2 Kasım 2016 Çarşamba

Taşıyamadığın mülk senin değildir (2): Hakikat herşey bittiğinde de kalandır

Bu yazıyı bir önceki yazının tetimmesi gibi kabul edin. Ancak ona yaslanırsa ayakta kalacak. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da geçen bir ifadesinin ne anlama geldiğine dair bir tefekkürüm bu. Önceki yazıyla 'anlam kardeşliği' olduğu için arkasından okunmak ona da iyi gelecektir. Hem anlatırken bana, hem anlarken size bir kolaylık sağlayacaktır. Anlayamadığım o ifade ise.... Bediüzzaman mezkûr metinde felsefe şakirdi ve Kur'an tilmizini karşılaştırırken diyor ki:

"Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der. İşte, Kur'ân'ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar."

Doğrusu bu kısımda virdlerinde/zikirlerinde andıkları silsile-i zerrat, katarat adetleri ve mahlukatın aded-i enfası ile Kur'an tilmizlerinin felsefe şakirtlerine nasıl bir üstünlük sağlandığını anlayamıyordum. Yani salt bir 'kainatın zerreleri adedince' veya 'denizlerin dalgaları sayısınca' veya 'mahlukatın aldığı nefesler miktarınca' demekle felsefeye nasıl bir üstünlük sağladığımızı çıkaramıyordum. Yıllarca bu paragrafı 'yanından geçerek' okudum. İsra sûresinin 44. ayetinde denildiği gibiydi halim: "Ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız." Fakat ayet-i kerimenin devamı, ihtar ettiği isimlerle anlayamadığımı terketmememi, kapısında beklememi, hatta tekrar be tekrar denememi emir buyuruyordu sanki: "Şüphesiz ki O, Halîm'dir, Gafûr'dur." Ben de terketmedim, bekledim, denedim.

Bugünlerde bu nazlı sırrın duvağını birazcık açtığını düşünüyorum. Allah muvaffak ederse, becerebilirsem, anlatmayı deneyeceğim. Öncelikle şunu belirteyim: Bence bu sırrın da gözü parça-bütün ilişkisine bakıyor. Hani (Çin atasözü olarak duyduğum) şöyle hakikatli bir kelam vardır: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." İşte bence Bediüzzaman'ın yukarıda dikkatimizi çektiği 'inbisat-ı ruh' da böyle birşey. Yani bu insanlar bizim gibi küçük meselelerin insanı olmaktan çıkmışlar. Artık kainatın anlamı hakkında konuşuyorlar. Bütün varlığın anlamının saklı olduğu el-Esmaü'l-Hüsna'yı tefekkür ediyorlar. Dillerinde o, işlerinde o, gözlerinde o....

Mürşidimin "Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." demekle nazarlarımıza verdiği gibi, hakiki hakikatin bilgisi onlarda. Bu, belki, yeni ceptelefonu modelini veya tuttuğu takımın maçını, kılacağı namazdan daha heyecanlı bir şekilde bekleyen bizler için anlaşılır birşey değil. Duygularla ulaşmak zor oluyor. Ama hakikat.

Hakikat herşey bittiğinde de kalandır. Kelimat-ı mübareke diye tabir ettiğimiz her sözcük; mesela Hasbunallah, mesela Bismillah, mesela Elhamdülillah, mesela Allahu Ekber, mesela Subhanallah; aslında bütünün (bizim önemsediğimiz bütün amaç, niyet ve anlamlardan daha aşkın olarak) gerçek anlamını sunar bize. Yerçekimi kanunu hangi derdinize deva olur? Termodinamik düzen ailenizdeki hangi sorunu çözer? Suyun kaldırma kuvveti kimi intihardan döndürebilir? Ama el-Esmaü'l-Hüsna'nın içerdiği anlamlar bunu yapar. O anahtarı hangi kilide vursanız size bir çıkış yolu gösterir. Ölüm bile (hatta kıyamet bile) engel olmaz onların hakikatinin varlığına. Allah'ın isimleri, bir önceki yazıda da söylemeye çalıştığım gibi, varlık bütünlüğünün asıl anlamlarıdır. Her kapı onlara çıktığı gibi; en büyük dairede, gerilerindeki herşeyin saçmalaştığı/güdükleştiği bir düzeyde, onlar görünür.

"Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi."

Kendimizi mihenk almayalım. Biz burada çok küçük meseleleri büyüterek yaşıyoruz. O yüzden bu sırrı yeterince kavrayamıyor olabiliriz. Ama bütünün sırrını kavrayanlar, ellerinde o bütünlüğün her köşesinde geçen kanunlar, kelimeler, tefekkürler ve sırlarla virdlerini okuyorlar. Maneviyatın sultanı onlar. Çünkü anlamların şahını keşfetmişler. Dillerinde her kapıyı açan, her zamanda geçerli ve her mekanda anlaşılan kelimeler var. Fikirleri yalnız bunlarla meşgul oluyor. Onlara yalnız bunlar 'emeğe değer' görünüyor. Yanlarına varsan, sohbetlerine katılsan, dillerini dinlesen senin de gönlün genişliyor. Sanki bu dünyanın dışına çıkıyorsun. İşte inbisat-ı ruh/ruh genişlemesi budur. Ben ve sen "Bu sabah gömleğin üzerine ne renk ceket giysem?" veya "Beşiktaş'ın bu sene şampiyon olur mu?" diye düşünürken, onlar, kainatı kuşatan anlamlara gönül vermişler. Elbette sana ve bana nazaran inbisat etmişler.

1 Kasım 2016 Salı

Taşıyamadığın mülk senin değildir

Yazılarımı takip edenler farketmiştir: Bir süredir ubudiyetin bütünle, enaniyetin parçayla ilgisi olduğu üzerine kafa yoruyorum. Hatta mürşidimin "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." ve devamındaki ifadelerle bu sırrın altını çizdiği düşünüyorum. İyi haber şu: Bugünlerde bu tefekkürümü biraz daha ilerlettim. Ubudiyet dediğimiz şeylerin aslında bütünün (ki bu bütünü en üst seviyede 'tevhid' ifade eder) anlamına 'hatırlatan' veya 'ona dair olan' şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Namazımız, orucumuz, zekatımız, haccımız, selamlaşmamız vs... En küçüğüne kadar ibadet diye yaptığımız herşey aslında yaşadığımız parçalığın içinde bütünlüğün anlamını içeriyor. Yüzümüzü, aklımızı, kalbimizi ve hatta tümümüzü bütüne çeviriyor. Daha öz bir ifadeyle: İbadetlerin her biri kendimizden daha aşkın birşey için yaptığımız şeyler. Ve biz bu aşkınlığı evvelen niyette yaşarız.

Niyetin eyleme kattığı ilk şey onu yalnızlıktan kurtarmasıdır. Bir kanunun/bütünlüğün parçası haline getirmesidir. Bir mü'min "Niyet ettim Allah rızası için..." deyip (veya içinden geçirip) birşey yaptığında eylemini aynı cümleyi söyleyenlerin eylemlerine bağlar. Necip Fazıl merhumun tabiriyle bu bir 'Sonsuzluk Kervanı'dır. Şunu fiziksel anlamda ifade etmenin tastamam bir yolu yok. Ama manevî dünyada kesinlikle bağlanıyoruz. Mürşidimin ifadesiyle imanın bir 'intisap/bağlanış' oluşu böyle bir sırrı saklıyor. Yani birşeyi bir anlam veya niyetle yaptığınızda o anlamda/niyette bir kardeşlik halkasına dahil oluyorsunuz. Aranızda yüzyıllar olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Halkanın bazı bireylerinin zayıf, diğer başkalarının güçlü, daha başkalarının ise daha da güçlü olması bütünlüğün kemali içinde önemini kaybediyor. Çünkü bütünün konuşulduğu yerde parçaların önemi kalmıyor. Bugün hızlı tren diye birşey varsa raylı sistemi ilk kez hayal eden insanın bunda bir payı vardır. Ve bu teknolojiye emek veren herkesin mezkûr silsileden bir hakkı vardır. Ancak hiçbirisinin küçük adımları/emekleri bütünlüğün sahibi olamaz.

"Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki; sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor. İkinci vecih itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs'ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir—tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami' geniş bir âyine olsun."

Enaniyetimiz bizi parçaların hâkimi kılmıyor, ama öyle sanmamıza sebep oluyor. Bir parçayı bütünden ayırabildiğimiz sanıyoruz onunla. Farazî bir hat çekiyoruz. Ve bütün (sanki) onun ötesinde kalıyor. Neden lazım bu? Akıl için lazım bu. Akıl parçalayıcıdır. Anlamak için parçalamaya ihtiyaç duyar. (Her bilimdalı yükü arttıkça alt dallara bölünür.) Varlığın bütünlüğünü parçalamadan tartabileceğinden çok büyüktür. Ziya Paşa'nın "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez" dediği gibidir. Fakat Allah bize dağların yüklenmeye çekindiği bir 'emanet' vermiş. Biz, bir parçayı bütünden kopararak(!) emanet alabiliriz.

Yani bir parçaya sahip olduğumuz sanarak onu laboratuvarımız haline getirebiliyoruz. Bu sahici bir sahiplik değil. Çünkü hakiki sahip mülkünün yükünü tastamam omzuna alandır. Taşıyamadığın şey senin değildir. Biz sahip olduğumuzun yükünü omzumuza almıyoruz. Bin tane örnek verilebilir buna. Biz şunu deneyelim: İnsan kendi bedenine sahip olduğunu düşünür. Ancak bedenindeki işlerin kaçta kaçına aklıyla, iradesiyle, farkındalığıyla, ilmiyle dahildir? Binde bir bile değildir bildiği. Beslenmedeki rolümüze dikkat çeker Bediüzzaman bu noktada. Ağzımıza bir lokmayı atarız. Ancak ne o lokmanın sindiriliş sürecini yönetiriz ne de bedene dağıtılışına muttali oluruz. Sadece ağzımıza koyarız, o kadar...

Peki, tam da burada, yani ubudiyet cihetinde, Bediüzzaman acz ve fakrımıza neden vurgu yaptı? Ben bunu biraz şöyle anlıyorum: Acz ve fakr, parça olarak ayrı bir şuur sahibi olan ve anlamak için kardeşlerini de parçalamaya meyyal olan insanın yüzünü tekrar bütüne çeviren iki ihtarcı ayakbağıdır. Biz bir bütünün parçası olduğumuzu ve bütünün anlamına hizmet etmedikçe bir hiç olduğumuzu en çok aczimiz ve fakrımızla anlarız. Parçanın parça olduğunu idraki aczini ve fakrını hissetmesiyle olur. Kendisinde bir güç olmadığını farkeden ve buna rağmen birçok şeye ihtiyaç duyduğunu anlayan parça bütüne koşar. Şeytandan vesvese gelen kul Allah'a sığınır. Açlık çeken Rezzak'ı arar. Merhamete ihtiyaç duyan Rahman'ı soruşturur. Aczimiz ve fakrımız ile ubudiyet cihetimiz arasındaki bağ sanıyorum biraz da bununla ilgili. el-Esmaü'l-Hüsna bütünün anlam kodlarıdır. Parçanın parçalığında boğulmaması, 'bir öpmekte batmaması' için bütüne bakmaya ihtiyacı var. Ve bizi bütüne en çok baktıran yaralarımızdır. Hasretini çektiklerimizdir. Yokluklarında eksik kalmasaydık bizden fazlası olduğunu hiç düşünmeyecektik.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Zayıflığımız kurtuluşumuzdur

"Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'dan...

Geçenlerde kederli bir dostumu güldürdüm. Bu ona da bana da çok iyi geldi. Birisine iyilik yapmak bizi de iyileştiriyor. Nasıl açıklanır? Galiba ötekimiz de aslında berikimiz. Yani öteki saydıklarımız da aslında bizim parçamız. Birisi bizi değerli bulduğunda biz de kendimizi değerli buluyoruz. Rum sûresi 21'de hatırlatılan 'kendisinde sükûn bulduğumuz eşler' hakikati bu. Birisi bizi sevmeye başladığında biz de kendimizi seviyoruz. Yani ötekini hakikatimizin delili sayıyoruz. Sakinleşiyoruz. 'Acaba'larımız azalıyor. Varoluşun hakkını verip vermediğimizle ilgili tereddütler eksiliyor. Bu halimiz bile yalnız (ve yalnızlık için) yaratılmadığımızı gösteriyor. Eğer ötekiler tarafından güzel bulunduğunda gönlüne bir güzellik geliyorsa "Onlar senin o kadar da ötekin değil!" demektir.

Tevhidin bir delili say bu söylediklerimi. Tek tek ve tesadüfen varolmuş olsaydık birbirimize bu kadar aldırmazdık. Hem aldırışımız hem alınganlığımız bir bütün oluşumuzdan. Ancak bir bütünün parçası olanlar birbirlerinden etkilenirler. Çünkü 'etkilenmek' de bir çeşit bağlanıştır. Bağlanış bütünün parçaya "Bana aitsin!" çağrısıdır. Sevdiklerin yüzünü astığında senin de dünyada bir kar yağar. Tıpkı parmağına değen iğnenin yüzünü ekşitmesi gibi.

Allah bizi bütüne en sıkı kalbimizden bağlamış. Kalbimiz bir düğüm. Tevhidî bir düğüm. O kadar çok his/bağ var ki orada! Sanki bütün âlemle ilgisi var eylemlerimizin. Ve âlemde eylenen herşeyin bize bir dahli var. Duyularımız bir bağ ise duygularımız bin bağ. Güzel olan herşeyi seviyoruz. Çirkin olan herşeyden tiksiniyoruz. Zararlı herşeyden korkuyoruz. Faydalı herşeyi arzuluyoruz. Tevhidî bütünlük bizi kalp düğümümüzden sıkıca yakalamış. Çağırıyor. "Bana aitsin!" diyor. Ait olmak güzel. Ancak etkileniyor olmak?

Bütün çok ağır. Etkilenmek eziyor bizi. Korunmanın tek yolu bencilleşmek gibi. Biz'in ben'i ezmesine karşı bulabildiğimiz tek deva. Tam o sırada acizliğimiz yetişiyor imdadımıza. Zayıflığımızı ve güç yetiremezliğimizi kabul ettikçe yükümüzü omzumuzdan atıyoruz. Bağlısı olmanın sahip olmak olmadığını farkediyoruz. Bu bağ dizginin ipi değil. Galiba ruhsal sıkıntılarımızın büyük bir kısmı da buradan geliyor. Bu arabanın direksiyonunda mıyız, yoksa arkasında mı? O mu bizi sürüklüyor, yoksa biz mi onu? Yani bu bağlanış kontrol ediş mi, yoksa kontrolüne geçiş mi? Aczini kabul etmeyen direksiyona heves ediyor. Aczini kabul ettikçe insan arabanın arka tarafına doğru ilerliyor. Bediüzzaman'ın 'acz' ve 'fakr'a dair söylediklerini bir de bu açıdan düşünmeni isterim.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Kadere iman imanın kemalidir 10: Kadersiz tevekkül olur mu?

Bunun daha evvel de altını çizmiştim: Tevekkül sadece sonucu Allah'a bırakma değil, süreci de Allah'ın rızası dairesinde yaşamadır. "Helal dairesi keyfe kafidir..." diyen mü'min, sadece sonuç için değil, süreç için de Allah'a tevekkül etmiş olur. Herbir günah bir tevekkülün terkidir. Helal dairesinin 'keyfe kafi' olduğu veya 'yaşamak için yeterli' olduğu veya 'daha doğru' olduğu yönündeki tevekkülümüzü terkettiğimiz an ayağımızla beraber irademiz de harama gidiyor demektir. Yani, bizi helalde tutan, helalin doğru olduğuna dair tevekkülümüzdür.

Allah'ın 'hayırlı olanı bizden daha iyi bildiğine' dair bilgimiz, bizi, kendi gözümüzün, nefsimizin veya aklımızın aksini söylediği hususlarda bile onun dediğini yapmaya iter. Bütünü bilen odur. Attığımız iyi veya kötü bir adımın gelecekte vereceği sonuçları daha iyi bilen odur. Allah, helali yapmamızı istiyor veya dairesinde kalmamızı emir buyuruyorsa, orada kalmak doğrudur, hayırdır, vücudîdir, varlıksaldır. Teslim oluruz. "Zekat verenin malı artacak!" buyuruyorsa, zahiren zekat malı azaltıyor görünse bile, tevekkül ile zekatımızı veririz. Malımız artar. "Faiz alanın bereketi kesilecek!" buyuruyorsa, zahiren faiz alanın malının artmasına kanmaz, azalacağı yönünde tevekkülümüzle ondan kaçınırız.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir." İşte vücudî görünen 'esası adem'lerin ve ademî görünen 'esası vücudî'lerin bilgisi en doğru şekliyle Allah'ta olduğundan, kısa aklımızın takıldığı yerde reyimizi terkeder, emrine göre amel ederiz.

Tevekkül ile kader arasında tam bu noktadan başlayan bir bağ var bence. Ve ben bu yazıda elimden geldiğince onu anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şöyle bir örneği taşımak istiyorum dünyanıza: Bir avukata vekalet verdiğinizi düşünelim. Bunu neden yaparsınız? Cevap aşağı yukarı şöyle birşey olmalı: Çünkü avukatınız sürecin nasıl işlemesi gerektiğini sizden daha iyi bilmektedir. Ona bıraktığınızda işler daha hızlı ve güzel halledilir. Hem sizin de vaktiniz ziyan olmaz. Yanlış adım atılmaz. Yani tamamen menfaatinizedir bu durum. Tabii bu noktada avukatınıza güveniniz onun iş bilirliği nisbetinde artar. Eğer avukatınız mesleğinde kurdun kurdu bir avukat ise vekalet daha bir gönül rahatılığıyla verilir. Yok, gençten, işi yeni öğrenen cinsindense, vekalet verirken eliniz daha bir titrer. Aklınız daha bir onda kalır. Avukatın cahilliğinden kaynaklanan aksamaların korkusuyla rahatsızlanırsınız. Hatta denilebilir ki: Eliniz velaketi verse bile aklınız ve kalbiniz o vekaleti teslim etmez. Endişeleri gitmez.

Farkettiniz. Aslında buradaki korku tamamen 'bilmeme' korkusudur. İnsan bilmediği şeyden korktuğu gibi işini bilmeyene emanet etmekten de korkar. (Fakültesine yeni başlamış bir tıp öğrencisi tarafından ameliyat edilmeyi göze alabilecek kaç hasta vardır?) Endişenin ucuna takıldığı sual şudur: Avukat bu işi ne kadar bilmektedir? Olacaklara dair bilgisi ne kadardır? Bunu sorarsınız kendinize vekaleti vermeden önce. Bilmedikçe güveniniz azalır. Bilmedikçe müşterisi azalır. Bilmedikçe işin zorluğu artar. Fakat bunun tam tersi olduğunda, yani avukat 'bilme' konusunda güven verdiğinde, içhuzuruyla vekaletinizi verirsiniz. Avukatın iş konusunda giriş-gelişme-sonuç garantisi şiddetlendikçe vekaletinizin de güveni şiddetlenir. Kesin o işi halledeceğini düşündüğünüzde o iş artık sizin yükünüz olmaz. Çünkü güvenmek yükü başkasına bırakmaktır.

Peki, biz Allah'a nasıl tevekkül edeceğiz? Bunu sizin ve benim gibi ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadınca kadere iman edenlere sormuyorum. Soruyu asıl yöneltmek istediklerim kader inkârcıları. Eğer Allah'ın geleceği de geçmiş gibi bildiğini düşünmüyorsak, yani kadere imanımız yoksa, Allah'ın bize Kur'an'da tevekkülü emretmesi yanlış olmaz mı? Bunu istemekle bizden imkansızı istemiş sayılmaz mı? Gelecek konusunda bizim kadar (hâşâ) cahil bir ilaha tevekkül etmemiz, işimizi ona bırakmamız, tıpkı işi bilmeyen bir avukata vekalet vermemiz gibi görünmez mi? Halbuki az önce altını çizdik:

Vekaletin emniyeti/huzuru sonuçların iyi olacağını bilmekle oluşur ve bunun derecesine göre artar. Eğer vekaleti verdiğiniz kişi, vekalet verdiğiniz hususta sizin kadar bilgisizse, ona verdiğiniz vekaletten sonra rahatlamanız mümkün değildir. Onun, buna rağmen, kendisine güvenmenizi istemesinin bir mantığı var mıdır? Gelecek bilgisi olmadan tevekküle bina edilmiş ameller iddia kuponu doldurmak gibi 'şans işi' bir hale gelmez mi? İşte, kaderi inkâr etmek, Kur'an'daki tevekkül emirlerini bu şekilde boşa çıkarır. Zeminini kaydırır. Gelecekte ne olacağını bilmeyen bir Allah'a tevekkül etmenin hiçbir rahatlatıcılığı yoktur. Nihayetinde olacaklar yaşanıp görülmektedir. (Misalen: Tebbet sûresinde Ebu Leheb'in cehenneme gideceğini haber veren Allah, sadece 'tahmin' mi etmiştir, yoksa ezelî bilişiyle gaybdan mı haber vermiştir?)

Biz Allah'a tevekkül ederiz çünkü Kur'an'da da ifade buyrulduğu gibi "Her hayır onun elindedir!" Yapılacak her varlıksal/vücudî işin bilgisi ondadır. Onun takdiriyledir. Onun bilmesiyledir. Onun iradesiyledir. Onun tasarrufundan harice düşemez. Ezel öyle bir manzara-i âlâdır ki, bu ezelî biliş, Cenab-ı Hakka her konuda tevekkülümüzü isabetli çıkarır. Hiçbir oluş Allah'ın bilgisi dışında olmadığından, elbette, ona edilecek tevekkül de oluşun hayır olmasını sağlar. Bilmiyorum ne kadar toparlayıp anlatabildim? Ancak işaret etmeye çalıştığım şu bahisten de anlaşılıyor ki: Kaderin Kur'an'da olmadığını söyleyenler yalan söylüyorlar. Kur'an'ın bize her emri açık veya örtük bir şekilde kadere iman etmemizi zorunlu kılıyor. Tevekkül bunun yalnızca bir örneği. Başka örnekleri siz de tefekkürünüzle bulabilirsiniz. En doğrusunu elbette Allah bilir.

21 Ekim 2016 Cuma

Güvenmek yükünü başkasına bırakmaktır

Bu sıralar, malumunuz, 'tevekkül' üzerine düşünüyorum/yazıyorum. Bunlar, büyük keşifler değil, farkettiklerimi unutmamak için alınmış notlar gibi. Bu notlardan birisini de şimdi karalamak istiyorum. Benim de hafiflemeye ihtiyacım var. (Yazdığımın kendim için de şifaya vesile olmasını dilerim.) Tevekkülün duygularla ilgili yanı 'hafifleticiliğini' en çok gösteren yanı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan eşyayla iki türlü ilişkiye girebiliyor. Bunlardan bir tanesi şahidî bir ilişki. Şahidî ne demek? Onda sadece seyirci konumundasınız. Yok, hayır, sadece seyirci değil, 'işleyen' konumundasınız.

Yani fabrikadaki çarklardan birisiniz. Bir bütünlüğün amacı doğrultusunda dönen/işleyen sayısı sonsuz küçük şeyden tekisiniz. Haliniz sorulduğunda, 5. Söz'deki temsilde denildiği gibi, "Devletin angaryasını çekiyorum!" diyorsunuz. İş sizin. İşleyiş devletin. Yaşananları tüm detaylarıyla bilmek/idare etmek uhdenizde değil. Devlet 'yap' dedi, yapıyorsunuz, yeter. Sorumluluk alanınız kısıtlı ve belli. Bütünün yükünü omzunuza almamışsınız. Fabrikada dönen herşeyden kendinizi sorumlu tutmuyorsunuz. Sindiremeyeceğiniz lokmayı yutmuyorsunuz. Çark kadar bir rolünüz var. Rolünüzü içtenlikle kabullenmişsiniz. Çark işlemekten mutlu, fabrika işleyişten...

Bunlardan diğer tanesi de sahibî bir ilişki. Onda seyreden değilsiniz sadece. Hem sadece işleyen de değilsiniz. Sahipsiniz. Fabrikada 'çark' değil, sizinle ilgili olan herşeyin oluşturduğu 'ilişki fabrikasının başında'sınız. Sahibi olmanın gerektirdiği bütün sorumluluklardan mesul görünüyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Aldatıyorsunuz. 6. Söz'deki temsilde dikkatimizin çekildiği gibi "Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam!" diyorsunuz. Ama bunun da bir bedeli var. Çiftliğin bütün yükü üzerinize kalıyor. Omuzlarınız ağrıyor. Bacaklarınız titriyor. Sanılanın aksine, sahibi olmak yükünü mülküne bırakmak değil, mülkün yükünü üzerine almaktır. Bu sizi çok hırpalıyor. Geceleri rahat uyuyamıyorsunuz. Çünkü kaldıramayacağınız bir işi üstlendiniz. Çark iken patronluğa özendiniz.

Peki, şahidî de az, sahibî de çok olduğunu iddia ettiğim bu yük nereden geliyor? Görünüşte bu insanlar birdirler. Yüklerinin çok olduğunu söylediklerim omuzlarında ağırlıklarla gezmemektedirler. O halde?

İşte tam da bu noktada devreye 'duygular' giriyor. Ben iddia ediyorum ki: Varlıkla sahibî türden bir ilişki kuran insanlar, duygusal bağlamda, şahidî ilişki kuranlardan daha fazla yük çekiyorlar. Çünkü eşyaya daha şiddetli duygulanıyorlar. Bir buğday tarlasına bakıp onun güzelliğinden gözüyle/ruhuyla istifade eden, ikram edilse ekmeğinden yiyen, tarlanın sahibi gibi orayı ekip biçmeye mecbur olmuyor. Görse yetiyor. Tatsa yetiyor. Uğrasa yetiyor. Sahibi olan ise görülecek, tadılacak ve uğranılacak olanın varolmasını veya varlığını devam ettirmesini kendi omuzlarına alıyor.

Tevekkül sanıyorum en çok şu yaramızı tedavi etmekte. Tevekkül ettiğimiz her meselede eşyayla ilişkimizi yeniden sahibî düzeyden şahidî düzeye çekeriz. Sahibî ilişkinin yaratılış hikmeti, belki, duygularımıza verdiği şiddetle bizi daha gayretli ve ilgili kılmasıdır işleyişe karşı. Bir tarlayı şahidi ekemez. Sahibi eker. Ancak bu sahiplik gerçek bir sahiplik değildir. Tarla da tohum da Allah'ındır. Dilerse ekin verir. Tam da bu nedenle, sahibî bir güçle tarlayı eken kişi, bu bölgedeki sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, nazarını tevekkülle 'restart' eder. Bu tecdid, onu tekrar 'varlıkla ilişkisinin sadece şahit boyutunda olduğuna' uyandırır. Tevekkül etmenin en büyük faydalarından birisi de burada saklıdır. Varlıkla ilişkimizin duygusal boyutunu hafifletir. Zira, şiddetli duygusallık içeren bir ilişki, ilişkinin her iki tarafını da incitir.

Duygusallığın neden incitici olduğuna dair de şöyle bir tefekkürüm var: Bence yaşadıklarımızın ruhumuzun duvarına kazınması/yazılması ancak duygular vasıtasıyla oluyor. Ancak hakkında duygulandığımız şeyler ruhumuza uzanan (bir açıdan sonsuza kadar etkileri olan) değişimler yaratıyor. Eğer hakkında bir duygulanma yaşamadıysak o hadiseyi hiç yaşamamış gibi oluyoruz.

Dikkat ediniz, hayatımızda en çok iz bırakan, dolayısıyla ruhumuzu şekillendiren veya ona kazınan olaylar, hakkında şiddetli duygulanımlar yaşadığımız olaylardır. Duygu, bilgiyi ruh yazısına çevirir. Kalbin bir görevi de burada tezahür eder. Aklî bilginin sonsuza dek ruhla beraber varolması ancak kalbi bir elekten geçmesiyle mümkündür. Hiçkimse ilkokulda çözdüğü matematik sorularını hatırlamaz. Ama en sevdiği arkadaşıyla kopyalaştığı soruyu unutmaz. Ötekini unutturup bunu hatırlatan o olayın duygudan harflerle ruha yazılmasıdır. Biz de tevekkülümüz sayesinde yaşadıklarımızın ruhumuza ne ölçüde yazılacağını seçeriz. Dünyanın üzerimizdeki duygusal baskısını azaltırız. Hâsıl-ı kelam: Varlıkla emanetçi gibi bir ilişki kurabilmek tevekkülle mümkün. Çünkü güvenmek sahiplik yükünü başkasına bırakmaktır.

20 Ekim 2016 Perşembe

Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir

"Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz." (Enfâl sûresi, 25) "Böylece kıyamet günü günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir." (Nahl sûresi, 25) "Gerçek şu ki; onlar, mutlaka kendi ağırlıkları ve o ağırlıklarla birlikte daha birçok ağırlık yükleneceklerdir." (Ankebût sûresi, 13)

Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Kendimi bu başlıkta hüküm verebilecek ehliyette görmemekle birlikte sorularıma da mani olamıyorum. Sormak kıdem gerektirmez merak gerektirir. Şuradan başlayalım: Bediüzzaman'ın bir masumiyet analizi var. Metinlerinde tekrar be tekrar karşımıza çıkar. Çok da önemlidir. Onlardan bir tanesini alıntılayayım:

"Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur'âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur'âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz."

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki: Ben bu tesbite tüm zerrelerimle hak veriyor ve doğru buluyorum. Hakikaten de Kur'an'da buyrulduğu gibi "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" ve 'Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm edil'(e)mez. Ancak birbiriyle bağlantılı olan bu iki bahisten birisinin diğerini 'takyid' ettiğini düşünüyorum.

Evet, bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, cereyanın, aşiretin bütün fertleri mahkûm, düşman ve mesul tevehhüm edilemez. Ancak burada vurgulandığı üzere 'suçun ferdiyeti' mühimdir. (Çünkü yukarıda alıntıladığım ayet-i kerime meallerinde olduğu gibi 'günahkârın kendisinden başkasının günahlarını yüklendiği' durumlar da vardır.) Eğer suçla ilgili olan unsurlar bu taife, cereyan veya aşirette sıklıkla ve hatta kesretle bulunsa, buradan hareketle o taifenin, cereyanın veya aşiretin geneline dair bazı tedbirler alınabilir ve İslam tarihi boyunca da böyle şeyler yapılmıştır.

Özellikle 'kitlesel taraftarlık' içeren suçlarda, örneğin Benî Nadir'in sürgününde, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sadece bilfiil suça karışanları değil, bu suça taraftarlık gösterenleri ve belki sessiz kalanları da Medine'den sürdüğü malumdur. Yani bu sürgün, sadece fiilen suça girmişlerin değil, taraftarlık gösterenlerin de sürüldüğü bir tehcirdir. Yine 'karantina' gibi tıbbî uygulamalarda da, biz, sadece hastaları karantina bölgesinde tutmaya, olmayanları dışarıya salmaya çabalamıyoruz. Salgının rüzgârı dinene kadar, hadiste de buyrulduğu gibi, içeride olanlar dışarıya çıkmıyor, dışarıda olanlar da içeriye girmiyor. Hasta olmadığını düşünenler dahi, bunun tastamam teşhisi zor olduğu için, sözleri doğru olsa bile, evvelemirde salınmıyorlar. Ancak kesin bilgiye ulaşılınca dışarıya salınıyorlar. Hastaymış gibi bir dizi teste tâbi tutuluyorlar. Ve bu onlar adına bir mağduriyet sayılmıyor. Birinin hatasıyla başkası suçlanmış olmuyor. Hikmetin gereği bu oluyor.

Biraz da kurgusal konuşalım: İçinde masum bulunan hiçbir gemiyi batıramayacak olsanız saldırı gemilerine karşı sizi kim koruyabilir? (O gemide savaşla hiç alakası olmayan insanların bulunması her zaman muhtemeldir.) Veyahut bir düşman kalesini muhasara ettiğinizde, attığınız mermilerden illa ki kalenin masum sakinlerinden de mağduriyet yaşayanlar olur. Böyle bir mağduriyet yaşanacağı için kalenin fethinden vazgeçer misiniz? Elbette İslam hukuku savaşta bile mağduriyetlerin en aza indirileceği şekli tercih eder. Hiçbir masumun incinmeyeceği bir fetih veya savunma mümkünse o yapılır. Ancak İslam tarihinin tamamına bakıldığında böyle mağduriyetlerin hiç yaşanmadığı kaç savaş gösterilebilir? Üstelik geminin durumunun Bediüzzaman'ın temsilinde tayin edilmediğini de biliyoruz. Bu gemi bize saldırıyor durumda mıdır? Yoksa kendi halinde seyrediyor durumda mıdır? Kendi halinde seyrediyorsa ve bize zarar dokundurma ihtimali yoksa elbette masumun hatırı için vurulmaması doğrudur. Ancak ya gemi masumla dolu bir şehri topa tutacaksa? Yine de "İçinde masum var!" deyip kendi haline bırakılabilir mi?

Ben fakih değilim. Bu konulardaki fıkhî hükümleri de bilmiyorum. İnşaallah, işin erbabı olanlar sorularımın yanıtlarını da verirler. Hatalarımı da düzeltirler. Zamanın/uygulamanın müfessirliği içinde, kaydı olmayan mutlaklıkların (ne cazibedar görünürse görünsünler) hayata yansıtılamadığını düşünüyorum. Bugün karşıkarşıya olduğumuz FETÖ fitnesinde yapılan masumiyet analizleri ve etrafında süren tartışmalar da, dikkat çekmeye çalıştığım şekilde, illetin sâriliği/bulaşıcılığı ve uygulanacak tedbirlerin/testlerin standartları ekseninde düğümlenmektedir. Burada oluşan makul şüpheden bir 'suçlama' değilse de bir 'tedbirin' yapılıp yapılamayacağı tartışılmaktadır.

Şu soru yüzleşilmesi gereken ilk sorudur: FETÖ bir sâri illet midir? Bütün müntesiplerinin karantinaya alınmasını gerektirecek bir bulaşıcılığa sahip midir? Bağlılarında da bu rahatsızlığın tezahürleri sıklıkla görünmekte midir? Hasta olmadıklarını söyleyenlerin hasta olmadıklarına ne kadar inanılabilir? Test ve tedbir süreci gerekir mi? Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanı: Bu gemi, eğer batırılmazsa, kendi halinde yolculuğuna devam mı edecektir, yoksa masum şehirlerine (15 Temmuz'da olduğu gibi) top atışı mı yapacaktır? Bediüzzaman'ın ferdî suçlar adına yaptığı analiz bulaşıcı olmayan hastalıklar için elbette doğrudur. Kimse bunun hakikatini inkâr edemez. Peki ya hastalık bulaşıcıysa?

En başa geri dönelim: Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Sorularıma da dört mezhep kıblesinde ve selef-i salihînden dayanaklarla cevap verilmesini arzu ederim. Fıkıh metinlerinde mutlaka böyle başlıklar için söylenmiş şeyler olmalıdır. Hele test sürecinin kıstasları da mutlaka İslam geleneğinde izleri sürebilecek şeylerdir. Onlara bakmadan kesin hüküm vermek ve bu hükümde takyidsiz/tavizsiz olmak yanlıştır. Zira mutlak adalet, bizzat insanın kusurluluğundan/sınırlarından dolayı, küre-i arz üzerinde asla varolmamıştır. Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir.

18 Ekim 2016 Salı

Bir günde hain olunmaz

Miraç hâdisesinin ardından yaşanan bir hâdise daha var ki, sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.) efendimin kemalini değil, mü'minin kemalinin kaynağını da bize ders veriyor. Evet, sıddıkiyet 'kendi kaynaklarından beslenmekten' gelir. Hz. Ebu Ebekir (r.a.) efendim, miracın yaşandığına inanmak için "Bunu o mu söylüyor?" diye sormakla yetinmişti sadece. Bu soruya verilen olumlu cevap miraca inanması için yetmişti. Ayrıca bir delil aramamıştı inanmak için.

Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."

Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.

Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.

Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.

Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."

Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.

Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.

Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...