3 Temmuz 2016 Pazar
Kimin adını aldığın yolun kesilince anlaşılır
Birinci Söz'e göre besmele sadece 'dil ile anılacak' birşey değildir. Hayat yolculuğu boyunca 'yanınıza alıp yaşanılacak' birşeydir. Ne demek bu? Belki şu demek: Besmele bir açıdan kulun varlığa bakış açısı, hatta daha da ötesinde, mü'minin yaşam açısıdır. Üzerine bakılacak ve görünen anlam dünyası üzerine yaşanılacak birşeydir besmele. Bu yüzden Birinci Söz'deki temsilî hikayecikte seyyah kabile reisinin ismini anmaz. Kabile reisinin ismini alır: "Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin."
Peki, seyyahımız kabile reisinin ismini hiç mi anmaz? Hayır, elbette anar. Kendine ve diğerlerine hatırlatması gerektiğinde anar. "Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez."
Anmanın almakla ilgisi bu noktadan doğar. Uzaktaki bir dostunuzu herhangi bir mecliste andığınız zaman varlığını da bir şekilde o meclise taşımış olursunuz. Hatırlamak da bir çeşit almaktır. Anmak da bir çeşit katmaktır. Katmak da bir çeşit taşımaktır. Hatırladığımız zaman o ismi tekrar yanımıza almış oluruz. Andığımız zaman andığımızın şahidi olan herkes o ismin ve hatırasının çağrıştırdığı anlam dünyasından istifade ederler.
Hatırladığımız bizim dünyamızda, andığımız ise anıldığı mecliste bir şekilde varolur veya varlığını arttırır. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ism-i mübareki anıldığında salavat getirmek, onun 'adı anıldığında salavat getirmeye layık' ve 'getirilmesi lazım' bir peygamber olduğunu bize ihtar eder. Liyakati onun kemalindendir. Lüzumu bizim ona borcumuzdur. Hatırlamak içe dönük gafleti izale eder. Anmak dışa dönük gafleti dağıtır.
İşte Bediüzzaman'ın 23. Söz'de dediği; "Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur..." sırrı da budur. Hatırlayınca okuruz. Anınca okuturuz. Hatırlamanın tezahürü anmaktır. Hem zaten zikrullahta da bu sır yok mudur? Ehl-i zikr andığını önce kendi nefsine sonra zikrine şahit olanlara hatırlatır. Neyi çok hatırımızda tutuyorsak onu çok zikrederiz. Siyaset ise siyaseti, futbol ise futbolu, Allah ise Allah'ı... Yaşarken en çok andığımızdır yanımıza aldığımız. Yaşarken yanımıza aldığımızdır en çok andığımız.
Bediüzzaman, Birinci Söz'ün başında besmele için 'İslam nişanı' diyor. Bunun iki şekilde izahı var: Birincisi; besmeleyi anmanın kişinin kimliğine dair yaptığı ilanatla ilgili. Evet, besmele bir şeairdir. İşini besmeleyle yapanın müslüman olduğunu da anlamış oluruz. O ismi yanına aldığını, yani onunla yaşadığını, anmasından anlarız. İkincisi; besmelenin anmakla ve hatırlamakla çağrıştırdığı mana dünyasını ifade eder. Yukarıda dediğimiz gibi 'anmak' ve 'hatırlamak' bir şekilde andığımız veya hatırladığımız şeyin dünyamızdaki varlığını arttırır.
Onu ve onun ifade ettiği manaları yeniden dünyamıza çağırmış oluruz anmakla veya hatırlamakla. Bir mü'min de yaşadığı musibetler karşısında Allah'ı ve isimlerini hatırladığı zaman rahatlar. Çünkü varlıkla münasebetinde artık yalnız değildir. Birisinin adıyla ve dolayısıyla adına hareket eder. Üçüncü birşeyle birisinin adına muhatap olmak onunla muhatabiyette yalnız/kendi başına olmamaktır. "Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."
Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan nakledilen bir hadiste Allah'ın esmasını bilmekle cennet arasında kurulan ilgi bu pencereden bize bir hakikat fısıldar: Allah'ın isimlerini bilmekle biz daha bu dünyada bir cennet yaşarız. Nasıl olur bu? Çünkü o isimleri yanımıza aldığımızda varlıkla muhatabiyetimiz değişir. Bediüzzaman'ın telif ettiği Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, Taziye Risalesi gibi pekçok eser aslında 'adını almakla' zâhiren kötü şeylerle muhatabiyetin nasıl değiştiğini izah eder. Yani demem o ki: Biz yanımıza bir isim aldığımızı en çok bir kàtıu't-tarîke/yolkesene rastgeldiğimizde farkederiz. Daha doğrusu isim almanın nasıl bir nimet olduğunu bize hayatımızdaki yolkesenler öğretir.
Sağlıklıyken isim almakla almamak arasında nüans yokmuş gibi gelebilir. Hastalık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Gençken dünya güllük gülistanlık görünebilir. İhtiyarlık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Sevdiklerin hayattayken yolun hiç kesilmezmiş gibi gelebilir, ama ölüm yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Bunların her birisi o seyyahın yolunu kesin eşkıyalar gibi yolunu keser. İşte o zaman almanın almamadan farkını anlarsın. Hatta yine 23. Söz'e uzanırsak; iman bir 'intisab'dır, küfür o nisbeti kat'eder. Demek o yolkesenlerin en büyüğü küfürdür.
"Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Demem o ki arkadaşım: Yolkesenlere verecek cevabı olmayanların mutluluğu yalandır. Sınanmamış iddiaları yalandır. Onların zâhiren zevk u safa içinde yaşaması seni kandırmasın. Belki daha yolları kesilmemiştir. En nihayet bir şâki yolunu kestiğinde, çünkü imtihan/sınanma dünyası bu, vallahi şu ayeti sen de iliklerine kadar hissedip haykıracaksın: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
1 Temmuz 2016 Cuma
Kendi şeytanını recmet...
Peki, mürşidim bu tefsiri ne 'üzere' yapar? Ayeti seküler bilimlere göre yeniden anlamlandırarak ve geçmiş tefsirleri 'eksik/yanlış anlamakla' suçlayarak mı? Hayır! Mana-i sarihînin savunusu üzerine yapar bunu. Metne başlarken yaptığı eleştiri hatayı nerede gördüğünün/göstereceğinin de delilidir. Bediüzzaman, ayete yapılan saldırıyı, bugünün yumuşak mealcilerinin pek sevdiği 'geçmişte yanlış anlaşıldığı' ekseninde değil; 'astronominin kafasının basmadığı' ekseninde karşılar. İşte bu imanlı bir kalbin izzetidir. Bugün Kur'an'ı anlamada en çok aradığımızdır.
15. Söz'ün satırları arasında yolculuk yaparken Bediüzzaman'ın mana-i sarihî savunusu sırasında birşeye özellikle dikkat çektiğini görürüz: Ayeti bir 'olay' anlatımı gibi değil de bir 'kanun' anlatımı gibi okuma. 20. Söz'de Kur'an kıssalarını 'kanun-i umumi uçları' gibi okumayı bize öğreten müellif; bu metinde de benzer okumaları her ayete veya 'bir olay anlatan her ayete' indirebilmeyi öğütler:
"Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor."
Bu metodun iki şeyi birden sağladığını düşünüyorum: 1) Mana-i sarihîye tavizsiz bir şekilde sahip çıkarak Kur'an'ı 'tarihselci okuma' denilen tahripten koruma. 2) Mana-i sarihîyi anlam tabakalarından sadece birisi olarak görerek vahyin nasıl 'tefekkürü bitmez bir evren' olduğunu gösterme... Mürşidimin gösterdiği bu nokta Kur'an'ı anlamada denge noktamızdır. Kur'an bir olayı naklettiğinde, biz, ne olayın 'aslında yaşanmadığını' söyleyip vahye başka anlamlar yamamaya çalışırız; ne de mana–i sarihînin tek anlam olduğunu söyleyerek Kur'an'ın 'bitimsizliğine' sınır çekeriz. Duruşumuz nettir: Mana-i sarihî esastır. Mana–i işarî mümkündür.
"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."
Bediüzzaman'ın mana-i sarihîye bakışı açıktır. Risale-i Nur'dan bâtınîliğe yol bulmaya çalışanlar ancak duvara toslar. Peki, bazı kesimler/isimler Risale metinlerinden böyle bir okumanın çıkabileceğini neden düşünmektedirler? Çünkü Risale-i Nur, ayetlerin sadece sarihî manaları üzerine değil, işarî manaları üzerine de çalışmıştır. İki yolun birden dersini içerir. İyi bir Risale okuru Kur'an'a karşı ferdî olarak da alınganlaşır. 'Hakaik-i hafiyesinden hissesini almaya' yatkınlaşır. Hayatındaki olaylarla Kur'an arasında daha sıkı bağlar kurar. Bu nedenle bir kısım meczuplar kendi mesleklerince 'kullanılır' sandıkları bir bilgiyi Risale-i Nur'dan elde ederler. Ve hatta yüzleri tutar da Bediüzzaman'ın 'bâtınî bir tefsir yaptığını' dahi söylerler. Yeryüzünde şaşılacak işler çoktur.
Peki, Bediüzzaman'ın Kur'an'dan çıkardığı işarî manalar bâtınîlerin yaptığı gibi metodsuz/usûlsüz müdür? Bir 'tefsir' değil de bir 'yorum' mudur? Bediüzzaman, istediği her ayeti, istediği herhangi bir manaya mı getirmektedir? Bunu söylemekten Allah'a sığınırız. Bundan bir adım önce 'tefsir' ile 'yorumu' birbiriyle karıştırmaktan Allah'a sığınırız. Tefsirin istinbatı, başta sarf ve nahiv kaideleri olmak üzere, pekçok kayıtla ayakları bağlı ve 'metni kullanmadan metni anlamaya çalışan' bir yapıya sahiptir. Yorum ise varmak istediğini yeri belirledikten sonra ayeti o noktaya doğru itekler. Yorum doğru olabilir mi? Olabilir. Ancak bir usûle bağlı olmadığından yine de itimat edilmezdir.
15. Söz'ünü okurken de Bediüzzaman'ın işarî mana çıkarımına dair nasıl bir metod/usûl kullandığına şahit oluruz. Ben bu metodun mana-i sarihî ile mana-i işarîyi barıştıran ve ikisinin birden hakk-ı hayatını savunan güzel bir yol olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir metod peki bu farkettiğim? Başta demiştim ya: Ayet-i kerimeyi bir 'olay' değil bir 'kanun' gibi okumak... İşte Bediüzzaman'ın mana-i sarihîden mana-i işarîye gitmek için bulduğu yol, odur. Mezkûr eserde de Mülk sûresinin 5. ayeti üzerinden önce 'kanun-u mübareze'ye uzanılır. Oraya vardıktan sonra da varlıkta câri bütün mübarezelere bu ayet-i kerimenin penceresinden bakılmaya başlanır. Her birisi bu ayetin şümulüne dahil işarî fertler haline gelir:
"Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe'ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder."
Kardeş, sözüme kıymet verirsen, bu yazıyı önemse. Bediüzzaman'ın şu yolunu anlarsan Kur'an'ı okurken ne kendi hissenden olursun ne de mana-i sarihîyi incitirsin. Birisini tercih etmek için diğerini reddetmek zorunda kalmazsın. Ne müşebbine/mücessime gibiler ayetlerin 'zâhirinde hapsederek' dalalete itebilirler seni, ne de batınîler/modernistler 'bâtın ilüzyonuyla' sapkınlığa sürükleyebilirler kalbini. 15. Söz'ün sonuna bak. Mana-i sarihîyi basamak basamak savunduktan sonra nasıl da kendi hissesi olan işarî manaya getiriyor sözü. Demek, hak yolda tefekkür etmek de o 'kanun-u mübarezeye' dahil olmak, yani 'kendi şeytanını recmetmek'tir. Ve demek, Mülk sûresinin 5. ayeti mü'minlere bunu da ders verir:
"İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet."
29 Haziran 2016 Çarşamba
Ehl-i Sünnet'in dışında bir nurculuk var mı?
"Emre Dorman Nereye Koşuyor?" başlıklı serimizin 14. yazısında Bediüzzaman'ın 'rüesalarını çürütmemek' sadedinde kastettiğinin ehl-i sünnet olup da Risale-i Nur'a itiraz eden kişiler/gruplar olduğunu iddia ve izah etmiştik. Zaten metnin tamamına bakıldığında ilgili ifadelerin siyak ve sibakı da bu düşüncemizi destekliyordu. Ancak biz yine de bu siyak-sibak ilişkisiyle yetinmemiş ve Bediüzzaman'ın ehl-i bid'a fikirleri savunan/yayan 'bedbaht bir doktor' dediği kişiyi pekâlâ şahsıyla birlikte çürüttüğü bir mektubuna atıflar yapmıştık.
O yazıda altını çizmeye çalıştığım tehlike şu idi: "Muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir..." ifadesinin, müellifin hiç murad etmediği bir şekilde, genelleştirilmesiyle Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin bir parçası olan nur talebelerinin ehl-i bid'aya karşı kolu kanadı kırılmamalıydı. İtiraz hakları ellerinden alınmamalıydı. İtikadî duruşlarını ve hassasiyetlerini savunma/koruma refleksleri köreltilmemeliydi. Yazı da zaten bizzat bana yapılan bu yollu eleştirilere verilmiş bir cevap niteliğindeydi.
Bu yazının ardından bazı kardeşlerim, haklı olarak, Bediüzzaman'ın şöylesi metinlerinden alıntılarla bir itirazda bulundular: "Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah'ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor."
Soru güzeldi. Eğer benim mezkûr yazıda ifade ettiğim mana doğru ise, o halde Bediüzzaman burada 'hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak' demekle neyi kastediyordu? Buradan bir tenakuz çıkmaz mıydı? Soruya cevap vermeden evvel (bence) önemli bir meselenin altını tekrar çizmek isterim: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin yolunu bilmeden veya en azından hakkında 'ağyarına mani' genel bir bilgi sahibi olmadan hangi âlimin metinlerine kapansanız, o metinleri, müelliflerinin hiç de murad etmedikleri manalarla anlayabilir veya yorumlayabilirsiniz.
'İslam geleneği' denilen, ama aslında büyüyüp serpilmiş İslam ağacının ta kendisi olan şey; bir bütün olarak hakikatin dengesini koruyan, birbirini sınırlandıran ve aynı zamanda ayakta tutan manalar bütünüdür. Bazı ayetleri doğru anlamak için hadislere, bazı hadisleri doğru anlamak için âlimlerin şerhlerine muhtaç olduğumuz gibi; ondört asır ötemizden gelen Asr-ı Saadet soluğunu anlamada da bu ağacın bütünlüğüne ihtiyacımız vardır.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimleri, birer ada değil, bir sıradağın parçalarıdır. Birbirlerinin ürettiği ilme ve bıraktığı mirasa yaslanarak ayakta dururlar. Eğer 'İslam geleneği' diye tesmiye edilen, ama aslında İslam'ın ta kendisi olan bu ağaçtan haberdar olmazsanız, o ağacın dallarını da yanlış yorumlayabilirsiniz. Elmayı armut, armutu elma sanabilirsiniz. Gelin biz de, Bediüzzaman'ın maaliftihar 'mürşidim' dediği İmam-ı Gazalî'nin (r.a.) konu hakkındaki bir metnini anlamaya çalışalım:
"İtikadı bozuk kimseler üç kısımdır: Birinci kısım inkarcılardır. Eğer inkarcı kimse müminlerle savaşıyorsa öldürülmeyi veya esir edilmeyi hak eder. Ona bunun dışında bir muamele yapılmaz ve kötü davranılmaz. Müslüman toplum içinde bulunan Müslüman olmayanlara (zımmîlere) gelince, onlara eziyet etmek ve kötü muamelede bulunmak caiz değildir…
"İkinci kısım, insanlan bid’atine davet eden bid’atçilerdir. İnsanlan teşvik ettikleri bu bid’at, küfre götüren bir bid’at ise, böyle kimseler zımmîlerden kötüdür. Kendisine zımmîlik statüsünün gerektirdiği gibi müsamaha edilmez.
"Eğer bunların bid’ati itikadî olarak küfre götüren bir bid’at değilse, bu kimselerin Allah Tealâ ile aralarındaki halleri inkârcıların durumundan daha hafiftir. Ancak bu kimseyi reddetmek ve bid’atini önlemeye çalışmak, inkârcıyı reddetmekten daha önemlidir. Çünkü inkârcının kötülüğü başkasına sirayet etmez. Müslümanlar onu inkârcı olarak tanır ve sözlerine kıymet vermez. Kendisi de Müslüman olduğunu ve doğru itikat üzere bulunduğunu iddia etmez.
"Ama başkalarını bid’atine çağıran ve bid’atinin hakikat olduğunu iddia eden kişi halkı aldatır. Dolayısıyla onun kötülüğü başkalarına da sirayet eder. Bu sebeple böyle kimselere duyulan buğzu açığa vurmak, dostça davranmayıp kendilerinden yüz çevirmek, bid’atleri sebebiyle durumlarının çirkinliğini ilan etmek ve insanların onlardan uzak durmalarını sağlamak daha kuvvetli bir müstehaptır.
"Avamdan olup, bid’atinin propagandasını yapmaya muktedir olmayan ve kendisine uyulacağından korkulmayan bid’atçilere gelince, bunların durumu daha ehvendir. Böyle kimselere nasihat ve tatlılıkla muamele etmek evlâdır…" (Gazzâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 3/49-50.)
İşte, biz de Bediüzzaman'ın aralarında tenakuz varmış gibi görünen iki farklı tutumunu İmam Gazalî'nin (r.a.) bu sınıflandırmalarıyla anlayabiliriz. Allahu'l-alem, bu mevzuda diyebiliriz ki; 'hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak' demekle mürşidimin kastettiği İmam Gazalî'nin "Avamdan olup, bid’atinin propagandasını yapmaya muktedir olmayan ve kendisine uyulacağından korkulmayan bid’atçilere gelince, bunların durumu daha ehvendir. Böyle kimselere nasihat ve tatlılıkla muamele etmek evlâdır…" dediği kimselerdir. Esasında ümmet de onlara böyle davranır. Örneğin: Bir sünni, sırf farklı inanıyor diye, gördüğü her alevinin ensesinde boza pişirmez.
Bediüzzaman'ın 'bedbaht bir doktor' dediği kimseye karşı yaptığı sert eleştiriyi ise, İmam'ın; "Ancak bu kimseyi reddetmek ve bid’atini önlemeye çalışmak, inkârcıyı reddetmekten daha önemlidir..." tesbitiyle ve devamında söyledikleriyle anlaşılır. Demek ehl-i bid'a da 'tek sınıf' değildir. Onlara gösterilecek tavır da 'tek türden' değildir. Bediüzzaman'ın mezkûr mektubu birçok yönüyle İmam Gazalî'nin mezkûr metninden süzülmüş gibidir. Onu anlayan şunu anlar... Bu noktada birşeyin daha altını çizerek yolumuza devam edelim: Bediüzzaman'ın Anglikan Kilisesi'ne verdiği cevabın sertliği ile mezkûr metinde bahsettiği 'hristiyanlarla münakaşa etmemek' de yine İhya'daki bu sınıflandırmayla birlikte anlaşılabilecek birşeydir.
Demek Bediüzzaman'ı doğru anlamak ancak Ehl-i Sünnet'in yolunu doğru anlamakla mümkün olur. Sözler'i onların sözlerine yaslanır. Mektubat'ı onların Mektubat'ından ışık alır. Bir ve beraber ayakta dururlar. Aksi takdirde tüm metinler spesifikleşir. Modern algılar, birbirinden kopararak adalaştırdığı dağların 'nasıl anlaşılması gerektiğine' kendileri karar verirler. Allahu'l-alem, Enfal sûresinde dikkat çekilen: "Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider..." manasının işaret ettiği bir hakikat de budur. Birbirlerinden ayırırsak sadece kollarımız değil metinlerimiz de güçsüzleşir.
Ehl-i Sünnet'in yolunun dışında bir 'nurculuk' yoktur. Kim bunu iddia ediyorsa yalandır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama İmam-ı Azam'ı (r.a.) sevmediğini söyleyen yalancıdır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama Mevlana Celaleddin'i (r.a.) sevmediğini söyleyen yalancıdır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama İmam Eş'arî'yi sevmediğini söyleyen yalancıdır. Biz bu büyük dağın parçasıyız. Bizden öncekilere iman edilmekle kendisine iman edilmiş olacak bir silsilenin ucuyuz. Gücümüzü bu bütünlükten alırız. Ayrıca bir güç iddiasında bulunmayız. Kendimizi Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat tanımları, tarifleri, kodları, alanları içinde tanımlamak, ahirzamanın akıl ve kalp karışıklığı içinde yolumuzu kaybetmemek noktasında çok büyük önem ifade ediyor. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın ve selef-i salihînin şefaatlerine nail eylesin. Amin.
27 Haziran 2016 Pazartesi
Ölüm hayatın bereketidir
Dünya imtihanın da böyle sürüyor bu yüzden. Fakat bu imtihanda daha üst birşeyler de var. Hem sorular hem süreler belirsiz. Her an değişerek karşına çıkıyor. Bazen bir 'musibetle' sınanıyorsun bazen de 'nimetle.' Bazen ölümü yanıbaşında hissediyorsun bazen de kıyamet kadar uzağında görünüyor. Yani bu imtihanda salt soruyla ve süreyle bir sınanma yaşanmıyor. Aynı zamanda sorunun 'soru' ve sürenin de 'süre' olduğunu aklında tutman gerekiyor. Çünkü öyle cazibedar bir salonda düzenlenmiş ki bu imtihan, girenler çoklukla salonda yaşananlara dalıyorlar, dikkatlerini imtihanda tutamıyorlar.
Öyle bir sınav düşün ki; sorular 'soru' olduklarını süreler 'süre' olduklarını unutturuyorlar. Hatta imtihan bunun üzerine dönüyor. Bu imtihana girenlerin cevaplayacağı sorular o kadar da zor değil. Süreleri de geniş geniş. 24 saatten 1 saati namaza ayırsalar yetiyor mesela. 12 aydan 1 ayı oruca ayırsalar kurtarıyor. Hem ne namazı ne orucu ne de başka bir ibadeti/yasağı bedene güç gelen şeyler değil. Peki, bu imtihanın güçlüğü neresinde? Bu imtihanın güçlüğü sarhoş ediciliğinde. Rüya görürken rüyada olduğunu farketmek/akletmek kolay mıdır? Biz belki de en çok bu 'ayıklığı' korumakla sınanıyoruz.
'İçkiliyken namaza yaklaşmak' yasaklandığında ilk işaretini aldık bunun. Soru olduğunu unutmaya müsaitken soruya yaklaşılmazdı. Sonra tümden sarhoşluk yasaklandı bize. Çünkü bu hayattaki herşey bizim için birer soruydu. "Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir..." derken Haşr sûresi, 'imtihanda olup imtihanı bilmez' halimize dikkat çekiyordu belki. Yolda kalmak yolda olduğunu hatırlamaksızın mümkün değildi ki! Allah'ı hatırda tuttukça bu dünya yoldu. Onu unuttuğumuzda yolcu da yoldan çıkıyordu. Hodbin'in gözünde varlık içinden 'çıkılası' Hüdabin'in gözünde 'kalınasıydı.'
"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. (...) Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. (...) Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor..."
Ölüm hayatın bereketidir. Sorunun belirsizliği nasıl ki dikkatimizi her an karşımıza çıkabilecek yeni bir soruya karşı açık tutar; sürenin belirsizliği de benzeri bir şekilde 'her anın' kıymetini anlamamızı sağlar. Sınırlanmasıyla sorulara ayrılan zaman bereketlenir. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereket soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar.
Mülk sûresinde belki biraz da bu hikmetle mealen buyrulur ki: "O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır." Eğer ölüm olmasaydı 'hangimizin daha güzel davranacağı' sınanabilir miydi? Sürenin varlığıydı hayatı bereketli kılan. Onun kıyıcılığından kurtarmak ve bâkileştirmek için doldurduk anlarımızı güzel fiillerle. Bu yüzden diyorum ki: Ölümden razı ol arkadaşım. Ölüm hayatın bereketidir. Hem şunu da aklında çıkarma: Birşeyin 'yol' kalması için sadece 'yola çıkılan' bir noktaya değil, 'varılacak bir nokta'ya da ihtiyaç vardır. 'Ölümü' ve 'hayatı' yaratan Cenab-ı Hak, işte tam da bu iki noktayı birden yaratarak, varlığını yola çevirmiş olmadı mı?
26 Haziran 2016 Pazar
Kabir azabını inkâr etmek neden ahmaklıktır?
Risale-i Nur'da pek sık altı çizilen birşeydir şu: "Malûmdur ki; zararsız yol, zararlı yola—velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa—tercih edilir..." Mantığı doğru çalışan bir insandan asgarî bekleriz bunu. "En azından bu kadarını ayırabilir..." deriz. Başka türlü hayatta kalması da zorlaşır çünkü.
'Zararsız olanı zararlı olana tercih etme' iradesidir zikrettiğimiz. Bir açıdan 'güvenli' ile 'tehlikeli'yi birbirinden ayırabilme yetisidir. Aklın bidayetidir/başlangıcıdır. Bunu yapabilene yapabildiği ölçüde 'akıllı' denir. Yok, zararına olanı kârına, kârına olanı zararına sanıyorsa; seçiyor ve de yapıyorsa; o kimsede istikametli bir akıldan bahsedilemez. Ahmağın tarifinde de vardır bu. Ahmak o kimsedir ki; neyin faydasına, neyin zararına olduğunu ayıramaz.
Kabir azabının inkârını konuşurken de 'ahmaklığa' atıf yapmamak mümkün olmuyor. Neden mi? Şu soruyla başlayalım: Kur'an'da birşeyin (iddialarınca) 'zikredilmiyor' olması 'olmamasına' delil oluşturabilir mi? Biz biliyoruz ki: Kur'an'da, her gün bindiğimiz motorlu taşıtlar da dahil, pekçok teknolojinin zikri geçmiyor. Fakat bugüne kadar hiçbir meczubumuz "Kur'an'da geçmiyor!" diye onları inkâra kalkışmadı. Neden? Çünkü Kur'an'da birşeyin geçmiyor olması doğrudan o şeyin 'olmamasına' veya 'yasaklanmasına' delil olmaz.
Biz, ancak birşeyin Kur'an'da yasaklanmasını o şeyin 'yapılmaması gerektiğine' yorarız. Kur'an'da 'sarhoş ediciler' yasaklanmıştır. Biz de onlardan uzak kalırız. Zina yasaklanmıştır. Uzak dururuz. Varlıklarını inkâr etmeyiz, ama haram sayarız. Bir de Allah'ın doğrudan 'yokluğunu' buyurduğu şeyler vardır. Ondan başka ilah yoktur. Onun 'doğuranı' veya 'doğurduğu' yoktur. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamberi yoktur. İşte bunların da yokluğuna yine emriyle ve haber vermesiyle iman ederiz. Birşeyin yokluğunu ancak onun buyurması ve yine onun buyruklarıyla uyuşması ile kabul ederiz.
Kabir azabının inkârı ise ne birincisine ne ikincisine sığıyor. Yani Cenab-ı Hak, kabirde çekilecek bir azabı yasaklamıyor veya yokluğuna iman etmemizi istemiyor ki; karşısında duralım. Aleyhinde bulunmak için Kur'an'da sarahaten beyan edilmemiş olmasından başka delil(!) söylenmiyor. Bu iddia doğru olsa bile (ki doğru olmadığını işarî manalarla kabir azabını haber veren ayetleri zikrederek ortaya koyuyor ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimleri) bundan doğrudan çıkarılabilecek 'yokluk' iddiası, ancak 'motorlu taşıtların inkâr edilmesi' kadar mantıklı olabilir. Hatta Kur'an'da sarahaten bahsi geçmeyen herşeyin inkâr edilmesi veya yokluğuna hükmedilmesi bu saçma argümanla tutarlı hale gelir.
Bu noktada Bediüzzaman'ın sıklıkla nazara verdiği bir hakikati daha hatırlayalım: "Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Neden böyle söylüyor mürşidim? Çünkü küfrün daha bu dünyada insanı azaplar içinde bıraktığını, imanın ise bir küçük cenneti bu dünyada yaşattığını ifade ve isbat ediyor.
"Hem kat'iyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a'mâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat'î delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur'da bu hakikat tekrar ile yazılmış."
Acaba şöyle ahmak var mıdır ki, desin: "İman ile küfür arasında insanın kalbinde yaşadığı 'mutluluk' veya 'sıkıntı' açısından hiçbir fark yoktur." Veya desin: "Namaz kılmak ile içki içmek arasında insanın alacağı lezzet-i kalbiye açısından hiçbir fark yoktur." Allah'ın kelamı ve Resulü aleyhissalatuvesselamın sünneti doğrultusunda yaşanmış bir hayatın tattırdığı cennetle; şeytanın ve küfrün kalbe doldurduğu cehennemin arasında fark olmadığını söyleyen ya aklını inkâr etmiştir yahut da imanını. Peki, bu mantık bizi hangi kanaate götürür? İmanın/küfrün daha bu dünyada bizi karşılayan sonuçları olduğuna.
Kur'an'da, kafirlerin daha bu dünyadayken yaşayacakları azaplara ve mü'minlerin bu hayattayken yaşacakları saadete işaret eden ayetler bize der ki: Allah'ın şe'nidir. Münkirleri hem bu dünyada hem öteki dünyada azap içinde bırakır. Mü'minleri ise hem bu dünyada hem öteki dünyada saadete kavuşturur. Bunu salt 'maddi refah' olarak anlamak yanlıştır. Allah'ın bize vaadettiği öncelikle yaşayacağımız içhuzurdur. Doğruyu yapmış olmanın huzurudur bu. İmandaki lezzete dilini değdiren bu ayetleri tüm zerreleriyle tasdik eder. O yüzden günahkâr da olsa bir mü'minden şu dileği çok işitirsiniz: "Dua et de ben de senin gibi olayım." İnatçı bir kâfir dışında bu ayetlerin sarahaten ifade ettiği manaları inkâr etmeye yeltenebilecek yoktur.
O halde, kabir azabını inkâr eden, bu azabı haber veren hadis-i şerifler ve varlığına iman eden selef-i salihinin itikadları dışında daha neyi inkâr etmektedir? Kafiri bu dünyada ve ahirette sıkan Müntakim, Kahhar, Darr, Âdil vb. isimlerin kabir varoluşunda da tecellisi yok mudur?
Allah'ın kafire/günahkâra daha bu dünyada azap çektirdiği açıktır. Cehennemde de çektireceği kesin delillerle ortadadır. Ölüm bir 'yokluk' değil ise, (ki böyle olduğunu düşünmek için elimizde hiçbir neden olmadığı gibi, aksini söyleyen pekçok delil de vardır) o halde bu 'varoluş' içinde de bir çeşit azap veya mükafat olacağını söylemek/savunmak mantıklı olmaz mı? Bu dünyada olanları ve ahirette olacakları kabul eden imanlı bir kalp, şunu tasdik etmekten neden çekinsin: Allah kabir hayatında da bu şe'nini/âdetini sürdürecektir.
Bu dünyada; bazen vicdan azabı olarak, bazen pişmanlık olarak, bazense geçmiş kavimlere olduğu gibi maddi musibetlerle karşılığı var ise küfrün ve fıskın... Ve yine olacaksa bundan fazlası ahirette... Allah, ehl-i küfre ve fıska hem bu dünyada hem öteki dünyada azap edecekse... Delilleri apaçık ve sabitse... Sen de bunları inkâra cür'et edemiyorsan... Allah'ın 'yarattım' dediği ölüme 'yokluk' demiyorsan ve diyemiyorsan... Neden orada da şe'n-i Rububiyeti ve adaleti üzere azap etmekten beri olsun? Ahmaklığın onun kudret ve adalet elini tutar mı? Neden aklın yolu bir iken ve bu kadar naklî delil de varken böylesi zararlı bir yolu tercih ediyorsun? Böyle yaparsan sana 'ahmak' denmez de ne denir?
24 Haziran 2016 Cuma
Ya düşen de düştüğünü farketmeyince?
"Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu aşağıların en aşağısına indirdik."
(Tin sûresi, 4-5)
Huzursuzluğun 'boşluk'la, boşluk hissinin 'anlamsızlık'la, anlamsızlığın da 'tevhidden kopuş'la ilgili olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Evet. Boşluğu hissettiğimiz anlar aslında düştüğümüzü sezdiğimiz zamanlardır. Düşmek bütünden kopmaktır. En yamanı bütünün anlamından ayrılmaktır. Boşluklar hakkında bizi tedirgin kılan şey de bu düşme hissidir. Düşme demek 'daha kötü' demek. Daha aşağısı demek. Alışılandan uzaklaşma demek. Meçhul demek. İnsan bilmediğinden korkar. Çünkü bilinmeyen tutunulamayandır. Alışılmamıştır. Ülfeti yoktur. Tekrar edilmez. Yarını öngörülmez. Bilmek bir tutunma şeklidir nihayetinde. Hatıralarımız dahi dünyaya bağlandığımız iplerdendir.
Dikkat edelim: 'Şey' denilebilecek her neye dair yeni birşeyi malumatımıza eklesek, aslında, o şey hakkında tutunacaklar-kulplar edinmişiz gibidir. Tutunmak rahatlatır. Tutunmak kolaylaştırır. Tekrarı mümkün kılar. Cennetten dünyaya yolculuğun 'düşme'yle isimlendirilmesi bununla da ilgilidir belki. Bilinmeyene bir yolculuktur bu. Korkuludur. Düşmeyse korkunun ikizidir. Sanki onun yoludur.
Bilim birşeyi kanuna bağladığında neden rahatlıyoruz? Çünkü o şey artık tekinsiz olmuyor. Kestirilebilirliğin güven hissini veriyor. Determinist sanrı, bu güven hissini suistimalle kimilerini şirke bulaştırsa da, kestirilebilirlik, hem kainat hem insanlar hakkında bizi rahatlatır arkadaşım. Dengesiz insanların korkutucu gelmesi bundandır. Karşılarında kendimizi sürekli bir düşme hissiyle boğuşur buluruz. Gerilir de geriliriz. Değişken insanlar bu hissi çok sık yaşatırlar. Hele bir de onları seviyorsak...
Çocukların depremi 'tepkileri kestirilebilir olmayan ebeveynler'iyle yaşadıkları düşüşlerdir. Dengesiz anne-babalar evlatlarını tedirgin kılar. Yasası bir türlü kavranamayanlar karşısında yaşanılan da düşme hissidir. Uyanacağı dünyanın güvenli olduğu ümidiyle yatağa girmeyen çocuk düşmekten kurtulamaz. Tutunacak başka şeyler arar. Sığınacak yerler arar. Arkadaşları olur çoğu zaman kaçtıkları.
Düşme hissinin şifası için tutunabileceği 'bilgiler/bilmeler' peşinde koşar. 'Tekrar cenneti'ne ulaşmaya çalışır. Madde aldığında düşlediği sanrıyı yaşıyorsa, Allah korusun, kulp olarak onu bile seçebilir. Bütün derd u meselesi düşme hissini azaltmaktır. Hakikate sığınamayan, daha az boşluk için, sanrılarına sığınır. Dikkati dağıtmak, insanı uçurumdan kurtarmaz ama, süreci daha az can acıtıcı kılar.
Gaflet, yaşattığı aynılıkla, mezkûr tekinsizliği 'gidermiş gibi' sanrılattığından cazibedar gelir. Yani, gaflet, 'düşenin düştüğünü de farketmemesi'dir. Onu günahtan daha korkutucu yapan da budur. Günah işleyenin, farkındaysa, tevbe ihtimali vardır. Pişmanlığı tevbe olabilir. Fakat gaflette olanın, ayılmadıkça, böyle bir imkanı da yoktur. Tutunacak birşeyi olmayanlar, onların vesilesiyle daha yukarılara çıkamayanlar, en azından düşmenin verdiği işkenceden kurtulmamalıdır. Gaflet yaşattığı sanrıyla bu işkenceyi elimizden alır. "Gaflet hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar..." derken mürşidimin dikkatimizi çektiği de budur.
Dikkat edersen yokoluşla 'boşluk' arasında da bir ilgi görünüyor arkadaşım. Âlemin fenaya gidişi kalbimizdeki yarım kalmışlıkla karşılığını buluyor. Boşluk fenadan besleniyor. Evet. Heba olduğunu hissettiğimiz herşeye karşı bir kırılma yaşıyoruz. Bir değmezlik ruhumuzu sarıyor onlara karşı. Bir küsmeklik geliyor hayata herbirinden. Hatta her anından... Tevhid ile büyük resme, sonsuz bir anlama, kavuşturamadığımız herşeyden tedirginlik duyuyoruz. Çünkü hususi manzaramızın büyük resimden koptuğunu seziyoruz.
Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde der ki: "Hiçbir mekanik hareketimiz yoktur ki, aramasını bilirsek, sebebini kalbimizde bulmayalım." Kainat kıyametine doğru akarken biz de içimizdeki boşluğa doğru akıyoruz. Kalabilmemiz için 'bakiye tebdil etmenin çareleri'ni bulmaya ihtiyacımız var. İşte bu çaba tastamam bir tutunma çabasıdır: "Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?'"
8. Söz'ün hayatı 'kuyuya düşme' meseliyle anlatması öylesine bir seçim mi? Asla. Aslında tam yaşadığımızdır. Tutunacak bir iman, hakikat, anlam bulamadığımızda tıpkı o kahramanların soluduğu cinsten bir düşme hissiyle boğuşuyoruz bitevi: "Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor."
Teselliyi dalda, yani daldaki aynılıkta, aramamak lazım. Bu mümkün değil. Ne duygularımız ne de yaşadıklarımız aynı kalmayacak-kalmıyor. Her doğan ölüyor. Her genç yaşlanıyor. Her başlayan bitiyor. Ardındaki esmaü'l-hüsnanın 'anlam aynılığı' huzur vermeli. Düşürmeyecek kulp o. Doğru 'aynılık' o. Aynılık somutta değil soyutta yani. Maddede değil manada. Parçada değil bütünde. Şunu da bir düşün arkadaşım: Kur'an kendisine neden 'sapasağlam kulp' diyor? Düşmelerimize tam şifa verdiği için olabilir mi? Yani, şu ifadenin, psikolojide de böyle bir tefsiri yapılabilir mi? Öyle ya, her kulp elle tutulmaz, bazıları var ki ancak kalple kavranabilir. Onlara da 'anlam' denir. Demek, bâki anlamlara tutunmak için inayet yine Rabb-i Rahîm'dendir. Zira kaynağı Odur. Anlamlar ilminden doğar. Bahşetmesiyle bilinir. Onun bıraktığı kadar kalır. Biz de anlamını yalnız Ondan dileyelim. Âmin.
23 Haziran 2016 Perşembe
Neden 'yazmak' bir kaçış yoludur?
Yeter ki, o ikinci âlemin bu âlemin ta kendisi olduğunu ve onları aslında bu âlemin içinde düşlediğinizi hissettirmeyin. Ne kadar az gerçeğe gönderme, o kadar size özgürlük. İnsanlar, sizi rahat bırakmak için, gerçek hakkında konuşmadığınızı kabul etmenizi bekliyor. Çünkü gerçek bir ortaklıktır. Hayal şahsî mülkünüzdür.
Bu ikiyüzlülük, yani aslında o hayallerin sizin hayalleriniz olduğunu reddediş, sorulduğunda kaçamak/esnek/esprili cümlelere kaçış, sinizm belki, bir yazarın yüzleşmekte en çok zorlandığı tarafı. Halbuki hepimiz biliyoruz, bir yazar, yazdığı öykülerde karakterlerden en az birisidir. Bazen daha fazlası da olabilir. Taraflardan birçoğunu birden savunabilir. Hepsini anlamaya çalışabilir. Her birine kendinden bir parça koyabilir. Her empati, bir yerine geçiş değil yalnız, bir 'o' olmadır. Onu haklı bulmadır. Onu savunmadır. Dreyfus'u, Zola'nın savunması bir tesadüf sayılamaz. Çünkü öyküler/romanlar yazmak; karakterler arasında sıklıkla geçişler yapmak; bu empatik idman; bir o, bir bu, bir şu olmak; iki şeyi arttırıyor:
1. merhamet; 2. tefekkür. Merhameti arttıran; kendini onun yerine koyduğun için, kendine duyduğun bir acımayı ona da taşıman. Onun nefsini kendi nefsinle 'hissedişte' kardeş kılman. Merhametin güzergâhı böyledir. Tefekkürü arttıran; kendinden ona geçtiğin zamanlarda, becerebildiğin kadar, bakışaçını da değiştirmiş olman. Baktığın yere göre gördüğün, bildiğin, bulduğun, ürettiğin de değişiyor. Bu yönüyle öykü yazarlığını ve okurluğunu önemsiyorum.
Bir boşuboşunalık hissetmiyorum kesinlikle. Daha çok insan olmayı ya da 'daha çok sayıda insan olmayı' öğretiyor onlar bize. Küçük görmemeli. Nihayetinde, kıssa-yı Kur'aniye de peygamberler ve kavimleri ile 'bir ölçüde' empati yapmayı öğütlemiyor mu? Öyle ya, insan empati yapmadığını nasıl örnek alır? Nasıl dersler çıkarır? Kendini onun yerine koymadan veya onu kendi zamanına getirmeden ders alabilmek mümkün mü kıssalardan? Hissedişte bir kardeşlik, bir 'üzerine alınma' zeminine ulaşmadan başkalarının hayatları bize dokunabilir mi? Senin ağzına bir parmak bal çalayım: Birincisini her yerde bulursun, ikincisini 1. ve 2. Lem'alar'da oku. Bu iki eser sadece Hz. Yunus aleyhisselam ve Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssalarını anlatmıyor bize. Kıssaların hayata nasıl taşınacağını da öğretiyor.
Yazmak bu anlamda da bir kaçış yoludur. 'Yapılması gerekenler' olarak yüzleşmekten korktuğumuz şeylere 'güzel insanların yaptıkları' üzerinden yakınlaşırız. Az ötemizde oluyormuş gibi seyrederken herşeyi, güzel ile meşguliyetten, biz de güzelleşmeye başlarız. Hakkında konuşmak da hakkında yaşamaya bir duadır. Allah dostlarının hayatlarını konuşmak insanı nasıl dönüştürüyor? Demek onun hakkında konuşmakla ona benzemek arasında bir ilgi var. Hakkında konuştuğun şeye dönüşüyorsun yavaş yavaş. İster istemez azar azar o oluyorsun. O halde ne hakkında konuştuğumuza da dikkat etmeli. Daha çok kimi anlamaya çalıştığımızla ilgilidir kim olacağımız. Veya en azından kim olmak istediğimiz.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...