12 Mayıs 2016 Perşembe
Yıkım yalnız bir eylemdir
Arkadaşım şimdi diyeceğimi de “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla tefekkürünün avuçlarında tut isterim. Bana öyle geliyor ki: Zulüm varedemeyenin yıkarak-yokederek yaratıcılık taslamasıdır. Yani varedişte bir yalancılıktır. Kalpazanlıktır. Dolandırıcılıktır. Nasıl? Çünkü yoketmek de tıpkı varetmek gibi bir yanıyla eylemseldir. (Zâhiren) Fiiler sonucu gerçekleşir. (Yeni zâhiren) Seçimler sonucu oluşur. Varedenin vücudî ‘ol’durmalarla bunu gerçekleştirmesi yokedeni de ademî ‘son’landırmaları hakkında heyecanlandırır: “Belki yeterince boyarsam bu eşek de at diye satılır ha?” Bile isteye bir aldanıştır bu aslında. Acizlikten beslenen bir 'mış gibi' kandırmacasıdır. Nemrud’un İbrahim aleyhisselama öldürdüğü/bağışladığı kişiler üzerinden yaptığı demagojidir. Öyle ya: Her eylemi 'varoluş' olarak eşitledikten sonra yıkmanın yapmak kadar varlıksal olmadığını kim söyleyebilir?
İşte, elhamdülillah, zamanın müfessirliği burada devreye giriyor arkadaşım. Hakikat her eylemin vücudî olmadığını zamana yayılmış sonuçlarıyla söyler. Akıbeti üzerinden cevaplar. Vücudî olanın akıbeti de vücuddur. Ademî olanın ahiriyse ademdir. Varlığa adanan varlığa gider. Yokluğa adanan yokluğu bulur. Zaman seçimlerin turnusoludur. Yıkmanın yapmakla bir türden olmadığı böylece anlaşılır. Neden? ‘Eylemsel varoluşlar’ın ömrü ‘varlıksal eylemler’den kısadır çünkü. Yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Fakat ‘an'da iş böyle olmaz. An nefisperestleri aldatır. Yatsıya kadar yalanın da bir sınanmamış bir vücudîliği vardır. Aceleciler bu tuzağa düşer. Kalp/sahte varlığa aldanır. Hatırlarsın. Mürşidimin verdiği misallerden birisidir: Görmeyi aceleyle arzulayan için kirpiğinin takavvus etmiş beyaz kılı dahi hilal olabilir. Onu kandırabilir. O da onunla kandırabilir. Gözlem kuram yüklüdür. Nihayetinde 'neyi aradığınız' ile 'neyi bulduğunuz' birbirini etkilemez evrenler değiller. 'Aramak' ve 'bulmak' arasında her zaman etkileşim var. Niyetin-nazarın amellere etkisi de bu anlamda bir ihtar sayılmaz mı?
Anı yaşamanın bir ‘ahirzaman mottosu’ haline gelişi altını çizmeye çalıştıklarımdan uzağa düşmüyor arkadaşım. İnan bana. Sarhoşluğun en basit formülüdür bu: Anda boğulmak. Aldanmak istiyorsanız anlarda boğulmaya ihtiyacınız var. Mustafa Özel Hoca’nın Roman Diliyle İktisat’ta dediği gibi: “İnsan kaybetmek için oynar. Kaybetmek istediğiyse para değil kendisidir.” Peki anlar nasıl bir sarhoşluk yaşatır bize? Belki biraz şöyle: Anlarda eylemlerle varolabilirsiniz. Sonuçlarını önemsemezsiniz. Sonuçlar sonraki iştir çünkü. Anlarda cümle eylemler 'varedişmiş gibi' görünebilir. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in de buyrulduğu gibi: "Akıbet takva sahiplerinindir." Eğer anı aşan tefekkürlere sahip olursanız, o zaman, her eylemenin varlıkla sonuçlanmadığını görürsünüz. Nihayeti size hakikati söyler: "Zeval-i lezzet elemdir!" Çünkü tatmak varetmek değildir. Vuslat sahip olmak değildir. Ulaşmak kalmak değildir. Bediüzzaman'ın da eserlerinde belki en çok dikkatimizi çektiği durumdur:
"Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz."
Başta bir parça zikrettim. Bence bu ayrım en çok İbrahim aleyhisselam ile Nemrut arasındaki diyalogda göze çarpıyor. Kısa bir mealini alıntılayayım: "Allah kendisine mülk verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Hayat veren ve öldüren benim’ demişti. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi, sen de onu batıdan getir’ dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez..." Öyle ya: Hayat denilen mucize, Nemrut'un, anlık seçimlerle birisini öldürmesi veya sağ bırakmasından ibaret değildir ki! O çok daha karmaşıktır. Can anlardan aşkın birşeydir. İbrahim aleyhisselamın muhteşem cevabı bize bu dersi verir.
Hayat güneşin doğmasına-batmasına da bağlıdır. Dünyanın dönmesine-gitmesine de bağlıdır. Kainatın eksiksiz bir biçimde, tıpkı bugünkü gibi, varoluşuna da bağlıdır. Ve hatta günümüz fizikçileri öyle sabitelerden bahsetmektedirler ki, onlar herşeyin başında tam o şekilde olmasa, hayat da şimdide varolamayacaktır. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir!” cümleleri de bizi bu hakikati görmeye davet eder. Elhamdülillah. Evet. Demem o ki arkadaşım: Varın varolması ‘yalnız başına olmamasına’ bağlıdır. Yalnız başına varolan aslında yoktur. Yıkım yalnızdır. Kopuk bir eylemdir. "İman bir intisabdır." Yalnız başına varolan eylemdir. Bir fiiler bütünü olarak varolan ancak varlıktır.
Arkadaşım, Nemrut'un eylemselliğini varlıksallık sanmasına, İbrahim aleyhisselam ‘eylemlerin ancak birer andan ibaret olduğuna’ işaret ederek cevap verdi. Böylece bize de şunu gösterdi: Hayat, tek bir fiilin değil, başlangıçtan bugüne düzenli bir sistemin varlığıdır. Ancak sistemin bütününü yaratan tarafından yaratılabilir. Bir elma için bir kainat gerekir. Bir sinek için bir güneş gerekir. Demek bir damlacık hayat için dahi tevhid gereklidir. Nemrut’un zulmü hayat olamaz. Çünkü varlık olamaz. O üzerine hiç yakışmayan bir ilahlık rolü taslamaktadır.
Peki zulüm nereden çıkıyor? Zayıf olan, zayıflığıyla yüzleşmekten teberri ettiğinde, eylemselliği seçiyor arkadaşım: "Birşeyin vücudu bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüz'ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor. Müsbet yerine menfice hareket ediyor." Bak sen şu işe: Aczinin şuurunda olmanın böylesi bir faydası da var demek ki. Menfice eylemsel olmak yerine müsbetçe varlıksal olmayı seçiyorsun. Adem yerine vücuda adanıyorsun. Anların sahibi olmaktansa zamanın parçası oluveriyorsun. Göstermeye çalıştığın bir iktidar yok çünkü. Hilkatin sende olmadığının farkındasın. Sen sadece parçasın. Ne diyerek bitireyim arkadaşım? En iyisi şu galiba: Cenab-ı Hak bize parçalığımızı unutturmasın. Âmin.
11 Mayıs 2016 Çarşamba
Cehennemi tanıştırıldığımız cennetlere borçluyuz
Hatırlarsan "Cennet
olmasa cehennem tazip etmez!" diyor mürşidim. Tüm katmanlarıyla
katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız
cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı.
Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü
tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu
maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik.
Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve
Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.
“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet
bırakıyor. Ayrılığından çektiğimiz
herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı.
O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce
tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle
diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle
tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi
yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?
Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda
bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya
ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık.
Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi
gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne
süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle
tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata.
Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu
tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini
farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından
da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.
Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi,
6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan
ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka
sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor
ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması,
aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip
olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği
şekliyle:
"O, 'Ben senin
Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir
bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani
fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."
Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.
10 Mayıs 2016 Salı
Ağaçların ihlasını Celaleddin bilir
"İslam
kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celaleddîn-i
Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: 'Sen muzaffer
olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.' O demiş: 'Ben Allah'ın emriyle,
cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam.
Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.' İşte o zat bu sırr-ı
teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."
Sözler’den.
İnsan talebeliğini unutmazsa herşey muallimi olabiliyor.
Evet. Aynen. Öyle. Ben de bir ağaçtan ders aldım geçenlerde arkadaşım. ‘Nasıl
olduğunu’ sorarsan anlatayım: Yürüyordum. Kafama birşey atıldığını sandım
aniden. Yukarı baktım. Vay. Doğru. Atılmış. Fakat gönül koyacak suikast yok. Ağaç
kardeş tohumlarını döküyormuş. Yani beni özellikle seçmemiş. Ne ağacı
bilmiyorum. Ayırmakta iyi değilim zaten. Neyse. Belli ki bizimkinin yumurcaklarının
yuvadan uçma vakti gelmiş. Anne ism-i Kayyum ile heyecanlı. Devam edecek.
Yavrular ism-i Hayy ile coşkulu. Yeşerecekler. Yerde onlarca-yüzlerce tohum
var. Ve ben elim kafamda bakınıp duraklarken de yenileri dallarından kurtulup
bahtlarına düşüyorlar.
Bu koşuşturmada hiçbir isteksizlik göremezsin. Bile isteye
kaçıyor bu afacanlar anne kucağından. Hasretsiz. Acısız. Hem hiçbirisi
kaderinden öteye düşmüyor zaten. Evet. Kader, her yeni varoluşun ayağını
bastığı zemin, plan, ilim. Direksizleri ayakta tutan direk. Birnevi zemin-i
hakiki. Boşlukta belirlenmiş hadler olmasa var ‘varlığına’ sınır koyamaz.
Kütlesinde kalamaz. Enerjinin madde olmak için ilimden/emirden olsun kalıplara
ihtiyacı var. Bebecikler de bu sırdan haberli, Ömer radyallahu anhın Ebu Ubeyde
radyallahu anha dediği gibi, “Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine...”
kaçıyorlardı. Akın akın koşuyorlardı. Düşündüm ki: Onların kaderlerine imanları
benimkinden kavi. Hem amelleri de benimkinden ihlaslı. Hem tevekkülde de benden
ilerideler. Emrin geldiği yere emniyetteler. Bütün bunlar da birbirine bağlı.
Nasıl?
Arzedeyim: Mürşidimin ihlasa değindiği çok yerde altını
çizdiği birşeydir şu 'vazifeni yapmak ama vazife-i ilahiyeye karışmamak...'
hakikati. Evet. Doğrudur: İnsan gayretini sonuçlara bina etmemelidir. Ona düşen
payındaki yükü kaldırmasıdır. Sorumluluğu da amel edebildiği kadardır. Bundan
fazlasına odaklandığı an; ya sonuçların baştançıkarıcılığıyla hedefinden
sapar-şımarır; yahut da ele geçmeyişinden dolayı karamsarlığın girdabına kapılır-küser.
Yani: Elinde olmayana endekslenen; ya yaratıcısı kendisi olmadığı halde ortaya çıkan
sonucun hamdini omuzlamaya çalışır da haddini aşar; yahut da yine
yaratamadığını gördüğü için kedere/öfkeye kapılır da isyana sapar.
Allah olan yalnızca Allah’tır. Kaldıramayacağımız yükün
altına girersek acı çekeriz. Bu yüzden, değil yalnız ihlasını, ruh sağlığını
korumak isteyenin de kuşanması gereken tavır 'vazifesini yapmak ama vazife-i
ilahiyeye karışmamak' olmalıdır. Nedir? Kaderin irade-i cüzîsine pay edilmiş kısmında
sınavını güzel verip bütünlüğünü ise bütünün sahibine bırakmaktır. Bizi huzura
kavuşturacak olan budur. Bu teslimiyettir. Tevekküldür. İşte, ben de arkadaşım,
yavrularıyla başımı taşlayan o ağaçta bu huzuru gördüm. Şeytanımı onlarla da
recmettim.
Ya, evet, nasıl bir ihlasdır o öyle! Anlamaya çalışalım: Bir
kaldırımın yanıbaşına dikmişler sizi. Ve dalınızdan kurtulan her yavru, hem de
her sene, betonun katılığıyla yüzleşiyor. Ananesi toprağın yumuşak sinesine
varamazsa nasıl hayatta kalır o tohumcuk? İntihar gibidir bu hemen hemen. Fakat
ağaç asla şartların-sonuçların 'olmazlığına' bakarak tohum dökme vazifesinden vazgeçmez.
Ne de olsa Rabb-i Hakîm'inden emri almıştır. İhlası kavramıştır: “Vazifeni yap
ama vazife-i ilahiyeye karışma!” Böylece amelinde acabaya düşmez ağaçlar
rağmımıza. Kadere imanları tamdır. Kaderden kadere kaçmaktan başka birşey yapamadığımızı
bilen tevekkülleri sağlamdır. Hangi anne bu kadar çocuğu ölüme doğurur? Demek şu
ağaç kardeşlerde çok yüksek bir ihlas ve tevekkül var.
Hem arkadaşım olageldiği şekilde olagelmeye ve yapageldiği
şekilde yapıvermeye devam edenlere 'ot gibi' demekle aslında neyin altını
çizmekte olduğumuzu da düşünelim. İhlas da bize azıcık böyle olmayı öğütlemiyor
mu? Hadisin teşvik ettiği 'kıyametin kopacağını bildiği halde elindeki fidanı
dikmeye çalışan insan' çok mu sonuç odaklı birşey yapıyor? Hayır. Asla. O
emredildiği gibi dosdoğru/istikametli olmaya çalışıyor. Ve evet, her mü'min de,
fazlasını yapamadığı yerlerde bir parça 'ot gibi' olmaya bakmalıdır. Nebatî
yanın hikmetini kabullenmelidir. Çünkü bütünlüğün sahibi o değildir. Onun görevi,
tıpkı bir ağaç gibi, yükseldiği betona bakmadan tohumlarını saçmaya devam etmektir.
Kaderden iradesinin payı budur. Yükü budur. Sorumluluğu budur. Maşaallah ona.
İşte, biz de arkadaşım, başarabiliyorsak bunu başarmalıyız. Ve başaranlar hep
böyle başardılar. Tıpkı Celaleddin-i Harzemşah gibi…
6 Mayıs 2016 Cuma
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Ve kapılmak istemeyeni tutuşturacak öfke. Ateş, yanmaya müsait olanları yakar. Her âşık, avını ararken avlanmış. Her sapma, bir kuvve-i gadabiye veya şeheviye mahsulü. Akıl sonraları oyuna dahil oluyor. Birşey kaçınılmayacak kadar zevkli/doğru geldiğinde o da delil uyduruyor. Çaresiz fakir. Acımalı ona. Ne yapsın? Ehl-i zevkin sofrasında akıl ancak sâkidir. Vicdanın sesiyle belki uyanır belki uyanmaz.
Efendi de kapıya iner o sarayda, itle eğleşir. Hanımlar, yabani gençlerle sohbetler eder. Yetişmiş kızlar, çocukların oynamasını tanzime uğraşır. Kapıcı desen, havasından geçilmez onun, hepsinin kumandanı. Dışarıdan baksan pek şenlikli gelir halleri. Fakat bu tantana sarayın doluluğuna değil, boşluğuna işarettir. Yerliyerindeliği kuşanmamış her çaba, abes. Gürültüsüne kanma. Sen ne bakıyorsun fiilin yoğunluğuna! O hayrın delili değil ki. Ferasetin varsa, hikmetin olgunluğuna bak. Susamış adamın 'çok deniz suyu içmekle' övünmesi hüner değildir. Nicelik hep kandırır. Elma ağacı belki kavak kadar uzamaz amma, kadrini bilirsen en tatlı lokmacıkları kavağın uzun kollarından değil, onun kısacık ellerinden yersin.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Şeytan da böyle dahil oldu imtihanımıza. Kanmak istediğimizi farketti bazı vakitler. Rüya sevdiğimizi. İki eksen üzerine yaratıldığımızı, karıştırdığımızı... Bazen kısa görüp şerre kapıldığımızı, bazen geniş görüp hayra meylettiğimizi... Ve bazen ikisinin de benzer derecede bize güzel göründüğünü farketti. Mürşidim bu makamda diyor ki:
"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Hayat netlikle farkedilen ademlerden ve vücudlardan ibaret değildi. Sûreten ademî görünen vücudîlikler ve sûreten vücudî görünen ademîlikler de vardı. İmtihan bu noktadan başladı. Şeriat bu noktada emroldu. Ve tevekkül de bu noktada omzumuza yüklendi. Cennetteki onca ağaç içinde yalnız birisi yasaktı sana. Neden onu seçtin? Helal dairesi keyfe kâfi değil miydi? Demek haricinde de kalsa, ona da merakın var. Dokunmadığın herşey, elinin hayali. "Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır; belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir."
Hayalin kuyruğu merak. Merakın kuyruğu hayal. Merak, bir tarafıyla garkolmadır/boğulmadır birşeyde. Neyi merak edersen, dikkatli ol, onda boğulursun. Dışında kalan bütün dünyayı unutur, yalnız o olursun. Şefkatin bir tehlikesi varsa burada saklanıyor. Şefkat merakı peşinde sürükler. Öfke isimli romanında ne diyordu Philip Roth: "Başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir..." Varlık da bazen seni zayıflığıyla içine çekiyor. Hayır küllî, şer cüzî. Cüzlere çekilirsen şerlerde boğulabilirsin. Merakının sana bunu yapabildiğini gördü belki de iblis. Cüz'de boğulup küll'ü göremeyebileceğini bildi. Sen de şimdi koca imtihanı dikkatle basmaya, batmaktan korkmaya; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işaret, bir öpmekte batmamaya ayırıyorsun. Bunun eğitimi alıyorsun belki de dünyada. Ayağını kaydıran bu kusurun idi. Demek ömür, bir açıdan, bir nazar eğitimi.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Hep böyle vazgeçiyoruz cennetten. Her öpüş, her batış, her dane, her lokma, her günah, bir an gibi. Ömrü kısa. Nefsin gözü kısa ömürlü lezzetleri görüyor. Vicdanın gözü, bâki olanları. İradenle iki şıkkı karşına koyuyorsun. Kısa da lezzetli, uzun da. Hangi çöpü çekeceksin? Her kısa çöpü çekişin cennetten bir kez daha düşüşün. Hiç hissetmedin mi bırakıp gittiklerinde elinden çekilen dikenli telleri? Belki de o gitmiyor, sen düşüyorsun ha! Bir kez daha düşüyorsun. Bir kez daha. Ve bir kez daha... (Aşkı da mı yüzden 'düşmekle' anıyorlar?)
Biraz daha uzaklaşıyorsun cennetinden. Karıştırdın çünkü. Kısa çöpü çekebilmek için deliller ürettin. Bile bile yaptın bunu. Kanmak istediğin için kandırdı şeytan seni. Her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı, biliyordun. Adım adım alıyordun yolu, ama önemsemiyordun. Sûre-i Bakara'da; "Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin!" buyuran Alîm-i Hakîm biliyordu bile bile kandırılmaya meyyal olduğunu. Eğer öyle olduğunu düşünmesen neden pişman olasın? Öyle ya, insan, bile isteye lades olduğunda canı yanar. Yanlışının 'yanlış' olduğunu bildiğinde... Doğru yaptığını düşündüğü için pişman olan duydun mu sen? Birşey daha diyeyim mi: Galiba cehennem de pişmanlıklarımızdan yaratılacak. 'Hiç sönmeyecek bir ateş' denince aklım ister istemez ona gidiyor. Tattıysan, bilirsin.
5 Mayıs 2016 Perşembe
Hadis inkârcıları salavata neden takıktır?
Blind filminden
Osman Sertuğ Çalışkan abinin Elçi isimli kitabını okurken kalbime dokunmuştu şu cümleler: "Resul-i Ekrem (a.s.m.) bugün aramızda değil. Lakin cismaniyetiyle aramızda olmasa da Kur'an ve sünnetiyle o bizi hiç terketmedi." Ben de aynı kanaatteyim. Ve hatta diyebilirim ki: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dediğimiz zamana yayılmış o müstakim topluluk da hep bu kanaate sahip mü'minlerden oluşmuştur. Onların sünnet hususundaki sahiplenici duruşu, 'vazgeçilmez' görüşü, Aleyhissalatuvesselama dair böylesi bir güzel okumaya yaslanır. Elhamdülillah, okuyanlar sayısınca, elhamdülillah.
Tevbe sûresinde haber verilen "Size içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir..." hakikatinden de beslenen bir okumadır bu. Evet, biz, Aleyhissalatuvesselamın vefatını haber verene inanırız ama onun bizi terkettiğini söyleyene inanmayız. Binlerce nümunesini işittiğimiz şefkati/ilgisi izin vermez buna. Mürşidim de demez mi Minhacü's-Sünne isimli eserinde şöyle:
"Evet, rivayet-i sahiha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya dahi 'nefsî, nefsî' dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm 'ümmetî, ümmetî' diye refet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi onun münâcâtından 'ümmetî, ümmetî' işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâk, kemâl-i şefkat ve refetini gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle."
Evet, nankörlük ve vicdansızlıktır, çünkü şefkati reddeder. Çünkü kendisini kurtarmak isteyen eli ısırır. Çünkü böylesine merhametli bir Peygamberin ümmetini terkettiğine inanır. Yahut da ilgilenmediğine. Yahut da önemsemediğine. Yahut da hesap etmediğine. Yahut da düşünmediğine... Bunlar birbirini kaçınılmaz kılan ilgisizliklerdir. İçindeki 'serserileşme şehveti'ne kapılan bir sapkın, sünnetin tarihin bir köşesinde kalmasını o derece arzu eder ki, bunun bir açıdan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın ümmetiyle şefkat bağını kesme anlamına geldiğini düşünmez. Kendisini esirgeyen nasıl bir himayeye karşı koyduğunu derketmez.
Böylelerinin dünyasında peygamber 'postacı'dan ileriye gidemez. Çünkü elçiyle girilecek 'postacılık' dışında bir ilişki ona karşı başka sorumlulukların da varlığını kabullenmeyi zorunlu kılacaktır. Eğer peygamber 'postacı' değil de ‘alakadar bir öğretmen' kabul edilirse, verdiği ödevler yapılır, dersleri herdaim ayrıca önemsenir, izahları görmezden gelinemez. Örnekliği ister istemez tedrisin bir parçası olur. Postacı getirdiği kitabı izah etmez. Ödev vermez. Not kırmaz. Ama öğretmenin fonksiyonlarından kaçılamaz.
Hadis inkarcısıysa peygamberi ile ilişkisi böyle olsun istemez. Böyle bir alakadarlığı hevasına ‘alan daraltma’ olarak görür. Vefatıyla yetinmez Aleyhissalatuvesselamın. Evet. Yetinemez. Terketmesinin de arzusundadır. İddiasındadır. Halbuki, onun salavat üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişki dahi, bizimle fert fert alakadar olduğunun delili değil midir: "(...) ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle, hadsiz bir şefkatini göstermiş."
Öyle ya: Ümmetini terkeden ümmetinden neden salavat istesin? Bizimle kurduğu bu ilişki, bu temenni, bu ödev, onun hiçbirimizi ıskalamayacak bir alakayla yaşadığını ve halen de manen yaşıyor olduğunu gösterir. Bu ilgiyi kabul ettiğiniz anda sünnetinin hayatımızla kurduğu ilişki değişir. Aşkınlaşır. Evet. Artık onu ne tarihe hapsedebilirsiniz ne de görmezden gelebilirsiniz. Sizi sizden daha çok düşünen bir muallimin rehberliğidir o. Vahyin kalbine indiği Zât’ın izahlarıdır. Yani, arkadaşım, Aleyhissalatuvesselamın şefkatini inkar etmeyen, onun sünnet-i seniyye üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişkiyi/ilgisini nasıl inkâr edebilir?
Nasıl ki, deistler, Allah'ın 'yaratmak' noktasında mahlukatıyla kurduğu ilgiyi/ilişkiyi 'konuşmak' noktasında reddediyorlar. Yani vahyi inkar ediyorlar. “Binbir sanatla yaratmıştır ama sonra başıboş bırakmıştır!” diyorlar. Yani, tabir-i caizse, Allah'ın Halıkıyetiyle görünen sonsuz ilgisine sınır çizme hadsizliğini yapıyorlar. Hadis inkârcıları da benzer şekilde Fahr-i Kainat Efendimizin ümmetiyle olan bağını dönemine hapsedip/hasredip sonrakilerle bağını koparmaya çalışıyorlar. Sevda, aynı sınır sevdası, görebilene.
Arkadaşım, dikkat buyur, böylelerinin sünnetin meşruiyetiyle beraber salavatı da tartışmaya açmaları tesadüf değil. Öyle ya: Şu ilgiyi kesmeden sünnetin meşruiyetini nasıl reddedebilirler? Fakat biz bu vesileyle bir kez daha imanımızı tazeleriz. Ve deriz: 'Vefat etti' diyen yalan söylemiyor ama 'terketti' diyen vallahi yalancıdır.
2 Mayıs 2016 Pazartesi
Kerbela Hz. Hasansız anlaşılır mı?
Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.
Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir. Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."
Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında anck ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.
Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir. Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.
İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.
Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
30 Nisan 2016 Cumartesi
20. Söz tarihselciliğe de şifa olabilir mi?
“Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.
Mürşidimin 20. Söz’de Kur’an kıssalarının zaman üstü boyutlarını anlattığı bölüm, sırf bir Kur’an savunusu değil, aynı zamanda bir sünnet müdafaasıdır bence. Muhtemel “Neden?” sualiniyse şöyle göğüsleyebilirim: Orada “Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor...” şeklinde aşılanan okuma biçimi sadece kıssaları ‘bütün zamanlarla konuşur’ kılmıyor. Ya? Bir bütün olarak peygamberlerin hayatlarını da ‘bütün zamanlarla konuşabilir’ hale getiriyor. (Onlar zaten konuşuyor da arkadaşım biz görmesini yeni öğreniyoruz.) Çünkü en nihayetinde o kıssaların teması peygamberlerin hayatlarıdır. Furkan’ın onları zamanlarında bırakmayıp ahirzamana taşımasıysa ‘sadece kendi çağlarıyla konuşmadıklarına’ delildir.
Evet. Elhamdülillah. Buradan kıssaların Kur’an’daki varlığına dair bir hikmet okuması daha yapılabilir: Yani belki de onlar ‘peygamber hayatlarına dönük daha zengin okuma biçimleri öğretmek için’dirler. Anmakla kıymetlerini sezdirmektedirler. Eğer o kıssaları tarihselci Mustafa Öztürk ve avanesi gibi mitoloji çamuruna bulamazsanız, bakmayacağınız bir yere kaldırmazsanız, cümle zamanlarla ilgilerini farkedebilirsiniz. Ve oradan da vahyin içinde sünnete bir delil oluşturduklarına uyanabilirsiniz. Uyanışlar peşpeşe arkadaşım. Öyle ya: Kur’an, peygamber kıssalarını böylesi ‘eskimez bir ders kaynağı’ olarak zikrediyorsa, o halde Hatemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da böylesi bir muallimlikten dışlanamaz. Onun tecrübesi de nübüvvetten gelen eskimez renkten hissesiz değildir. Minhacü’s-Sünne’sinde Bediüzzaman Hazretleri şunun bir misalini ‘ehl-i beytine duyduğu muhabbet’ üzerinden ortaya koyar:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.”
Yani, arkadaşım, anladığımca mürşidim diyor ki burada: Efendimiz aleyhissalatuvesselam elbette Hasan ve Hüseyin’in (radyallahu anhum ecmain) dedesidir. Dedeninse torunlarını sevmesi doğaldır. Fakat sakın ıskalama! Onlara duyduğu muhabbet dahi nübüvvetinin hikmetinden hariçte değildir. Büsbütün beşerî değildir. Eğer bu sevgiyi sırf bir dede-torun muhabbeti olarak görüp tarihselci bir hapsedişe maruz bırakırsanız, o zaman Kur’an’da geçen “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor...” sırrını anlayamazsınız. Bunu sadece ‘bir aile reisinin yavruları için beslediği sevgi’ sanırsınız. Halbuki bu öyle birşey değildir. Aşkın tarafları da vardır:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. (...) Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: ‘Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.’ Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.”
Tekrar başa dönerek toparlarsak. Kur’an ve peygamberler tarihi ilişkisi bize gösteriyor ki: Nebilerin hayatlarıyla Kur’an’ın hakikatleri arasında kopmaz bir bağ var. Tarihselcilikle vahyin aşkınlığına körleşmeden kıssaları mitoloji haline getiremeyeceğiniz gibi, aynı mitçi körleşmeyi yaşamadan sünneti de gözden düşüremezsiniz. Çağlarına hapsedemezsiniz. Hepsi birbiriyle bağlıdır. Birbirinin parçasıdır. Delilidir. Burhanıdır. Bu yüzden tarihselciler hem ‘Furkan’a hem ‘kıssalarına’ hem de ‘sünnete’ bakışlarında kendilerini tekrarlıyorlar. Aynı sığlaştırıcı tutumun etrafında dönüyorlar. Dokunduklarını güdükleştiriyorlar. Halbuki 20. Söz öğretiyor ki: Peygamber hayatları umumî kanunların uçlarıdırlar. O halde nübüvvet tesbihinin imamesi Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın tecrübesi nasıl bu kanuniyetten hariçte kalabilir? Hiç mümkün müdür yani? Neyse arkadaşım, 20. Söz ve 4. Lem’a, tarihselciliğe bir reddiye olarak da okunmayı bekliyor. Tabii becerebilirsek. Cenab-ı Hak lütfuyla yollarını kolaylaştırsın. Âmin.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...