etkilenişin sonucudur..." diyorlar. Ve ilk adımından itibaren bid'î bir tartışma olduğu iddiasıyla meşrutiyeti yaftalıyorlar/tardediyorlar. Hatta "Onların işleri aralarında istişare iledir..." ayetinin dahi o döneme kadar meşrutiyet anlamıyla tefsir edilmediğini ifade ediyorlar. Bunlar duyduklarım veya okuduklarım. Detaylarını ehli daha iyi bilir.

İşte bütün bunları tartarken ve "Meşrutiyet bir etkileniş ise Bediüzzaman neden onu savundu?" diye düşünürken Kastamonu Lahikası'ndaki bir metin imdadıma yetişti. Metin aslında Bediüzzaman'ın yıllar sonra Münazarat isimli eserine bakıp kendine dair yaptığı bir özeleştiriyi içeriyor. Meselemizle ilgili olan kısmını alıntılayacağım:

"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ... 
İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.

Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir nümunesi olarak, üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan'ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yani birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidâneye inzibat ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş."

Kanaatimce, Bediüzzaman, "Osmanlı Avrupa'ya hamiledir..." dediği dönemlerde de, ondan öncesinde de bir istibdadın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. (Hatta "Ben de öyle düşünüyorum..." dediğine göre Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid de onunla hemfikirdi.) Bu, ümmet-i İslam için bir istibdat olacaktı, çünkü meşruiyetini Batı'dan alıyordu. II. Mahmut'tan ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Osmanlı üzerinde tesirini hissettiren Batılılaşma, yönetimlerin yerelliklerini giderek yitirdiklerini gösteriyordu. Bu yönetim-halk ayrışması, en nihayet devletin doğrusunu halka da dayatacağı (bir toplum mühendisliğine girişeceği) korkusu yaratmış olabilir. Belki zaten dayatıyordu da. Çünkü devlet de modernleşmeye paralel olarak otoriterleşiyor ve merkezileşiyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesinin II. Mahmut'tan itibaren başladığını bilenler ne demek istediğimi anlarlar. Yine II. Abdulhamid'in, yerel bir eğitim müessesi olan medrese yerine, modern mekteplere taraf olması da bu dönüşüme delil sayılabilir. Ki kendisinin sonunu da bu mektepliler getirmiştir.

Geçenlerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nda Doç. Dr. İshak Torun'un Makyavelist Siyasete Bir Reddiye Olarak Müsbet Hareket seminerini izledim. Seminer sırasında İshak Hoca önemli bir noktaya dikkat çekti. İslam tarihinde geçmiş yönetimlerin hiçbirisinin toplum sosyolojisine modern devletler kadar müdahil olmadıklarını söyledi. Bu, bir bakıma devletin toplumu şekillendiremiyor oluşu demek. Belki de o dönem ulemasının gözünde saltanatı görece tehlikesiz hale getiren buydu. Devlet zaten toplumu dizayn edemiyordu. Her ne kadar Emevilerde bir dönem Cebriye çizgisinin, Abbasilerde ise Mutezili çizginin dayatıldığı bilinse de, elbette o günün imkanlarıyla bu etkilemeler etkisiz kalmıştı.

Fakat modern devlet düzenleri böyle değildi. Özellikle Deccal'in ve Süfyan'ın icraatlarına yönelik bilgiler içeren hadisler, yöneticinin toplumu çok hızlı değiştirebileceği bir dönemin varolacağından haber veriyordu. Ve dönemin uleması bunun 'olabilirliğini' teknolojinin/iletişimin/ulaşımın gelişimini görerek bizzat soluyorlardı. Beşinci Şua'nın aslının o şartlarda yazılması, içerdiği tevillerin 'gelecek bir istibdada yönelik' oluşu tesadüf değil. Müellifin ifadesiyle, Beşinci Şua bir elbise dikmişti ve Mustafa Kemal de gelip onu giymişti. Elbisenin kalıbı ona uyuyordu, çünkü Bediüzzaman gidişatı doğru okumuştu. Mustafa Kemal'e yaptıklarını yapma gücü verecek şartlar ve imkanlar oluşuyordu. İktidar, giderek güçlenerek ve otoriterleşerek, yerelliğini yitirenlerin eline doğru kayıyordu.

Bu tehlike algısı da Bediüzzaman gibi pekçok isme şöyle düşündürmüş olabilir: "O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış..." Yani demek istiyorum ki: İstibdatın toplumun sosyolojisini değiştirebilecek bir güce erişmesi, meşrutiyetin vurgusunu ve savunusunu daha belirgin kılmış olabilir. Bu, Bediüzzaman ve benzerlerinin saltanat düşmanlığı değil istibdat düşmanlığı idi. Saltanatın darbe alması bu istibdata görece müsait bir ortam oluşturmasındandı. Ancak meşrutiyet de meşrua içinde kalmazsa, aynı tehlikeye sahipti. Yine Bediüzzaman'ın mebuslara yaptığı bir konuşmasına kulak verelim:

"Meşrutiyeti meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki ağrazına siber etmekle lekedâr etsin. Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. (...) Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola."

Meselenin ikinci yanı ise Osmanlı sonrasındaki saltanatların yerelliklerini kaybetmesiyle ilgili. Batı'nın zalimane yönetimi ve saldırısı karşısında İslam coğrafyasının parça parça esarete girmesi ve çekilirken dahi Batı'nın o coğrafyalarda kendisinin etkisinde yönetimler bırakması, bugün de hepimizin gördüğü ve okuduğu gibi 'İslam coğrafyasındaki yönetimlerin yerelliğine dönebilmesi için' meşrutiyeti tek çözüm kılmış olabilir. Yani ancak halka sorulursa halk yeniden kendine yakışanı seçebilir. Öteki durumda kukla yönetimler idaresinde esir halklar olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. (Bugün pekçok örneğini gördüğümüz şekilde.) Bu da İslam ulemasının meşrutiyete yaptığı vurguya bir güç katmış olabilir. Hatta bu iddiamı modernleşmedeki referanslarından ötürü Osmanlı hanedanına bile yöneltebilirim. Acaba Osmanlı yönetimi son dönemlerinde yaptığı değişim ve dönüşümlerin ne kadarında İslamî referans arıyordu? Ne kadarında Batı'nın doğru bulması yetiyordu? Ne kadarı müslüman ahalisinin onayladığı değişimlerdi? Bu yukarıdan aşağı dayatılan değişime karşı ulemanın yönetime bir şekilde müdahil olmayı arzulaması ve yerelliği bu yolla korumaya çalışması tuhaf gelmiyor.

Elbette bunlar benim teorilerim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak Bediüzzaman'ın, sırf Batı'da tutan bir aşı olduğu için değil, müslümanların hâkim mimsiz medeniyetin baskısından kurtulmasının yolu olduğu için meşrutiyete taraftar olduğunu düşünüyorum. Dönemi âlimlerinin de meşrutiyete desteğini böyle okuyorum. Bu, bir 'etkileniş' değildi onlar için. Bu, yaklaşmakta olan ve gelişini apaçık okudukları tehlikeye karşı çözüm yoluydu. Referansın Hulefa-i Raşidin veya istişare ayeti olması ise, ihtiyaca şeriatın müsaadesini arayıştı. Dayatış değil. Nitekim, biz dahi Türkiye'de sosyolojimize uygun bir idareyi seçim sisteminin işlemesi sayesinde kazanmış olmadık mı? Eğer bu sistem olmasaydı, başımıza bırakılmış kuklalarla idare ediliyor olmayacak mıydık hala? Elbette her sistemin hataları ve eksikleri var. Ancak ahirzamanda, sosyolojimize dayanmadığımız sürece yönetimlerimizin yerelliğini korumamız zor gibi geliyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyet savunusunu biraz da böyle anlıyorum.

19 Ocak 2016 Salı

Kalp neden arş gibidir?

"Beni bir çocuk bile vurur..." Ahmet Kaya, Dokunma Bana şarkısından.

Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:

"Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneşin bir aksi bende vardır' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim' diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat 'Ben de Arş gibiyim' diyemez."

Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.

İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.

İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.

İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."

Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.

Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.

Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...