Evet. Çalçene Ahmed kardeşiniz yine birşeyler konuşmak istiyor sizlerle. Kendince güzel tabii. Değilse söyleyin. Zaten sesiniz bana gelmez. O yüzden rahatım. Efendim, konuşmak istediğim konu, mürşidimin 4. Söz'de 'takva'ya biçtiği rol. Okuyanlar anımsayacaklardır. 4. Söz'ün temsilî hikayeciğinde Bediüzzaman 'sermayeye göre binilen' araçlarla alıncak bir yoldan bahsediyor. Lafı nâçâr dilimizde tutup uzatmayalım. Balı peteğinden alıntılayalım:
"Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dörtaltın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir."
Sonra, sözün ahirinde, 'sermayeye göre binilecek' aracı da 'takva' üzerinden tarif ediyor. Orayı da yerinden okuyalım:
"O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dörtaltın ise, yirmidört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat' ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder."
Yazının ilerisinde gelebilecek itirazları şimdiden göğüslemek adına hemencecik beyan ediyorum: Elbette burada "Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder…" ifadeleriyle işaret edilenin öncelikle mahşer günü (Allah hepimizi o günün dehşetinden muhafaza eylesin) mü'minlerin sırat üzerinde alacakları mesafe olduğunu biliyorum. Zaten ayet-i celilelerde de bugünden ziyade o güne göndermeler var. Fakat mürşidim beni alıştırmış. Söylediği herşeyin bugünde de yansımalarını arıyorum. İşte, bu yazı da, eğer becerebilirse muhterem okuyucularım, bu yansımalardan birisini anlatmaya çalışacak.
Öncelikle aylar önce yaşanan bir tartışmaya götürmek istiyorum sizleri. Hatırlarsınız, Nureddin Yıldız Hoca'nın 'bir kadın ile erkeğin İslam'a göre yalnız kalabilirlik sınırları' üzerine söyledikleri epeyce tartışılmıştı. Tartışmanın detaylarına girmeden aynı dönemde çokça medyayı meşgul eden ikinci bir meseleyi de hatırlatmak istiyorum. Hollywood'da bir yapımcının 'seri taciz' skandalı. İçlerinden birisinin bu adamın eylediklerini ortaya dökmesiyle bütün bir Hollywood ahalisi "Ya, aynen, bana da öyle yapmıştı!" diye dökülmeye başladı. Bense bu mevzu içinde birşeye dikkat ettim. Tacize uğradıklarını anlatan kadınların anlatımlarına. Okuduklarımın çoğunda şöyle bir durum vardı. Malum kişi onları önce bir iş toplantısına çağırıyor. Sonra da yalnız kaldıklarında bu çirkin şeyi eyliyor. Aşağı-yukarı hepsinde birbirine yakın versiyonlarıyla aynı ifade geçiyordu: "Sonra yalnız kaldığımızda…"
O dönemlerde Nureddin Yıldız Hoca'nın sevenlerine teklif ettim ya kimse yanaşmadı. Bence bu iki olay, zamansal denklikleri de göze alınarak, beraber irdelenmeliydi. Çünkü İslam'ın aralarında yabancılık bulunan kadın ve erkeğin kapalı bir mekanda yalnız kalmamaları konusunda hassasiyetini konuşurken en çok bu ıskalanıyordu. Böylesi emirlerin nasıl bir 'koruyucu hekimlik' içerdiği yeterince konuşulmuyordu. Aynı dönemde Hollywood'da patlak veren skandallar zinciri Nureddin Yıldız Hoca'yı bu anlamda meramını anlatma sıkıntısından kurtarabilirdi.
Ne erkek ne de kadın için tacizin küçümsenecek bir tarafı yok. Özellikle küçük yaşlarda buna maruz kalan bireylerin ilerleyen yaşamlarında da izlerini hayatlarından büsbütün silemedikleri artık herkesin kabullendiği birşey. Bu anlamda bakıldığında, İslam'ın kadın-erkek konusunda gözettiği 'yalnız kalmama' hassasiyeti, daha testi kırılmadan alınmış bir önlem olarak da görülebilir. Hatta görülmelidir. Çünkü artık bunu düşündürecek mebzul miktarda örnek vardır. Yani, başka konularda da olduğu gibi, insanlar en sonunda yine İslam'ın emir ve yasaklarının doğruluğuna gelmektedir. Her ne kadar başlarını başka tarafa çevirmeye çalışsalar da. Dünyada yaşanılan her süreç, tıpkı plastik poşet tecrübesinde olduğu gibi, fıtrî olanın doğruluğuna bizi götürmektedir.
İşte burada yazım tekrar Bediüzzaman'ın başta alıntıladığımız metnine bağlanıyor. Ben takvanın bu açıdan da 'bin senelik mesafeyi bir günde kestiren' birşey olduğunu düşünüyorum. Şeriatın böyle bir yanı da var. Yani insanlık bir bu kadar daha yaşasa ve bir bu kadar daha olay tecrübe etse, savaşsa, modernleşse, sekülerleşse, bilmem daha neler neler yapsa, aklıyla da en nihayet geleceği nokta şudur: İslam sen haklıymışsın. Bizi götürmek istediğin yer de haklıymış. Biz boşu boşuna bu kadar yıl dolaştık. Sana uysaydık bir günde doğruyu bulmuş olacaktık.
Evet. Alkolikler bunu söylüyor. Madde bağımlılıları bunu söylüyor. Namaza başlayanlar bunu söylüyor. İman edip hayatının anlamını bulanlar bunu söylüyor. İsraf içinde yaşayıp sonra İslamî bir iktisada koşanlar bunu söylüyor. Böyle genel başlıklar hakkında bunu söyleyenler olduğu gibi, hukukçular içinde de, İslam hukuku uygulamalarının modern medeniyetin bugünki düzeninin çok üstünde okumalar içerdiğini belirtenler oluyor. Yani nihayetinde insanoğlu madde madde İslam'ı doğruluyor. Ancak bu doğrulama süreci, eğer öncesinde bir iman ile olmazsa, çok uzun zamanları da alıyor.
Bireysel hayatımda da ben bunun çok örneğini gördüğümü söyleyebilirim. İslam'ın emirlerinden birisini tutmayıp bir başka eyleyişten muvaffakiyet umduğunda, önceleri ağzıma biraz şeker çalınsa da, sonları hep acı bitiyor. Aksine, İslam'ın emrini takip ettiğimde, önceleri bazen ağzıma biber değse de, ahiri şeker-şerbet oluyor. Yani hayatım da bunu doğruluyor. "Akıbet takva sahiplerinindir!" buyuran Kur'an'ı kalp kulağım mürşidimin şu sözüyle birlikte işitiyor: "Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser." Evet. Öyle ya. Mevzu akıbette kazanana ulaşmaksa takvalı olan her zaman öndedir.
19 Şubat 2019 Salı
15 Şubat 2019 Cuma
Deizm ateizmin önsözüdür
Takip ettiğim Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nde Ra'd sûresinin 30. ayetine şöyle bir kısa mana veriliyor: "İşte, Biz, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş bir ümmet içinde seni de öylece gönderdik ki, sana vahyettiğimiz Kur'an'ı onlara okuyasın. Halbuki onlar 'Rahman da kim?' diye Allah'ı inkâr edip duruyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. Ondan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Ben de Ona tevekkül ettim. Dönüş yalnız Onadır."
Açıklama kısmında ise şöyle bir notu var bu ayetin: "Resulullah aleyhissalatuvesselamın Allah'a 'Rahman' ismiyle dua ettiğini işiten Kureyş müşriklerinin 'Muhammed iki mabuda dua ediyor. Biz Allah'ı biliyoruz. Rahman da kim?' demeleri üzerine bu ayetin nazil olduğu rivayet edilmiştir."
Ben bu ayeti ne zaman okusam aklıma Sertap Erener gelir. Daha doğrusu bir şarkısıyla birlikte gelir: "Vur Yüreğim." Şarkının asıl ismi her ne kadar bu olsa da, biz daha çok nakaratında bardak-çanak kıracak bir sesle tekrarlanan, "Tanrı unutmuş olsa da…" ifadesiyle tanırız onu. 1999 yılında çıkan Sertap Gibi albümünde yeralmaktadır. (Belki bu yazıyı okuyan herkes benim kadar yaşlı değildir diye bu bilgiyi de paylaşmak istedim.) Klibi de ilginçtir bu şarkının. Dünyanın dörtbir yanında acı çeken insanların görüntüleri eşliğinde kulağınıza ulaşır dizeleri. Ağlayan çocuklar vardır. Kaçışan kadınlar vardır. Kan vardır. Zulüm vardır. Gözyaşı vardır. Hepsinin üstüne bir de Sertap Hanım bilmem kaç oktav bağırır: "Tanrı unutmuş olsa da…"
Bazen "Yeni neler soruyorlar/sorguluyorlar?" diye meraklanıp ateist siteleri karıştırdığım oluyor. Başlıklar kimi zaman değişse de, birşeyin aynı tonda devam ettiğini, aynı sabit ritimle fonda çalmayı sürdürdüğünü görüyorum. Birkaç örnek verebilirim: "Allah varsa acılar neden var?" veya "Allah varsa çocuk istismarı nasıl oluyor?" veya "Allah varsa savaşlar neden var?" veya "Allah varsa tecavüzlere neden izin veriyor?" vs… Kanaatimce bütün bu soruların ardında Kur'an'da haber verilen o sırrın tekrarı var. Bir dipses gibi, şarkının altına gömülmüş bir melodi gibi, yineleniyor. Yani aslında hepsi aynı şeyi soruyor: "Biz Allah'ı biliyoruz ama Rahman da kim?"
Sonsuzluk Teorisi filminde Jeremy Irons ile Dev Patel arasında geçen bir diyalog vardı. İzleyenler hatırlayacaktır. Güneşli havada şemsiyeyle dışarıya çıkan Hardy'e Srinivasa 'neden böyle yaptığını' soruyordu. Cevabı şöyle birşeydi sanırım: "Yağmur yağmasın diye. Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim." Srinivasa ise tezatı üzerinden karşı çıkıyordu ona: "Efendim, siz tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz."
Evet. Nefret inkârın kardeşidir. Doğru. Ama nefret değildir bu işin başlangıcı. Nefretin hemen öncesinde 'sevilmediğini hissetmek' vardır. Blind/Kör filminin en akılda kalan cümlelerinden birisi şöyledir: "Sevginin zıttı nefret değildir, ilgisizlik, kayıtsızlıktır." Biz de sevgi arzuladıklarımızın bize karşı sevgisizliklerine en çok buradan kanaat getiririz: İlgilenmiyorsa sevgisizdir. Kayıtsız kalıyorsa sevgisizdir. Görmemiş gibi yapıyorsa sevgisizdir.
Bu nedenle 'unutulduğumuz' düşüncesi de bizi kötülükle aynı hızda nefrete doğru götürür. Evlatların ebeveynlerinin ilgisizliklerine verdikleri tepkilerde bunun izlerini görebilirsiniz. Hatta, biraz daha farklı bir tonda olsa da, evliliklerde de aynı durum vardır. Unutulan önemli günler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Farkedilmeyen değişiklikler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Sorulmayan hatırlar aynı şeyi söyler: Sevmiyor.
Buradan aslında şuraya gelmek istiyorum ben: Deizm bazıları tarafından ateizmin karşıtıymış veya çözümüymüş gibi lanse ediliyor. Düşmanımız değilmiş de maneviyatımızın son kalesiymiş, kurtarıcısıymış, Hızırıymış gibi övülüyor. Neredeyse müslümanlardan deizme yardımcı olması bekleniyor. Ben bunu kabullenemiyorum. Bunu aptallığın en dibi gibi görüyorum. Zira deizm düşüncesi en nihayetinde yukarıdaki gibi bir 'ilgisizlik' düşüncesine dayanıyor.
Evet. Deizm bize "Bir tanrı var!" diyor. Fakat arkasından söylediği şey Ra'd sûresinde müşriklerin dediğinden farklı değil: "Allah'ı biliyoruz da Rahman da kim?" Neden böyle düşünüyorum? Bu sorunun arkasında şu kesinlikle vardır çünkü: "Tamam, kainatı yaratan bir varlık olduğunu kabul ediyoruz, ok. İyi de bizimle ilgilendiğini nereden çıkarıyorsunuz?" Dikkat ediniz, bu ilgisizlik düşüncesi, aynı zamanda Allah düşmanlığının da başlangıcıdır. Yani bir deist, kafasındaki Allah'ı Rahman'lıktan soyutladıktan sonra, kalbinde ateizme doğru bir kayma olmasını engelleyemez. Zira, yukarıda da dediğimiz gibi, ilgisizlik düşüncesi düşmanlaştırır. İnsan beklediği ilgiyi göremediği yere nefret duyar.
Bu açıdan bakıldığında deizmin ateizmin karşıtı olduğunu söylemek çok güç. Aslında deizm ateizmin başlangıcıdır. Önsözüdür. Yolunu yapmadır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim 'Rahman' ism-i şerifi ile Allah'ın kullarına olan ilgisi üzerine çok bağ kurar. Sıklıkla üzerinde durur. Hatta bir yerde der:
"Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir."
Rahman ismini inkâr etmeye başlamakta Allah'ın mahlukatına karşı ilgisini inkâr etmek de var. Allah'ın mahlukatına olan ilgisini reddetme de ise insanın kalbine nefret tohumlarının ekilmesi var. Bu açıdan deizmi bir nimet gibi görmek, onda bir çözüm aramak, yardımından medet ummak mantıksızlıktır. En hafif ifadesiyle bindiğin dalı kesmektir. Ne diyelim. Cenab-ı Hak böyle bir sanrıya kapılanların tez zamanda gözlerini açsın. Uyandırsın. Ayıltsın. Âmin.
Açıklama kısmında ise şöyle bir notu var bu ayetin: "Resulullah aleyhissalatuvesselamın Allah'a 'Rahman' ismiyle dua ettiğini işiten Kureyş müşriklerinin 'Muhammed iki mabuda dua ediyor. Biz Allah'ı biliyoruz. Rahman da kim?' demeleri üzerine bu ayetin nazil olduğu rivayet edilmiştir."
Ben bu ayeti ne zaman okusam aklıma Sertap Erener gelir. Daha doğrusu bir şarkısıyla birlikte gelir: "Vur Yüreğim." Şarkının asıl ismi her ne kadar bu olsa da, biz daha çok nakaratında bardak-çanak kıracak bir sesle tekrarlanan, "Tanrı unutmuş olsa da…" ifadesiyle tanırız onu. 1999 yılında çıkan Sertap Gibi albümünde yeralmaktadır. (Belki bu yazıyı okuyan herkes benim kadar yaşlı değildir diye bu bilgiyi de paylaşmak istedim.) Klibi de ilginçtir bu şarkının. Dünyanın dörtbir yanında acı çeken insanların görüntüleri eşliğinde kulağınıza ulaşır dizeleri. Ağlayan çocuklar vardır. Kaçışan kadınlar vardır. Kan vardır. Zulüm vardır. Gözyaşı vardır. Hepsinin üstüne bir de Sertap Hanım bilmem kaç oktav bağırır: "Tanrı unutmuş olsa da…"
Bazen "Yeni neler soruyorlar/sorguluyorlar?" diye meraklanıp ateist siteleri karıştırdığım oluyor. Başlıklar kimi zaman değişse de, birşeyin aynı tonda devam ettiğini, aynı sabit ritimle fonda çalmayı sürdürdüğünü görüyorum. Birkaç örnek verebilirim: "Allah varsa acılar neden var?" veya "Allah varsa çocuk istismarı nasıl oluyor?" veya "Allah varsa savaşlar neden var?" veya "Allah varsa tecavüzlere neden izin veriyor?" vs… Kanaatimce bütün bu soruların ardında Kur'an'da haber verilen o sırrın tekrarı var. Bir dipses gibi, şarkının altına gömülmüş bir melodi gibi, yineleniyor. Yani aslında hepsi aynı şeyi soruyor: "Biz Allah'ı biliyoruz ama Rahman da kim?"
Sonsuzluk Teorisi filminde Jeremy Irons ile Dev Patel arasında geçen bir diyalog vardı. İzleyenler hatırlayacaktır. Güneşli havada şemsiyeyle dışarıya çıkan Hardy'e Srinivasa 'neden böyle yaptığını' soruyordu. Cevabı şöyle birşeydi sanırım: "Yağmur yağmasın diye. Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim." Srinivasa ise tezatı üzerinden karşı çıkıyordu ona: "Efendim, siz tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz."
Evet. Nefret inkârın kardeşidir. Doğru. Ama nefret değildir bu işin başlangıcı. Nefretin hemen öncesinde 'sevilmediğini hissetmek' vardır. Blind/Kör filminin en akılda kalan cümlelerinden birisi şöyledir: "Sevginin zıttı nefret değildir, ilgisizlik, kayıtsızlıktır." Biz de sevgi arzuladıklarımızın bize karşı sevgisizliklerine en çok buradan kanaat getiririz: İlgilenmiyorsa sevgisizdir. Kayıtsız kalıyorsa sevgisizdir. Görmemiş gibi yapıyorsa sevgisizdir.
Bu nedenle 'unutulduğumuz' düşüncesi de bizi kötülükle aynı hızda nefrete doğru götürür. Evlatların ebeveynlerinin ilgisizliklerine verdikleri tepkilerde bunun izlerini görebilirsiniz. Hatta, biraz daha farklı bir tonda olsa da, evliliklerde de aynı durum vardır. Unutulan önemli günler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Farkedilmeyen değişiklikler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Sorulmayan hatırlar aynı şeyi söyler: Sevmiyor.
Buradan aslında şuraya gelmek istiyorum ben: Deizm bazıları tarafından ateizmin karşıtıymış veya çözümüymüş gibi lanse ediliyor. Düşmanımız değilmiş de maneviyatımızın son kalesiymiş, kurtarıcısıymış, Hızırıymış gibi övülüyor. Neredeyse müslümanlardan deizme yardımcı olması bekleniyor. Ben bunu kabullenemiyorum. Bunu aptallığın en dibi gibi görüyorum. Zira deizm düşüncesi en nihayetinde yukarıdaki gibi bir 'ilgisizlik' düşüncesine dayanıyor.
Evet. Deizm bize "Bir tanrı var!" diyor. Fakat arkasından söylediği şey Ra'd sûresinde müşriklerin dediğinden farklı değil: "Allah'ı biliyoruz da Rahman da kim?" Neden böyle düşünüyorum? Bu sorunun arkasında şu kesinlikle vardır çünkü: "Tamam, kainatı yaratan bir varlık olduğunu kabul ediyoruz, ok. İyi de bizimle ilgilendiğini nereden çıkarıyorsunuz?" Dikkat ediniz, bu ilgisizlik düşüncesi, aynı zamanda Allah düşmanlığının da başlangıcıdır. Yani bir deist, kafasındaki Allah'ı Rahman'lıktan soyutladıktan sonra, kalbinde ateizme doğru bir kayma olmasını engelleyemez. Zira, yukarıda da dediğimiz gibi, ilgisizlik düşüncesi düşmanlaştırır. İnsan beklediği ilgiyi göremediği yere nefret duyar.
Bu açıdan bakıldığında deizmin ateizmin karşıtı olduğunu söylemek çok güç. Aslında deizm ateizmin başlangıcıdır. Önsözüdür. Yolunu yapmadır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim 'Rahman' ism-i şerifi ile Allah'ın kullarına olan ilgisi üzerine çok bağ kurar. Sıklıkla üzerinde durur. Hatta bir yerde der:
"Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir."
Rahman ismini inkâr etmeye başlamakta Allah'ın mahlukatına karşı ilgisini inkâr etmek de var. Allah'ın mahlukatına olan ilgisini reddetme de ise insanın kalbine nefret tohumlarının ekilmesi var. Bu açıdan deizmi bir nimet gibi görmek, onda bir çözüm aramak, yardımından medet ummak mantıksızlıktır. En hafif ifadesiyle bindiğin dalı kesmektir. Ne diyelim. Cenab-ı Hak böyle bir sanrıya kapılanların tez zamanda gözlerini açsın. Uyandırsın. Ayıltsın. Âmin.
11 Şubat 2019 Pazartesi
Deistlerin cevabını arılar verir
O kadar çok 'keşke'miz var ki arkadaşım. Bir tane daha eklesek ziyadesi belli olmaz. Ben de bendekilerden birisini yazacağım. İşte söylüyorum: Keşke Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakış açısı, üslûp ve içerikle Esmaü'l-Hüsna'nın tamamını çalışabilsek. Evet. Bunu cidden çok arzu ediyorum. Fakat yapmaya kendimde kuvvet bulamıyorum. Bir dilek olarak tutuyorum sadece. Öyle ya. Amellerimiz gibi dileklerimizin de sahibi Allah değil mi? Ağaçlar gibi tohumların da sahibi Allah değil mi? Bakarsın onu yeşertip kocalttığı gibi birgün bunu da yeşertir, kocaltır, göklendirir. Âmin.
Fakat, oraya varmadan, bencileyin Nahl sûresinden feyzlendiğim bir 'el-Hâdî' ism-i şerifi okuması üzerine de konuşmak istiyorum seninle. Malumundur, el-Hâdî, 'hidayet veren, doğru yolu gösteren, hayırlı murada erdiren' gibi manaları saklıyor nurdan bağrında. Ve bu ism-i şerifi duyar duymaz aklımıza 'vahiy' geliyor. Evet. 'Vahiy' ve 'nübüvvet' Cenab-ı Hakkın 'hidayet vericiliğinin' en büyük tezahürlerinden ikisidir. Hak Teala 'doğru yolu gösterici' olduğunu kullarına en berrak tonlarıyla onlarda gösterir. (Peygamberleri sayısınca elhamdülillah.) Ama yine de, Esma-i Sitte Risalesi'nden aldığımız dersle, sormadan geçmeyelim: el-Hâdî isminin kainattaki tecellisi yalnız bu şekilde midir? Farklı izleri/renkleri de yok mudur mübareğin?
Vardır. Hem de çok vardır. Bunu da bize birçok ayetiyle Nahl sûresi söyler. Hatta, sanki daha isminden bu dersi vereceğini ihtar eder gibi, 'nahl/arı' der bu sûre kendine. Çünkü 68. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle denir: "Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır."
Burası bana çok heyecanlandırıcı geliyor arkadaşım. Zira 'arı'nın hüneriyle 'nübüvvet'in hüneri arasında bağ kuruluyor. Âdeta bir desenin iki motifi arasında gezilir gibi orası-burası nakışlanıyor. Sûrenin daha başlarında deniyor mesela: "Allah, 'Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının' diye (insanları) uyarmaları için emrini içeren vahiy ile melekleri kullarından dilediğine indirir." Sonra, daha ilerdeki ayetlerde, 'binek hayvanlarının nimetiyeti hatırlatılarak' ekleniyor: "Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." Yani, Rabb-i Rahîm, aciz zihinlerimize bir kolaylık olsun diye belki, önce binek hayvanlarıyla bize yolculuklarımızı çağrıştırıyor. Sonra da 'doğru yolu bulmaya' duyduğumuz ihtiyacı…
Mesele burada mı bırakılıyor peki? Hayır. Elbette bu kadar değil. Daha 'doğru yolu bulma kanununun' pekçok mertebesini ders alacağız. Arıya kovanını en uzaklardan bile bulduran Allah'ın daha nice nice şeylere yol gösterdiğini öğreneceğiz. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' isminin, salt bir 'kavramlaştırma' değil, 'kainatın her köşesinde tezahürleri görünen bir tecelli mâdeni' olduğunu işiteceğiz. Ve ilerliyoruz: "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır."
Gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar... Bunlar da zamanın ve mekanın içinde 'doğru yolu bulmanın' araçları değil mi? Gece-gündüz döngüselliği sayesinde zaman parçalara ayrılıyor ve sayılabiliyor. Ölçülebiliyor. Tayin edilebiliyor. Güneş-ay-yıldızlar üçlüsü ise yolcuların yön tayin etmede en büyük dostları. Nereye gidildiği en çok onlarla anlaşılıyor. Doğular-batılar, kuzeyler-güneyler, arkalar-önler onlarla saptanabiliyor.
Sadece bu kadar mı? Değil. Devam ediyoruz: "Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır..." Düşünelim tam da burada. Bize bir yolu doğru şekilde aldığımızı en çok ne öğretir? Yahut da şöyle güncelleyelim soruyu: Daha önce gittiğiniz bir yolu sonra tekrar nasıl tanırsınız? Bence bunlara verilecek cevap tam da ayetin hatırlattığı şekildedir: 'Çeşitli renk ve biçimlerde yaratılan şeyler' sayesinde. Evet. Bir dağ gördüğünüzde, onu geçip bir başkasına vardığınızda, bir vadiyi geçtiğinizde, onu geçip bir başkasını adımladığınızda, bir nehre uğradığınızda, onu geçip bir başkasına rastladığınızda, hepsinde ama hepsinde 'şeylerin çeşitliliği' sayesinde tanımalarınız olur. Herşeyin aynı olduğu bir yolda insan ne kadar yolu, hangi yöne, ne miktarda aldığınızı tayin edemez. Ancak nüansları sayesinde birbirinden ayırır.
'Nehir' dedik. 'Dağ' dedik. 'Yol' dedik. Nahl sûresi hemen sesimize ses verdi: "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar, yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Subhanallah! İşte yukarıda kenarından kenarından yaklaşmaya çabaladığımız sır kendini aşikâr etti. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' ismi farklı boyutlardaki tecellileriyle 'tüm yol arayanların' rehberi oldu. Dağlıkta gezenlere dağ yol gösterdi. Nehir güzergâhında gideceklere nehir önayak oldu. Geceleyin seyahat edenlere yıldızlar tayin edildi. Mahlukattan kuş olsun, balık olsun, hayvan olsun, insan olsun, her ne varsa, arayıp bulduğu yolda el-Hâdî isminin gölgesine sığınmış oldu. Hatta bu gölge tüm evreni kuşatıverdi.
Dahası? Ah arkadaşım, yazı çok uzadı, atlayıverelim diğer şeyleri. Ve sonuca gelelim: Nahl sûresi deistleri/ateistleri büyük bir hakikate çağırıyor bence. Nedir o hakikat? Allah, evrenin her köşesinde, her sahnesinde, her karesinde birşeylere 'yol gösteriyor.' Arıya kovanını bulduruyor. Kuşlara yuvasını bulduruyor. İnsana evini bulduruyor. Tohuma toprağını bulduruyor. Derde devasını bulduruyor. Hastaya şifasını bulduruyor. Yani 'doğru yolu gösterme kanunu' tıpkı Esma-i Sitte Risalesi'nde misal verilen diğer 'esma kanuniyetleri' gibi tüm kainatı hükmü altına alıyor.
Peki tüm kainatın hükmü altında kaldığı bir tasarruftan insan hariçte kalabilir mi? Allah onlara da kendi içlerinden hidayet rehberleri göndermez mi? Arıya vahyettiği gibi onlara da vahyetmez mi? Mütehayyir kalanlarını ışığına çağırmaz mı? En nihayet, mürşidimin şu hikmetli sözüne geliyorum arkadaşım, çünkü bence Nahl sûresinin bir dersidir: "Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette."
Fakat, oraya varmadan, bencileyin Nahl sûresinden feyzlendiğim bir 'el-Hâdî' ism-i şerifi okuması üzerine de konuşmak istiyorum seninle. Malumundur, el-Hâdî, 'hidayet veren, doğru yolu gösteren, hayırlı murada erdiren' gibi manaları saklıyor nurdan bağrında. Ve bu ism-i şerifi duyar duymaz aklımıza 'vahiy' geliyor. Evet. 'Vahiy' ve 'nübüvvet' Cenab-ı Hakkın 'hidayet vericiliğinin' en büyük tezahürlerinden ikisidir. Hak Teala 'doğru yolu gösterici' olduğunu kullarına en berrak tonlarıyla onlarda gösterir. (Peygamberleri sayısınca elhamdülillah.) Ama yine de, Esma-i Sitte Risalesi'nden aldığımız dersle, sormadan geçmeyelim: el-Hâdî isminin kainattaki tecellisi yalnız bu şekilde midir? Farklı izleri/renkleri de yok mudur mübareğin?
Vardır. Hem de çok vardır. Bunu da bize birçok ayetiyle Nahl sûresi söyler. Hatta, sanki daha isminden bu dersi vereceğini ihtar eder gibi, 'nahl/arı' der bu sûre kendine. Çünkü 68. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle denir: "Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır."
Burası bana çok heyecanlandırıcı geliyor arkadaşım. Zira 'arı'nın hüneriyle 'nübüvvet'in hüneri arasında bağ kuruluyor. Âdeta bir desenin iki motifi arasında gezilir gibi orası-burası nakışlanıyor. Sûrenin daha başlarında deniyor mesela: "Allah, 'Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının' diye (insanları) uyarmaları için emrini içeren vahiy ile melekleri kullarından dilediğine indirir." Sonra, daha ilerdeki ayetlerde, 'binek hayvanlarının nimetiyeti hatırlatılarak' ekleniyor: "Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." Yani, Rabb-i Rahîm, aciz zihinlerimize bir kolaylık olsun diye belki, önce binek hayvanlarıyla bize yolculuklarımızı çağrıştırıyor. Sonra da 'doğru yolu bulmaya' duyduğumuz ihtiyacı…
Mesele burada mı bırakılıyor peki? Hayır. Elbette bu kadar değil. Daha 'doğru yolu bulma kanununun' pekçok mertebesini ders alacağız. Arıya kovanını en uzaklardan bile bulduran Allah'ın daha nice nice şeylere yol gösterdiğini öğreneceğiz. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' isminin, salt bir 'kavramlaştırma' değil, 'kainatın her köşesinde tezahürleri görünen bir tecelli mâdeni' olduğunu işiteceğiz. Ve ilerliyoruz: "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır."
Gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar... Bunlar da zamanın ve mekanın içinde 'doğru yolu bulmanın' araçları değil mi? Gece-gündüz döngüselliği sayesinde zaman parçalara ayrılıyor ve sayılabiliyor. Ölçülebiliyor. Tayin edilebiliyor. Güneş-ay-yıldızlar üçlüsü ise yolcuların yön tayin etmede en büyük dostları. Nereye gidildiği en çok onlarla anlaşılıyor. Doğular-batılar, kuzeyler-güneyler, arkalar-önler onlarla saptanabiliyor.
Sadece bu kadar mı? Değil. Devam ediyoruz: "Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır..." Düşünelim tam da burada. Bize bir yolu doğru şekilde aldığımızı en çok ne öğretir? Yahut da şöyle güncelleyelim soruyu: Daha önce gittiğiniz bir yolu sonra tekrar nasıl tanırsınız? Bence bunlara verilecek cevap tam da ayetin hatırlattığı şekildedir: 'Çeşitli renk ve biçimlerde yaratılan şeyler' sayesinde. Evet. Bir dağ gördüğünüzde, onu geçip bir başkasına vardığınızda, bir vadiyi geçtiğinizde, onu geçip bir başkasını adımladığınızda, bir nehre uğradığınızda, onu geçip bir başkasına rastladığınızda, hepsinde ama hepsinde 'şeylerin çeşitliliği' sayesinde tanımalarınız olur. Herşeyin aynı olduğu bir yolda insan ne kadar yolu, hangi yöne, ne miktarda aldığınızı tayin edemez. Ancak nüansları sayesinde birbirinden ayırır.
'Nehir' dedik. 'Dağ' dedik. 'Yol' dedik. Nahl sûresi hemen sesimize ses verdi: "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar, yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Subhanallah! İşte yukarıda kenarından kenarından yaklaşmaya çabaladığımız sır kendini aşikâr etti. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' ismi farklı boyutlardaki tecellileriyle 'tüm yol arayanların' rehberi oldu. Dağlıkta gezenlere dağ yol gösterdi. Nehir güzergâhında gideceklere nehir önayak oldu. Geceleyin seyahat edenlere yıldızlar tayin edildi. Mahlukattan kuş olsun, balık olsun, hayvan olsun, insan olsun, her ne varsa, arayıp bulduğu yolda el-Hâdî isminin gölgesine sığınmış oldu. Hatta bu gölge tüm evreni kuşatıverdi.
Dahası? Ah arkadaşım, yazı çok uzadı, atlayıverelim diğer şeyleri. Ve sonuca gelelim: Nahl sûresi deistleri/ateistleri büyük bir hakikate çağırıyor bence. Nedir o hakikat? Allah, evrenin her köşesinde, her sahnesinde, her karesinde birşeylere 'yol gösteriyor.' Arıya kovanını bulduruyor. Kuşlara yuvasını bulduruyor. İnsana evini bulduruyor. Tohuma toprağını bulduruyor. Derde devasını bulduruyor. Hastaya şifasını bulduruyor. Yani 'doğru yolu gösterme kanunu' tıpkı Esma-i Sitte Risalesi'nde misal verilen diğer 'esma kanuniyetleri' gibi tüm kainatı hükmü altına alıyor.
Peki tüm kainatın hükmü altında kaldığı bir tasarruftan insan hariçte kalabilir mi? Allah onlara da kendi içlerinden hidayet rehberleri göndermez mi? Arıya vahyettiği gibi onlara da vahyetmez mi? Mütehayyir kalanlarını ışığına çağırmaz mı? En nihayet, mürşidimin şu hikmetli sözüne geliyorum arkadaşım, çünkü bence Nahl sûresinin bir dersidir: "Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette."
9 Şubat 2019 Cumartesi
İhlas Risalesi hangi sûrenin tefsiri?
111'in nurcular için anlamı rakamsal karşılığından fazlasıdır. Çünkü mürşidlerinden böyle ders almışlar. Onlar için 111 'ittihad etmiş üç elif'tir. Kardeşliktir. 1'lerin yalnızlıkla düşecekleri güçsüzlükten ihlaslı bir dayanışmayla kurtulmalarıdır. Tarifini bulduğu yerlerden birisi de şurasıdır:
"Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse yüzonbir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbindörtyüzkırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dörtbinden geçtiğine pekçok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor."
Bu metnin geçtiği yer de mühim. 21. Lem'a. Nam-ı diğerle İhlas Risalesi. Fakat benim yazımın esas konusunu burası oluşturmuyor. Yazımın merkezinde bugünlerde farkettiğim bir tevafuk var. Yusuf sûresiyle ilgili bir tevafuk bu. Nesil Yayınları'nın Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nin okurken dikkatimi çeken birşey. Peki nedir o? Hemen cevap vereyim: Yusuf sûresinin de 111 ayeti var.
"Tamam. Varsa var. Bize ne anlatıyor bu rakamsal denklik?" derseniz, onun da cevabını, bir yönüyle, sûrenin meal kısmına konulan açıklamada görüyorum. Deniyor ki o açıklamada: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlar: 'Yusuf sûresini öğrenin. Hangi müslüman onu okur, ailesine ve eli altındakilere öğretirse, Allah ona ölümü kolaylaştırır ve hiçbir müslümana haset etmemesi için kuvvet verir.'"
İşte canıma dokunan yeri burası meselenin. Bu hadis-i şerifle ilgili kısmı. Çünkü mezkûr hadis-i şerifte mübarek Yusuf sûresinin dikkat çekilen özellikleri aynı zamanda İhlas Risalesi'nin de özellikleri. Hem müellif-i muhteremi de bu sırra binaen diyor: "Bu lem'a laakal her onbeş günde bir defa okunmalı."
Peki sadece bu kadar mı benzerlikleri? Bence değil. Ancak bu tarz bir okumayı yapabilmek için hem Yusuf sûresinin hem de İhlas Risalesi'nin içeriğine hâkim olmak gerek. Nasıl ki, İhlas Risalesi'nde, hem bireysel hem cemaatî hasetlerden kurtulmanın yolları 'aynı bütünün parçaları olduğumuz hatırlatılmakla' gösteriliyor, aynen öyle de, Yusuf sûresinde de 'ziyade kemal sahibi bir kardeşe' karşı duyulabilecek hasetler, o kardeşin kemalinin en nihayet 'bütün kardeşlerine fayda verir' olduğu hatırlatılmakla tedaviye çalışılıyor. Yani Yusuf aleyhisselamın kardeşleriyle olan öyküsünde aslında hepimizin 'haset hikayesi' saklı.
Biz de bizden üstün olduğunu hissettiğimiz kişilere, gruplara, cemaatlere karşı bir haset hissedebiliyoruz. Onlara edilen ziyade iltifattan, kendi parçamız adına, mutsuz olabiliyoruz. Fakat tam da burada Yusuf sûresi bizi uyarıyor: Neden kendi parçan adına bütünün diğer parçalarına/kardeşlerine haset ediyorsun? Bak Yusuf aleyhisselamın kıssasına. Onun kıskanılan kemali en sonunda bütün kardeşlerine fayda vermedi mi? Ona kötülük eden kardeşleri en sonunda ettiklerinden pişman olmadı mı? Eğer kem yolundan dönmezsen sen de tıpkı onlar gibi olursun. Yaşadıklarını yaşarsın. Yapma!
Hem yine İhlas Risalesi Kur'an'daki bu buyruktan ders alarak söylüyor: "Ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört fertten binyüzonbir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz."
Ben şimdi, yukarıdaki perspektif ile bakınca, Yusuf sûresi ile İhlas Risalesi arasında pekçok izdüşüm görüyorum. Hatta düsturlarında geçen detayları Yusuf kıssası içinde de yakalıyor gibi oluyorum. (Misal: Yakub aleyhisselamın "Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma!" nasihati içinde 'kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmemek' arasında bir bağ seziyorum.) Fakat bu yazıda o bahse de girersem epey işi uzatacağım. Sizi de bıktıracağım. Cenab-ı Hak inayet buyurursa başka bir yazıda deneyeyim. Âmin.
"Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse yüzonbir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbindörtyüzkırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dörtbinden geçtiğine pekçok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor."
Bu metnin geçtiği yer de mühim. 21. Lem'a. Nam-ı diğerle İhlas Risalesi. Fakat benim yazımın esas konusunu burası oluşturmuyor. Yazımın merkezinde bugünlerde farkettiğim bir tevafuk var. Yusuf sûresiyle ilgili bir tevafuk bu. Nesil Yayınları'nın Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nin okurken dikkatimi çeken birşey. Peki nedir o? Hemen cevap vereyim: Yusuf sûresinin de 111 ayeti var.
"Tamam. Varsa var. Bize ne anlatıyor bu rakamsal denklik?" derseniz, onun da cevabını, bir yönüyle, sûrenin meal kısmına konulan açıklamada görüyorum. Deniyor ki o açıklamada: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlar: 'Yusuf sûresini öğrenin. Hangi müslüman onu okur, ailesine ve eli altındakilere öğretirse, Allah ona ölümü kolaylaştırır ve hiçbir müslümana haset etmemesi için kuvvet verir.'"
İşte canıma dokunan yeri burası meselenin. Bu hadis-i şerifle ilgili kısmı. Çünkü mezkûr hadis-i şerifte mübarek Yusuf sûresinin dikkat çekilen özellikleri aynı zamanda İhlas Risalesi'nin de özellikleri. Hem müellif-i muhteremi de bu sırra binaen diyor: "Bu lem'a laakal her onbeş günde bir defa okunmalı."
Peki sadece bu kadar mı benzerlikleri? Bence değil. Ancak bu tarz bir okumayı yapabilmek için hem Yusuf sûresinin hem de İhlas Risalesi'nin içeriğine hâkim olmak gerek. Nasıl ki, İhlas Risalesi'nde, hem bireysel hem cemaatî hasetlerden kurtulmanın yolları 'aynı bütünün parçaları olduğumuz hatırlatılmakla' gösteriliyor, aynen öyle de, Yusuf sûresinde de 'ziyade kemal sahibi bir kardeşe' karşı duyulabilecek hasetler, o kardeşin kemalinin en nihayet 'bütün kardeşlerine fayda verir' olduğu hatırlatılmakla tedaviye çalışılıyor. Yani Yusuf aleyhisselamın kardeşleriyle olan öyküsünde aslında hepimizin 'haset hikayesi' saklı.
Biz de bizden üstün olduğunu hissettiğimiz kişilere, gruplara, cemaatlere karşı bir haset hissedebiliyoruz. Onlara edilen ziyade iltifattan, kendi parçamız adına, mutsuz olabiliyoruz. Fakat tam da burada Yusuf sûresi bizi uyarıyor: Neden kendi parçan adına bütünün diğer parçalarına/kardeşlerine haset ediyorsun? Bak Yusuf aleyhisselamın kıssasına. Onun kıskanılan kemali en sonunda bütün kardeşlerine fayda vermedi mi? Ona kötülük eden kardeşleri en sonunda ettiklerinden pişman olmadı mı? Eğer kem yolundan dönmezsen sen de tıpkı onlar gibi olursun. Yaşadıklarını yaşarsın. Yapma!
Hem yine İhlas Risalesi Kur'an'daki bu buyruktan ders alarak söylüyor: "Ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört fertten binyüzonbir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz."
Ben şimdi, yukarıdaki perspektif ile bakınca, Yusuf sûresi ile İhlas Risalesi arasında pekçok izdüşüm görüyorum. Hatta düsturlarında geçen detayları Yusuf kıssası içinde de yakalıyor gibi oluyorum. (Misal: Yakub aleyhisselamın "Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma!" nasihati içinde 'kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmemek' arasında bir bağ seziyorum.) Fakat bu yazıda o bahse de girersem epey işi uzatacağım. Sizi de bıktıracağım. Cenab-ı Hak inayet buyurursa başka bir yazıda deneyeyim. Âmin.
19 Aralık 2018 Çarşamba
Bediüzzaman ebced-cifir meselesine neden girdi?
"Ve madem âyetler sâir kelamlar gibi cüz'î bir mânâya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddîn-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî gibi pek çok ehl-i velâyet mânâ-yı zâhirîden başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde 'Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad kalb ve nefistir' dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir; şüphe edilmemek gerektir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.
Katıldığım bazı derslerde, okuduğum kimi metinlerde ve şahit olduğum bazı paylaşımlarda 'ebced-cifir meselesi'ne dair şu tarz yorumlara rastladım/rastlıyorum: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi eserlerinde ebced-cifire temas etmesi bir mecburiyetti. Aslında bu mevzuya hiç girmek istemiyordu. Sevmiyordu. Fakat o dönemdeki talebeleri böyle şeyleri çok 'heyecan verici' buldukları için, onları kaybetmemek ve biraz da şevklendirmek adına, bu tarz konulara girdi. Bazı eserler telif etti. Eğer yaşadığı şartlarda böyle bir mecburiyet olmasaydı yanından bile geçmezdi.
Acaba? Acaba gerçekten öyle mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, müellif-i muhteremin, özellikle mezkûr eserler hakkında kendisine itirazları bulunan Abdulhakim Arvasî (k.s.) Hazretlerine yazdığı mektuplarda böyle bir renk-koku hafiften hissediliyor. Fakat sadece bu tarz metinlerden hissedilen renge-kokuya bu hüküm bina ediliyorsa, bence küçük bir yanlış anlama var, Bediüzzaman'ın oralarda isteksizlik duyduğu şey ebced-cifir değil. Kendi eserlerine dair gaybî işaretlerden bahsetmesi. Yoksa öylesi hiçbir metinde mezkûr usûlün yanlışa hizmet ettiğini düşünmüyor.
Yani, evet, endişeleniyor. Çünkü böylesi gaybî işaretlerden bahsetmesinin bir tür 'övünme' gibi anlaşılmasından korkuyor. Rahatsızlığı bundan. Yoksa yol olarak yanlış birşeyi takip ettiğini düşündüğünden değil. Bu meselede tereddüdü olmadığını ebced-cifir meselesine yaptığı savunudan da anlayabiliyorsunuz.
Bir de meselenin şöyle bir tarafı var: Bediüzzaman 'gaybiyyatın' kudsî metinlerde nasıl bir fonksiyon gördüğünün de farkında. Gaybiyyat bilgisi, dahil olduğu metinleri, bütün zamanlarla konuşur, dokunur, ilişki kurar hale getiriyor. Belki biraz da bu yüzden günümüz ehl-i bid'ası (her türüyle modernistler) en çok gaybiyyat konusundan rahatsızlık duyuyorlar. Evet. Çünkü gaybiyyatı olan metinleri bir zaman diliminde dondurup üzerine hevanızın kaçak katını çıkamazsınız. Sizin çıkacağınız bütün kaçak katlar aslında 'o metinlerin bugüne yetersizliği' üzerine kuruludur. Ancak gaybiyyat bilgisi, her türden işaretleriyle, zamanınızın da bu metinlerin kuşatması altında olduğu gösterir. İsbat eder.
Kur'an-ı Hakîm'de, hadis-i şeriflerde veya evliyaullahın metinlerinde... Bunların içerdiği gaybiyyat 'sırf gelecekteki mü'minler heyecanlansın' diye konulmuş şeyler değildir. Bunların içerdiği gaybiyyat bilgisi aslında onların 'tüm zamanlarla konuşur olduğunun' delilidir. Hatta bir açıdan kaderin de bir delilidir gaybiyyat. Allah'ın Alîm (herşeyi bilen) olduğunu da okuruz biz onlarla. Eğer kudsî metinlerimizde böylesi haberler olmasaydı, aklı gözüne yakın olanlarımız, onların getirdiği bilginin 'zamanlarına özgü' olduğunu düşünebilirlerdi. Lakin hayır. Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. O metinler herdem dinamiktir. Statik değillerdir.
İmam el-Eş'arî (r.a.) isimli eserinde Suriyeli âlim Abdulkadir Muhammed el-Huseyn diyor ki: "Müslümanların içinden türedi bir güruh Kur'an ve sünnet ile sabit olan gaybiyyatı handiyse inkâr eder hale geldi. Peygamberlerin mucizelerini inkâr akla gelen ilk marifetlerinden birisi mesela. Amelle ilgili noktada ise İslam şeriatının kat'î bazı emirlerinin hafife alındığını görüyoruz." Evet. el-Huseyn'in burada 'gaybiyyatı inkâr' ile 'şeriatın hafife alınması' arasında kurduğu bağ boşuna değil. Hakikaten de, metinlerin tüm zamanlarla konuştuğunu gösterir gaybiyyatı yokolduğunda, onlarla gelen emirlerin de tüm zamanlar için geçerliliği yaralanır. Hatta inkâr edilir. Nitekim Mustafa Öztürk gibi sözde âlimlerin tarihselcilikle bugün en çok yaptığı şey de budur.
Yani demek istiyorum ki: Tarihselcilik anlayışı Kur'an'daki gaybiyyatı inkâr etmeye muhtaçtır. Çünkü metnin bütün zamanlarla konuşur olduğunu ancak bu yolla inkâr edebilir. Ve ancak buna inandırdıktan sonra insanları şuna ikna edebilir. Halbuki, aksine, bütün zamanların aynı metinle eşit derecede muhatap olduğu şuuru açık tutulduğunda, hiçbir mü'min tarihselciliğin kurduğu vartalara düşmez. Buna inanmaz.
Ebubekir Sifil Hoca'nın tekrar be tekrar söylediği üzere, mesele, temelde 'nasıl bir Allah'a inandığınız' ile ilgilidir. Eğer Allah'a Alîm olarak, Kur'an'a bir Alîm-i Hakîm'in kelamı olarak, kadere 'Allah'ın zaman üstü bir bilişi olarak' iman ettiğiniz zaman tarihselcilik gibi birçok bid'a rüzgârının tesiri dağılır. Bu tesir dağıldıktan sonra da mü'minler şeriatın emirlerini hafif görmezler. Her ne emredilmişse, küçük veya büyük, üzerlerine alınırlar.
Bu açıdan ebced-cifir meselesinin mü'minlerde 'üzerine alınma şuurunu' genişletici bir yanı var. Evet, Bediüzzaman'ın da zikrettiği üzere, hiçbir keşfi olmadan bu mesleğe sülûk eden naehillerin şarlatanlık yapmasına müsait bir yapısı da var konunun. Ancak hakikati de var. Bediüzzaman bu hakikate ve faydasına inanıyor. Bu faydanın tezahürü için böylesi metinler telif ediyor. Hatta hapishane şartlarında böyle eserlerin telifine girişmesindeki sır da biraz bu. Müslümanlara 'gözden ırak olmadıklarını' hissettirmek. Allah herşeyi gören ve bilen olarak her işe nazır.
Dücane Cündioğlu'nun hakikat-hurafe ekseninde "Ben bir hurafeperestim!" derken durduğu yer de buna yakın gibi geliyor bana. O, hakikatin 'tahtieci bir üslûpla' teke indirilmesi ve gaybiyyata açık hiçbir alan bırakılmamasını eleştiriyor. Şu tavrın "Onlar ki gayba iman ederler!" ayetinin hükmüne bir açıdan muhalefet olduğunu düşünüyor. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın 'dimağdaki meratibi' sayarken 'tahayyül'ü 'tasdik'ten birkaç kademe önce zikretmesi, hayalsiz hakikate ulaşılamayacağının da ondaki en bariz ifadesi. Öyle ya. Hayalsiz hakikatin de yolları kapanır. Renkleri azalır. Cansuyu çekilir. Neşesi diner.
Yazıyı çok uzattık ama buna da temas etmeden geçemeyeceğim: Mürşidimin, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye, ebced-cifir ile ilgili metinler haricinde dahil ettiği şeyler de var. Hüve Nüktesi, Na'büdü'nün Nun'u mevzu, namaz tesbihatının ehemmiyetini anlatan metin vs. Bütün bu metinlerde şöyle bir ortaklık dikkatimi çekti benim: Bu metinlerin tamamı 'varlığı zamanı aşkın bir düzlemde zihne taşımayı' öğütlüyor.
Ne demek bu? Yani mesela: Namaz tesbihatı aslında tarikat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselamın zikri. Onu yaptığınız zaman sanki zamanlara/mekanlara yayılmış bir zikir halkasına dahil oluyorsunuz. Na'büdü'nün Nun'u mevzuu zaten bütün mü'minleri, yine zamanı/mekanı aşkın şekilde, kendilerini bir namazın saflarındaymış gibi görmeyi öğütlüyor. Hüve Nüktesi ise tek bir hava zerresinin 'çok şeye dönüşebilir' bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Üzerlerine bir de (Kur'an-ı Hakîm'in zamanlar üstü mesajlarını bize ulaştıran) diğer gaybiyyata dair metinleri ekleyin. Hepsinden çıkan resim şu gibi:
Fehminle zamanı aş. Bakışında zamanı aş. Büyük resmi gör. Zamanı aşamazsan varlığı vagonlara ayırırsın. Ve o vagonlara ayırıştan bir dolu ehl-i bid'anın iftirası türer. İşte, bence, tarihselcilik, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselamı vagonlara ayırmanın yeni bir yoludur. Bir tür emperyalizmdir. İslam itikadına yönelen bir parçala-yönet taktiğidir. Allah ayaklarımızı ehl-i sünnetin istikametli yolundan ayırmasın.
Katıldığım bazı derslerde, okuduğum kimi metinlerde ve şahit olduğum bazı paylaşımlarda 'ebced-cifir meselesi'ne dair şu tarz yorumlara rastladım/rastlıyorum: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi eserlerinde ebced-cifire temas etmesi bir mecburiyetti. Aslında bu mevzuya hiç girmek istemiyordu. Sevmiyordu. Fakat o dönemdeki talebeleri böyle şeyleri çok 'heyecan verici' buldukları için, onları kaybetmemek ve biraz da şevklendirmek adına, bu tarz konulara girdi. Bazı eserler telif etti. Eğer yaşadığı şartlarda böyle bir mecburiyet olmasaydı yanından bile geçmezdi.
Acaba? Acaba gerçekten öyle mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, müellif-i muhteremin, özellikle mezkûr eserler hakkında kendisine itirazları bulunan Abdulhakim Arvasî (k.s.) Hazretlerine yazdığı mektuplarda böyle bir renk-koku hafiften hissediliyor. Fakat sadece bu tarz metinlerden hissedilen renge-kokuya bu hüküm bina ediliyorsa, bence küçük bir yanlış anlama var, Bediüzzaman'ın oralarda isteksizlik duyduğu şey ebced-cifir değil. Kendi eserlerine dair gaybî işaretlerden bahsetmesi. Yoksa öylesi hiçbir metinde mezkûr usûlün yanlışa hizmet ettiğini düşünmüyor.
Yani, evet, endişeleniyor. Çünkü böylesi gaybî işaretlerden bahsetmesinin bir tür 'övünme' gibi anlaşılmasından korkuyor. Rahatsızlığı bundan. Yoksa yol olarak yanlış birşeyi takip ettiğini düşündüğünden değil. Bu meselede tereddüdü olmadığını ebced-cifir meselesine yaptığı savunudan da anlayabiliyorsunuz.
Bir de meselenin şöyle bir tarafı var: Bediüzzaman 'gaybiyyatın' kudsî metinlerde nasıl bir fonksiyon gördüğünün de farkında. Gaybiyyat bilgisi, dahil olduğu metinleri, bütün zamanlarla konuşur, dokunur, ilişki kurar hale getiriyor. Belki biraz da bu yüzden günümüz ehl-i bid'ası (her türüyle modernistler) en çok gaybiyyat konusundan rahatsızlık duyuyorlar. Evet. Çünkü gaybiyyatı olan metinleri bir zaman diliminde dondurup üzerine hevanızın kaçak katını çıkamazsınız. Sizin çıkacağınız bütün kaçak katlar aslında 'o metinlerin bugüne yetersizliği' üzerine kuruludur. Ancak gaybiyyat bilgisi, her türden işaretleriyle, zamanınızın da bu metinlerin kuşatması altında olduğu gösterir. İsbat eder.
Kur'an-ı Hakîm'de, hadis-i şeriflerde veya evliyaullahın metinlerinde... Bunların içerdiği gaybiyyat 'sırf gelecekteki mü'minler heyecanlansın' diye konulmuş şeyler değildir. Bunların içerdiği gaybiyyat bilgisi aslında onların 'tüm zamanlarla konuşur olduğunun' delilidir. Hatta bir açıdan kaderin de bir delilidir gaybiyyat. Allah'ın Alîm (herşeyi bilen) olduğunu da okuruz biz onlarla. Eğer kudsî metinlerimizde böylesi haberler olmasaydı, aklı gözüne yakın olanlarımız, onların getirdiği bilginin 'zamanlarına özgü' olduğunu düşünebilirlerdi. Lakin hayır. Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. O metinler herdem dinamiktir. Statik değillerdir.
İmam el-Eş'arî (r.a.) isimli eserinde Suriyeli âlim Abdulkadir Muhammed el-Huseyn diyor ki: "Müslümanların içinden türedi bir güruh Kur'an ve sünnet ile sabit olan gaybiyyatı handiyse inkâr eder hale geldi. Peygamberlerin mucizelerini inkâr akla gelen ilk marifetlerinden birisi mesela. Amelle ilgili noktada ise İslam şeriatının kat'î bazı emirlerinin hafife alındığını görüyoruz." Evet. el-Huseyn'in burada 'gaybiyyatı inkâr' ile 'şeriatın hafife alınması' arasında kurduğu bağ boşuna değil. Hakikaten de, metinlerin tüm zamanlarla konuştuğunu gösterir gaybiyyatı yokolduğunda, onlarla gelen emirlerin de tüm zamanlar için geçerliliği yaralanır. Hatta inkâr edilir. Nitekim Mustafa Öztürk gibi sözde âlimlerin tarihselcilikle bugün en çok yaptığı şey de budur.
Yani demek istiyorum ki: Tarihselcilik anlayışı Kur'an'daki gaybiyyatı inkâr etmeye muhtaçtır. Çünkü metnin bütün zamanlarla konuşur olduğunu ancak bu yolla inkâr edebilir. Ve ancak buna inandırdıktan sonra insanları şuna ikna edebilir. Halbuki, aksine, bütün zamanların aynı metinle eşit derecede muhatap olduğu şuuru açık tutulduğunda, hiçbir mü'min tarihselciliğin kurduğu vartalara düşmez. Buna inanmaz.
Ebubekir Sifil Hoca'nın tekrar be tekrar söylediği üzere, mesele, temelde 'nasıl bir Allah'a inandığınız' ile ilgilidir. Eğer Allah'a Alîm olarak, Kur'an'a bir Alîm-i Hakîm'in kelamı olarak, kadere 'Allah'ın zaman üstü bir bilişi olarak' iman ettiğiniz zaman tarihselcilik gibi birçok bid'a rüzgârının tesiri dağılır. Bu tesir dağıldıktan sonra da mü'minler şeriatın emirlerini hafif görmezler. Her ne emredilmişse, küçük veya büyük, üzerlerine alınırlar.
Bu açıdan ebced-cifir meselesinin mü'minlerde 'üzerine alınma şuurunu' genişletici bir yanı var. Evet, Bediüzzaman'ın da zikrettiği üzere, hiçbir keşfi olmadan bu mesleğe sülûk eden naehillerin şarlatanlık yapmasına müsait bir yapısı da var konunun. Ancak hakikati de var. Bediüzzaman bu hakikate ve faydasına inanıyor. Bu faydanın tezahürü için böylesi metinler telif ediyor. Hatta hapishane şartlarında böyle eserlerin telifine girişmesindeki sır da biraz bu. Müslümanlara 'gözden ırak olmadıklarını' hissettirmek. Allah herşeyi gören ve bilen olarak her işe nazır.
Dücane Cündioğlu'nun hakikat-hurafe ekseninde "Ben bir hurafeperestim!" derken durduğu yer de buna yakın gibi geliyor bana. O, hakikatin 'tahtieci bir üslûpla' teke indirilmesi ve gaybiyyata açık hiçbir alan bırakılmamasını eleştiriyor. Şu tavrın "Onlar ki gayba iman ederler!" ayetinin hükmüne bir açıdan muhalefet olduğunu düşünüyor. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın 'dimağdaki meratibi' sayarken 'tahayyül'ü 'tasdik'ten birkaç kademe önce zikretmesi, hayalsiz hakikate ulaşılamayacağının da ondaki en bariz ifadesi. Öyle ya. Hayalsiz hakikatin de yolları kapanır. Renkleri azalır. Cansuyu çekilir. Neşesi diner.
Yazıyı çok uzattık ama buna da temas etmeden geçemeyeceğim: Mürşidimin, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye, ebced-cifir ile ilgili metinler haricinde dahil ettiği şeyler de var. Hüve Nüktesi, Na'büdü'nün Nun'u mevzu, namaz tesbihatının ehemmiyetini anlatan metin vs. Bütün bu metinlerde şöyle bir ortaklık dikkatimi çekti benim: Bu metinlerin tamamı 'varlığı zamanı aşkın bir düzlemde zihne taşımayı' öğütlüyor.
Ne demek bu? Yani mesela: Namaz tesbihatı aslında tarikat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselamın zikri. Onu yaptığınız zaman sanki zamanlara/mekanlara yayılmış bir zikir halkasına dahil oluyorsunuz. Na'büdü'nün Nun'u mevzuu zaten bütün mü'minleri, yine zamanı/mekanı aşkın şekilde, kendilerini bir namazın saflarındaymış gibi görmeyi öğütlüyor. Hüve Nüktesi ise tek bir hava zerresinin 'çok şeye dönüşebilir' bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Üzerlerine bir de (Kur'an-ı Hakîm'in zamanlar üstü mesajlarını bize ulaştıran) diğer gaybiyyata dair metinleri ekleyin. Hepsinden çıkan resim şu gibi:
Fehminle zamanı aş. Bakışında zamanı aş. Büyük resmi gör. Zamanı aşamazsan varlığı vagonlara ayırırsın. Ve o vagonlara ayırıştan bir dolu ehl-i bid'anın iftirası türer. İşte, bence, tarihselcilik, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselamı vagonlara ayırmanın yeni bir yoludur. Bir tür emperyalizmdir. İslam itikadına yönelen bir parçala-yönet taktiğidir. Allah ayaklarımızı ehl-i sünnetin istikametli yolundan ayırmasın.
17 Aralık 2018 Pazartesi
Kaderi inkâr eden Allah'a inanır mı?
"Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar." 5. Şua'dan.
Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.
'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.
Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.
Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.
Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.
Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.
Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.
Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.
Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.
Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?
İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?
Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.
Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"
Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.
Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.
Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.
'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.
Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.
Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.
Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.
Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.
Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.
Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.
Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.
Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?
İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?
Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.
Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"
Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.
Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.
10 Aralık 2018 Pazartesi
Gezi'de neden gaza geldik?
Murat Batmankaya, Küçülteç isimli kitabında, 'musibet' ve 'manipülasyon' arasındaki nüansa dair önemli birşey söyler: "Doğal afette insan ne olup bittiğini bilir; neyin yıkılıp gittiğini, zararları gidermek için nerede, nasıl harekete geçeceğini bilir. Ama bir spekülasyonda kimse ne olup bittiğini kestiremez. Kimse kalkıp da bu işin nedeni kömürdür diyemez; paradır, demir sıkıntısıdır, zahiredir, pamuktur ya da petroldür diyemez. Bu yüzden de kimse felaketin kaynağına el uzatamaz, çünkü kaynak sadece tek bir kişice bilinmektedir; o da kargaşalıkta çıkarını bulmak için sırrını asla açığa vurmayacaktır."
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...