17 Ekim 2017 Salı

Bağışladığı boşluklar için de Allah'a hamdolsun!

Herşeyin zulmü kendine göre. Mesela hayalin uğradığı zulüm bilinirliğin şiddetindendir. Birşeyin bütün detayları 'haklarında hakikatten başka şekilde düşünülemeyecek netlikte' ortaya konduğunda hayal kendisini baskıda hisseder. Ahmet Haşim, Gurebâhâne-i Laklakan'da, bu hissi çok güzel anlatır: "Artık herşeyi açıkça görmek ızdırabından kurtulmuştuk. Yanlış görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu." Bir manzaranın 'daha az görünmeye başlayarak' yaşattıklarını anlatmak için söyler bunu Haşim. Sözünde hayalden doğmuş bir hakikat vardır.

Batı'nın yükselen trendi fantastik yapıtların birçoğunda, öykü, I. veya II. Dünya Savaşları'nın karanlık sahneleriyle ilişki içindedir. İster Marvel karakterleri olsun ister Narnia Günlükleri (veya Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları) bir felaketin eşiğinde filizlenirler. Kaptan Amerika II. Dünya Savaşı'nın kurtarıcısıdır. Wonder Woman I. Dünya Savaşı'nın kahramanıdır. Narnia Günlükleri, yine II. Dünya Savaşı'ndan, bir bombardıman sahnesinin görsel etkileyiciliği ile bizi karşılar. Bütün bunlar hatırda tutularak denilebilir ki: Dönemin şartları içinde artan bilinmezlikler, endişeler, tehlikeler, karakterlerin (ve de okurun) zihnini 'gerçekliğin bilinen düzleminden vazgeçmeye' hazır hale getirirler. O yeni arzu düzleminde en tuhaf şeyler bile 'inanılabilir' hale gelir.

Hemen söyleyelim: Bu yapmacık bir sistir. Ahmet Haşim'in 'doğal belirsizlik' içinde yaşadığı rahatlamayı, öykücü, uyduracaklarına ikna edebilmek için kurgular ve uygular. Okurdaki muhtemel rahatsızlıkları böyle giderir. Bir grup masum çocuğun serseri bir bomba yüzünden öldüğüne inanmak istemeyen yanımız Bayan Peregrine'in zamanı kontrol edebildiğine inanmayı tercih eder. Elbette tek filmlik bir inançtır bu. Ama nihayetinde bir inançtır.

Peki inanç nedir? İnanç, insanın içinde yanan, gözünden bakan ve elinden mahsul mahsul (kurgu kurgu) dünyaya katılan bir gerçeklik düzlemidir. Cam fanus içinde yanan bir kandildir. Her farklı inanç, daha başka kurguda, bir gerçeklik düzlemiyle karşılar bizi. Örümcek Adam'ı izleyen bir çocuk bir süre dünyanın kurtarıcısının o olduğunu düşler. Her yere bu düşün düşüncesini işler. Alır-satar. Defterine çizer. Üstüne giyer. Yüzüne takar. Kapitalizmin ürünleri onu bu inancından yakalar. Sonra fikri değişir. Başka bir kurgu farklı bir kahraman öğretmiştir. Düzlem yeniden ayarlanır. İnanç dünyasında değişen hiyerarşi düşlere de tesir eder. Eşyalar değişir. Seçimler değişir. Hatta rüyalar bile değişir.

Hayal, yeri geldiğinde, en tuhaf inançlara dahi yaslanarak kanadının altındaki duyguları istenmeyen gerçekliğin acısından kurtarır. Evet, hayal, bu açıdan tam bir kurtarıcıdır. Sayısız varlık hikmetinden birisi de budur. Bir sarsıntıdan diğerine geçerek yaşadığımız şu hayatta belirsizliğin sıkleti ancak hayalgücüyle kaldırılır. Akıl, karamsarlığının sınırlarına dayandığında, iyi ihtimalleri ondan öğrenir.

Ben, vehmi ayrı tutarak, hayali iyimserliğe daha yatkın bulmuşumdur her zaman. İnsan kötü şeyleri 'herhalde böyle olur' diye aklıyla kurgular gibi gelir. Vehmin akla yakınlığı hayale yakınlığından fazladır. (Yani aklın da vehme yaraşır ve karamsarlığa yatkın bir kurgu yeteneği vardır.) Ancak aklın bu baskısından insanı kurtarmak için, yine kısmen akıllı-kısmen delifişek, ikinci birşey devreye girer. En inanılmaz mucizelere bile, belli bir makuliyetle, inanmamızı teklif eder.

İşte, bence, bunu yapan hayaldir. Hayalin de bir aklı vardır fakat ne kadar ümitvâr bir akıldır o! Ne mübarektir! Varoluşa dair hüsnüzannı sayesinde sahibini aklın gerçekçi baskılarından bir nebze âzât eder. Acılarını giderir.

Hayalle aklın duruşları birbirlerini bu noktada dengeler. Akıl, tıpkı arkadaşı diğer kuvveler gibi, sahibinin güvenliğini/varlığını önemsediğinden endişelenmek hakkıdır. Hakkını kullanır. Kuvve-i Şeheviye ve Kuvve-i Gadabiye sahibi için nasıl her tehlikeyi/fırsatı gözetir yaşıyorlarsa, Kuvve-i Akliye de öyle yaşar. Hayalin insana karşı böyle bir sorumluluğu yoktur. Yardım ettiği doğrudur. Ancak bu yardımı endişeli değildir. Aklı 'at üstünde dolanan bir asker' gibi tarif edersek hayali de 'elinde değneği ile yürüyen bir derviş' gibi tarif edebiliriz. Derviş de kentimize bir huzur verir. Ama bunu asker gibi yapmaz.

Aman! Ben ne yaptım? Hayalde çok oyalandım. Yazı da çok uzadı. Hemen eteklerimizi toplayıp akla geçelim. Bence aklın zulmü de kendisine pay bırakılmamasıdır. Ne demek bu? Biraz şu demek: Akıl, ancak kendisinin de yürüyebileceği bir mesafe verilirse, öğretileni kabul eder. Yolu kabulü ayaklarına izin verilmesi nisbetindedir. Küçük yaşlarımızda ebeveynimizin elini iterek kendi başımıza yürümeye çalışmamızdan tutun, ergenlik döneminde nasihatle yönetilmeye ettiğimiz isyan ve hatta yaşlılıkta yönetememeye ettiğimiz isyan, hepsi aklın bu haliyle ilgilidir. Akıl mutlaka ve mutlaka kendisine pay bırakılsın ister. Varlığını kendisine bırakılmış boşluklar sayesinde hisseder.

Mürşidimin eserlerinde sıklıkla tekrar ettiği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." sırrı bu noktada daha da anlaşılır bir hale gelir. Kaderde zaten bilinir olanın dünyada bir de yaşanılır hale getirilmesi bu türden latifelerin hakkı içindir.

Küçükken ebeveyninden bağımsız yürümeyi arzulayan afacan çocuk, mucize kadar olsun, o hilkat sırrından ayrılmaya dayanamaz. İhtiyarının elinden alınmasına katlanamaz. Amaçsızlaştığını düşünür böyle olduğunda. Boşluksuzluktan dolayı anlamsızlığa düşer. (En yaman boşluk da budur.) Bir fıkra anlatıp neden/neresine gülünmesini gerektiğini de izah eden arkadaş, polisiye veya başka türden bir filmin içinde izleyicinin tahmin yürütmesine hiç fırsat vermeyen senarist veya yönetmen, romanında okurunun kendileyin farketmesi gereken hiçbir sır bırakmayan yazar, bunların tamamı, bu yüzden cansıkıcıdır. Kurgu dediğimiz şey, bıraktığı boşluklarla, bu sıkıcılığı atlatır.

Bize pay bırakmayanlar canımızı sıkarlar. Her türden istibdadın bu türden bir sıkıcılığı vardır. Doğru ancak delille ikna ederse kabul edilebilir olur. Çünkü ikna da akla verilen bir hissedir, paydır, yürüme alanıdır, nefestir. Siz de en çok sıkıldığınız ortamları, metinleri veya kişileri bu terazi ile tartın; az-çok aynı hissi yaşadığınızı görürsünüz onlarda. Gelini bile kaynanadan bıktıran buna benzer bir haldir. Bireylerin birbirlerini emir erine dönüştürme çabası, hayattan istedikleri payları alamadıklarını düşündüklerinden, onları birbirlerinden soğutur.

Şimdi buradan, bir boşluk bırakarak, yine mürşidimin söylediği Kur'an'ın bir mucizevi yönüne gelelim. Önce cevabın ortaya çıkmasını sağlayan şeytan sorusunu alıntılayalım: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"

Kur'an'ın üslûbuna dair bu suale Bediüzzaman'ın cevabı yazımızın ana temasına temas eder içeriktedir: "(...) çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder." Devamında ise şöyle der: "Amma Sûre-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle beyan eder."

Ben bu ifadelerde Kur'an okurken veya üzerine tefekkür ederken neden sıkılmadığımın cevabını da bulurum. Evet, Kur'an, Fâtır-ı Hakîm'in kelamı olarak fıtratımızı çok iyi bilmektedir. Hiçbir yanımızı ıskalamadan, hiçbir latifemizi görmezden gelmeden, gereken havaleleri yaparak, bize hakikati beyan etmektedir. Yani: Anlattığı hakikatler kadar bıraktığı boşluklar da hikmetlidir. Bildirdikleri kadar bildirmedikleri de yerindedir. Biz kendi kurgularımızı bize bağışlanan boşluklar sayesinde yaparız. Tasarım budur. Yani boşluk yönetimidir.

Tıpkı doluluklar gibi boşluklar da fıtratımızın onları arzulayan yanlarına bakar. Onlar da bırakılmış paylar ister. Bu paylar, türlerine göre, kendilerinden beslenen latifelerimizi doyurur. Bana bu yazı kadar uzun katlanan arkadaşım, işte hayal, işte akıl. Cenab-ı Hak lütfu ile bize boşluklar bağışlamasa şunların otağını nereye kuracaktık? Öyleyse, her nimeti için, hatta bıraktığı boşluklar için, Rabbimize hamdederiz. Ve bu yazıyı da mürşidimizin bir sözüyle bitiririz: "Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir."

14 Ekim 2017 Cumartesi

İnsan Allah'a iyilik edebilir mi?

Belki de iyilik tek bir tür değil ha? Daha doğrusu: İyilik, yaratılışı itibariyle tek bir tür de, insan onu iki farklı perspektiften görüyor. (Yahut 'iki farklı şekilde algılıyor' diyelim.) O perspektifleri de, kendimce, şöyle iki başlıkla ayırıyorum: 'İhsan iyilikler' ve 'itaat iyilikler.' Peki, adını koymak kolay da, hakikaten ne demek bunlar? Onu da bencileyin şöyle izah etmeye çalışayım:

Bir iyiliği sizi zorlayan hiçbir neden olmadan yapmanız onu 'ihsan iyilik' sınıfına sokuyor. (Burada iyiliği vücudîlik/varlıksallık ile yakın bir anlamda kullandığımı belirtmeliyim.) Fakat, tersi bir şekilde, bir iyiliği herhangi bir mecburiyet tahtında yapıyorsanız, bu da onu 'itaat iyilik' sınıfına dahil ediyor. Örnek vermem gerekirse: Bir yardım kuruluşuna, sizi zorlayan hiçbir sebep yokken, bağışta bulunmanız bir 'ihsan iyilik'tir. Fakat o yardım kuruluşunun maaşlı çalışanıyken (işiniz icabı) yaptığınız hayırlar 'itaat iyilik'tir.

Bu kategorizasyondan bir aşağılama çıkmasın. Öyle düşünmüyorum. Bunlar basamak. Aralarında, yazının ilerleyen kısımlarında bana çok lazım olacak, bazı nüanslar var. Onları anlatabilmem için bunları aktarabilmem lazım. Onu deniyorum. Bir kısmını tez elden ifade etmem gerekirse: Bu iki iyilik türü üzerinden insanın içdünyasında büyük bir cerbeze yaşandığını zannediyorum.

Yazıya geri dönelim: Kanaatimce 'ihsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasında 'zorlayıcılık' dışında başka ayraçlar da var. Mesela: İhsan iyilik kendisiyle başlayan bir bütünü ifade ediyor. İtaat iyilik ise ancak 'talimatlara uygun hareket ederseniz hoş sonucu netice verecek' bir parçalılığı tanımlıyor. Dahil oluşu anlatıyor.

Bir fabrikanın patronunun işçilerine içinden gelerek prim vermesi bu açıdan ihsan iyiliğe benzerken, işçilerin görevlerini yaparak fabrikaya kazandırdıkları ise itaat iyiliği andırıyor. (Hatta, olmaz ihtimal, işçiler bu primi topluca reddedecek olsalar bile, bu durum patronun kalbindeki iyiliğin vücuduna zarar vermez. Ancak işçilerden birisinin görevini terki, pozisyonuna göre, yansımalarıyla tüm fabrikayı etkileyebilir.)

Teorimi özetlersem: İhsan iyilikler ayakta durabilmek için kendilerinden başka birşeye ihtiyaç duymuyorlar. İtaat iyilikler ise ayakta durabilmek için bir bütünün içinde 'uygun bir adım' olmaya muhtaçlar. Hem de bazen mecburlar. Zira onların görevlerini yerlerine getirmemeleri bütünün sonuçlarını etkileyebiliyor. Bütünün sahibi, ihmalinin bütüne uzanan sonuçlarından dolayı, parçayı icbar ve tehdit ile itaate zorlayabiliyor.

İşte, ben, tam da bu noktada, bu dünyada yaptığımız her türden iyiliğin aslında 'itaat iyilik' cinsinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz, bizden önce 'iyilik' veya 'hayır' olarak tarif edilmemiş hiçbirşeyi yaratabiliyor değiliz. Yapabildiğimiz her iyilik, mürşidimin o güzel temsiliyle, 'cetvelin deliğini açmak'tan ibaret.

"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil."

Halimiz böyle: Bizden önce Cenab-ı Hakkın yaratışı ve 99 isminin tecellisiyle şartları hazırlanmış bir büyük düzeneğin 'yap' tuşuna basıyoruz sadece. Elimizden gelen yalnızca bu. O da yapmamız öğretilmiş, tavsiye edilmiş, şevklendirilmiş, ödüllendirilmiş ve bazen de emredilmiş olarak basabiliyoruz tuşlara.

Bütün bu ön hazırlıklar/yaratışlar olmadan hiçbirşeyin varlığa gelmesini sağlayabiliyor değiliz. Allah muradımızı yaratmayı dilemese kendiliğimizden birşey, hâşâ, icad edebiliyor değiliz. Yalnız bize açılan küçük bir alanda, cüzî irademize bırakılmış şıklara, itaatimizle 'devam işareti' koyuyoruz. Bunu koyarsak ve Cenab-ı Hak da irademizin dileğini kabul edip yaratırsa elimize bir varlık, bir hayır, bir iyilik geçiyor. Bazen de isyanımızla nice büyük iyiliklerin vücuda gelişine engel oluyoruz. Bediüzzaman bu yüzden diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Yapmakta payımız bir itaatçik kadardır. Yıkmakta payımız engel olduğumuz kadardır. İrade-i cüziye sahibi olmakla aslında aldığımız 'büyükçe bir risk'tir. İyiye kullanırsak mübarektir ama kötüye kullanıma açık olmasıyla risktir. Öyle ya! Acaba her zaman doğru şıkkı seçebilecek miyiz? Cevapları kaydırmadan bir ömürlük sınavı geçecek miyiz? İşte, bizi serçeden, karıncadan, arıdan, örümcekten zayıf kılan budur. Onların doğru şıkkı seçmesi ihtimali, bizim kadar serbest bırakılmadıklarından dolayı, daha kolaydır.

Biz serbestiz. Serbestliğimizden dolayı aynı zamanda tehlikedeyiz. Aklımız ihtimalleri çoğaltıyor. Nefsimiz yanlış olana da meylediyor. Şeytan yanlışı doğru diye fısıldıyor. İrademizin kalemi hepsinin üzerinden geçiyor. Yanlışı seçebilme bir açıdan özgürlükse de sonuçlarının tehlikelerinden dolayı korkuludur. Dağları emaneti yüklenmekten korkutan da, Allahu'l-alem, budur.

Cenab-ı Hakkın vücuda gelmesi için 99 ismiyle yarattığı uygun şartları birtek itaatsizliğimizle boşaçıkarabiliriz. Zekat vermemiz için inşa edilen zenginliği cimrilikle yıkabiliriz. Namaz kılmamız için verilen bol vakti bir tembelliğe satabiliriz. Yüz günde yapılmış sarayı bir günde yakabiliriz. Basmamız gereken tuşa basmayarak her iyiliği engelleyebiliriz. Fakat şu var: Bütün şartların vücuduyla ancak vücuda gelebilecek bir iyiliği istesek de yaratamayız. Bizden önce tayin edilmiş düzenin içinde kendi 'onay'ımızla bir yer tutarız. O kadar... Bazen 'o kadar'cık bile yer kalmaz bize. Engel olmak istesek bile kader hükmünü verir. Halkeder. İnsan, sadece arzu ettiklerine değil, arzu etmediği halde yaratılan şeylere de sabreder.

Esad Coşan Hocaefendi merhum Ramuzü'l-Ehadis derslerinde Eşrefoğlu Rumî Hazretlerinin bir tesbitini sıkça alıntılar. (Allah ikisinin de şefaatlerine nail eylesin.) Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyledir 'hakiki mürşidin fonksiyonlarını anlatan' o güzel tesbit: "Mürşid, Allah'ı kuluna sevdirir, kulu da Allah'a sevdirir. Allah'ı kuluna sevdirmesi öğrettiği marifetullah iledir. Kul, mürşidi sayesinde Allah'ı tanıdıkça, Allah'ı daha çok sever. Kulu Allah'a sevdirmesi ise sünnet-i seniyye iledir. Kul, sünnet-i seniyyeyi öğrenip ona ittiba ettikçe, Allah kulunu daha çok sever."

"(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir!" ayetinin bir tefsirini de içeren bu izah, bir açıdan benim 'ihsan' ve 'itaat' ayrımıma da bakıyor. Çünkü mürşidim de 11. Söz'de diyor: "Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. (...) Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz."

Söyleyelim o zaman: Allah'ın kuluna muhabbetinin tezahürü ihsanı iledir. Kulun Allah'a muhabbetinin tezahürü itaati iledir. Allah'ın ihsanının derecelerini bize ancak marifeti söyler. (Çünkü onu tanıdıkça ihsanlarını da/ihsan edebileceklerini de yeni yeni detaylarıyla farkederiz.) Allah'ın razı olduğu/sevdiği şeyleri ise bize sünnet-i seniyye aktarır. Aleyhissalatuvesselama ittiba ile Allah'a muhabbet arasında kurulan ilgi budur. Biz Allah'ın sevgisini, hâşâ, ona ihsan ile değil, ancak itaat ile kazanabiliriz. Çünkü o masivasının ihsanlarına muhtaç olmaktan münezzehtir.

Ancak bazen nefsimizde bir karışıklık yaşanıyor. Nasıl bir karışıklık bu? Biraz şöyle: 'İhsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasındaki 'iyilik' benzeşmesi birisinden ötekine geçildiği sanrısına kapılmamıza neden olabiliyor. Yine mürşidimin tabiriyle 'niyazdan naza sapmalar' meydana gelebiliyor. İnsan, eğer yaptığı ihsan ise, naz edebilir. Fakat yaptığı itaatten ibaretse niyazdan başka birşeye hakkı olmaz. Biz de, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yaptığımız hiçbirşeyle, ona karşı hak iddia ediyor olamayız. Çünkü ihsan etmiyoruz. İtaat ediyoruz. Yaratmıyoruz. Dahil oluyoruz. Hatta itaatimiz dahi onun bir ihsanı olarak tecelli ediyor. Biz hidayete dahi böyle bakıyoruz.

Bu nedenle Bediüzzaman'ın birkaç yerde ifade ettiği "Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah'ını tecrübe edemez!" hakikati bu iç karışıklığını tedavi etmede büyük bir deva işlevi görüyor. İtaat eden tecrübe edemez. İhsan eden tecrübe eder. Kusurlu bir temsille ifade edersek: Bir komutan askerini emirlerine itaati konusunda sınayabilir. Fakat er komutanını ihsanları konusunda sınayamaz. Çünkü ona emredemez. Çünkü ona ihsanda bulunmamıştır. İhsanda bir mecbur ediş vardır. İhsan eden kişi, ettiği kişiyi, bir derece onun karşılığı hakkında sınayabilir. Ancak itaat etmek görevinde olan birisi, bu itaati ile, üstünü sınayamaz. Zira yapması gerekeni yapıyordur zaten. İtaat, parça olup, bütün içinde yapılması gerekeni yapmaktır. İhsan ise bağımsız olup fazlından yapmaktır. Tam da bu yüzden: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat cennet fazl-ı İlâhî iledir."

11 Ekim 2017 Çarşamba

Karamsarlık neden tehlikeli?

Şundan eminim: Ümitsizlik kabalaştırır. Çaresizlik insanı olduğundan daha kötü kılar. Kem yanlarını ortaya çıkarır. (Zaten aşikâr olanları da besler.) İyimserler için kaos bir felakettir. Seçilmemesi gereken şıktır. Kötünün kötüsüdür. En kötüdür. Karanlıktır. Karamsarlar içinse kaos bir merdivendir. Ardından ışığın beklendiği (ama bir dogma gibi beklendiği) iradeli bir karartmadır.

Bence bu da bir tür nihilizmdir. Fakat yarımca bir nihilizmdir. Karamsarlar, herşeyi hiçleştirmeye elbette vardırlar, ancak bunu hiçliği sahiden göze alarak, yani 'sonuçtan gerçekten bir hiç umarak' yapmazlar. Ardından bir varlık bekleyerek, yani varlığı yıkımdan umarak, yaparlar. (Pardon. Düzeltme: Yıkarlar.) Bu yönleri onları mürşidimin tabiriyle 'sofestailerden bile daha ahmak' yapar. Zira 'yapabilecekken yıkmak' bir aptallıktır. Bu şekliyle seçilen yolun 'salt bir aptallık olarak' kabul edilebilir bir yanı vardır. Fakat 'yıkmaktan yapmayı ummak' öncekiyle kıyas kabul etmeyecek şekilde katmerli bir aptallıktır. Kabul edilebilir yanı yoktur. Mürşidime göre saadet-i hayat için inkâr-ı uluhiyet yolunu tercih etmek tam da budur.

The Colony filmini izleyenler Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti hatırlayacaklardır. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca insan hayal bile edemeyeceğin kötülükler yapabilir." Film de zaten böylesi bir sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluğun gerilim yüklü öyküsünü anlatır. Karamsarlıkları hayatta kalma hırslarıyla birleşince onları hayvanlardan aşağı düşürmüştür. Kem yanlarını ortaya çıkarmıştır.

Ben, şimdilerde, Kur'an'da 'ölü kardeşinin etini yemek' olarak tarif edilen gıybetin de sinesinde böylesi bir ümitsizlik hastalığını sakladığını düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Gıybet bir yıkım hamlesidir. Yüzü yıkmaya bakar. Yaralamaya çağırır. İçinizde çoktan yıkılmış birşeyin gıybetini edersiniz. Muhatabınızın gözünde de yıkılsın istediğiniz şeyin gıybetini edersiniz. Gıybet bu yönüyle öncesiyle ve sonrasıyla saldırıdır. Zarar görmesi istenen şeyin gıybeti yapılır.

Bu bana şunu da düşündürüyor: Birisinin gıybetini ettiğimizde aslında bir yönüyle ondan ümidimizi kesmiş oluyoruz. Yani onun (veya kendimizin) bir kemliği hakkında verdiğimiz 'değişmezlik hükmü' bizi 'gıybetini edebilir' kılıyor. Islahın mümkün olduğunu düşünmediğimiz yerde bir dedikodu fırtınasıdır başlıyor. Böyle yapmakla, ya kendimizi ıslah edemediğimiz için bizden daha iyi olanı seviyemize indirmeyi deniyoruz, yahut da muhatabımızın kem bir huyunun ıslah-ı gayr-ı kabil olduğunu düşündüğümüz için gıybet ederek zararından korunmaya çalışıyoruz.

Hem gıybet de iftiradan tam bu noktada ayrılıyor. Dikkatinizi çekmiştir: İnsan gıybet ettiği kadar iftira etmez. (Genelde böyledir bu.) Çünkü iftiranın doğru olduğuna inanmaz. İçi kendisini yadırgar. Eğer vicdanı tastamam çürümemişse, müfterinin kalbi, kendi iftirasının hiç geçmeyen sancısı yüzünden sızım sızım sızlayacaktır.

Lakin gıybette böyle olmuyor. Çünkü içimizde bir yerlerde söylediklerimizin doğru olduğunu düşünüyoruz. İyi birşeye hizmet ettiğimizi sanıyoruz. Kem kelamımızın hakikat olduğu veya ona hizmet ettiği düşüncesi bizi 'konuşabilir' kılıyor. (Yahut da biz öyle olabileceğini düşlüyoruz.) Bu neden böyle oluyor? Bence biraz şundan: İnsan, fıtraten kötülüğe karşı koymak istiyor, hem de bulabildiği her araçla bunu yapmak istiyor. Dil de bunlardan birisi.

Gıybet edilen husus eğer şahit olunan bir kötülükse (ki genelde böyledir) nefis buradan bir cerbeze üretebiliyor. Savunma güdüsüyle makulleştirebiliyor. Bazen de gıybeti edilen şeyin kemali bize içimizdeki zararı (uğrayacağımız zararı) hatırlattığı için acımızı gıybetiyle bastırıyoruz. Onu seviyemize indirmek, bizim gibi kusurlu birisi yapmak, yaralarımızı normalleştiriyor. Katlanılabilir kılıyor. (Acılar genelleştikçe sızlanmalar azalır.) Ve, nasıl oluyorsa oluyor, iftira için sızlayan yerlerimiz gıybet için sızlamaz oluyor. Bunu yaratılış hikmetine ters bulmuyor. Hemen aşıyor.

İşte, ben, müteaddit tecrübemle, bu yanlış eyleyişin bir çeşit ümitsizlikten beslendiği kanaatine sahip oldum. Hatta buradan yola çıkarak her günahın da bir çeşit 'ümit kesme' ile alakadar olabileceğini düşündüm. Öyle ya! O insanın, ardından andığımız kötü özelliklerinden başka birşey olabileceğine dair yitirdiğimiz umut, altına çektiğimiz çizgi, verdiğimiz değişmez hüküm, sahip olduğumuz kesin yargı, şer tayini, ardından söyleneceklerin 'dinen haksız dahi olsa' kendince bir hakikate oturmasını sağlar. İçimizde bir yerde, yine bir çeşit korunma güdüsünden beslenen, meşruiyet alanı oluşturur.

Siz de kendi hayatınızda bir tecrübe edin: Gıybet ettiğiniz insanların 'dilinize doladığınız özelliklerinin değişeceğine' veya 'tastamam öyle olmadıklarına' dair bir ümidiniz var mı? Bence, dikkatle baktığınızda, o insanlardan gıybet ettiğiniz yönleriyle ümidinizi kestiğinizi göreceksiniz. Yani: Değişmesini veya aslında sizin söylediğinizden başka birşey olmasını ummadığınız için bu kadar rahat gıybetini edebiliyorsunuz. Onda tevehhüm ettiğiniz zarardan korunmak için saldırıyorsunuz. İftira olduğunu düşünseydiniz böyle kolay konuşmazdınız. Etinin yenmeyeceğini düşünseydiniz ısırmazdınız. İşte burası benim ümitsizlik ile gıybet arasında kurduğum neden-sonuç ilişkisinin mihenk noktası.

Şimdi soralım: "Rahmetimden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, sadece kendisiyle olan ilişkimizde değil, diğer bireylerle olan ilişkimizde de bu sırrı gözetmemizi istiyor olamaz mı? Yani gıybet gibi daha birçok günah, bizim kesilen ümitlerimizin neticesi olarak beslenen, büyüyen, yeşeren kem yanlarımızın meyvesi olarak bizi bulamaz mı? Mesela: Hırsızlık, Allah'ın rezzakiyetinden ümit kesmenin; isyan, Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin; cinayet, Allah'ın adaletinden ümit kesmenin vs... Her bir günah böylesi bir kesik ümidin sancısı olarak sinemizde yer tutamaz mı?

Ben şimdilerde böyle düşünüyorum ve mürşidimin "Yeis mani-i her kemaldir!" sözünü bu düzlemde anlıyorum. İnsanın gönlündeki iyi şeyler de kendi türünden yağmurlarla sulanıyor veya sulanmalı. Vücudî güzellikleri ümit toprağında taşımalı. Hayatın lezzetleri güzel düşüncelerle, güzel düşünceler ise güzel görmelerle beslenmeli. Sonuçta hem umut hem umutsuzluk içimizde birşeyleri yeşertiyor. Yokluk yokluğu, karanlık karanlığı, kötülük kötülüğü yetiştiriyor. Varın yokluğu yokluğun varlığını doğuruyor. Gündelik yaşamda da en iyi beslenen kazanıyor. (Allahu'l-alem.) İyisi mi iyi yanlarımızı iyilikle besleyelim. Yani şöyle yapalım: İyi olsun diye iyi diyelim.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Rahmetin yapıtaşı ilgidir

"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır.
Blind filminden.

Herşeyin bir yapıtaşı var. Ona indiğinizde aynı hammaddeden yapılmış başka şeylerle kardeşliğini çözersiniz. Birden bine uzanan kanun okumaları yaparsınız. Ben de rahmeti kendi dünyamda 'üst düzey bir ilgi' gibi anlıyorum. (Yahut da özel bir ilgi.) Yapıtaşına böyle iniyorum. Rahimiyet de bu düzlemde kendini 'aynı hammaddeden yapılmış' fakat 'daha kişiye özel üst düzey bir ilgi' olarak okutturuyor.

Herşeyin yoğunluk ölçüsü kendi cinsindendir. İlgide özelleşme ziyadeleşmedir. Birşey 'size özel' hale geldikçe oradaki ilgi de artar. Bir aşevinin sunduğu yemekler de bir ilgidir. Fakat genele bir ilgidir. Ramazan'da eşinizin size pişirdiği 'en sevdiğiniz yemek' ise özel bir ilgidir. (İsterse tadı aşevinin yaptığı yemeklerden daha kötü olsun.)

Bediüzzaman'ın besmelede yaptığı 'Allah içre Rahman içre Rahim' okumasını hatırlayalım. Bu okumayla mürşidimin bize göstermeye çalıştığı nedir? Bence, işte, az evvel ifade etmeyi denediğim 'ilginin katmanlı yapısı'dır. Rahimiyet bu ilginin has (bize özel) dairemizde en şiddetli görünür halidir. Peki bu 'has daire görüsü' bize ne sağlar? Bence şu: Onu gördüğünüz zaman ilginin daha farklı katmanlarına dair çıkarımlar yapabilirsiniz. Yani demek istiyorum ki: İnsanız. Âlemi önce kendimizden okuruz. Eğer 'Ehadiyet' düzeyinde rahimiyeti göremezseniz Allah'ın mahlukatıyla 'Vahidiyet' düzeyinde sürmekte olan ilgisini okumakta zorlanırsınız.

Sadede yaklaşalım: Okuyanlar bilirler. 14. Lem'a'nın 2. Makamı "Makam münasebetiyle buraya alınmıştır" ifadesi ile birlikte 1. Söz'ün ahirine yerleştirilmiştir. Çok da iyi edilmiştir. Zira 1. Söz'le başlayan 'besmele' yolculuğu bu 'makam'da daha bir derinlere iner. Daha zengin boyutlar kazanır. Ziyade değildir. Tekrar değildir. İsraf hiç olmaz. Olsa olsa 'nur üstüne nur' sırrına mazhar olur. Yani bu metinler peşpeşe okunduklarında aydınlığımızı/görüş gücümüzü arttırırlar. Acz ve fakrın gözlerine rahmet sürmesi çekip türlü ağrılarına şifa verirler. Elhamdülillah.

Şimdi, bu eserle ilgili olarak, yakınlarda dikkatimi çeken birşeyi paylaşmak istiyorum sizinle. O da şudur: Bu metinde 'istiğna' ve 'rahmet' kelimelerinin beraberce ve sıkça anılmasıdır.

"Ne var şimdi 'istiğna' ile 'rahmet'in beraber anılmasında?" demeyin dostlarım. Ben burada deizm ile İslam'ın Allah tasavvurlarındaki bir farka işaret olduğunu düşünüyorum. Ama önce bu farkın ilk dikkatimi çektiği yeri alıntılayayım:

"Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul."

İşte bu metindeki 'o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış' ifadelerinin nazarlarımızı 'istiğna-yı mutlak'tan alıp 'rahmet'e bir kast-ı mahsusla çektiğini zannediyorum. Yani şöyle: Rahmet istiğnanın 'ilgisizlik' anlamına gelemeyeceğini gösteriyor. Yahut da şu: İstiğna sahibi olmaya layık bir Azîzü'l-Cebbar, eğer Rahman ise, aşağılara ilgisi onda eksiklik sayılmaz.

Meselenin deizme bakan tarafı ise şu: Deistler de, tam bu şekilde, büyüklüğünden kaynaklanan bir istiğnadan dolayı Allah'ın bizimle (dinlerin iddia ettiği kadar) alakadar olmadığını savunuyorlar. Diyorlar ki: "Varlık tesadüfe verilmeyecek kadar sanatlıdır. Doğrudur. Bir 'akıllı tasarımcı' vardır. Kainatı o yaratmıştır. Doğrudur. Bunları inkâr edemeyiz. Ama ne ihtiyacı vardır ki; ibadetimizle, günahımızla, sevabımızla bu denli meşgul olsun? Neden her anımızla, amelimizle, hatta niyetimizle bu kadar ilgilensin? Öyle ya! Onun büyüklüğü bizim bu önemsiz eyleyişlerimizle meşgul olmasını engeller."

Tam da bu noktada İslam'ın cevabı, Allahu'l-alem, rahmette saklıdır. Neden? Çünkü Allah yaratma yönüyle mahlukatıyla ilgilidir. (İlgi kelimesini meseleyi anlayışımıza yaklaştırması için kullanıyorum.) Her an yeni bir âlemi varlığa getirip yeni bir âlemi yokluğa göndermektedir. Sanatı yaratışındaki bu ilginin en büyük delilidir. Hem, evrenin en büyük dairesinden varlığın en küçük zerresine kadar, aklımızın aldığı-alamadığı herşeyi düzen içinde varlığını devam ettirmektedir. Bu da ilgi işidir.

En başta bu durmaksızın yaratışı Allah'ın istiğnasının 'ihtiyaç yönüyle' hakikat fakat 'ilgi duymamak' yönüyle bâtıl olduğunu gösterir. Yani: Doğrudur. Allah yarattıklarına ihtiyaç duymaz. Yarattıkları ona ihtiyaç duyar. Bu noktada istiğna-yı mutlak sahibidir. Fakat yarattıklarına ilgi duymamaktan beridir. Bu bir tenakuzdur. Cem-i zıddeyndir. Usta, hem eserini binbir sanatla yaratıp, hem nasıl ona ilgisiz kalabilir? Bu noktada ona istiğna atfetmek aslında onu (hâşâ) kusurla lekelemektir. Çünkü birşeye ilgi duymamak, ondan haberdar olmamaktan tutun, ona karışmamaya kadar birçok noktada 'boş alan' bırakmayı iktiza eder. Cenab-ı Hak uluhiyetinde 'boş alan' bırakmaktan da münezzehtir. Onu layık olduğu şekilde tenzih ederiz.

Sadece yaratışıyla değil, bilişiyle de münezzehtir, irade edişiyle de münezzehtir, terbiye ediciliğiyle de münezzehtir. Cenab-ı Hakkın her ismi, tecelli kapasitelerinin sonsuz olmasıyla, birşeylerin dışarısında bırakılmayı reddederler. Kimse kendi küçüklüğüne güvenerek Esmaü'l-Hüsna'yı üzerinden kışkışlayamaz. Ama deizm bize bunu teklif eder. Evet, tam da bunu, yani Esma'yı kışkışlamayı.

Peki rahmetin bu noktada gördüğü fonksiyon nedir? Başta da söylediğim gibi: Rahmet Cenab-ı Hakkın bize duyduğu ilginin en şiddetli tezahürü ve hatırlatıcısıdır. İnsandaki acz ve fakr yaraları (yani güçsüzlük ve güç gerektiren şeylere muhtaçlık yaraları), onu, kendisinde olmayanı elde edebileceği bir ilgiye muhtaç eder. En azından bu ilgiye duyarlı hale getirir.

Kusurlu bir teşbihle ifade edersek: Bebeğin annesine göbekbağı ile bağlı olmaya muhtaç olması gibi, biz de, varlığımıza sağlıkla ve mutlulukla devam ettirebilmek için rahmet bağına ihtiyaç duyarız. İsm-i Kayyum'un manasını bu pencereden seyretmeyi arzularız. Birisi bize acımalıdır. Acımalıdır ki acılarımız dindirsin. Yoksa biz kimseyi kendimize yardım etmeye mecbur edemeyiz.

Ki zaten varlık da bize bu halimizin biliniyor olduğunu hissettirir. Yukarıdaki metinde mürşidimin misal olarak seçtiği; "Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl..." ifadeleri bu bağa zaten, varolmamızdan bile önce, sahip olduğumuzu gösterir. Bizim varlığa çıkışımız bu rahmet ilgisiyledir. Güneşin tenimizi ısıtmasından tut, annemizin sarılarak içimizi ısıtmasına, hatta içtiğimiz sıcak çorbaya kadar bütün bu ilgiler zaten 'sevdiğimiz şeyleri vererek sevindirmeyi seven bir Allah'ın varlığından haber verir. Ama nüanstır: Allah bunu 'ihtiyaç' ile değil 'ilgi' ile yapar.

Görüldüğü gibi 'istiğna'yı doğru anlamak ancak Allah'ın 'rahmet'ini doğru anlamakla, daha doğrusu, ikisini beraber okumakla mümkün olur. Allah'ın sonsuz kudreti elbette bize ihtiyacı olmadığını gösterir. Fakat Allah'ın rahmeti bizimle ilgilendiğini de gösterir.

Bu noktada mürşidimin hakikat-i rahmeti; hikmet, inayet, ilim ve kudreti tazammun eden birşey olarak anması bana ayrıca anlamlı görünür. Zira Allah'a sadece 'kudreti herşeye yeten' olarak inanmak istiğnayı 'ilgisizlik' olarak anlamaya müsaitmiş gibi gelebilir. Lakin 'herşeyi bilen' ve 'herşeyi hikmetle yapan' ve 'herşeyi düzenle devam ettiren' ve 'herşeye gücü yeten' olarak inanmak, hepsinin bize verdiği o büyük marifet, işte o rahmetteki ilgiyi anlamamızı sağlar.

Şöyle anlatmaya çalışayım: Kudretin yarattığından ilgisini kestiğini sansan da ilim, hikmet ve inayetin ilgisini kestiğine inanamazsın. Çünkü bu üçünün hakikati ancak zaman boyutunda kendisini gösterir. Örneğin: Birşeyin hikmetli olduğu ancak zamansal boyutta her an hikmetini eda etmesinden anlaşılır. Her an hikmetli olmayanın hikmeti yitiktir. Varlığı 'boşuboşunalığa' dönüşür.

Buradan mürşidimin aynı eserin başında Kur'an sofrasından bize taşıdığı, daha doğrusu bu eser boyunca tefsir ettiği, ayetlere geçmek istiyorum. Onlar ise, kısa bir meali ile, bu incilerdir: "(Hz. Süleyman'ın mektubunu alan Sebe' Kraliçesi Belkıs:) 'Değerli danışmanlarım! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman'dandır ve Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor." (Neml Sûresi, 27:29-30.)

Bu mektuba besmeleyle başlayarak Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'a neyi anlatmış oldu? Belkıs bu ifadeleri okuyunca neden şaşırdı da vezirlerine bahsetti? Allahu'l-alem. Benim kalbime Süleyman'ın (a.s.) bu sözlerle şöyle bir mesaj ilettiği geliyor: Bu kadar uzaklardan bile sizinle ilgilenmem, sizi hak olan dine çağırmam, tebliğde bulunmak istemem, size garip gelmesin. Ben Rahman ve Rahim olan bir Allah'ın nebisiyim. Onun rahmeti gösteriyor ki bize bir ilgisi var. Bizi biliyor. Her anımızı hikmetiyle kuşatıyor. Bize inayetiyle ikram ediyor. Herşeye gücü yetiyor. Böyle bir Allah kullarını vahiysiz ve nebisiz bırakır mıydı hiç? Bırakmazdı. Bırakmadı. Beni gönderdi. Ben de görevim gereği sizi başıboş bırakamam. İşte bu mektubu o yüzden gönderiyorum. Allah'ın rahmeti benim tebliğimi iktiza eder. Rabbimin mahlukatına ilgisi benim size ilgimi zaruri kılar.

Buradan yüreğimiz yetse de Kur'an'a neden besmele ile başladığımıza da bir yol bulabilsek. Fakat ne çare! Biz de aciz kullarız. Vahyin rahmetin iktizası olduğunu anlamamız da yine onun rahmeti iledir. Üzerimizden ne bu dünyada ne ahirette esirgemesin. Kendisinden başkasının merhametine muhtaç olmayacak şekilde bir rahmet etsin. Biz buna muhtacız. Âmin.

29 Eylül 2017 Cuma

Meleklerine iyi bak!

"- İki kurt var. Biri karanlık. Öteki aydınlık. Kavga etseler hangisi kazanır? - Hangisini beslersen." Tomorrowland filminden.

Bir psikolog hanımdan yıllar önce dinlediğim birşeydir. (Yılı, yeri, makamı hatırımda, ama ismi hatırımda kalmamış.) Anımsadığım kadarıyla nakledeceğim. İntihara teşebbüs eden fakat bunu neden yaptığını tam olarak hatırlamayan bir hastası üzerinden demişti ki: Gündelik yaşamda söylediğimiz sözlere dikkat etmeliyiz. Dışarıya doğru söylediğimiz herşey bir açıdan kendimize de söylediklerimizdir. Hiçbir sözümüz sadece dışımızı etkilemez. İnsanın her şikayeti, yorumu, okuması, çıkarımı vs. kendi içine de bir nasihat olarak gider. "Bu hayat yaşanmaz artık!" diye dışarıya dönük olarak ettiğimiz her isyan, sadece bir isyan değil, aynı zamanda bilinçaltımıza kendimizden bir mesajdır. Dinamik aklımızdan statik şuurumuza gönderilmiş bir mektuptur. Hayattan şikayet etmeyi huy haline getirmiş insanlarda, üst bilincin kapanacağı herhangi bir şokta, alt bilinç daha önce depoladığı hazır mesajları iradeye yollamaya başlar. Kem sesleri serbest kalır. İrade de fısıldananları yapar.

Anladığım kadarıyla hastasının sorunu da böyle birşeydi. Küçük küçük birçok şeyden şikayet ediyordu. Bu huyunu kabul ediyordu. Fakat bunlardan hiçbirisi, kendi gözünde dahi, intihara götürecek nedenler değildi.

Yıllar sonra mürşidimin şu ifadelerine rastladığımda hemen bu işittiklerim hatırıma geldi: "Eğer iyi temâşâ etsen göreceksin ki, feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder."

Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli kitabında da, Gabor Mate, hastaları üzerinde yaptığı araştırmaları aktarırken diyordu ki: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Kitabı okuyanların hemen farkedeceği üzere, Mate, hastanın dünyasına girilmeden, salt ilaç üzerine kurgulanmış bir tedavinin yeterli başarıya ulaşamayacağını düşünenlerden birisi. Ona göre hastalıklar sebep değil sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

"Cenab-ı Hakkın ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusu karşısında diyor ki mürşidim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

"Sabır musibetin ilk anındadır..." buyuruyor Aleyhissalatuvesselam da. Hakikaten o ilk anlarda bir turnusolluk var. İçerinin asl-ı rengi o şok anlarında tasannusuz/yapmacıksız bir şekilde dışarıya vuruyor. Sanıyorum, hem o hanım psikolog, hem Gabor Mate, hem mürşidim aynı noktaya farklı açılardan parmak basıyorlar. Bizim, o şok anlarında doğru çizgide kalabilmek için, sadece dışımıza değil, içimize de olumlu mesajlar vermemiz gerek. Peki bunu nasıl başaracağız? Bunu ancak bizi yaratanın öğrettiği kelimat-ı mübareke ile başarabiliriz.

İbadetler sırasında söylediğimiz herşey, yaptığımız her hareket, tekrar ile kendimize hatırlattığımız bir anlam dünyasına karşılık geliyor kanaatimce. Hayatta kalmalarıyla ancak hayata tutunabileceğimiz manalara cansuyu döküyoruz onlarla. Namazda, her halden hale geçişte tekrar ettiğimiz 'Allahu Ekber'lerin, hayattaki halden hale geçişlerimizde "Nasıl bir sorunla karşılarsan karşılaş, merhametli sahibin Allah, ondan daha büyüktür!" çağrışımı taşıdığı ve hatta aşıladığını söyleyemez miyiz? Yine 'Elhamdülillah'ların, 'Subhanallah'ların, 'Bismillah'ların da bu anlamda 'bizden bize mektuplar' şeklinde okunabileceği düşünemez miyiz? Evet, elbette, ibadetlerle öncelikle rıza-i ilahîyi kazanmaya çalışıyoruz. İhlası da burada zaten. Fakat diğer taraftan, gündelik yaşamda verdiğimiz yanlış mesajlar nedeniyle sürekli yara alan fıtratımızın, bu ibadetler sırasında aldıkları doğru mesajlarla kendisini tazelediği de bir gerçek.

Ben şimdi hem Kur'an'da ve sünnette zikrullaha yapılan vurgunun ve hem de tasavvuf mesleğinin ayrıca ona verdiği önemin böylesi bir 'ağaç yeşertici' mana taşıdığını düşünüyorum. İçimizdeki iyi şeylerin de yaşatılmaya ihtiyacı var. Melekler ekmekle doymaz. Latifelerin rızkı kelimat-ı mübarekedir. Onlarda saklı olan anlamdır. Hem tekrarlarında ve hem de tefekkürlerinde bizim ayaklarımızı yerden kesen sır budur. Mürşidim bu sadedde der:

"Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever."

İşte, biz onları terkettiğimizde, yanlış mesajların birikmiş sonuçlarıyla hastalıklar olarak yeniden karşılaşıyoruz. Hastalıklardan da yine 'O manaları diriltmen lazım' dersi alıyoruz. Bedenimiz kendisini ortaya koyarak bizi ruhumuza kulak vermeye çağırıyor. Demek içimizdeki saksıları da bir şekilde sulamamız lazım. İçimizdeki çiçeklere de bakmamız lazım. Bakmadığımızda şu güzel çiçekler yavaş yavaş ölüyor. Belki de intihar bahçevanın bostandaki ölülere bakıp varlığını amaçsız hissetmesidir? En nihayet şu noktaya varıyorum. 'Kendine iyi bak!' dediğimiz kadar demeliyiz: 'Meleklerine iyi bak!'

26 Eylül 2017 Salı

Evrim tevhidle çelişmez mi?

"Evrim insanlara bütün insanlığın bir tuzlu su karidesinden geldiğini söylüyor. Bunun en çabuk sonucu birbirimize saygımızı yitirmemiz." Don Verdean.

Bu sıralar başka başka yerlerden tekrar tekrar kulağıma geldiği için hakkında birkaç şey söylemeye kendimi mecbur hissettim. Evrimin İslam'a uyumu meselesi hakkında yazacağım. Caner Taslaman vb. isimler bunu eskiden beri söylerlerdi. (Sanıyorum Ebubekir Sifil Hoca'yla Habertürk'teki münazarasında da tekrarladı.) Fakat Teoman Duralı'dan şunu yeni duydum. Üstelik daha yakınımdaki isimlerden de benzeri sesler işittim. Uzatmayayım. Sıkıntının kaynağını şurada görüyorum: Bu insanlar İslam'ın içerdiği tevhidi İslam'ın tek parçası sanıyorlar. "Herşeyi Allah yaratmıştır!" iman-ı icmalîsini ise tevhidin tek parçası sanıyorlar. Halbuki bu pek zâhir bir hatadır. İslam'ın tevhidi içermesi İslam'ın tevhidden ibaret olduğu anlamına gelmez. Dahası: İslam'ın tevhidi içermesi bu tevhidin niteliğine dair hiçbirşey söylemediği anlamına da gelmez. 'Herşeyi Allah'ın yarattığına iman' bu işin çekirdeğidir, başlangıç noktasıdır ve mürşidimin güzelce ifade ettiği gibi: İmanın hurma çekirdeğinden hurma ağacına kadar mertebeleri vardır.

"İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, 'Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemâlât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir' diye ehl-i hakikat ittifak etmişler."

Peki bütün ilimler ile bağlı imanın detayları diyebileceğimiz ayrıntıları bize kim/ne söyler? Bize imanımızın detaylarını öncelikle 'nakil' söyler. Gaybî ilmin başı nakildir. Nakil olmadan gayba erişim icmale sınırlıdır. Başta Kur'an-ı Hakîm olmak üzere, vahiyle ve nübüvvet eliyle bize ulaştırılan her bilgi, âdemoğlu için, tevhid-i icmalîden tevhid-i tafsilîye gitmeye yol olur. Yani; Allah kainatı tevhid ile yaratmıştır, doğrudur, imanımızdır. Fakat vahyinde bize nasıl bildirmişse öyle yaratmıştır. Kainatın yaratılış süreci "Allah yaratmıştır!" denilip geri kalan bütün detaylarına göz kapanılacak bir şekilde insanlığa iletilmemiştir. Böylesi bir tavır bizi deizme yaklaştırır. Ya? Biz, Cenab-ı Hakkın herşeyi yarattığına, 'nasıl yarattığını söylüyorsa öyle olduğunu kabul ederek' iman ederiz. İşte bizim tevhide imanımızın deizmden en büyük farkı budur.

Evrimin bu anlamda İslam'la uyumlu olduğunu söyleyebilmek güçtür. Başta Hz. Adem'in (a.s.) yaratılışı ve cennetten dünyaya gönderilişi üzerine bize bildirilenler, onun maymun veya daha başka bir canlıdan gelmediğini, bizzat 'ahsen-i takvim' insan olarak yaratıldığını, hatta yaratılışının dünyada da olmadığını, burayı yurt edinişinin daha sonra olduğunu haber vermektedir. Vahiyde durum bu iken yalnız bir tevhid-i icmalîye bakıp "Herşeyi Allah yarattıktan sonra, varsın insan maymundan yaratılsın, tevhidle çelişmez!" demek mümkün müdür? Kaldı ki: İslam'ın temel kaynaklarında, yani Kur'an'da ve sünnette, evrime dair bir bilgiye rastlanmaz. Selef-i Salihînden hiçkimsenin ayetleri veya hadisleri evrime yorduğuna dair bir bilgi bize ulaşmamıştır.

Ancak daha sonraki dönemde, Felsefe-i Yunaniye ile iştigali fazla olan, değil ulema kısmından, daha çok filozof kısmından bazı isimler evrime benzer söylemler gündemlerine almışlar, bazı ayet ve hadisleri buna dair zorlu tevillere maruz bırakmışlar, fakat meselenin girizgâhından da anlaşılacağı üzere: Bunu, İslam'ın içinden gelen bir gayretle değil, felsefenin etkisiyle yapmışlardır. Yani; Darwin'e evrim fikrini ilham eden o kadim Batı düşüncesi neyse, bunlara da bu fikri ilham eden fısıltı odur, kendi kaynakları değildir. Ki bu durum meseleyi mürşidimin şu tesbitine mâsadak eder:

"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü't-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesiledir."

Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki: Evrim İslam'ın yerel bir düşüncesi değildir. Bir etkilenmedir. Modern zamanlarda bu böyle olduğu gibi daha eski zamanlarda da bu böyledir. Birtakım İslam filozoflarının kitaplarında benzer şeyler söylemeleriyle evrim bizim olmaz. Dahası evrim İslam'la barışık da olamaz. Evrimin İslam'la barışması için hiçbir naklî bilgiyle çelişmemesi/çakışmaması ve hatta kendisini doğrular deliller de bulması gerekmektedir. Daha bilimsel anlamda dahi ortaya bir doğruluk delili koyamamış müzmin bir teorinin hakikatten başka birşeyi sinesine basmayan İslam'a yamanması ehl-i hakikatin vicdanını sızlatmıyorsa söylenecek çok şey kalmamıştır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

25 Eylül 2017 Pazartesi

Bediüzzaman saltanatı hilafetten saymaz mıydı?

Risale okumalarım esnasında öğrendiğim şeylerden birisi de şu: Mürşidimin hiçbir eseri 'öylesine' yazılmamış. Ve içerdiği ders de sadece 'ilk göze çarpan maksadı'ndan ibaret değil. Ne demek bu? Biraz şu demek: Okumalarınız esnasında görüyorsunuz ki, falanca amaç için yazıldığını düşündüğünüz eser, filanca derde de deva içeriyor. Falaca filancadan ne kadar uzak görünürse görünsün. Bu böyle oluyor/olabiliyor. Metinler bunu başarıyor. Siz de dersinizi alarak hiç bitmeyen bu okuma yolculuğuna devam ediyorsunuz. Tekrar o metne döndüğünüzde güncellenmiş zihninizle yeni bir içerik buluyorsunuz. Yeni dersler alıyorsunuz. Çok kereler yaşadım bunu. Şimdi, onlardan bir tanesini daha, sizinle paylaşmak istiyorum:

Şuradan başlayalım: Takip ettiğim bazı Risale okumalarında bize öğretilen birşey vardı. “Benden sonra hilafet (veya nübüvvet hilafeti) otuz yıldır.” (bk. Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221) ve “Nübüvvet içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da (dilediği zaman) ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” (bk. Ahmed b. Hanbel, 4/273) hadislerinden çıkartılan bir yorumla söylenen ve Osmanlı'nın saltanatı da dahil hiçbir saltanat sisteminin hilafetten sayılmaması gerektiğini vurgulayan bir okumaydı bu.

Bu okumayı bize öğretenler, Bediüzzaman'ın da aynen böyle düşündüğünü, ilgili hadise metinleri içinde yer verdiği için, ifade ediyorlardı. Fakat geçen zaman içinde ilginç birşey farkettim bu okumaların mahiyetine dair: Bu okumanın sahipleri demokrasiyi fazlaca idealleştiriyor idiler. Hatta bu noktada öyle bir ifratları vardı ki, bazı ayetleri/hadisleri bile, şimdiye kadar hiç öyle bir mana verilmemesine rağmen, demokrasiye meyilli şekilde anlamlandırıyorlardı. "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetinin "Sizin seçtiğiniz ululemre..." diye anlaşılması bunlardan birisiydi. Halbuki ayetteki ilgili ifadenin şimdiye kadar anlaşılan şekli 'müslümanlardan olan'dı. Nitekim sahabenin ekserinin de 'seçilmemiş ululemirlere' Kur'an'a aykırı diye isyan ettikleri görülmemişti. (Sahabenin 'hak-bâtıl' meselesinde korkuyla hareket ettiği ise hiç görülmemiştir.) Ki bu ayet çerçevesinde sorulan bir suale Bediüzzaman da şöyle cevap veriyordu:

"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur."

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman'ın, 'gayr-ı müslimin reis olamayacağı' konusunda herhangi bir şüphesi veya farklı bir içtihadı yoktu. Ayet-i kerimenin hükmünü tıpkı selef-i salihînin onu anladığı şekilde anlıyordu. Fakat günümüzde yapılan bir tahrif ayeti önce 'Sizin seçtiğinize'ye indirgiyor sonra da 'Siz seçtikten sonra varsın gayrımüslim olsun'a getiriyordu. Doğrusu bu yorumları yapanların fıkha müracaat edip "Ne diyor acaba?" dediklerine de şahit olmadım. Siyasal bilimlerin, tarihin veya sosyolojinin birazcık elde ettikleri verileri ile bu içtihadları yapıyorlardı. Yani içtihadları arzîydi.

Risale-i Nur'u okudukça şu soruyu daha sık sormaya başladım: "Bediüzzaman aslında ne diyor?" Yanlış anlaşılmasın. Bu soruyu metinlerde derinleşmek, onları daha zengin anlamak, daha çok içselleştirmek anlamında sormadım. Bana öğretilen okumaların körleştirmelerinden sıyrılıp "Aslında metin ne diyor?" anlamak için sordum. Ve gördüm ki: Aşk-ı demokrasi ile veya farklı siyasal etkilenmişlikler içindeki okumalarla veya sosyoloji taassubuyla veya tarihsel önkabullerle Risale-i Nur'a dayatılan çok şey var. Risale okumaları yapılırken bunlar da Risale'denmiş gibi dinleyicilere sunuluyor. Dinleyici 'Acaba?' deme kudretine sahipse ne âlâ! Yoksa Bediüzzaman duysa "Daha neler?" diyeceği çok şey Risale-i Nur'un düşüncesi olarak satılıyor.

Yukarıda bir nebze aktardığım 'saltanatın hilafetten sayılmayacağı' meselesi mesela. Bediüzzaman'ın ilgili hadisleri 'hiçbir saltanatı hilafetten saymayacak' şekilde anladığını aktaranlar acaba Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de aynı hadisten yaptığı şu tefsire ne diyorlar:

"Bir tek cümle olan kısacık bu hadisin beş lem'a-i i'caziyesine dair bir nüktedir. (...) Birincisi: Hulefâ-yı Râşidînin hilâfetleri ile Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın altı aylık hilâfetinin müddeti otuz sene olacağını ihbardır. Aynen çıkmış. İkincisi: Otuz senelik halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh'ın ebcedî ve cifrî hesapları bin üçyüzyirmialtı eder ki, o tarihten sonra şerait-i hilafet daha takarrür etmedi. Hilâfet-i Âliye-i Osmaniye bitti."

Metnin devamında daha da açık bir şekilde Abbasileri ve Osmanlı'yı hilafetten saydığını belirten Bediüzzaman'ın mesafeli olduğu tek dönemin kısmen Emevilik olduğu anlaşılıyor. Hadis-i şerifteki hilafetten sonraki 'kan ısırıcı saltanatı' Emeviler (belki onun da Ömer b. Abdülaziz gibi mübarek istisnaları var) anlıyor. Yine Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki başka bir metinde ise mezkûr sahipleniş daha fazla: "Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra 'Allah onların yerin öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever!' âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer'i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular."

Hatta bu kadar gitmeye gerek yok. Hâkimiyetten tevhide delil çıkardığı şu bölümdeki ifadeleri bile padişahları halife saydığının delili: "Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor..."

Özetle söylemek istediğim şu: Hepimiz seküler söylemin birşeylerinden etkilenmiş durumdayız. İşte, bir kısım nur talebelerinin de yaralandığı yer, saltanat husumeti. Metinleri onun adına bükecek/yontacak kadar bir aşk-ı demokrasi yaşanıyor kimilerinde. Bu doğru birşey mi? Bence değil. Bediüzzaman'ın aslında ne düşündüğünü, nereye kadar düşündüğünü, hangi çerçevede düşündüğünü bize kim söyleyecek? Elbette metinleri söyleyecek. Çeşitli ders sistemlerine dahil olup metinlerle onlar üzerinden ilişki kuranların düşebileceği varta da şu bence: Gün gelip metinlere vurulunca pek de altı dolu çıkmayan bir nurculuk öğrenmek.

Yazıyı Sadeddin Teftazanî'nin (k.s.) şu izahıyla bitirelim: “Otuz senelik halifelikten maksat, kamil manadaki hilafettir; mutlak hilafet kastedilmiş değildir. Böyle bir itirazın doğruluğunu kabul etsek bile mümkündür ki, hilafet biter, ama imamet dönemi bitmez. Zira imamet daha umumi bir mefhumdur. Çünkü Ömer b. Abdülaziz gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur." (et-Taftâzânî, Şerhu`l-Akâid, s. 180).

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...