Sana da öyle gelmiyor mu: Yarım bırakılmış cümleler gibi bir hayatımız var. Tamam değil sanki. Boşluğu kalem dolduruyor. İmtihan bu boşluktan doğuyor. Tamam olmaya çalışmak aslında yaşamak. Hep bir yanımız eksik. Hep bir yanımız arayışta. 'Tamam' diye birşey yok. Hani eskiden sorular olurdu şöyle: "(...) cümlesinde (...) yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?"
İşte öyle boş bırakılmış yerleri var hayatımızın. Yarım bırakılmış gibiyiz içimizde bir yerde. Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır. "Ve kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur." Oraları da doldurmak bizim işimiz. Bunu ya fiille yapacağız yahut da hakkında düşünerek. Yahut pişman olarak. Yahut şükrederek. Pişmanlık, şükrün kardeşidir. Abisini ıskalarsan, kardeşine muhtaç olursun. Cennet birinin ülkesidir, cehennem diğerinin.
Fiille yapmayı seçenlerin hızını yetişemem. Denedim. Daha gençken. Daha hiçbir ölüm yamacıma isabet etmemişken. Babamı gömmemişken henüz. Denedim. Elimden gelmiyor. Durgun yaratılmışım. Yeterince çabuk olamıyorum. Yeterince sıkı tutamıyorum. Yeterince isteyemiyorum. Yeterince boşveremiyorum boşlukları. Sarhoş olamıyorum. Hırsım 'yeterince' olmuyor. Öfkem 'yeterince' boğmuyor. Âşık da olamıyorum kusurlara körleşip. Dünyada körleşemiyorum. Biraz gaza gelip hızlanayım desem hızımdan en evvel ben korkarım. Bir ilaç kutusunu açtığımda önce yanetkilerine bakarım. Şoförlüğüm olmadığı halde şoförlerden fazla heyecanlanırım ön koltuklarda. Sınırlarımın müptelasıyım anlayacağınız. Onları aşmadığım belirginken rahatlarım. Sınırlarım güvenliğimdir benim.
Çılgınlık istidadım yok. Arabada fren, trende imdat kolu, insanda vicdan, cümlede 'acaba' gibiyim. O zaman benim işim bu boşlukları kalemle doldurmak. Aşağıda bir sürü kelime var zaten beni bekleyen. Mazi, kelimeler torbası. Mazi, olaylar hazinesi. Mazi, yaralarımın haritası. Elimi uzatıp bir tane çekmem yeterli. İşte bir boşluk daha doldu sayemde. Sadece zamanı doldurmakla kalmadım, bugünü anlamlandırmış da oldum böylece. Varoluşum manaya dönüştü. Bugün, yarın, dün birbirinin şerhi. Kitap içinde bu göndermeler doğal. Fakat bir kitap yalnız kendi içinde atıflarla yürümez ki! Delili kendisi olanın davası nedir?
İlla bir gayba ihtiyacımız olacak. Gayba, yani kitabın dışından bir atfa. Vahiy ve sünnet bize bu zenginliği sağlıyor. Kendi kitabında/kendiliğinde boğulmuşlara sunulan bambaşka bir kitap. Kalıplarına sığmayan, sokamadığın, keşfe çıktığın. Sınırlarından sıkılmışlara bir sınırsızlık ümidi. Bir rüya, uyanıklığa kıyasla. Bu âlemden değil. Sende olmayanı ondan alarak 'sana dair olanı' zenginleştirebilirsin. Oradan aldığın manaları boşluklarına serpiştererek yeni bir kitap olabilirsin. Kendi kendine kalmak zorunda değilsin. Duvarları kendinden bu zindanı aşabilirsin.
Değişebilirsin. En güzeli bu, değişebilirsin! Vahyin verdiği ümit, 'bundan ibaret olmadığındır' önce. Ki bu bile yetmez mi kıymetini bilmeye? İbaret olmamak, gayba iman etmek, ötenin ve ötekinin varlığı, beka ümidi... Hepsi lazım bize. İnsanız çünkü, bu dünyadan ibaret olmamalıyız. Boşluklarımızı ancak bu 'aşkınlık' teselli ve tedavi eder:
"İhtiyarın cüz'î ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimat et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makàsıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır."
21 Nisan 2016 Perşembe
20 Nisan 2016 Çarşamba
Herşey yokedicidir...
Yok, delirmedim. Ama bazen sormadan edemiyorum: Niye üzerimize geliyorlar bu kadar? Neden bir kerede söylenip bitmiyor hiçbirşey? Söyleyip kaçsak ya şu hayattan! Hesap vermek ağır değil inan ki. Beşere hesap vermek ağır geliyor. Muhtaç olmak kötü değil. İnsanla zor herşey. Ondan başkasına el açmak azap. Allah'a yüzünü döndüğünde herşey kolaylaşır. "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna." Ben nastan sıkılmış kulağıma bazen şöyle de fısıldarım: Herşey kendisiyle birlikte yokedicidir, Ona bakan yüzü müstesna.
Nasıl tarif etsem? Şöyle biraz: En azından senin iyiliğini isteyen ve eğer fâsıkça inad etmezsen cennetine koymayı arzu eden bir Rabb-i Rahim'in karşısında olduğunu biliyorsun. Bu büyük bir ferahlıktır. Karşında "Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır..." buyuran bir Allah var.
Din bu yüzden kolaylıktır. Muhtaç olduğunun seni sevdiğini veya hikmeti elverdiğince rahmet niyetiyle baktığını bilmek. Buna aç doğmuşuz: Senden birşey almadan/beklemeden seni dinleyen birisi. Senin hiçbirşeyine muhtaç olmadan/istemeden seni dinleyen bir Samed. Ne kadar güvenilesi! Bir çocuk için annesi ve babası da kısmen böyledir. Sevgisi garantidir. O yüzden rahattır. O yüzden öldüklerinde başına dağ yıkılmış gibi olur.
Günah kalpte bir lekedir. Koyulaştırır. Bu doğru. Bir tarafından bakınca öte yanı görünmez olur. Bakarsın, beni görmez olursun mesela. Bana olabilecekler sana görünmez olur. Kafa gözüyle ilgili birşey de değil bu. Beni anlamaz olursun. Yaralarım sana para etmez. Bana acımaz olursun. Kur'an da der bunu: "Kalbiniz katılaştı. Hatta taştan da katılaştı." Ne demek bu? Bence önce empatiyi yitirmek. Ötekini görmez olmak. Kalbin katılaşarak şeffafiyetini yitirmesi. Eskiden su gibiydi. Nereye bir taş atılsa o da dalgalanırdı. Duyarlıydı. Şimdi katılaştı. Duyarsızlaştı. Sonra ötekini tefekkürü bırakmak. Sonra ötekine merhameti. Bunların her birisi bir katılaşma. Bir etkileşim yitimi. Bir körelme. Hem de 'güçlenme' sanılan bir 'körelme.' O yüzden daha tehlikeli.
Önceleri kendini onun yerine koymakla anlamaya çalışırken, sonra onları kendinden ibaret saymakla eşyayı bitirmek. Kendinleştirdin, bildim sandın, aslında hakkında düşünmeyi bıraktın. Zalim böyle bir yolu katediyor. Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi amel etmeyen herkesi sapıtmışlıkla suçluyor. Kıstası kendisi oluyor. Hodbinleşiyor. İşte oradan bakıyorum ben de bu ayete bazen: "Şirk büyük bir zulümdür."
"Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundan, nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder."
Nasıl tarif etsem? Şöyle biraz: En azından senin iyiliğini isteyen ve eğer fâsıkça inad etmezsen cennetine koymayı arzu eden bir Rabb-i Rahim'in karşısında olduğunu biliyorsun. Bu büyük bir ferahlıktır. Karşında "Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır..." buyuran bir Allah var.
Din bu yüzden kolaylıktır. Muhtaç olduğunun seni sevdiğini veya hikmeti elverdiğince rahmet niyetiyle baktığını bilmek. Buna aç doğmuşuz: Senden birşey almadan/beklemeden seni dinleyen birisi. Senin hiçbirşeyine muhtaç olmadan/istemeden seni dinleyen bir Samed. Ne kadar güvenilesi! Bir çocuk için annesi ve babası da kısmen böyledir. Sevgisi garantidir. O yüzden rahattır. O yüzden öldüklerinde başına dağ yıkılmış gibi olur.
Günah kalpte bir lekedir. Koyulaştırır. Bu doğru. Bir tarafından bakınca öte yanı görünmez olur. Bakarsın, beni görmez olursun mesela. Bana olabilecekler sana görünmez olur. Kafa gözüyle ilgili birşey de değil bu. Beni anlamaz olursun. Yaralarım sana para etmez. Bana acımaz olursun. Kur'an da der bunu: "Kalbiniz katılaştı. Hatta taştan da katılaştı." Ne demek bu? Bence önce empatiyi yitirmek. Ötekini görmez olmak. Kalbin katılaşarak şeffafiyetini yitirmesi. Eskiden su gibiydi. Nereye bir taş atılsa o da dalgalanırdı. Duyarlıydı. Şimdi katılaştı. Duyarsızlaştı. Sonra ötekini tefekkürü bırakmak. Sonra ötekine merhameti. Bunların her birisi bir katılaşma. Bir etkileşim yitimi. Bir körelme. Hem de 'güçlenme' sanılan bir 'körelme.' O yüzden daha tehlikeli.
Önceleri kendini onun yerine koymakla anlamaya çalışırken, sonra onları kendinden ibaret saymakla eşyayı bitirmek. Kendinleştirdin, bildim sandın, aslında hakkında düşünmeyi bıraktın. Zalim böyle bir yolu katediyor. Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi amel etmeyen herkesi sapıtmışlıkla suçluyor. Kıstası kendisi oluyor. Hodbinleşiyor. İşte oradan bakıyorum ben de bu ayete bazen: "Şirk büyük bir zulümdür."
"Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundan, nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder."
18 Nisan 2016 Pazartesi
Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (6) Bediüzzaman'ın 'peygamberi' mi, Senai Demirci'nin 'elçisi' mi?
"Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali." Lemeat'tan.
Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.
Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.
Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:
Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."
Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:
Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."
Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!
Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?
Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.
Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.
Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:
"Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o 'Lâ ilâhe illâllah' der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen 'Sadakte ve bilhakkı natakte!' derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"
Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."
Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:
Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."
Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!
Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?
Bir modern zaman hastalığı olarak: Sünnilikten utanmak...
Madem bu mevzuya dair o kadar twit attım, yazdım-çizdim, öyleyse hakkında birşeyler de karalamalıyım. Erdoğan'ın, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda; "Bizim sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim şialık diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam'dır!" sözünden neden bu kadar alındık? Belki biraz da 2008'de İran'la daha bir 'çiçek-böcek' olduğumuz dönemlerde söylediği şu cümleden ötürü oldu bu: “Ben ne şiiyim ne sünniyim, ben Müslümanım!” Biz, bu iki cümleyi birbiriyle bağladık. Ve hayra da yormadık. Nihayetinde 'sünnilik' ve 'şiilik' üzerine yapılan bir saptama ister istemez bir yönüyle itikadîydi ve itikad da siyaset gibi 'Dün dündür. Bugün bugündür...'ü kaldırmazdı. Erdoğan, sırf kendi bölgesiyle ilgili olmayan bir kelam etmişti. O işin öyle olmadığının ehl-i ihtisasça kendisine hatırlatılması gerekiyordu. İnşaallah, ulemamız da o işi yaptılar. Biz de avam-avama meseleyi tartıştık. Birşeyler öğrendik ve öncekinden bir adım ileriye gittiysek ne mutlu! Gitmediysek ne esef!
'Sünniliğin önemsizleştirilmesi' bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak farklı renk tonlarıyla geldi bugüne kadar. Bu yüzden belki yaşananları 'bir bütünün parçaları' gibi okuyamıyoruz. Kemalizm, sünniliğin şeair diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, kendisiyle değil. Dinin halk tarafından kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Daha çok 'göze batan öğeleriyle' savaşıyordu. 28 Şubat'a kadar bu iş böyle geldi. 28 Şubat'tan sonra ise işin rengi değişti. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar 'şeriat istemekle' yaftalanmıyor. Fakat daha alttan ve yeni bir kaynama var. (Belki bu 'yeni' tabirim gözümün yeni açılmasından.) Şeriatın içi boşaltılıyor. Şimdiki saldırının şeairle bir işi yok. Allah muhafaza, başarırsa, zaten o şeair altında hiçbir şey kalmayacak. Şeair, tüm tanım ve kavramlarıyla birlikte, sadece bir kabuk kalacak...
Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım tartışmaların, yazdığım yazıların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun farkındasınız. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle veya bazen salt bir sözlükle, her biri 14 asrın mirasına bağlı ve beslenir olan kavramları, tanımları, tefsirleri, ilimleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bunda aradıkları rıza-i ilahî de değil, bunda aradıkları maslahat. Modernin trenini kaçırmamak arzuları.
Modernizmi sorgulamaya açmadan ehl-i sünnet geleneğini sorguluyorlar. İstedikleri yorumu yapmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları, istediği günaha girmeyen Hz. Yusuf aleyhisselama Züleyha'nın düşmanlığı gibi. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur'an'a, fakat önce bu peygamber varisi âlimlerin metinlerine/yorumlarına tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar.
Bu 'gömlek yırtma' arzusunun Senai Demirci'de tezahür eden şeklinden tutun ta nerelere kadar farklı yansıma şekilleri var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta...
Yüz çeşit rengi var bu çirkefliğin, ama hepsinin özü aynı. Bu adamlar bu gömleği yırtacaklar da yırtacaklar. Başka yolu yok! Bu gömlek üzerindeyken Yusuf'u istedikleri günaha sokmaları mümkün değil. Bu millet ehl-i sünnet itikadındayken modern zaman hurafeleriyle akıllarını karıştırmaları 'olabilir' görünmüyor. Olmuyor, başaramıyorlar, bu yüzden de önlerine gelen her antikaya/antikacıya düşman bu demirciler. Nesne antika görülmemeli ki, sahibi onu antikacılar çarşısına götürmesin. Üç kuruşa demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin 'değiştiremediği' ile işi olmaz.
İşte biz, bu yırtıcılığın tezahür şekillerinden birisi olarak, daha iyi bir gelecek(!) için 'ehl-i sünneti/sünniliği arkada bırakmayı' kabul etmiyoruz. Bu cümleyi kurarken Erdoğan'ın niyeti iyi olabilir, tamamen siyasi mülahaza düşünmüş olabilir, ama istifade etmek için bekleyen çok çakal var. Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil, itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Hz. Ebu Bekir efendim 'irtidad' hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi, ne de Hz. Ali efendim 'hakem hadisesi'nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat olarak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali'ye (r.a.) söylediği sözün mirasçısı olarak gördük kendimizi: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın." 14 asırlık gelenek böyle oluştu.
Şimdi sanılıyor: Her tenzih içinde bir hayır vardır. Halbuki, Bediüzzaman'ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor ki; tenzih sûretinde çok şerler de işlenir âlemde. Mutezile, nasıl Allah'ı 'şerri yaratmaktan tenzih etmek için' insanı Allah'a ortak koşar, kendi fiilerinin yaratıcısı ilan eder hale geldi; aynen öyle de, gün döndü, başkaları da ittihad-ı İslam'ı sağlamak için mezhepleri elinin kiri/farklılıkların kaynağı gibi görmeye başladı. Onların ortadan kaldırılmasını en büyük görev bildi. Peki, burada aradığı aslında neydi? Rıza-i ilahî miydi?
Hayır! Aslında aradığı siyasi başarıdır. Seküler maslahattır. Dinle dünya istemektir. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak veya onlara hükmetmektir. Hayatı ve dini siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de maslahatı zaruret haline getirip lazımı elzem yerine koymaktır. İşte biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat adına, bundan endişe ediyoruz.
Bunun sahada da olabilirliği yoktur. Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim ve mutedil tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam'da bir ittihad sağlanabilir mi? Selefilik ve şiilik örnekleri hiç de umut verici değil günümüz adına. (Hizbullah'ı ve IŞİD'i karşı karşıya koyup bakın.) Bunun geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de umut vermemişti. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda bu ekoller kendilerinden başkasına hakk-ı hayat tanımıyorlar. (Mihne olaylarını hatırlayalım.) Yalnız ehl-i sünnet ve'l-cemaat müstesna. O, bunu yapmıyor. En temel kaynaklarımız ortada. Kim şiilerin/selefilerin tekfirciliği gibi bir tekfirciliği o kaynaklarda görebiliyorsa, göstersin. Halbuki biz aksini şiiliğin de selefiliğin de kaynaklarında açıkça görebiliyoruz. Bugün Suriye'de sevap umuduyla sünniler katlediliyor.
Bu konuda modernistler hiç konuşmasın. Onlar daha bugün bizi 'uydurulmuş din müntesibi' sayıyorlar. Yarın siyasi güç ellerinde olsa neler ederler, Allah korusun. Tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla vermiş, çok renkliliğe müsaadekâr, ehl-i sünnetten başka kim var? O halde ondan utanmak/sakınmak/sıkılmak niye? Ondan tenzih olunca nereye gideceğiz? Sünnilik olmadığında İslam'ın içinde ne kalır? İslam, içi ehl-i sünnet tanımlarından boşolmuşken, kabuktan başka nedir?
Bu noktada başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savı. Sünniliğin 'dava içinde burhan' türünden eklemeleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası sahabenin davasıdır. Bid'at fırkaların ve fikirlerin zuhurundan sonra, sahabe mesleği mirasçılarının, ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi dava yönüyle sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak, o halde sahabe mesleğini kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki yol kaybolmuştur!
Bizi birleştirecek olan İslam içre bir liberal ahlak olmayacak. Bu çok yanlış bir yargı. Liberal ahlak kişileri veya devletleri ancak menfaat ekseninde birleştirir. Biz ittihad-ı İslam'ı menfaatimize olacak diye istemiyoruz. Böyle istersek zaten ihlası olmaz. Bakınız, yanıbaşımızda Suriye ve yanımızda Suriyeli kardeşlerimiz. Onlardan ne menfaatimiz var? Misafir menfaati için ağırlanır mı? Kardeş kardeşe menfaat düşünerek yardım eder mi? İttihad-ı İslam'ı, (Bediüzzaman'ın tabiriyle) medeniyetin 'menfaat' ekseninden alıp İslam'ın 'fazilet' eksenine oturtmak için amelimizi ehl-i sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. İttihada itikadımızı rüşvet veremeyiz. Çünkü zaten ittihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Hz. Mevlana Celaleddin'e (k.s.) atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."
'Sünniliğin önemsizleştirilmesi' bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak farklı renk tonlarıyla geldi bugüne kadar. Bu yüzden belki yaşananları 'bir bütünün parçaları' gibi okuyamıyoruz. Kemalizm, sünniliğin şeair diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, kendisiyle değil. Dinin halk tarafından kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Daha çok 'göze batan öğeleriyle' savaşıyordu. 28 Şubat'a kadar bu iş böyle geldi. 28 Şubat'tan sonra ise işin rengi değişti. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar 'şeriat istemekle' yaftalanmıyor. Fakat daha alttan ve yeni bir kaynama var. (Belki bu 'yeni' tabirim gözümün yeni açılmasından.) Şeriatın içi boşaltılıyor. Şimdiki saldırının şeairle bir işi yok. Allah muhafaza, başarırsa, zaten o şeair altında hiçbir şey kalmayacak. Şeair, tüm tanım ve kavramlarıyla birlikte, sadece bir kabuk kalacak...
Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım tartışmaların, yazdığım yazıların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun farkındasınız. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle veya bazen salt bir sözlükle, her biri 14 asrın mirasına bağlı ve beslenir olan kavramları, tanımları, tefsirleri, ilimleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bunda aradıkları rıza-i ilahî de değil, bunda aradıkları maslahat. Modernin trenini kaçırmamak arzuları.
Modernizmi sorgulamaya açmadan ehl-i sünnet geleneğini sorguluyorlar. İstedikleri yorumu yapmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları, istediği günaha girmeyen Hz. Yusuf aleyhisselama Züleyha'nın düşmanlığı gibi. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur'an'a, fakat önce bu peygamber varisi âlimlerin metinlerine/yorumlarına tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar.
Bu 'gömlek yırtma' arzusunun Senai Demirci'de tezahür eden şeklinden tutun ta nerelere kadar farklı yansıma şekilleri var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta...
Yüz çeşit rengi var bu çirkefliğin, ama hepsinin özü aynı. Bu adamlar bu gömleği yırtacaklar da yırtacaklar. Başka yolu yok! Bu gömlek üzerindeyken Yusuf'u istedikleri günaha sokmaları mümkün değil. Bu millet ehl-i sünnet itikadındayken modern zaman hurafeleriyle akıllarını karıştırmaları 'olabilir' görünmüyor. Olmuyor, başaramıyorlar, bu yüzden de önlerine gelen her antikaya/antikacıya düşman bu demirciler. Nesne antika görülmemeli ki, sahibi onu antikacılar çarşısına götürmesin. Üç kuruşa demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin 'değiştiremediği' ile işi olmaz.
İşte biz, bu yırtıcılığın tezahür şekillerinden birisi olarak, daha iyi bir gelecek(!) için 'ehl-i sünneti/sünniliği arkada bırakmayı' kabul etmiyoruz. Bu cümleyi kurarken Erdoğan'ın niyeti iyi olabilir, tamamen siyasi mülahaza düşünmüş olabilir, ama istifade etmek için bekleyen çok çakal var. Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil, itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Hz. Ebu Bekir efendim 'irtidad' hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi, ne de Hz. Ali efendim 'hakem hadisesi'nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat olarak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali'ye (r.a.) söylediği sözün mirasçısı olarak gördük kendimizi: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın." 14 asırlık gelenek böyle oluştu.
Şimdi sanılıyor: Her tenzih içinde bir hayır vardır. Halbuki, Bediüzzaman'ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor ki; tenzih sûretinde çok şerler de işlenir âlemde. Mutezile, nasıl Allah'ı 'şerri yaratmaktan tenzih etmek için' insanı Allah'a ortak koşar, kendi fiilerinin yaratıcısı ilan eder hale geldi; aynen öyle de, gün döndü, başkaları da ittihad-ı İslam'ı sağlamak için mezhepleri elinin kiri/farklılıkların kaynağı gibi görmeye başladı. Onların ortadan kaldırılmasını en büyük görev bildi. Peki, burada aradığı aslında neydi? Rıza-i ilahî miydi?
Hayır! Aslında aradığı siyasi başarıdır. Seküler maslahattır. Dinle dünya istemektir. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak veya onlara hükmetmektir. Hayatı ve dini siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de maslahatı zaruret haline getirip lazımı elzem yerine koymaktır. İşte biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat adına, bundan endişe ediyoruz.
Bunun sahada da olabilirliği yoktur. Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim ve mutedil tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam'da bir ittihad sağlanabilir mi? Selefilik ve şiilik örnekleri hiç de umut verici değil günümüz adına. (Hizbullah'ı ve IŞİD'i karşı karşıya koyup bakın.) Bunun geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de umut vermemişti. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda bu ekoller kendilerinden başkasına hakk-ı hayat tanımıyorlar. (Mihne olaylarını hatırlayalım.) Yalnız ehl-i sünnet ve'l-cemaat müstesna. O, bunu yapmıyor. En temel kaynaklarımız ortada. Kim şiilerin/selefilerin tekfirciliği gibi bir tekfirciliği o kaynaklarda görebiliyorsa, göstersin. Halbuki biz aksini şiiliğin de selefiliğin de kaynaklarında açıkça görebiliyoruz. Bugün Suriye'de sevap umuduyla sünniler katlediliyor.
Bu konuda modernistler hiç konuşmasın. Onlar daha bugün bizi 'uydurulmuş din müntesibi' sayıyorlar. Yarın siyasi güç ellerinde olsa neler ederler, Allah korusun. Tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla vermiş, çok renkliliğe müsaadekâr, ehl-i sünnetten başka kim var? O halde ondan utanmak/sakınmak/sıkılmak niye? Ondan tenzih olunca nereye gideceğiz? Sünnilik olmadığında İslam'ın içinde ne kalır? İslam, içi ehl-i sünnet tanımlarından boşolmuşken, kabuktan başka nedir?
Bu noktada başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savı. Sünniliğin 'dava içinde burhan' türünden eklemeleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası sahabenin davasıdır. Bid'at fırkaların ve fikirlerin zuhurundan sonra, sahabe mesleği mirasçılarının, ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi dava yönüyle sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak, o halde sahabe mesleğini kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki yol kaybolmuştur!
Bizi birleştirecek olan İslam içre bir liberal ahlak olmayacak. Bu çok yanlış bir yargı. Liberal ahlak kişileri veya devletleri ancak menfaat ekseninde birleştirir. Biz ittihad-ı İslam'ı menfaatimize olacak diye istemiyoruz. Böyle istersek zaten ihlası olmaz. Bakınız, yanıbaşımızda Suriye ve yanımızda Suriyeli kardeşlerimiz. Onlardan ne menfaatimiz var? Misafir menfaati için ağırlanır mı? Kardeş kardeşe menfaat düşünerek yardım eder mi? İttihad-ı İslam'ı, (Bediüzzaman'ın tabiriyle) medeniyetin 'menfaat' ekseninden alıp İslam'ın 'fazilet' eksenine oturtmak için amelimizi ehl-i sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. İttihada itikadımızı rüşvet veremeyiz. Çünkü zaten ittihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Hz. Mevlana Celaleddin'e (k.s.) atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."
17 Nisan 2016 Pazar
Yalancı, geçmişi sevmez
Korkular hep boşluktan. Nereye varacağını kestirememekten. Varlıktaki yokluk, boşluk, karanlık. Mürşidin demişti sana: Şer ademîdir/yokluksaldır. Hayır vücudîdir/varlıksaldır. İnsan 'boşluk' gördüğü herşeyde şerrin kokusunu hisseder. İhtimal hesaplarına dahil olan herşey endişelendirir seni. Ne çok şeyden korkuyorsun! Sadece karanlıktan, öcülerden, gelecekten değil, verdiğin sözlerden de. Sanki her söylediğin ayağını bağlıyor, bağlamış. Geçmişte çok konuşmuşsun, şimdi susuyorsun. İnsanların yüzüne bakmayı sevmeyişin de bundan. El açıp dua etmeyişin de. Dikkat edilsin istemiyorsun varlığına. Kumun altında kafan. Gözünün içine bakan herkesin, orada, çelişkilerini ve zaaflarını göreceğini sanıyorsun. Çok yalan söylemişsin. Yalan söyleyenler geçmişi sevmez. Yalan söyleyenler göze bakmak ve gözüne bakılsın istemez. Geçmişi unutsun istiyorsun herkes. Sen de unutmayı seçiyorsun. Duan kabul olmuş. Hafızan zayıflamış.
Utangaçlık ve unutkanlık korkularının kılıfı olmuş. Asosyal falan da değilsin halbuki. Seversin kalabalıkları. Fakat yüzleşmeye cesaretin yok. O kadar çok konuştun ve o kadar çok şey ahdettin ki. Tutamadığın o kadar çok sözün var ki. Bir sürü de gerçekleşmemiş hayal... Heyula gibi. Birileri hatırlar da hatırlatır diye korkuyorsun. Kur'an dinlerken sıkılman da bundan. Nasihatten kaçman da. Hepsi birden üzerine yıkılır sonra, Allah korusun. İnsanlara eyvallah etmez görünürsün, işte bu yüzden. Sana yapılan yanlışları unutmaz, verilmiş hediyeleri ise anmazsın, işte bu yüzden. Nimeti anmak borçlandırır insanı. Geçmişi hatırlatır, vefayı, şükrü, teşekkürü. Sen öcülerden çok tutamadığın sözlerden korkuyorsun.
Sözünü tutamayanların canı çok sıkılır, neden biliyor musun? Çünkü her boş kaldıklarında vicdanları azap verir. Fıtrat ahdini unutmaz. Vicdan cevap anahtarı. En sağlam 'sağlama' yöntemi. Başımızdan gitmez, yapışkan bir bekçidir. Onu ikna etmenin tek yolu geçmişi hatırlamamak. Yahut da şöyle söylemeli: Geçmişin güzelliklerini hatırlamamak. Seni borçlu çıkaracakları. Anınca, karşılığında birşeyler yapmanı gerektirecekleri. Fıtrat vefayı ister. Vicdan talep eder. Onları hiç anmazsan, belki(!) kurtulursun. Felahın, devekuşu felahı. 'Memnuniyetsizliği' bir kalkan gibi kullanıyorsun.
Mesela bir evlat olsan, ebeveyninle tartışsan, sana en tatlı gelen şey onların yaptıkları iyilikleri hatırlamamaktır. Hep verdikleri eziyetlerden dem vurmak, onları konuşmaktır. Sana kızmıyorum, ben de geçtim aynı yollardan. Ama dostum, inan bana, vefasızlığın acısı hiç geçmiyor. Sadece sana yapılanların değil, senin yaptıklarının da. Taşı doğru yere koymadığını hissediyorsun. Birşeyler yanlış geliyor. Birşeyler hep yanlış gidiyor. Bir ince sızı, her tenhada batıyor kalbine. Namazı terk etmek de aynen öyle.
İnsan, nefisten ibaret değil. Salt ona göre de yaşayamaz. Nefsin planı da, rahatı da hep kısavadelidir. Asıl, zaman uzayıverince, geçince günler birbiri ardına, nefsin de lezzet ümidi kesilince amelden, işte o zaman defterler açılıyor. Ah o defterler ne yaman açılıyor! O zamana kadar tutmadığın her sözle, o anda yüzleşiyorsun. Sana Allah mutluluk vaadetti, doğru; varlığa erdiğinden itibaren bunun peşindesin. Fakat dostum, yine o Allah demiyor mu: "Lutfettiğim nimetimi hatırlayın; bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, ben de size verdiğim ahdimi tutayım. Ve yalnız benden korkun." Ona vefalı olmadığını, sana verildiğini düşündüğün sözlerin tutulmamasından anla. Ne ki, tam olmuyor, senden dolayı olmuyor. Yarım kalanlar hep korkudur. Yarım kalanlar hep korkutur. Yarım bırakan sensin. Her korkun, tutmadığın bir sözden imal edilmiştir. Sen sözlerinde sâdık olsaydın elbette Allah'ı Sâdıku'l-Vaad bulacaktın.
Utangaçlık ve unutkanlık korkularının kılıfı olmuş. Asosyal falan da değilsin halbuki. Seversin kalabalıkları. Fakat yüzleşmeye cesaretin yok. O kadar çok konuştun ve o kadar çok şey ahdettin ki. Tutamadığın o kadar çok sözün var ki. Bir sürü de gerçekleşmemiş hayal... Heyula gibi. Birileri hatırlar da hatırlatır diye korkuyorsun. Kur'an dinlerken sıkılman da bundan. Nasihatten kaçman da. Hepsi birden üzerine yıkılır sonra, Allah korusun. İnsanlara eyvallah etmez görünürsün, işte bu yüzden. Sana yapılan yanlışları unutmaz, verilmiş hediyeleri ise anmazsın, işte bu yüzden. Nimeti anmak borçlandırır insanı. Geçmişi hatırlatır, vefayı, şükrü, teşekkürü. Sen öcülerden çok tutamadığın sözlerden korkuyorsun.
Sözünü tutamayanların canı çok sıkılır, neden biliyor musun? Çünkü her boş kaldıklarında vicdanları azap verir. Fıtrat ahdini unutmaz. Vicdan cevap anahtarı. En sağlam 'sağlama' yöntemi. Başımızdan gitmez, yapışkan bir bekçidir. Onu ikna etmenin tek yolu geçmişi hatırlamamak. Yahut da şöyle söylemeli: Geçmişin güzelliklerini hatırlamamak. Seni borçlu çıkaracakları. Anınca, karşılığında birşeyler yapmanı gerektirecekleri. Fıtrat vefayı ister. Vicdan talep eder. Onları hiç anmazsan, belki(!) kurtulursun. Felahın, devekuşu felahı. 'Memnuniyetsizliği' bir kalkan gibi kullanıyorsun.
Mesela bir evlat olsan, ebeveyninle tartışsan, sana en tatlı gelen şey onların yaptıkları iyilikleri hatırlamamaktır. Hep verdikleri eziyetlerden dem vurmak, onları konuşmaktır. Sana kızmıyorum, ben de geçtim aynı yollardan. Ama dostum, inan bana, vefasızlığın acısı hiç geçmiyor. Sadece sana yapılanların değil, senin yaptıklarının da. Taşı doğru yere koymadığını hissediyorsun. Birşeyler yanlış geliyor. Birşeyler hep yanlış gidiyor. Bir ince sızı, her tenhada batıyor kalbine. Namazı terk etmek de aynen öyle.
İnsan, nefisten ibaret değil. Salt ona göre de yaşayamaz. Nefsin planı da, rahatı da hep kısavadelidir. Asıl, zaman uzayıverince, geçince günler birbiri ardına, nefsin de lezzet ümidi kesilince amelden, işte o zaman defterler açılıyor. Ah o defterler ne yaman açılıyor! O zamana kadar tutmadığın her sözle, o anda yüzleşiyorsun. Sana Allah mutluluk vaadetti, doğru; varlığa erdiğinden itibaren bunun peşindesin. Fakat dostum, yine o Allah demiyor mu: "Lutfettiğim nimetimi hatırlayın; bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, ben de size verdiğim ahdimi tutayım. Ve yalnız benden korkun." Ona vefalı olmadığını, sana verildiğini düşündüğün sözlerin tutulmamasından anla. Ne ki, tam olmuyor, senden dolayı olmuyor. Yarım kalanlar hep korkudur. Yarım kalanlar hep korkutur. Yarım bırakan sensin. Her korkun, tutmadığın bir sözden imal edilmiştir. Sen sözlerinde sâdık olsaydın elbette Allah'ı Sâdıku'l-Vaad bulacaktın.
16 Nisan 2016 Cumartesi
Vicdan hayatın 'acaba'sıdır
Dikkatle baksan, göreceksin, çok da cesur değiliz aslında. Cür'etimiz sahte. Cür'etimiz, isbat-ı vücut. Ergen dengesizliği. "Ben de varım!" çığlığı. Riyakâr. Gösterişçi. Kalabalık, birşeyin peşinde koştuğu zaman "Durun bakalım! Doğru yöne mi gidiyoruz?" diyecek gücümüz yok. Kalabalıkla varoluruz biz. Karşısında varolamayız. Sınamayacak kadar çekingeniz asabiyet kokulu haykırışları. Atalarımızın dininden kurtulduk vahy-i semavi ile, ama ahlakından büsbütün kurtulamadık. İbrahimler yakılırken izlemeye toplanırız o büyük ateşi. Firavunlar bizi küçümser, ama biz yine de Firavun'un 'biz' tanımını hayran, itaat ederiz. Cesaret diye aslanla boğuşmaya demezler. Medeninin cesareti başka türlüdür. O, şehre karşı direnmeye çalışır. Kalabalığa, kemiyete, genel de olsa haksız olana.
Tahkik ile ayakta durmaya gayret eder. Onun inzivası beynindedir. Uzleti kalbindedir. İmanı sorularındadır. Taşıyabilirse hayata, ahlakındadır. Gariptir böylesi durumlarda yalnız kalabilmeyi seçtiği için. Garibüzzamandır. Vicdanının sancısına aldırdıkça kalabalığın etkisinden kurtulur. "Allah sabredenlerle beraberdir..." hakikatine sığınır 'acele etmediği için' suçlandığını her anda.
Kapılmayı seviyoruz. Birşeyi herkes yaparken ve herkes öyle yapmanın doğru olduğunu söylerken yapmak daha kolay. Hem yorulmak gerekmiyor. Akıl istirahatte. Dikkat atalette. Kimse zıttını söylemiyor. 'Acaba?' yok. Hayatı otomatik pilota almak gibi bir rahatlık. Kolay olanı seçiyoruz biz de. "Ben de herkes gibiyim!" diyoruz, geçiyoruz. Fakat vicdanı olmaya soyunmuşsak birşeylerin, ilk yapmamız gereken öfkeyle yürüyenleri—sayılarına bakmadan hem de—durdurmak değil mi? Vicdan bunu yapar. Vicdan hayatın 'acaba'sıdır.
Vurgu azı çoğa galip eder. Öfke, vurgudur. Öfke, yanlışı doğru gösterebilir bir sihirdir. Duyguların içinde böyle cerbezeden anlayanlar var. Sana yanlışı doğru gösterirler. Bir de kalabalığı kendilerinden yana bulmuşlarsa, iyice coşarlar. Kalabalık sarhoş edicidir. "Azı sarhoş edenin çoğu da haramdır." Hatta çoğu daha çok haramdır. İşte onlara kapıldığında, sana hakiki doğruyu gösteren, gürlemeyen ama inleyen sestir vicdan. Hiçbir içkinin sarhoş edemediği yer. Bir bıçak yarası değil, bir sızıdır, nazlıdır. Mehri dikkattir. Nazarın ondaysa kapılırsın. Arıyorsan bulursun. Bakıyorsan görürsün. Görmek istemeyeni, iradesini elinden alacak şekilde, baskılayıp engelle(ye)mez. Müşterisinin müşterisidir. Kulak verenin duyduğu sestir. Esasında vicdan, insanda yaratılmış bir mucizedir. Fakat her mucize gibi "Akla kapı açar, ama ihtiyarı elden almaz." Sızılarına kulak veriyorsan onu işitebilirsin. Kulağı sızılarında olmayanı hiçbir sancı adam edemez.
Tahkik ile ayakta durmaya gayret eder. Onun inzivası beynindedir. Uzleti kalbindedir. İmanı sorularındadır. Taşıyabilirse hayata, ahlakındadır. Gariptir böylesi durumlarda yalnız kalabilmeyi seçtiği için. Garibüzzamandır. Vicdanının sancısına aldırdıkça kalabalığın etkisinden kurtulur. "Allah sabredenlerle beraberdir..." hakikatine sığınır 'acele etmediği için' suçlandığını her anda.
Kapılmayı seviyoruz. Birşeyi herkes yaparken ve herkes öyle yapmanın doğru olduğunu söylerken yapmak daha kolay. Hem yorulmak gerekmiyor. Akıl istirahatte. Dikkat atalette. Kimse zıttını söylemiyor. 'Acaba?' yok. Hayatı otomatik pilota almak gibi bir rahatlık. Kolay olanı seçiyoruz biz de. "Ben de herkes gibiyim!" diyoruz, geçiyoruz. Fakat vicdanı olmaya soyunmuşsak birşeylerin, ilk yapmamız gereken öfkeyle yürüyenleri—sayılarına bakmadan hem de—durdurmak değil mi? Vicdan bunu yapar. Vicdan hayatın 'acaba'sıdır.
Vurgu azı çoğa galip eder. Öfke, vurgudur. Öfke, yanlışı doğru gösterebilir bir sihirdir. Duyguların içinde böyle cerbezeden anlayanlar var. Sana yanlışı doğru gösterirler. Bir de kalabalığı kendilerinden yana bulmuşlarsa, iyice coşarlar. Kalabalık sarhoş edicidir. "Azı sarhoş edenin çoğu da haramdır." Hatta çoğu daha çok haramdır. İşte onlara kapıldığında, sana hakiki doğruyu gösteren, gürlemeyen ama inleyen sestir vicdan. Hiçbir içkinin sarhoş edemediği yer. Bir bıçak yarası değil, bir sızıdır, nazlıdır. Mehri dikkattir. Nazarın ondaysa kapılırsın. Arıyorsan bulursun. Bakıyorsan görürsün. Görmek istemeyeni, iradesini elinden alacak şekilde, baskılayıp engelle(ye)mez. Müşterisinin müşterisidir. Kulak verenin duyduğu sestir. Esasında vicdan, insanda yaratılmış bir mucizedir. Fakat her mucize gibi "Akla kapı açar, ama ihtiyarı elden almaz." Sızılarına kulak veriyorsan onu işitebilirsin. Kulağı sızılarında olmayanı hiçbir sancı adam edemez.
15 Nisan 2016 Cuma
Çocuklar neden sorar?
Yeğenim dokuz yaşına geldi. Eskisi gibi kucaklamamıza, öpmemize veya sarılmamıza müsaade etmiyor. Bütün bunlar ancak onun içinden de gelirse ve izni dairesinde olabiliyor artık. Bir şekilde anlaşmalısınız. Anlaşabilirseniz, ki bu daha çok kazan-kazan tarzı bir vaadle mümkün olabiliyor, o zaman beyzadeden bir busecik almakla (artık yanaktan da yok, ancak başından öpebilirsiniz) şereflenebilirsiniz.
Pekçok huyu değişti. Mesela eskisi gibi kolay kandırılmıyor. Ona söylediklerimin hangisinin şaka olabileceğini veya hangilerinin kendisini gaza getirmek için söylenmiş olduğunu (her an tetikte bir şekilde) sınıyor. Daha uzun cümleler kuruyor. Açıklarımızı yüzümüze vurmaya hazır. Kendisini savunmayı öğrendi. Sadece ağlayarak değil, bir mantık çerçevesinde deliller de sunarak (ama çocukça bir mantık bu) karşı koyabiliyor. Ah, bir de, söylemeden geçemeyeceğim, eli çok ağırlaştı. Artık şakayla da olsa vurmalı oyun oynanmıyor. Vurduğu yeri morartıyor. Benim şakalarımı anlasa da 'şakacıktan vurmak' denen şeyi kendisi anlayabilmiş değil.
Birşeyi aynı sadece: Soruları. İçerik itibariyle elbette büyük değişimler var. Mesela eskiden yağmurun nasıl yağdığını tekrar tekrar anlattırırdı. Şimdi karadelikler, yanardağlar ve dinazorlar ilgi alanları. Galiba bizim için sıradanlaşanlar, onun için de sıradanlaşmaya başladı. Bu bir yönüyle kötü haber. Ama güneşin doğuşu bizim de gözümüze 'harika' görünmeyeli epey zaman oldu. Alıştık. Bunun ona da olmamasını bekleyemezdim. Süreç onda da işledi. Artık sadece her an karşısına çıkmayacak olanları sıradışı buluyor. Yağmur cazibesini kaybetti. Bulutlar ve kuşlar da öyle.
Yalnız hakkını vermeliyim: Soru sayısında hiçbir azalma yok. Geçmişte bu soruları meraktan sorduğunu sanıyordum. Şimdi tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Çocukların soruları, galiba biraz da bizim çok bilmişliğimizin eseri. Küçükken onların meraklarına cevap vermek bir büyüklük kibri veya bir yol göstericilik şehveti sağlıyordu bize. Bu yeniyetme cahillerin yanında kendimizi âlim sanıyorduk. Sordular, cevap verdik. Sordular, cevap verdik ve bu soru-cevap faslından büyük keyif aldığımızı da onlara gösterdik. Kendilerini bizim sevgimize ve ilgimize muhtaç gören bu sevgi pıtırcıkları da iletişim kanalı olarak onu seçtiler.
Bence bir çocuk çok soru soruyorsa, biraz da büyükleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymasındandır. Çünkü dikkat ediyorum: Çoğu kez daha evvel aldıkları cevapları unutmuş gibi yapıp tekrar soruyorlar. Yeğenimle yaptığım bir iki sınamada anladım. Mesela; bir çizgifilm karakterinin ismini aylardan sonra tekrar sorduğunda, ben farklı birşey söyleyince uyarmadan edemedi: "Ama o zaman başka söylemiştin. Yalan mı söylemiştin?" Demek unutmamıştı. Ama yine de benden tekrar duymak istiyordu. Bunu görmemin ardından yeğenime 'onun konuştuğu zamanlar mutlu olduğum bir dünyayı' değil, 'onun sorup benim cevap verdiğim bir dünyayı' ideal bir dünya gibi gösterdiğimi anladım.
Aksini yapsam merakı ve soruları tükenir miydi? Tükenmezdi elbette. Merak insanın üzerine yaratıldığı şey. Öğrenmenin kapısı. Fakat bugünlerde ona yorum yaptırmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen birşeyi bana sorduğunda "Sence nasıl olmuştur?" diyorum. O zaman dakikalarca anlatıyor kafasındakileri. Sonra ben de benimkileri anlatıyorum. Bazen ikisini de, hatta bazen halalarından öğrendiklerini de defterine yazdırıyor. Beni yıldırması birşey değil de inşaallah kendisi yılmaz. Çünkü nihayetinde her soru bir duadır. Allah, ilmi, cevaplar suretinde yaratır. Bu masumların duaları kabule bizimkilerden daha yakın. Hem Zübeyir Tercan abi bir sunumu sırasında şuna yakın birşey dememiş miydi: "Allah, bize, cevaplamamız gereken soruları çocuklar üzerinden gönderiyor."
Pekçok huyu değişti. Mesela eskisi gibi kolay kandırılmıyor. Ona söylediklerimin hangisinin şaka olabileceğini veya hangilerinin kendisini gaza getirmek için söylenmiş olduğunu (her an tetikte bir şekilde) sınıyor. Daha uzun cümleler kuruyor. Açıklarımızı yüzümüze vurmaya hazır. Kendisini savunmayı öğrendi. Sadece ağlayarak değil, bir mantık çerçevesinde deliller de sunarak (ama çocukça bir mantık bu) karşı koyabiliyor. Ah, bir de, söylemeden geçemeyeceğim, eli çok ağırlaştı. Artık şakayla da olsa vurmalı oyun oynanmıyor. Vurduğu yeri morartıyor. Benim şakalarımı anlasa da 'şakacıktan vurmak' denen şeyi kendisi anlayabilmiş değil.
Birşeyi aynı sadece: Soruları. İçerik itibariyle elbette büyük değişimler var. Mesela eskiden yağmurun nasıl yağdığını tekrar tekrar anlattırırdı. Şimdi karadelikler, yanardağlar ve dinazorlar ilgi alanları. Galiba bizim için sıradanlaşanlar, onun için de sıradanlaşmaya başladı. Bu bir yönüyle kötü haber. Ama güneşin doğuşu bizim de gözümüze 'harika' görünmeyeli epey zaman oldu. Alıştık. Bunun ona da olmamasını bekleyemezdim. Süreç onda da işledi. Artık sadece her an karşısına çıkmayacak olanları sıradışı buluyor. Yağmur cazibesini kaybetti. Bulutlar ve kuşlar da öyle.
Yalnız hakkını vermeliyim: Soru sayısında hiçbir azalma yok. Geçmişte bu soruları meraktan sorduğunu sanıyordum. Şimdi tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Çocukların soruları, galiba biraz da bizim çok bilmişliğimizin eseri. Küçükken onların meraklarına cevap vermek bir büyüklük kibri veya bir yol göstericilik şehveti sağlıyordu bize. Bu yeniyetme cahillerin yanında kendimizi âlim sanıyorduk. Sordular, cevap verdik. Sordular, cevap verdik ve bu soru-cevap faslından büyük keyif aldığımızı da onlara gösterdik. Kendilerini bizim sevgimize ve ilgimize muhtaç gören bu sevgi pıtırcıkları da iletişim kanalı olarak onu seçtiler.
Bence bir çocuk çok soru soruyorsa, biraz da büyükleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymasındandır. Çünkü dikkat ediyorum: Çoğu kez daha evvel aldıkları cevapları unutmuş gibi yapıp tekrar soruyorlar. Yeğenimle yaptığım bir iki sınamada anladım. Mesela; bir çizgifilm karakterinin ismini aylardan sonra tekrar sorduğunda, ben farklı birşey söyleyince uyarmadan edemedi: "Ama o zaman başka söylemiştin. Yalan mı söylemiştin?" Demek unutmamıştı. Ama yine de benden tekrar duymak istiyordu. Bunu görmemin ardından yeğenime 'onun konuştuğu zamanlar mutlu olduğum bir dünyayı' değil, 'onun sorup benim cevap verdiğim bir dünyayı' ideal bir dünya gibi gösterdiğimi anladım.
Aksini yapsam merakı ve soruları tükenir miydi? Tükenmezdi elbette. Merak insanın üzerine yaratıldığı şey. Öğrenmenin kapısı. Fakat bugünlerde ona yorum yaptırmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen birşeyi bana sorduğunda "Sence nasıl olmuştur?" diyorum. O zaman dakikalarca anlatıyor kafasındakileri. Sonra ben de benimkileri anlatıyorum. Bazen ikisini de, hatta bazen halalarından öğrendiklerini de defterine yazdırıyor. Beni yıldırması birşey değil de inşaallah kendisi yılmaz. Çünkü nihayetinde her soru bir duadır. Allah, ilmi, cevaplar suretinde yaratır. Bu masumların duaları kabule bizimkilerden daha yakın. Hem Zübeyir Tercan abi bir sunumu sırasında şuna yakın birşey dememiş miydi: "Allah, bize, cevaplamamız gereken soruları çocuklar üzerinden gönderiyor."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...