27 Ocak 2017 Cuma

Sarı çiçek Yunus'u nasıl tanır?

Aslında çok geciktim. Bunu size daha önce anlatmak istiyordum. Derviş Yunus'un, hani o çok bilinen ilahîsinde, sarı çiçeğe kendisini neden sorduğunu ve sarı çiçeğin onu nasıl tanıdığını konuşmak arzu ediyordum. Çocukluğumdan beri aklımdadır. Cevabı bulunamamış bir sorudur. (Çocukken:) Böyle birşey nasıl olur? (Büyüyünce:) Şair bunla neyi anlatmaya çalışır? Yunus'un çiçekle sohbetinde modern insana çözmesi zor gelen çok sırlar vardır. İşte, bu şiir ve benzerleri gibi birçok tasavvufî metinde, o sırların arkasına (bir derece) uzanmamı sağlayan şey mürşidimin bana öğrettikleri olmuştur.

"Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir. (...) Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır."

Risale-i Nur ben gibiler için neden kıymetli? Çünkü cahiliz. Çünkü uzağız. Çünkü gerilerdeyiz. Çünkü yabancıyız. Çünkü yeni bir dil öğreneceğiz. Ahirzamanın modern endoktrinasyonları içinde zihnimizi Kur'an'ın ve sünnetin (ve onlardan yeşeren mirasın) ayarlarına kavuşturmak ancak bir mürşid köprüsüyle mümkün. Yunus'un ifadesiyle 'dağ başında kalmışlar' olarak 'göçüp giden bir kervana' yetişmeye çalışıyoruz. Yitiğiz. Bir insan kendisine neden mürşid arar? Sorularına tek başına cevap bulmakta zorlandığı için arar. Psikoloğa giden de bu yüzden gider. Direksiyon hocasından ders alan da bu yüzden alır. Rehber tutan turistler de bu yüzden tutar. Herhangi bir alanda yetkinlik kazanabilmek için ustasına başvuran da bu yüzden vurur. Yol giriftleştikçe mürşidsiz yürümek zorlaşır.

Risale-i Nur'un 'anahtarlığı' da burada kendisini ortaya koyuyor. Her ne kadar içimizden bazıları, müellifin aksi yönde ifadelerinin hilafına, Risale-i Nur'u kendinde başlayan ve biten bir 'isim' gibi tarif etseler de o aslında bir 'harf'tir. Kendisinden 1400 yıl önce kurulmaya başlanmış olan cümlelerin kendisinden sonra da aynı tatta/kıvamda kurulmaya devam edilebilmesi için araya girmiş dolu dolu bir 've' veya 'ile'dir. Bir başlangıç değildir. Bir son değildir. Bir köprüdür. Nihayetinde anahtar, hazinenin yerine geçmek için değil, 'hazineye erişim sürebilsin' diye vardır.

İşte Derviş Yunus'un şiirlerinin arkasındaki anlam dünyasına uzanabilmek için de şu anahtarın yardımına ihtiyacım var. Ve mesela; başta zikrettiğim, sarı çiçeği Yunus'a kendisini sorması ve onun da şunu tanıması mevzuuna buradan bir kapı bulup yaklaşabiliyorum: "Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder."

Bediüzzaman'ın 'iki şahid-i sâdık' diyerek tesmiye ettiği bu durum aslında Allah'ın vahdetinin (herşeye yaratanın tekliğinin) ve vücub-u vücudunun (varlığının olmazsa olmazlığının) iki delilini oluşturur. Bir zerre, acziyle uyuşmayacak ve "Yok artık!" denecek şekilde, kendisinden beklenmeyen birçok vazifeyi beraber yapar. (Tıpkı bir hava zerresinin, üzerinden geçen bütün sesleri, aynı anda ve karıştırmadan ilgili kulaklara taşıyabilmesi gibi.) Ve yine bir zerre, sanki 'kainatın bütününü tanıyormuş gibi' onlarla uyumlu hareket eder. (Tıpkı ekolojik denge denilen bütünlüğün bütün parçaları gibi.) Bu iki durum karşı konulamaz şekilde bize zerrenin kendisinden ibaret olmadığını hatırlatır. Onun arkasında ilmi, iradesi ve kudreti mutlak bir Rabbu'l-âlemin olmalıdır.

İşte, bu sırrın keşfiyle anlar insan Derviş Yunus'un bir sarı çiçekle nasıl konuştuğunu: "Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık 'lisan-ı hâlleri' şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cûd ve keremine şehadet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifa ederler."

Ve işte yine bu sırrın keşfiyle anlar insan sarı çiçeğin Derviş Yunus'a nasıl cevap verdiğini: "Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor."

Tanışmayan şeyler birbirinin imdadına nasıl koşar? Sanki tanışıyormuş gibi nasıl uygun hareket ederler? Yağmur susuzların derdini nereden bilir? Ağaç, meyvelerinin beğenilmesi için, lezzetli olması gerektiğini nereden ders almıştır? Sarı çiçek, Yunus'un gözüne hoş gelecek, şu güzelliğini nereden duymuştur? Rüzgar, rahatça solunabilmesi ve temizlenmesi için, sürekli hareket etmesi gerektiğini kimden öğrenmiştir? Bütün bu şeyler, birbirlerini tanımamaları gerekirken çok iyi tanıyormuş gibi davranan şeyler, nasıl böyle davranırlar? İşte, bütün bu sorulara Kur'an'ın ve sünnetin ışığında cevap bulmuş bir mü'min, sarı çiçeğin Derviş Yunus'u tanımasına hayret etmez. Ve belki der: "Yunus dikkatimizi şu düzene çekmek için bu sohbeti yazmıştır."

24 Ocak 2017 Salı

Peki acılarımızı nereye bırakacağız?

"Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim./Hayır, efendim, siz tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz." Sonsuzluk Teorisi filminden...

Düşmanın oldum. Çünkü sana yaklaşmanın başka bir yolunu bulamadım. Sevgidendi küsmelerim. Yüzünü gülümserken kendime çekemedim. Bari kaşların çatıkken bana baksın istedim. Öfkeleniyorsun. Ne kötü. Öfkeleniyorsun. Ne güzel. Bir cinnet bu hallere düşürdü beni. İyiyi kötüden ayırmama engel olan bir cinnet. Sadece ilgi isteyen ve bu ilginin şekli konusunda aklını yitirmiş bir cinnet. İstediği şekilde karşılık bulamayınca bulunabilecek tüm karşılıklara tamah eder bir cinnet. Zincirleri kopmuş. Ümidi sönmüş. 'Güzelliğin zulme çaldığı sınır'ı çoktan geçmiş. Artık güzelliğin kendisi bizzat ona zulüm. Her ihsan bir itham. İyiliğin de, tıpkı kötülük gibi, yokolmasını istiyor.

Şimdi, güzellik adına ne bağışlasan, yeni bir mahrumiyeti çağrıştırıyor. Cennete farkındalık cehennemi arttırıyor. Yoksulluğa bir yoksunluk daha katıyorsun her varoluşunla. Varlığının her rengi yokluğun yeni bir şekline dönüşüyor. Hafıza işkence. Hiçlik bile artıyor. Yokluğunun varlığı artmasın diye varlığının yokolmasını diliyorum. Zalim bir şekercisin. Kalbim bir çocuk. Kolay kandırıyorsun. Eline veriyorsun. Elinden alıyorsun. Elinde durdurmuyorsun. Tadının güzelliğinden dil de perişan oluyor. Ayrılık yaman. Gülizarın senin olsun. Her koparıp sunduğun çiçek soluşuna şahit olayım diye yapılmış bir işkence gibi...

İşte birikmiş tüm deliliklerin aslı budur. Bir 'umduğunu bulamamak'tır tüm husumetlerin önsözü.

Allahsız Allah'a neden düşman olur? Mürşidim bu sadedde diyor ki: "İnsan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor." Yani kâfiri Allah'a düşman eden aslında ona duyduğu sevgi. Hatta biraz daha ileri gitsek göreceğiz ki: Düşmanlıklarımız aslında düşmanlık ettiklerimize duyduğumuz sevginin sûretinin değişmesi.

"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister..." Başka bir kitapta da 'öfkenin vaktinde ifade edilemeyen başkaca duyguların bozulmuş hali olduğunu' okumuştun. Söyleyeceklerin vardı da söyleyemedin mi? Rahatsız olduğun şeyler vardı da zamanında ifade edemedin mi? İşte, son kullanma tarihini geçirmekten bozuldu onlar, öfkeye dönüştü. Şimdi kaşlarını çatarak ifade ediyorsun. Bardağı taşıran son damlalar diğer damlaları görmezden gelmenden güç buldular. Haklarını vermedin. Duygusal borcunu ödemedin. Yağ iken zehir oldular. Şaşırma şimdi. Bu işin öncesi onlardı.

Açlığını çektiğin, arzuladığın, hatta çılgınca muhtaç olduğun şeyler istediğin şekilde eline geçmeyince düşmanlaşmaya başlıyorsun. Neden mi? Çünkü düşmanlık da bir ilgi. Arzulamakla ele geçmeyen ilgiyi düşmanlıkla elde etmiş oluyorsun. Arzu karşılık bekler ama husumetin karşılık görmeye de ihtiyacı yoktur. Kiniyle tatmin olur. Düşmanlık, düşmanın düşmanlığa muhtaç değildir. Sevgiden farklı olarak muhatabından müstağni (ihtiyaç duymayan) bir ilgidir. Kur'an da buyurmuyor mu: "Gerçek şu ki: İnsan kendini kendine yeterli görerek (müstağni sanarak) azar." Husumet de kendini sevdiğinden müstağni kılmanın bir yoludur.

Modern Ezberlerin Sonu kitabı nakleder ki: “(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...

Ateistler üzerine yapılan başka araştırmalar da, önemli bir kısmının, yaşadıkları büyük acıların ardından bu kararı aldıklarını ortaya koyuyor. Diğer bir kısmı da dünyadaki acıları anlamladıramadıkları için tanrıya düşman oluyorlar. (Savaşlar neden var? Çocuklar neden ölüyor? Açlık neden yokolmuyor? Ben neden sakatım? Ben neden çirkinim? Ben neden yoksulum? Hayat neden bu kadar zor?) Sanırım dert az çok aynı: Acılarımızı nasıl anlamlandıracağız? Mutluluğa aç insanın acılarını/boşluklarını koyabileceği bir yer var mı? Bu noktadan bakıldığında Hastalar Risalesi gibi metinlerin, sadece hastalıklarla değil, acılarla yüzleşmek adına incelikli okumalara ihtiyaç duyduğu ortaya çıkıyor. Zira mürşid, bir açıdan da, kendi acılarını doğru yere koyabilendir. Böylece size de onları koyacağınız yerleri gösterir. Bardakta damla biriktirmemek için bunu başarmaya muhtacız.

23 Ocak 2017 Pazartesi

Cehennem de bir nimettir

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Biliyorsun, iyi gelmiyor, dökülüyorsun. Yaşadın bunu. Onsuz, değil kainatı açıklamak, bir anı açıklamak bile mümkün olmuyor. Her an bir bıçak. Her giden bir bıçak. Her lezzet bir bıçak. Her varoluş aslında bir yokoluş. Varolana sevinemiyorsun çünkü yokoluyor. Varolduğu andan itibaren yokoluyor. Buna tesellin yok. Onsuz hiçbirşey yerine oturmuyor. Ötesiz kalıyor herşey. Âlem üç boyuta, hadi zamanı da kat, dört boyuta indirgeniyor. Peki ya anlamı ne olacak herşeyin? Yokun anlamı olur mu?

Sevdiğin bütün cümleler yarımken ve kelimeler bir bir seni terkediyorken anlamın nasıl olacak? Kullandığın her lafzı yokluğa göndermişsin. Tuttuğun her kelime giderken dilini kanatıyor. Hem o anlamların da farklı boyutları var. Varlığın el-Esmaü'l-Hüsna kadar boyutu var. Hangisinden baksan bir yönünü görüyorsun herşeyin. Allah'tan mahrum kalırsan şunca varlıktan da mahrum kalmayacak mısın? Daha az olmayacak mısın? Derinliğini yitirecek herşey. Hem de bir boyutta, iki boyutta, üç boyutta değil, sonsuz boyutlarca yitirecek. İhtimaller azalacak da azalacak. Olduğu kadarla kalakalacak. Daha fazlası olamayacak hiçbirşey. Daha fazlası olamadığında sen de kafese kapatılmış olmayacak mısın? Neyin hayalini kuracaksın ondan sonra? Duvarlar o kadar artıyor ve artıyor ki! Hayal bile küsüyor insana.

Hadi, hepsini geçtim, acılar ne olacak? Acılar sadece acı olacak Allah'ın yokluğunda. Onları birbirine bağlayacağın bir ümit olmadıktan sonra bu kederleri kim tutabilir? Saklayan yoksa tüm güzel anlar uçup gitti! Sevme sakın. Sevdiğin herşey düşmanın aslında. Sevdikçe bıçakları arttırıyorsun. Hepsi bıçak bıçak inip kalkacaklar göğsüne sen de yokolana kadar. Onlara engelleyecek gücün yok.

Mürşidin imana 'intisabdır' dediğinde tek bağlananın kendin olduğunu mu sanıyordun? Ramazan'da şeytanlar nasıl bağlanıyorsa acıların da bağlanıyor imanın sayesinde. İyi zincirlenmiş bir köpek gibi. Isıramıyor. Onları olması gereken yerlere koyduğunda, yani hikmetlerini anladığında, hepsi sükûnete eriyor. Evet, ayrılmıştın, canın da çok yanmıştı. Fakat o yanmalardan bak ne güzel sözler/dersler pişti. Hem sen de piştin. Her istediğine ulaşsan pek ham kalacaktın. Ulaşamadıkça olgunlaştın. Sınırların seni yetiştirdi. Aczini ve fakrını sınırlarınla tanıdın.

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Çünkü mahvoluyorsun. Herşey yokluğa koşup gidiyor. Koşup gidenleri farkedeceksin veya gerilerinde kalacaksın diye durmaya korkuyorsun. Eğlenceden eğlenceye, uykudan uykuya, rüyadan rüyaya... Uyanıklık öyle canını yakacak ki damarına hangi gafleti şırınga edeceğini şaşırıyorsun.

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Allah bunun sana nasıl kötü geleceğini biliyor. Uyarırken azab azab Kitab'ında ve tehdit ederken ayet ayet cehennemle, bütün bunların ardında rahmetinin izi görünüyor. Zülcelal-i ve'l-ikram olanın ikramı celalinin ardından gözkırpıyor. "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir..." diyor ya mürşidin, sen de anlıyorsun, celalî olanın içinde cemal var. Zülcelal'in celalinde ikram var. Gelincik tarlası haşmetiyle nasıl kalbini hızlı çarptırıyorsa birtek gelincik de gönlüne öyle cila çekiyor. Seni korkutan herşey aslında güzelliğinden korkutuyor. Cehennemde de belki göremediğin budur. Kalbinde yanan cehennemlerde de belki göremediğin budur. Doğuştan yaralısın. Çünkü o yaralar sana Allah'ı arattıracak. Her cehennem onu söndürmeye yetecek birisini bulman için bağışlandı sana. Yokmuşlar gibi davranman için değil.

21 Ocak 2017 Cumartesi

Beklemek hayatın yarısıdır

Bir amaç uğruna bu kadar şey karaladıktan sonra, şimdi, işimi güçleştiren şey: Nasıl tekrar 'öylesine' karalamalar yapacağımı bilememem. Anlatması zor ama 'öylesine' olmanın özgür kılıcı bir yanı da var. Bunu başıboşluk anlamında söylemek istemiyorum. Yazmak amaçsız olamaz. Bir anlama sahip olmadan bir cümleye sahip olamazsınız. Kastettiğim kaleminin götürdüğü yere kadar gitmek. Tıpkı hayat gibi. Başlarken bilememek. Ne yazdığına kendin de şaşırmak. Yazdığından kendin de öğrenmek. 'Öylesine'lik, yolun varacağı son noktayı bilmemenin kâşife verdiği heyecan, hayret, motivasyon. Eğer kaderimizde neler olduğunu son detayına kadar bilseydik yaşamak bu kadar heyecan verir miydi?

Vermeyeceğini tahmin ediyorum. Geleceği öğrenmek istiyoruz. Geleceğe ulaşmak istiyoruz. Ancak onun büsbütün harikalığını yitirmemesi de cahilliğimize bağlı. Mucizelerin bizim sınırlılığımıza karşı harikalıklarını korumalarının tek yolu tesettür. Yoksa sıradanlaştırırız. Yağmur için dua ederiz de her sabah doğan güneş için dua etmeyiz.

Allah'ın bize bahşettiği nimetlerden birisi de cahilliğimizdir. Eğer bu kadar az şey bilmeseydik yeni şeyler öğrenmek nasıl bizi heyecanlandıracaktı? Kalbimizin herhangi birşey, belki bir yüz, belki bir hayal, belki bir ümit yüzünden daha hızlı atması... Birşeyleri beklemek... Bunlar, ism-i Hayy'ın tecellisini en derinden hissettiğimiz anlar değil mi? Beklemek hayatın yarısı değil mi? Dua ederek beklemek. Umut ederek beklemek. Cenneti beklemek. Rahmeti beklemek. Bir vakit namazı kıldıktan sonra sonraki vakti beklemek. Bir Ramazan'dan sonra diğerini beklemek. Bir bayramdan sonra ötekini beklemek. Kıştan sonra yazı beklemek. Yazdan sonra kışı beklemek. Heyecanlanmadan hayat 'hayat' olur mu? O zaman, Allah'ın bize bildirdiği şeylerden mutlu olduğumuz gibi, haber vermediği şeylerden de mutlu olmalıyız. Rabbimiz bizi bilmemiz gereken kadar bilgili ve cahil kalmamız gereken kadar cahil yaratıyor. O ne yapsa güzel yapıyor.

Hem mahlukatının cahilliği onun sonsuzluğunun da delilidir. Kevserinin akışı karşısında kabların yaşadığı çaresizlik, tasların yorulması, onları dolduran kolların yorulması, denizin sonsuzluğuna delildir. Bir de melek kardeşlerin şu sözlerine bu pencereden bak: "Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler." Eğer kusurlu ve cahil olmasaydık ve böyle olduğumuzu da bilmeseydik, Allah'ın alîm ve hakîm olduğunu nereden bilecektik? Odur, hem bağışı hem mahrum edişi ayrı birer nimet olan. Odur, bir kere varolduktan sonra ihsanından kaçılamayan. Odur, iblisin bile kendisine karşı yine kendisinden mühlet istediği. Odur, ne mutlu bize, Rabbimiz.

20 Ocak 2017 Cuma

Akıl ve nakil meselesinde 'bir kafa karıştırma taktiği' üzerine...

Bu meselede kalem oynatacak ehliyete sahip değilim. Fakat benim gibi bu tarz itirazlarla karşılaşmış olanlara, küçücük de olsa, bir yararım dokunsun isterim. Bizzat yaşadığım birşey. Eskiden Risale-i Nur'la da münasebeti bulunmuş, ancak daha sonra modernist/ehl-i bid'a rüzgarlara kapılmış birisi, sosyalmedyada yaptığım hadis müdafaaları nedeniyle demişti ki bana: "Sen hadisleri bu kadar savunuyorsun, ama bak, Bediüzzaman Muhakemat'ta ne diyor: Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur." Yani aslında demek istiyordu ki: "Bir hadis akla uygun olmadığı zaman reddetmekte veya tevil etmekte bir beis yoktur. Bak, Bediüzzaman da öyle söylüyor." Ben de kendisine mürşidimin o metne tetimme kabilinden eklediği şu ifadeyi hatırlattım: "Fakat o akıl, akıl olsa gerektir..."

Daha sonra benzeri şeylerin İmam Şafii (r.a.) gibi ehl-i sünnetin büyükleri üzerinden de denendiğini gördüm. Anladım ki: Bu bir taktiktir. Aklın ve naklin tearuzu sadedinde söylenmiş böylesi cümleler, bağlı ve mukayyet oldukları bahislerden cımbızlanarak, ehl-i sünnet mensublarının gözünde 'hadislerin reddi' normalleştirilmeye çalışılmaktadır.

'Aklın akıl olması meselesi' aslında bize, onu, doğru bilginin tek kaynağı olarak görmemeyi de öğretiyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Akıl, iman edilen şeylerin rengiyle renklenen, işaretiyle yönlenen ve eşliğinde şekillenen bir araçtır. Doğruyu ararken işe yarar, ama doğrunun 'hikmetinden sual olunmaz' tek ölçüsü olamaz. Örneğin: Bireysel menfaatinin en yüce şey olduğuna inanan birisi için 'başkasının parasını aşırmak' normal bir davranış olabilir. Yine, büyük balığın küçük balığı yutmasının doğanın (veya piyasanın) gereği olduğuna iman edenler için birilerini iflas ettirmek hayatın lazımı sayılabilir. Ve yine sokakta denk geldiği bir dilenciye para veren ile bunun yapılmaması gerektiğini düşünen, her ikisi birden, kendilerince bir akılla hareket etmektedirler. Bu noktada hakikat arayışı şu soruya odaklanır: Hakikat hangi akılla bulunacak?

İşte, İslam, hakikat gavvası/dalgıcı olacak aklın şekillendiricisi olarak nakli önemser. (Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi, modern aklın, selef-i salihînin aklından bu yönüyle ne kadar eksik olduğunu da ortaya koyar.) Bizzat vahiy, yolunu kaybetmiş beşer aklına doğru yolu göstermek için, taraf-ı ilahîden lütfedilen bir nakildir. Tabir-i caizse, ayetler, Hz. Cebrail aleyhisselam ve Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselam kanalıyla, yani 'yine nakledilerek' bize ulaşmışlardır. Başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere, geçmişten bugüne nakledilegelen tüm sahih bilgiler, düşünce dünyamızı tefekkürde mahir dalgıçlar olacak şekilde geliştirir ve yetiştirirler. Bediüzzaman'ın felsefe hakkında en çok yakındığı şeylerden birisi de budur. Onun, kendisini merkeze alan aklı, maneviyata karşı yabancılaştırmasıdır:

"Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir."

İşte tam da bu yüzden Bediüzzaman'ın "Abdulkadir Geylanî Hazretleri mi, yoksa Aristo mu?" şeklindeki bir soruya vereceği cevap açıktır:

"Acaba yerde iken Arş-ı Âzamı temaşa eden, harika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene mâneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn, hatta hakkalyakîn sûretinde keşfeden Şeyh Geylâni (k.s.) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve mânevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder? Ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?"

Burada artık aydınlanmacılığın sorgulanmaz aklından değil, gelenekten gelen naklî/aklî bilgilerle şekillenmiş bir akıldan bahsediyoruz. Bu aklın değerlendiriş usûl ve üslûbu değerlendirdiği herşeyin rengini değiştirir. Daha arkasına uzanmaya çalışsak, varacağımız yer, esma-i hüsna bilgisidir. Allah'ın nasıl tarif edildiği veya 'ona nasıl inanıldığı'dır anlam dünyamızı bütünüyle belirleyen. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir..." sırrınca, Allah'a 've hüve ala külli şey'in kadir/herşeye gücü yeten' olarak inanan bir insanın aklına, elbette, mucizelere inanmak zor gelmez. Allah marifeti eşya marifetine böylece yön verir.

Ancak mucizelere inanmasıyla birlikte de iş bitmez. Mucize kavramının tanım ve çerçevesini de yine nakilden öğrenir. Nitekim, hiçbir hakiki müslüman, naklî delilleri bu denli sağlam olan Miraç hadisesini veya nüzûl-i İsa aleyhisselamı veya mehdiyeti "Aklım almıyor!" diyerek inkar etmez. Çünkü aklını, naklî bilgiyi inkâra değil, anlamaya kullanır. Çözemiyorsa da saygı gösterir. Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır!" der, ilişmez. Bakınız bu noktada Ebubekir Sifil Hoca neler söylüyor:

"Aklî ve naklî deliller çatıştığında şu dört ihtimalden birisi söz konusudur: 1) Hem aklî, hem de naklî delil kat’îdir. 2) Her iki delil de zannîdir. 3) Naklî delil kat’î, aklî delil zannîdir. 4) Naklî delil zannî, aklî delil kat’îdir. Bu ihtimallerden ilkinin vukuu mümkün değildir. Zira her ikisi de kat’î olan delillerin, birisini tercih etmedikçe diğeriyle amel etmek mümkün olmayacak tarzda çatışması (tearuz) aklen mümkün değildir. İkinci ihtimal söz konusu olduğunda, her iki delil de zannî olduğundan Müslüman aklı, naklî delili tercih eder. Üçüncü ihtimal karşısında izleyeceğimiz yol açıktır. Zira ikinci ihtimalde tercih edeceğimiz 'naklî delil' olunca, üçüncü ihtimalde bu yol evleviyetle izlenecektir.

Dördüncü ihtimale gelince, aklî delilin naklî delile tercih edileceği yegâne ihtimal budur. Ancak burada da (zannî olan) naklî delil tamamen terk edilmez; kat’î aklî delil ile çatışmayacak makbul bir tarzda tevil edilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: 'Aklî delil' ifadesiyle zikrettiğim delil, 'vehmî' veya 'hayalî' olmamalı, 'bedihiyyat' dediğimiz, kabulü zorunlu bir gerçeği ifade etmelidir. Burada sadece 'kat’î aklî delil'in değil, 'zannî aklî delil'in dahi bir vehim veya hayalden kaynaklanmadığından emin olunmalıdır."

İşte, Bediüzzaman'ın Muhakemat'ta zikrettiği durum da Ebubekir Hoca'nın detaylarıyla izah ettiği bu dördüncüsüdür. Bu noktada diyebiliriz ki artık: İslam'ın akıldan saydığı 'akıl' naklî delil sisteminin geçerliliğini kabul etmiş, tanımlarıyla yetişmiş veya gerektiğinde teslim olmaya hazır olan mü'min aklıdır. İmam Buharî'nin (r.a.) adı anılınca yüzü ekşiyen, İmam Şafii (r.a.) denilince cin çarpmışa dönen, İmam Suyutî (r.a.) anılınca alerji olan tiplerin aklıyla İslam'ın nakil mirası tartılmaz. Onların kafalarındaki modern kalıplarla yapacakları tartıda meziyet bulunmaz. Biz, işte tam da bu yüzden, selef-i salihîn dönemindeki akılların mirasına büyük bir kıymet, teslimiyet ve saygı gösteriyoruz. Çünkü bugünün aklına/algısına güvenmiyoruz. Nakli tevil edecek olan akıl, aklına yatmayan herşeyi reddetmeye meyyal, şu yüzyılın aklı olamaz.

16 Ocak 2017 Pazartesi

"Çocuk dövmemek sünnetir" üzerine bir küçük itiraz (2): Fıtrat 'akışına bırakmak' değildir

Meseleyi uzatmak istemiyordum ama sosyalmedyada yaptığım bazı yazışmalar mecbur etti. Şuradan başlayalım: Hz. Aişe (r.anha) annemizden rivayet edilen bir hadis-i şerif var. Müslim'de geçen bu hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Şimdi, size, bu hadis-i şerifin ilk kısmını okuduktan sonra girdiğim beklentiyle, okuduktan sonra yaşadığım şaşkınlığı anlatayım: "On şey fıtrattandır!" ifadesini görünce aklıma ilk gelen, belki de fıtratı hep öyle şeyler üzerinden konuşmaya alıştığımızdan, duygulardı. Yani mesela bu hadis "On şey fıtrattandır!" deyip şöyle devam etse şaşırmayacaktım: 1) Şefkat etmek. 2) Sevmek. 3) Özlemek. 4) Etkilenmek vs... Böyle, daha kalbî boyutta (karşıkonulmaz) on şey söylense, benim bu hadis karşısındaki beklentim tatmin olmuş olacaktı. Ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselam öyle söylemiyordu. Temizlik adâbına dair şeyler öğretiyordu hadisle. Şaşırdım.

Kafamda bir süre bu hadis-i şerif döndü durdu. Sanki üzerinde bir perde vardı ve kaldıramıyordum veyahut bakmam gereken yeri kaçırıyordum da o yüzden harikalığını göremiyordum bu sözün. Sonra, biraz da Metin Karabaşoğlu ağabeyin "Çocuk Dövmemek Sünnettir" başlıklı yazısına dair yoğunlaşmam nedeniyle belki, perde aralandı. Farkettiğim ise şu: Bu hadis bize fıtrata dair çok önemli birşeyi öğretiyor. Fıtrat 'akışına bırakmaktan' ibaret değildir. Allah insanın fıtratını sadece 'akışına bırakarak' korumaz. Sakal akışına bırakılır ama tırnak akışına bırakılmaz.

Evet, Allah, insanı fıtrat üzerine yaratmıştır. Ve evet, bu fıtrat İslam üzeredir. Ancak Allah bizi fıtratımızla başbaşa da bırakmamıştır. Bediüzzaman'ın kuvveler üzerinden verdiği derslerden de anladığımız üzere, şeriat, fıtraten had konulmamış kuvvelerimizi 'kalmaları gereken alanlarda' veya tabir-i diğerle 'istikamette' tutmak için emredilmiştir. Aşure gibi karışık ama aynı derecede tatlı bir-iki alıntı yapalım:

"Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

'Vasat' kelimesi bizde bazen 'takribî/ortalama' anlamlarında da kullanılıyor; fakat onunla aslında kastedilen, mürşidimin de yukarıda ifade ettiği gibi, 'adalet'tir. Kuvveler ifrata ve tefrite düşmeden nasıl adaletle kullanılır? Nasıl zalim olunmaz? İşte, şeriat dairesinde istikametle amel ederek. Yani dinimiz bize hiçbirşeyde aşırılığı emretmez. Hatta evvelemirde iyi bilinen şeylerde dahi ifrat etmemeyi, kötü olduğunu tasavvur ettiğimiz şeylerde bile tefrite düşmemeyi salık verir. Bediüzzaman'ın 'şefkat' üzerinden buna dair yaptığı okumalar konuyu zihne yaklaştırmak anlamında kıymetlidir:

"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'ân'ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir."

Burada, Bediüzzaman, 'yolunun esaslarından' birisi kabul ettiği ve 'aşktan üstün olduğunu' tekrar be tekrar ifade ettiği 'şefkat' için bile ifratın/tefritin ne denli zarar verici olduğunu anlatır bizlere. Başka bir yerde ise şefkatin istikameti 'cihad' üzerinden değil 'anne şefkati' üzerinden ders verilir:

"Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. 'Oğlum paşa olsun!' diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor."

Demek istediğim en nihayet şudur: Elhamdülillah, hiçbirimiz çocuk dövmekten zevk alan tipler değiliz. Hâşâ, çocuk dövmeyi bir meziyet olarak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan da duymuş değiliz. Kendi adıma konuşayım: Ebeveynleri bir çocuğa kızmamı istediklerinde dahi bunu başaramıyorum. Müslümanları da (istisnalar kaideyi bozmaz) bu ahlak üzerine gördüm hayatım boyunca. Ve bugün, Kur'an kursu hadisesi üzerinden tersi bir okuma yapılsa da, biz biliyoruz ki: Dayak hadiseleri Kur'an kurslarından ziyade seküler okullarda mevcuttur. İlkokuldan lise yıllarına, öğretmenlerimiz, hepimizi şöyle bir ellerine dolamışlardır. (Ben bu konuda da epey tecrübeliyim.) Fakat bütün bunların böyle olduğunu düşünüyor olmamız, yine de, bir hadis-i şerifin 1400 yıldır amel edilen manasını inkâr etmemize karine olamaz.

Çünkü şeriat bize ifratı ve tefriti aşılamak üzere değil istikameti aşılamak üzere gelmiştir. Ve istikameti belirleyen de ifrata ve tefrite çekilen çizgilerdir. Zina edenin (bekarsa) sopalanması veya (evliyse) recmedilmesi, hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, iftira atana had cezası uygulanması, mürtedin katledilmesi, kafirle cihad edilmesi... ve daha bunlar gibi saymakla bitiremediğimiz birçok hüküm bizim şefkatimize belli noktalarda ve belli kişilere dönük olarak sınırlar çizmektedir. Bunu 'şefkatte ifrata düşmememiz' için yapmaktadır.

Yukarıda alıntıladığım "On şey fıtrattandır" hadisi dahi 'vücudu akışına bırakmayı' değil, kimi zaman müdahalelerle toplamayı, yön vermeyi, şekillendirmeyi ve asıl bu müdahalelerin fıtrattan olduğunu söylemekte değil midir? Cihad ederken kafiri öldürmenin, bayramı geldiğinde kurban ve hırsızlık yaptığında 'Fatıma (r.anha) dahi olsa' elini kesmenin, uzadığında tırnakları kısaltmanın 'gerekli olduğunu' ders veren Allah; namaz alışkanlığı kazanmakta direnen çocuğa karşı da, namazın ehemmiyetini kavraması için, ona pek şefkatli olan ebeveyni tarafından 'hafifçe vurulmasını' emretmiş olamaz mı? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da aldığı bu emri tebliğ edemez mi?

Bu meseleyi sakın ha küçümsemeyin derim. Çünkü fıtrat zamanla bozulabilir yanlara da sahiptir. Eğer o yaşlarda orucu ve namazı alışkanlık haline getiremediyseniz sonraki yaşlarda başlamak çok zor oluyor. Alışkanlık da insanda ikinci bir fıtrat gibi. Terkleri güç. Alkolu sık kullanan alkolik olup bırakmakta zorlanıyor da namazsızlığa alışan bir bağımlılık sahibi olmuyor mu? Onu bu bağımlılığından (daha yolun başındayken) kurtarmaya çalışmak şefkatten sayılmıyor mu?

Hayatları boyunca oruç denir bilmemiş insanlara oruç tutmanın çok zor geldiğini ve özellikle yaz günlerinde nasıl dayandığımızı anlamakta zorlandıklarını iyi biliyorum. Fakat tam tersi olarak, oruç tutmanın alışkanlık haline geldiği birisinin de, Ramazan'da oruçsuz kaldığında nasıl eziyet çektiğini annemde görmüştüm. Şeker hastalığı şiddetlenince doktor oruç tutmasını yasaklamıştı da Ramazan gelince şöyle demişti: "Ramazan'da oruç tutmamak şeker hastası olup tutmaktan daha zor."

15 Ocak 2017 Pazar

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz

Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzadeleri bir hırsızlık, haksızlık, yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir suç işler, birşey çalarlarsa onları cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı, suçu, Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini de keserdim.” (Müslim, Hudud 2)

Bu meselede şunu reddetmem: Son yıllarda modernistlerin Amerika'yı yeniden keşfeder gibi İslam'ı yeniden keşfetmeleri 'yeni buluşlara' karşı bizi daha hassas bir hale getirdi. Bugüne kadar hakkında 'acaba' demediğimiz namaz gibi, hac gibi, oruç gibi, tesettür gibi, takva gibi birçok kavram modernistlerin dilinde 'O aslında öyle değil şöyledir'le anılmaya başlayınca din ayaklarımızın altından çekilir gibi oldu. Biz de "İslam geçtiğimiz pazartesi gelmedi ki kardeşim. 1400 yıldır var!" diyerek zemine daha güçlü tutunmaya başladık. Bu da şu refleksi beraberinde getirdi:

Dine dair 'daha önce bildiğimiz şeyleri değiştirecek' veya tabir-i diğerle 'ezberbozan' ne duysak "Acaba selef-i salihîn bu konuda ne demiş?" diye bakmaya kendimizi mecbur biliyoruz. Eğer yeni duyduğumuz şeye oradan bir dayanak çıkıyorsa habersizliğimizi (çok şükür) cahilliğimize verip rahatlıyoruz. Yoksa tereddütte kalıyor ve soğuk bakıyoruz. Hem bu konuda mürşidimiz de bize benzer bir kaygıyı salık veriyor ki, onu da şurada buluyorum ben:

"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."

İşte duyduğumuz yeni şeyler 'tetimmat kabilinden' ise rahatlıyoruz. Değilse, 'Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek' anlamına geleceğinden korkup bazı karşı çıkıyor bazı tevakkuf ediyoruz. Benim Metin Karabaşoğlu ağabeye (Allah afiyetle uzun ömürler versin) twitter'da yaptığım itiraz da biraz bu arkaplana yaslanıyordu.

İtirazlarıma şahit olmayanlar için bir kısa özet geçeyim: Metin ağabeyin "Çocukları Dövmemek Sünnetir" başlıklı güzel bir yazısı var. Yazının ilk kısmı, hiçbirisine itiraz edemeyeceğimiz ve hakikaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şan-ı şefkatine pek yakışan misallerle, onun çocuk sevgisini anlatıyor. Fakat devamı, mezkûr şan-ı şefkatten hareketle “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.” (Ebu Davud, Salat 26; Tirmizi, Salat 2) hadisinin 'yanlış anlaşıldığı' iddiasında bulunuyor. Ve diyor ki:

"Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir."

Yazının devamında ise 'ihtisas kesbetmiş bir isim' olarak anılan ancak kim olduğu söylenmeyen birisinden nakille (Ben bu kişinin Mehmet Emin Ay Hoca olduğunu tahmin ediyorum ve alanını da 'hadis' değil 'din eğitimi' diye biliyorum), Arapça dil kaidelerine göre, hadiste 'vurmak' diye anlaşılan kelimenin 'ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' diye anlaşılması gerektiği söyleniyor.

İşte, Ahmed'in itirazları da tam bu noktada başlıyor. Çünkü Ahmed de küçüklüğünden beri karıştırdığı ilmihal kitaplarında bunu böyle öğrenmiş. Hatta twitter'daki itirazının ardından kontrol için merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca'nın ilmihalini açıp bakıyor ve şu satırlara rastlıyor:

"Müslümanlar, henüz yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştırmakla görevlidirler. Bu çocuklara ana-babaları ve yetiştiricileri namaz kılmalarını öğretir ve yaptırırlar. On yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocuğa velisi, üç tokattan ziyade olmamak üzere, hafifçe el ile vurur."

Bediüzzaman'ın çağdaşı olan böyle isimlerden daha eski âlimlerin kitaplarında mesele nasıl geçiyor, bunu tam olarak bilmiyorum. Ancak benzerleri günümüzde yetişmeyen bu insanların nasları yorumlarken 'sosyo-kültürel ortam' veya 'algıda seçicilik' eseri olarak hata yapabileceklerini kabullenemiyorum. Hatta, bilakis, 'sosyo-kültürel ortam' ve 'algıda seçicilikten' (buna bir de modernizmin dogmalarını ekleyelim) etkilenmeye daha müsait olanların biz olduğumuz kanaatine sahibim. Nitekim, bundan birkaç ay önce, Caner Taslaman'ın, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde yer verdiği 'çocuğa beddua' olayını diline dolaması nedeniyle ona yazdığım cevapta bu arızaya dikkat çekmeye çalışmıştım. Hatta demiştim ki:

Eğer "Allah Resulü aleyhissalatuvesselam böyle şey yapmaz!" türünden 'göreli' bir itiraz ile bu meseleye bakılırsa, Kur'an'da, Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssasında geçen 'Hz. Hızır'ın bir çocuğu öldürmesi' hâdisesi de itiraz edilebilir bir hale gelir. Bize böylesi meselelerde yakışan: Hz. Musa'ya (a.s.) (ve onun örnekliğinde de bize) yaşadıkları üzerinden öğütlenen sabrı ve hikmet arayışını yapabildiğimiz ölçüde gösterebilmektir.

Belki cehaletimin bu noktada tekrar altını çizmem gerek. Ben Arapça bilmiyorum. Ama Arapça bilmediğimi biliyorum. Bu yüzden de, başta Bediüzzaman'ın isabetle ifade ettiği gibi; onların dili, fehmi ve sosyolojisi üzerine inmiş bir kitap olan Kur'an'ı (ve tefsiri olan hadisleri) yorumlamada kendimi müstakilleştiremiyorum. Böyle meselelerde, ister istemez, aklıma şu soru geliyor: Metin ağabeyden (veya onun nakilde bulunduğu kişiden) önce bu hadise şu manayı veren olmuş mu?

Eğer olmuşsa, ne âlâ, demek böyle anlayabilmek de mümkündür. Elhamdülillah. Fakat yoksa? O zaman şöyle ikinci bir soruyla yüzleşmek kaçınılmaz oluyor: Bu yorum 'tetimmat kabilinden' birşey değildir. Bundan önce anlaşılanın yanlış olduğu iddiasındadır. O vakit, aman, bu yol bizi şuraya çıkarmasın: "O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."

Hem aynı fiilin farklı bir kullanımı Kur'an'da da kadınlar hakkında var: "Geçimsizliğinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın, sonra da hafifçe dövebilirsiniz." (Nisa sûresi, 34) Bu ayete 'dövmek' kelimesi üzerinden (ki hadisteki kelimeyle aynı kökten gelen bir kelimedir) 'sonra da onlara ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' manası veren (bildiğim kadarıyla) bir tane müfessir yok.

Hatta fıkıh kitaplarında bu 'dövmenin sınırlarına' dair açılmış bâblar var. Nasıl birşeyle, nerelerine ve ne şiddetle vurulabileceğine dair izahlar yapılmış. Şimdi, yarın birisi de, tıpkı bu hadiste yaptığımız gibi Cenab-ı Hakkın veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kadınlara gösterdiği şefkate dair misalleri topladıktan sonra dese: "Bu ayete şimdiye kadar verilen mana sosyo-kültürel etkinin veya algıda seçiciliğin ürünüdür." Bilmiyorum bu iddiaya ne cevap veririz?

Hülasa: Eğer bu hadise verilen mezkûr mananın selef-i salihînden bir dayanağı varsa bana düşen çenemi kapamak olur. "Elhamdülillah!" der ve yeni birşey öğrendiğim için Allah'a şükrederim. Fakat modern zamanlara kadar bu hadise şu manayı veren yoksa endişeyle sorarım: Sakın ha biz, modernizmin bize dayattığı ön kabuller nedeniyle, nasları büküyor hale gelmeyelim? Sakın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dilinden kendi doğrumuzu (modern zaman doğrusunu) diyor olmayalım?

Ben de endişemi ağabeyim bildiğim Metin Karabaşoğlu'na 'hakikati rendeçlemek' adına yazıyorum. İnşaallah, o beni delillerle cerh eder, ben de o delilleri paylaşmaktan iftihar ederim. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...