19 Şubat 2021 Cuma

Hz. Osman'a (r.a.) torpil yaptırmak mümkün mü?

Hz. Osman radyallahu anh bizim için herhangi bir siyasi figür müdür? Sahabe yan apartmanda oturanlar kadar haklarında rahat konuşulacak bir sosyoloji midir? Belki ben onları böyle sıradanlaştıramadığım için alınganlaşıyorum. Canım sıkılıyor. Dişim sıkılıyor. Daralıyorum. Ahmed Yıldız ağabeyin önüme düşen 'flood'unu okurken de böyle bir gerilim yaşadım bugün:

"Genişleyen siyasi sınırlar içinde hükümran olma formülünü 'güven' üzerine kuran Hz. Osman, bu sebeple tüm yöneticiliklere akrabalarını atamış, böylece kamu düzenini sağlayabileceğini düşünmüştü. 'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti. Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu. Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır."
 
Bununla övünülmez ya: Ben cahil bir adamım. Bir alanda uzmanlık yapamadım. Belki şimdi 'bu sözleri doğru anlayamadığım' da söylenecek. Kendimi temize çıkarmam. Olabilir. Lakin kalbimin sesini de önemserim. Göğsüm pusulam gibidir. Ve kalbim bu silsilenin bana söylediği şeyden cidden rahatsız oldu. İlk rahatsızlığı şuydu: Bugünün siyasetiyle/saflaşmalarıyla ilgili bir mevzuu götürüp Osman radyallahu anha bağlamakta ne maslahat var? Çünkü, elhamdülillah ki elhamdülillah, mü'min reflekslerimizin böyle yeşermediğini düşünüyorum. Biz hayatta bir yanlışla karşılaşınca onu ta götürüp sahabeye bağlamak arzusu duymayız. Ya? Mümkünse, o çamuru yalar-yutar, üzerimize alır, o pâk eteklere sıçratmayız. Komşum bana ırkçılık yapsa mesela, mevzuu alıp, "Bir keresinde Ebu Zerr radyallahu anh da Bilal-i Habeşî radyallahu anha..." falan filan diye yerde sürüklemem. Onu şununla bağlamam. Zaten ilgisi yoktur ki bağlayayım. Kusur burada durur. Kusur bende durur. Kusur zaten bana/bize yakışır. Onlara değil.

O nedenle 'adam kayırmacılık' üzerinden bugüne söylenecek birşeyin de ta götürülüp Hz. Osman-ı Zinnureyn'e bağlanmasını anlamam. Meleklerin kendisinden hayâ ettiği bir ahlak sahibine böyle şeyleri götürmenin maslahat adına da birşey getireceğini sanmam. Ne getirir peki? Sahabeye tân getirir. Bu konularda kelam etmeye haddi olmayanların çenelerini açar. Cahile cesaret verir. Sanarlar ki: Sahabe de bizim gibi insanlardır. Adam kayırırlar. Kul hakkına girerler. Ahlaksız yönetimler sergilerler. Bir yalanı, hileyi, hatayı 'ahlaksızlığı belirtir bir ısrarla' bütün yönetimleri boyunca tekrarlarlar. Hatta, şianın iddia ettiği şekliyle, Aleyhissalatuvesselamı defnetmeyi unutur da "Başa ben geçmeliyim!" kavgasına tutuşurlar. Hâşâ. Böyle bayağı-denî karakterler değildir onlar. Biliyoruz ki: Bugün sahabeyi böyle anlamayı sevenler genelde ehl-i bid'a ekollerdir. Onların müntesipleridir. Sahabeyi tân etmek denilince onlar akla gelir.

Neden? Çünkü her bid'anın gidip çarptığı duvar 'sahabeye hürmet'tir. Ümmet-i Muhammed'in bu aziz tutumu bid'aların revacını engellediği için, farklı ekollerden de olsalar, sahabeye tân edeni severler. Hepsi aynı kuyuyu kazmaktadır çünkü. Aynı surda delik açmaktadır. Niyetleri ne olursa olsun. Buradan hepsine ekmek çıkar. Bu nedenle Ehl-i Sünnet de sahabe konusunda ayrıca hassastır. Haysiyetlerine ayrıca düşkündür. En küçüğünü olsun korumasız bırakmaz. Dokundurmaz. Bunun en güzel ifadesi de Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyhin "Allah kanlarına ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" tutumudur.
 
Biz ne yapıyoruz? Biz, Allah selamet versin, feraset versin, istikamet versin, pek iyi yapmıyoruz. Ahmed ağabey de iyi yapmıyor. Ki kendisi de biliyordur: Hz. Osman isminde birisi hiç yaşamamış olsaydı, şimdi-şu anda varlığını bütün tarihten çekip çıkarabilseydik, silebilseydik, bu sorunlar yine olacaktı. Devlette de olacaktı. Millette de olacaktı. Bizde/bende de olacaktı. Hiçbir coğrafya/sistem bundan kurtulamayacaktı. Çünkü bunlar fıtratın yaralarıydı. Yukarıdaki arızaları insanlık tarihine Osman radyallahu anh sokmadı. İlk akrabasını vali atayan da o değildi. 'Adam kayırmacılık' denen hâdise Habil ile Kabil kıssası kadar eski bir mesele. Kurcalasanız gider. Hatırlayalım: Yakub aleyhisselamın oğulları onu neyle suçluyorlardı? Yusuf aleyhisselamı kayırmakla değil mi? Dolayısıyla, haklı-haksız, belirtileri/dedikodusu tarihin her köşesinde görülen kronik hastalıklar için sahabeye müracaatın ne manası var? Ne şifa umulur bu tândan?
 
Kusura illa bidayet inşa edilecekse, ihtiyaçsa(!), Allah'tan 'başkasının değil kardeşinin nübüvvetini dilediği için' Musa aleyhisselam da suçlanabilir. Hâşâ. Veya ehl-i beyte mevedded bahsinde "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır!" dediği için Aleyhissalatuvesselama da çamur atılabilir. "O ehl-i beytini kayırmasaydı kimse akrabasını kayırmazdı!" falan denebilir. Hâşâ. Cenab-ı Hak böyle bataklıklarda altın aramaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

Kaldı ki: Osman radyallahu anhın olayı "İlle de Benî Ümeyye olsun ister çamurdan olsun!" üzerinden tanımladığına dair bulgumuz da yok. Eldeki delillerin hepsi onun 'akrabasına iyilik etmeyi sevdiğini' gösteriyor. O kadar. Ki bu tutum cuma hutbelerinden aşinamız ayetin de emridir. Benî Ümeyye asabiyeti değildir. Hamiyet-i diniyedir. Bir de karakteri itibariyle Ömer radyallahu anh gibi sert olmayan yönetimi var. Bunları biliyoruz. Ancak akrabalarını valiliklere atama hususunda yalnız değil ki. Aynı tutumu hilafeti döneminde Hz. Ali radyallahu anhın da gözettiğini birçok kaynak naklediyor. Yani o da tıpkı Hz. Osman gibi akrabalarını vali atıyor. Evet. O zaman belki şunu da düşünmek gerekiyor: "Belki de o şartlarda en hikmetlisi buydu ha?"

Peki bu seçimlerde şer'i şeriften ayrıldığına dair bir delilimiz var mı? Yok. Olsa olsa emîrü'l-mü'minînin iradesine bırakılmış bir alanda seçimini böyle beyan buyurmuştur. Tasarrufunu böyle kullanmıştır. Zaten kendisinin de dönemindeki ifadesi "Böyle yapmakla Allah'ın rızasını aradığı..." yönündedir. Valiliğe atadığı kimseler de alelekser liyakatsiz insanlar değildir. Muaviye radyallahu anh gibi öne çıkan bazılarıysa zaten Ömer radyallahu anhın döneminde de aynı görevlerde bulunmaktadırlar. Yani Benî Ümeyye'nin yönetimde görev alması ilk kez Osman radyallahu anh ile de değildir. Kaldı ki: Benî Ümeyye, hâşâ, bir nasipsizler kervanı, lanetliler kavmi vs. de değildir. Haşimoğullarının amcaoğlu, Kureyş'in asil hanedanlarından, yetenekli-zeki insanlar barındıran bir kavimdir. 'Arabın dehaları' sayıldığında Benî Ümeyye'den birçok kişi listeye girer.

"'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu." Vallahi Hz. Osman kemalinde birisi ne kendisinin ne de atadığı birisinin 'hesap vermeye kapanacağını' rüyasında görmemiştir. Hesap vermeye kapalı iktidarlar varsa bunlar kendilerini 'her anının hesabıyla yaşayan' Osman radyallahu anh ile referanslandıramazlar. Onun merhamet yolunu tutması böyle bir sonuç amaçlamamıştır. Bu sonucun membaının orası olduğu metazoridir.

"Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti." 'Akrabaya veya tanıdığa görev vermek' ile 'liyakatin yok sayılması' arasındaki kaçınılmaz bağı ben göremiyorum. Hatta bu kaçınılmazlık iddiasında bir tür demagoji tadı da alıyorum. Bir insan akrabasından liyakatli bir kimseye sorumluluk veremez mi? (Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Ali radyallahu anha verdiği sorumluluklar az mıdır?) Veya şöyle soralım: Tanıdıkla çalışmanın zorunlu olarak liyakati ötelediği sahih bir yaklaşım mıdır?
 
Bu konulardan fitne çıkması da yeterli delil oluşturmaz. (Fitne Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Usame radyallahu anhı genç yaşında komutan atamasında da kendine yer bulmuştur.) Zira şer'an böyle bir yasağın mevcudiyetini bilmiyoruz. Olsa olsa maslahata göre seçilebilir meşru şıklardan birisidir. Maslahat olur seçilir. Maslahat olmaz seçilmez. Süleyman aleyhisselam gibi evladı olsa hangi baba onu yerine sultan bırakmaz? Bir de aksini düşünelim: Hiçbir akraba-tanıdık çalışmayan yönetimlerde 'keyfilikler, yozlaşmalar, yolsuzluklar, torpiller' yokedilebilmiş midir? Yoksa 'icab-ı idare' her yerde kendisini idare edecek argümanları bulmakta mıdır? Herhalde insanlık bu konuda da yeterince tercübeye sahiptir. Evet. Gruplaşmalar fıtratları meyyal olanlarda yine yeşerir. Velev ki içlerinde hiçbir yakınlık bağı olmasın. Bulurlar. Kurarlar.

"Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu." Yani "Aynı İslam tarihine mi bakıyoruz?" diye bazen şüpheye düşüyorum. Bu yaklaşımla rasat edince sanki İslam tarihi 'hukuksuzluk tarihi' gibi birşey oluyor. Ne kuvvetli bir veda ediliyor! Sanki bundan sonraki asırlar şeriatla/adaletle yönetilmediler. Çağdaşlarına gıpta parmağı ısırtmadılar. Ha, nameşru şeyler hiç olmamış mıdır, olmuştur. Kim sırr-ı imtihanı üzerimizden kaldırabilir? Ahmed ağabeyin hayal ettiği sistem uygulansa acaba bunlardan kurtulunabilecek midir? Bana sorulsa "Mümkün değil!" derim. İnsan varsa imtihan var. İnsan varsa arıza var. İnsan varsa sapma var. Fertlerde varsa toplumlarda-devletlerde de var. Hiçbir rejim, adı-sistemi-işlemi ne olursa olsun, şeytanın aralarına giremeyeceği saflara sahip olamayacak. Çünkü insanlardan kurulu olacak. İnsanlar buna müsait olup yozlaştıracaklar. Bu noktada da, hepsi aynı ümitle dünya sahnesine çıkıp, devireceklerini devirip, aynı inkisar-ı hayalle devrilen ideolojiler (hatta ideolojiler çağı) yeterli bir tecrübeyi ders verir.

"Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır." Ahmed ağabeyin dikkat-i nazarı bir nur talebesine göre çok fazla devlete bakıyor. Halbuki bu rahlenin bize ilk öğrettiği her yaranın başlangıcının bizde olduğu. Ancak biz düzelirsek düzeleceği. Yeni Said en çok bundan eskisine güceniyor. Yani müslüman dünyanın esas problemi siyasal değil takvasaldır. Siyaset dairesi zaten günahsızlık/ismet dairesi değildir. Siyasetçinin ekserce müttaki olamayacağı Ahmed ağabeyin de aşina olduğu bir manadır. Biz kendimizi yıllarca siyasal İslamcılardan bu mihengle ayırdık. Şimdi gözümüz onlar kadar kemali devlette arayacaksa nurcu inceliğimiz-derinliğimiz nerede kalır?

Çok uzattım. Diyeceklerim de kaldı ama hülasa edip fasıl vereyim: Ben Ahmed ağabeyin siyaseti-iktidarı-hükümeti-partileri vs. eleştirmesine karşı değilim. Bunu herkes gibi yapabilir-yapar. Ama Metin ağabeye bir ay kadar önce ettiğim sitemin aynısını ona da ediyorum: Bunu böyle söyleyebilmek gayet mümkünken ta sahabeye kadar gitmeye ne gerek var? Çıkıp dese ki: AK Parti hükümeti atamalarda liyakati değil akrabalığı önemsiyor. Her makama kendi adamlarını getiriyorlar. Bu anlayış yolsuzluğu doğurur vs. Söyleyemez miyiz? Zaten hergün binlerce cümle bu bahiste yazılmıyor mu? Bunu böyle burada bırakarak söylemek mümkünken işi ta Hz. Osman radyallahu anha çıkarmaya ne gerek var? Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin.

Konu hakkında bir ders için: https://www.youtube.com/watch?v=9KskRVIBNrE&t=2s

15 Şubat 2021 Pazartesi

Yalan zinayı nasıl geçebilir ki?

Arkadaşım, bunu da "Allahu'l-a'lem!" tereddüdüyle sar-sarmala, çünkü cidden muhtaç bir tefekkürdür. Kaynağını bilmemekle birlikte Aleyhissalatuvesselam Efendimizin şöyle bir hadisini hep işitirim: Birisi sorar: "Müslüman içki içebilir mi, hırsızlık yapabilir mi, zina edebilir mi?" Herhalde muradı mezkûr günahların 'kişiyi imandan edip-etmeyeceğini' öğrenmektir. Veya kişinin müslümanlığını sevdiği halde 'böyle hatalara düşüp-düşmeyeceğini' sorgulamaktır. Veyahut böylesi günahların 'münafıklığa yorulup-yorulamayacağını' anlamaktır. (En doğrusunu Allah bilir.) Aleyhissalatuvesselam Efendimizin cevapları da sualin böyle anlaşıldığını imâ eder sanki. Çünkü her defasında yanıt olarak "Evet!" der. Yani: Evet. Müslüman, müslüman kaldığı halde, böyle hatalara düşebilir. Nitekim Ehl-i Sünnet olarak biz de, Mutezile'nin rağmına, böyle iman ederiz: "Büyük günahları işlemek kişiyi dinden çıkarmaz!" An şart ki: Günahını helal görmeye. Yanlışının yanlışlığını bile. Yüzü tevbeye baka. Dinin hakikatini incitmeye.

Cevapların 'Evet'liği devam eder ta ki 'yalan'dan soruluncaya kadar. Evet. Ne zaman ki, "Peki yalan söyleyebilir mi?" şekline bürünür sualin sûreti, Aleyhissalatuvesselamın cevabı da değişir o vakit: "Hayır!" der. "Müslüman yalan söylemez." Doğrusu, arkadaşım, bu Asr-ı Saadet sahnesi beni hep düşündürmüştür. Zira ilk sorular içinde 'yedi büyük günah'tan sayılan şeyler de vardır. Onların da dahil olduğu bir ortamda en büyük tepkiyi yalanın alması enteresandır. Hikmetlidir. Düşünülesidir. Çünkü ahirzaman müslümanı olan bizlerin yalansız geçirdiğimiz gün yoktur. (Olanları tenzih ederim. Nefsime baktım. Kendimi yazdım.) Üstelik, yalanın dereceleri bulunmakla birlikte, ilmihalden öğrendiğimiz: Yalan öncekiler kadar büyük bir günah değildir. En azından her yalan değildir. Onun günah olduğunu bilmekle birlikte böyle iman ederiz.

Peki Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ona en büyük tepkiyi neden vermiştir? Mevzuu kafamda çevirirken kendimce bulabildiğim bazı cevaplar var. İşte bu yazıda, eğer becerebilirsem, onları aktarmaya çalışacağım arkadaşım. Sen de baştaki tereddüdü unutmadan hisseni al. Yoksa bırak. Bismillah. Başlıyoruz: 

1) Hani bir tabir vardır: Neyin ölçüsü kaçsa çaresi vardır. Fakat ölçünün ölçüsü kaçarsa çaresi yoktur. Yani hizası bozulmuş şeyleri cetvelle doğrultabilirsin. Ağırlığı karışmış şeyleri tartıyla düzeltebilirsin. Fakat cetvelin-tartın bozulmuşsa hiçbirşeyi düzeltemezsin. Hatta, bırak düzeltmeyi, düzgünü bile dağıtırsın. Bozarsın. Aynen öyle de: Doğruluğu insanın sair günahlarını düzeltebilmesinin yegane aracıdır. Zira insan ancak Rabbine, dinine, nefsine karşı dürüst olursa günahının günahlığını tayin eder. Hatasına hata der. Aksi takdirde avukat gibi nefsini savunur. Günahını unutur. Hatta hatasını da sevap sayar. İşte bu nedenle diyorum ki arkadaşım: Belki de Aleyhissalatuvesselam yalana "Hayır!" derken ölçünün bozulacağı sınırı çizmiştir. Bize mihengi bozmamayı ders vermiştir. Yani burada taviz verildi mi işin ayarı kaçar. Ayarsızlık ayar olur. Daha da insan hiçbir amelini düzeltemez. Zira tevbe edemez. Tevbe, hatasını hakikat gibi savunan İblis'in değil, kabullenen Âdem'in işidir. Bediüzzaman bu sadedde der: "Sıdk, İslâmiyet'in üssü'l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz."

2) Belki de arkadaşım cevap biraz da Asr-ı Saadet'in berraklığıyla ilgilidir. Şöyle ki: Mürşidim yine der: "Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzab'ın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür." Barekallah onlara. Yalanın-doğruluğun arası bu kadar açılmışken, sosyoloji bu kadar berraklaşmışken, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bu berraklığın üstüne tekrar 'yalanın normalleşemeyeceğine' dikkat çekmiş olabilir. Üstelik sahabe İslam'ın tedrisi için referans nesildir. 

Din onların mübarek dillerinden/amellerinden bizim hayatımıza taşınmıştır. (Allah ecriyle mükafatlandırsın.) Öyle bir eşikte Aleyhissalatuvesselamın yalan hususunda büyük günahlardan daha hassas bir tavır sergilemesi, önemsemesi, uyarması şu hikmetten uzak görülmez. Hatta mürşidim de metnin ahirinde der: "Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz." Bu izahın içtihad bahsinde geçtiğini hatırlamak da tefekkürümüze ayrıca yardımcı olabilir arkadaşım. Yani ağzımızdan çıkanlar sahabeninki gibi referans alınmazlar. Referans alınacakların hassasiyetleri de elbette bizimkiyle bir olmaz. Başka yüce olur.

3) Bu da yine mürşidimin metinlerinde dikkat çektiği birşey. Kizb ile küfür arasındaki ilişki. O diyor: "Sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış." Yani, nasıl ki insanoğlu küfrüyle Cenab-ı Hakkın uluhiyyetine-rububiyyetine iftira ediyor, yalancılıkla da kudretine iftira ediyor. Öyle yaratmadığı birşey için 'öyle' diyor. Böyle yaratmadığı birşey için 'böyle' diyor. Halbuki hadise konu olan diğer günahlarda böyle bir mahiyet yok. Yine an şart ki: Haramlıkları helal bilinmeye. Savunulmaya. Eğer savunulur duruma gelirlerse elbette onların da beşerin kemalatına kem tesirleri olur. Eğriyle doğru karışır. Yalanda ise zaten bizzat kastedilen varlık algımızdır. Yalancı hem kendisinin hem çevresinin algısını bozar.

4) Bir de 2. Lem'a'dan beslenen bir tefekkürüm var ki şöyle: Bir günahta yalan o günahın akaide tesir ettiği eşiğe de işaret ediyor gibi. Yine mürşidimin cümlelerine dokunalım: "Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." Yani bir insan günahın günahlığı noktasında dürüstlüğünü koruduğu sürece günahın akaide tesir etmesi zor. Fakat işin içine bir de yalan girdi mi, artık son eşik de aşılmış oluyor, kalenin bendi yıkılıyor. Zarar amelden itikada taşınıyor. Aleyhissalatuvesselam, mezkûr hadis-i şerifte, bu eşiğe de işaret etmiş olabilir. Yalanın geçilmemesi gereken bir hudut olduğuna vurgu yapmış olabilir. Allahu'l-a'lem.

Arkadaşım bunlar benim aklıma gelenlerdi. Elbette hakikat benim gördüğüme de münhasır değildir. Belki de daha nice nice hikmetler bu bahiste saklanmaktadır. Zaten sen Aleyhissalatuvesselamın yüce dersanesinden kalkıp bir psikoloğun tedrisine de otursan aynı nasihati işitirsin: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Dürüstlük olmadan hiçbir yara şifa bulmuyor. Çünkü yaranın yaralığını kabul etmek de, şifa istemek de, hatta canının acıdığını anlamak da hep bir dürüstlük istiyor. Hepsinin çaresi var da yalancılığın çaresi yok. Yönünü kaybetsen pusulayla tekrar bulursun. Pusulayı kaybedince yönünü neyle bulursun? Ne diyelim: Cenab-ı Hak sırat-ı müstakimini kaybettirmesin. Âmin.

12 Şubat 2021 Cuma

Rabbine inanır da Allah'ı nasıl inkar eder?

Arkadaşım, bunu da 'acaba' avucunda tut, çünkü bir ihtimaldir. Zaten 'çünkü'ler hep ihtimaldir. "Allahu'l-a'lem!" demeden hakikat sahasına giremezler. Özetiyse şöyle: Kehf sûresinde iki arkadaştan birisi diğerine, kısa bir mealiyle, şöyle diyor: "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum." Bahtiyar olanıysa uyarıyor: "Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" Öncesini-sonrasını da konuşacağız fakat, arkadaşım, burada dikkatime evveliyetle şu ilginçlik çarpıyor: İlk konuşan Allah'ı inkâr etmiyor ki alttaki ona "Allah'ı inkar mı ettin?" diye tepki göstersin. Hatta dikkat edersen aslında şöyle diyor o: "Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem..." Yani Rabbinden haberli gibi. "Yoktur. İnanmam. Olamaz..." falan demedi. İlhada girmedi. Peki ayet-i kerime mezkûr diyaloğu bize neden bu şekilde aktardı?

Mürşidimin 'Allah' isminin içeriğine dair hatırlattığı bazı şeyler var ki, arkadaşım, bence okumanın tam zamanıdır onları şimdi. Diyor ki Mesnevî-i Nuriye'sinde: "Bütün Esmâ-i Hüsnâ'nın ifâde ettiği mânâlar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan Allah bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünkü sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bilmutabakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemâliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, ulûhiyet ünvanı sıfât-ı kemâliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan Allah'ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor."

Anladığımca izaha çalışırsam şunları söylenebilirim belki: Cenab-ı Hakkın 'Allah' ismi doğrudan Onun 'uluhiyyetini/ilahlığını' kastettiğinden, yani manaca buna işaret ettiğinden, 'Allah olmanın gereği' her ne sıfat varsa kastının içindedir. Mahiyetçe onları da içerir. Diğer isimlerse kendi kastettikleri manalarca Allah'a işaret ederler. Bir/birkaç yönünü gösterirler. Çok kusurlu bir temsille açmayı denersem: İyi bir ressamı tarif ederken "Renkleri çok iyi seçiyor!" demekle de haklıyımdır, yani onu tarif etmiş olurum, "Ayrıntıları iyi yakalıyor!" demekle de. Yahut: "Fırçayı iyi kullanıyor!" demekle de isabet ederim hem. Hem "Gölgeleri iyi yansıtıyor!" demekle de. Daha bunlar gibi pekçok altbaşlıkla ressamın yeteneklerine işaret edebilirim. Hepsi de onu hakikaten tarif eder. Lakin "O çok iyi bir ressam!" dediğimde bütün bu altbaşlıklar ister istemez içine girer. Akıllara gelir. Çünkü bunlar ressamlığın gereğidir.

La teşbih. Allah'a 'Allah' demek de böyledir arkadaşım. Diğer bütün Esmaü'l-Hüsna ve Sıfat-ı İlahiyye Cenab-ı Hakkın Zat-ı Akdesine işaret eden şu Lafza-i Celal'in gölgesinde, zımnında, içerisinde saklıdır. Yahut renklerine girerler. (Tek bir beyaz ışığın yedi rengi bağrında taşıması gibi.) Hatta mürşidim mezkûr bahsin devamında mevzuu biraz daha detaylandırır: "Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binaenaleyh 'Lâ ilâhe illâllah' kelâmı, Esmâ-i Hüsnâ'nın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: 'Lâ hâlıka illâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, lâ kayyûme illâllah' gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor."

O halde diyebiliriz ki: Arkadaşına "Allah'ı inkar mı ettin?" diye soran bahtiyarın, tıpkı Bediüzzaman gibi, Lafza-i Celal üzerinden yaptığı bir 'hatırlatma' vardır. Nedir? Rabbini bilene dahi bazen Allah'ı hatırlatmak gerekir. Fakat şu hakikati kavramak için kıssanın öncesine-sonrasına da bir parça uzanmamız lazım. Diyanet Vakfı'nın meal çalışmasından takip edelim: 

"Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: 'Ben, servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.' (Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: 'Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.'"

Görüldüğü üzere bu arkadaş, zâhirde Rabbini inkar etmese bile, içinde bir yerlerde sarsıntılar yaşamış. Nasıl sarsıntılar? Günümüz kelimelerine taşırsak şöyle diyebiliriz: Bu arkadaş 'mekanik dünya görüşü' bağlamında itikadını törpülemeye başlamış. Hatta epey yol da almış. Fiilî duasının, yani bağına verdiği ermeğin, düzenli şekilde karşılığını almasından ötürü Allah'la ilişkisinde 'niyaz'dan 'iddia'ya sapar olmuş. Evet. Dikkat edin: Arkadaşına karşı tavrında kibrin izleri görülürken Rabbine karşı tavrında da ucbun izleri görünüyor. Kur'an ikisini de nazarımıza veriyor. 'Ucb' nedir peki? Ucb insanın ameliyle iddia sahibi olmasıdır. Akıbetini garantilemiş gibi konuşmasıdır. Yine mürşidimin metinlerine kulak verelim: 

"(...) a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir. Onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir..."

Hülasa: Kehf sûresindeki kıssada aslında psikolojik bir tahlil de var. Âdeta buyruluyor: İnsan dünyayla mekanik bir ilişki kurarsa, yani sebep-sonuç düzenliliğini aşamazsa, Cenab-ı Hakkın yaratışını göremezse, onda bu düzenlilik üzerinden bir kibrin, ucbun ve dolayısıyla 'gizli şirk'in kokusu hissedilmeye başlar. Başarı, zenginlik, güç gibi şeyler acz şuuruyla onarılmazsa sahiplerini dalalete atabilirler. Allahu'l-a'lem. Bu hikmetle belki de bahtiyar arkadaşı dostunu bu şekilde uyarmaktadır: "Arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?" Yani 'Rab' olarak ansan da 'Allah'lığın hakkı olan şekilde Ona inanmayı bıraktın. Marifetini eksilttin. Bazı şeylerde Ona karşı iddia sahibi oldun. Halbuki yaratılışın sadece bu bağ ile hukukundan ibaret değildir. Bu noktaya gelmek için öyle aşamalardan geçtin ki, haberin bile olmadı, kudretin de yetmezdi. Toprak, nutfe, adamlık... Hangisinde senin emeğin var? Onları aklına getir de bu sahte iddiadan vazgeç. Allah'ın Allah'lığını hatırla!

Devamı şöyle kıssanın: "'Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbirşeyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rabbim bana, bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut suyu dibe çekilir de bir daha arayıp bulamazsın.' Derken serveti kuşatılıp yok edildi. Bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Çardakları yere çökmüştü. 'Ah' diyordu, 'keşke Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!' Allah’tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi kendini de kurtaracak güçte değildi." 

Subhanallah. Enfes. Aslında "Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek bazan gurura ve kibre incirar eder..." bahsine de götürecektim meseleyi. Fakat sözü uzattım. Yormak istemem arkadaşım. Şu kadarcık daha deyip çekileyim. Hem seni bir soru hakkında düşünmeye davet edeyim: Sanayileşmesiyle-mekaniğiyle-dijitaliyle ünlü ahirzamanın aynı zamanda inkarcılığın da zirve yaptığı bir çağ olması tesadüf mü? Belki de dünyayı bu düzeyde sebep-sonuç ilişkilerine boğulu şekilde kavramak, kodlamak, sarınmak nihayetinde bağına güvenen arkadaşın kibrini verdi hepimize. Allah'a karşı iddia sahibi yaptı. Öyle ya: Tuşa bastık mı oluyor. Kartı gösterdik mi alıyor. Gaza bastık mı gidiyor. Ahirzaman insanı artık herşeyi bu düzeyde çözebileceğini sanıyor. Kabul edilen fiilî dualarından kavlî duanın aşıladığı şuuru, belki duanın kendisini de, unutuyor. Susuzluktan endişe etse de Allah'tan bilmiyor. (Nitekim bugün yaşıyoruz.) Dileyelim de o Rahman u Rahîm bağımızı kuru toprağa çevirmesin. Bize bahtiyar arkadaşın uyanıklığını-imanını versin. Âmin. Âmin. Âmin. 

8 Şubat 2021 Pazartesi

Lut'un (a.s.) hanımı acaba nasıl geride kaldı?

Mürşidim Lem'alar'ında tesettürün hikmetini izah ederken sünnete dair de güzel bir tarifte bulunuyor arkadaşım: "Sünnet-i Seniyyedeki edep o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır." Fakat izahı doğuran suali de alıntılamazsam mevzu eksik kalacak. O da şudur: "Allâmü'l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev'i tesettürdür. Mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü'l-Guyûba karşı tesettür olamaz." Kendi cümlelerimle bir parça araya girersem şunları söyleyebilirim: İtirazın özünü şekillendiren şey şu gibi duruyor: "Herşeyi bilen Allah neden birşeyleri ondan gizleyebiliyormuşuz gibi yapmamızı istiyor?" Bediüzzaman'ın cevabı ise şöylesi bir zeminde şekilleniyor: "Onun herşeyi bilmesi herşeyin açığa vurulmasını istediği anlamına gelmez." Yani? Yanisini yine onun beyanından alalım:

"Evvelâ: Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle, nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır."

Yukarıda 'sünnetin tarifi' dedim amma az söyledim. Yapılan aslında şeriatın da tarifidir. Çünkü Ehl-i Sünnetin mizanında 'sünnet' ile 'şeriat' neredeyse birbirinin aynıdır. Zaten o şeriatta her ne varsa sünnete bakan bir tarafı vardır. Emri oradan buyrulmuştur. Dersi orada okutulmuştur. Tâlimi orasıyla yapılmıştır. Bu nedenle 'esmaların hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınma'yı doğrudan götürüp şeriat-ı İslamiyeye de bağlayabiliriz. (Allahu'l-a'lem.) "Dinle öğrendiğimiz budur!" diyebiliriz yani. Hata olmaz. İnşaallah. Bu nedenle kimi müzakere meclislerinde dost nazarları şuraya çekmeye çalışırım: "Esmaü'l-Hüsna tefekkürü fikrimizin bal u şekeridir. Fakat Esma hakkında spekülasyon yapılarak da şeriatla oynanamaz. O güzel isimlerin birbiriyle hukukları ancak şeriatın çerçevesinde anlaşılabilir. Bu nedenle şer'i şerife teslim olmayan Esma tefekküründe sapıtabilir." Nitekim Fâtır sûresinin 5. ayeti de bu hususta tam bir muhtıradır bizlere. 'Allah ile aldatılmaya' karşı uyarır çünkü. 

Ne demektir bu peki? Açalım: İblisler Rabbimizin muazzez marifetini dahi cerbeze malzemesi kılabilirler. Üzerinden operasyon yapabilirler. Bütünü parçaya boğdurabilirler. Vurgularıyla azı çoğa galip edebilirler. Çünkü insan nefsi itibariyle 'acele menfaatçi' manipülasyonlara açıktır. İbn-i Abbas radyallahu anhın tefsiri sadedinde "Allah çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan birşey çıkmaz..." gibi telkinlerle şeytanın bunu yapmaya çalışacağını söylemesi manidardır. Yani bu algı mühendisliğinin şeytanlar için en kullanışlı zemini o Rahman'ın rahmetidir. İblisler o engin rahmete güvendirerek ellerimizi takva kulplarından gevşetmeye çalışırlar. (Allah saklasın.)

Bu vartada bütünü hatırlatacak olan şeriattır. Fıkıhtır. Akidedir. Seleften gelen bilgidir. Bir insan bunlarla gelen emirlere tam teslim olmazsa Esma tefekkürü yaptığını sanarak da yoldan çıkabilir. Zira onların hudutlarında gözetmesi gereken dengeyi kestiremez. Birinin iklimiyle diğerinin bölgesine girer. Birinin hükmüyle diğerini cerhe çalışır. Birinin mihengiyle diğerinin mizanına sataşır. İstifade için girdiği yolda, Allah muhafaza, şeytanların eğlencesi olur. Aman, aman, aman! Evet. Hem İmam-ı Malik rahmetullahi aleyhe hem de İmam-ı Rabbanî kuddisesirruha atfen işittiğim "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." sözünün hikmeti de buradan parlar. Elhamdülillah. Yani ki her türlü marifetin hudutları şeriattadır. Şeriatın emirlerini hudut tanımayan tefekkürden korkulur.

Bidayetteki mevzudan uzaklaştık. Geri dönmemiz zor olacak. Hiç denemeyeceğim. İlgilenenler metnin tamamını internetten bulup okuyabilirler. Şu kadar ilave konuşup bitireceğim: Bediüzzaman'ın cevapladığı sualde nasıl ki Allah'ın es-Settar ism-i şerifinin tezahürleri el-Alîm isminin gereklerine-marifetine boğdurulmak isteniyor; aynen öyle de; günümüzde de Batı mürekkebi yalamış bazı dudaklar, benzer demagojilerle, aynı şeye teşebbüs ediyorlar. Şeriatın ayarlarıyla oynamak arzuluyorlar. Hepsi İslam'ın bir cüzü olan, ama ahirzamanın hastalıklı bünyesi kaldırmayan, haramları/helalleri (n)isyan çukurlarına gömmek arzuluyorlar. Hatta bazısı işi öyle azdırdı ki: LGBT ile canım-cicim hallerinden dolayı neredeyse nonoşluğu İslamlaştırıyorlar. Meşrulaştırıyorlar. Dinin içine monte ediyorlar. 

Fesubhanallah! İnsan cehennemi "Gel! Gel!" diye çağırır mı? Sağken şahidi olduk. Lut aleyhisselamın geride kalan hanımı Kur'an'da boşuna anılmamış. Sahi. Onu da gördük. Şimdi mütesettir hanımları bırakıyoruz arkalarda. Böylelerin Esma-Allah tefekkürlerine elbette güvenilmez arkadaşım. Zira Allah'ın Esma'sı ile şeriatının dışına çıkılmaz. Çıkılamaz. Esma'yı bu yolda istimal eden şeytandır. Fâtır sûresinin ihtarı herdem kulaklarımıza küpe, inşaallah.

7 Şubat 2021 Pazar

Deistler ahirzaman bedevileridir

Meşhur bir sahnedir. Bilirsiniz. Torunlarına gösterdiği ilgiye hayret ederek "Siz çocukları öpüyor musunuz? Biz çocuklarımızı öpmeyiz!" diyen bedeviye, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâlâ kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim?" 

Barekallah. Hak Subhanehu bu sahneyi bize taşıyan o salihlerden de razı olsun. Katından büyük ecirlerle mükâfatlandırsın. Çünkü her ne hayra eriştiysek evvelimizin şu türden şefkatleri sayesinde eriştik. Onlar, Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayat sahnelerini kristal taşır gibi hassasiyetlerle nesilden nesile aktararak, sonraki hidayet arayan gözleri öpmüş oldular. Şefkatin en hasını gösterdiler. Yetim avuçlarımıza elmaslar sıkıştırdılar. Bugün biz de o salihlerin şefkati sayesinde bu sahnelerden dersimizi alabiliyoruz. İstifade edebiliyoruz. Elhamdülillah.

Fakat arkadaşım başlarken belirtmeliyim: Bu yazıda mevzuun çocuklara bakan yönünü konuşmayacağım. Ya? Deistlere bakan tarafı hakkında kelam etmeye gayret edeceğim. "Nasıl olur?" diyerek itiraz parmağını uzatma sakın. Sabredersen hisseni alacaksın. Sahiden Efendimiz aleyhissalatuvesselam bu kıssada deistlerden de bahsediyor. Dikkatle baktığında farkedeceksin: Çocuklarla ilgilenmeyi 'büyüklüğün şanına yakışmaz' sanan bedevinin de, mahlukatına vahiy göndermesinin Allah'ın 'azametine yakışmayacağını' sanan deistin de düştükleri çukur aynı. Ki ikisinin de yanlışını, yani ilah tasavvurlarındaki arızayı, mürşidim şöyle belirtiyor: "Sual: Cenab-ı Hakkın cüz'iyat ve hasis emirler ile iştigali azametine münafidir. el-Cevap: O iştigal azametine münafi değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur." 

Peki şu hatanın suyu nereden kaynamaktadır? el-Cevap: İnsanın kendi 'sınırlı büyüklük' algısıyla 'sonsuz büyüklük' arasındaki nüansı görememesinden. Nihayetsiz kemal sahibi Allah'ın azameti ile beşer hiyerarşisindeki sahte heybetlerin farkını sezememesinden. Yani insaniyetin büyüklüğünde mecbur olduğu şeylere Allah'ın da azametinde mecbur olduğunu sanmaktan. Evet. Hatanın özü budur. Halbuki arkadaşım her ismi/sıfatı sonsuz olan Kadîr-i Mutlak'ı kim/neye mecbur edebilir? Kim/neyle esir alabilir? Hâşâ. Böyle birşeyden sözedilemez. Hakkında böyle şeylerden sözedilebilen 'ilah' olamaz. Şu da var ki: Cenab-ı Hak elbette insanlığa, marifetine erişebilmesi için, bazı aynacıklar vermiştir. Ölçücükler koymuştur. Mizancıklar bağışlamıştır. Lakin bunların hiçbirisi Zatını sınırlamak için değildir. Kalıplamak için değildir. Sıkıştırmak için değildir. Dolayısıyla insan kendi sınırlı büyüklük algısına takılarak Rabb-i Zülkemal'ini de sınırlayamaz. Yaratılışın hiçbir kısmını tasarrufundan, tecellisinden, ilgisinden uzakta göremez. Hadsizliktir bu.

Şuna da mürşidim burada dokunur: "Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, herşeyin; küçük olsun, büyük olsun; yüksek olsun, alçak olsun; taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu'dun varsa da Onun senden bu'du yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti vücudunun hakaretini istilzam etmez." Veya şurada işaret eder: "Kader herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki: Dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir." Veyahut şurada dikkat parmağını basar: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." 

Risalelerin neresine tasını daldırsan şu kevserin suyundan alırsın: Biz, Cenab-ı Hakkı bağışladığı küçücük mizanlarla anlamaya çalışırız, fakat onlara sıkışmaktan da tenzih ederiz. O 'onlarla esir alınmaktan' yücedir. O 'o kadarcık' olmaktan beridir. Subhanallah. Bir ressam da bazen resmedebilmek için manzaradan parmağıyla ölçü alır da "Dağ parmağım kadardır!" diyemez. Derse de halteder. Herkesi kendine güldürür. İşte deistin durumu da böyledir.

Deist insanî sınırlılıklardan kaynaklanan ilgisizlikleri Allah'a da maleder. Sözgelimi: Bir reis-i cumhurun herhangi bir mahalle muhtarının uğraştığı işlerle uğraşması beklenemez. Yine elbette generalin kafasında onbaşının nöbet listesi yoktur. İnsanlar makamlarında azamet kazandıkça sınırlılıklarından ötürü meşguliyetlerini azaltmak zorunda kalırlar. Her işe bakamadıklarından ilgilerinde seçmece yaparlar. Bazılarını başkalarına bırakırlar. Cüziyatı omuzlarından atarlar. Fakat herşeyin başında hazır-nazır, gücü herşeye yeten, herşey ilminde mevcud olan bir Alîm-i Hakîm-i Kadîr insan gibi aciziyetlere maruz değildir ki, böyle ilgisizliklere mecbur kalsın. O,  dünyayı güneşin etrafında nasıl çevirirse, protonun etrafında elektronu öylece çevirir. Bir işi bir işine mâni olmaz. Birisi diğerini gölgelemez. Dikkatten kaçırmaz. Hâşâ. Allah bundan yücedir.

 Dolayısıyla şu ahirzaman bedeviliğinden de kurtulmak lazım. Yani deistlikten. Çünkü bunlar da başlarken andığımız bedevinin düştüğü hataya düşüyorlar. Büyüklüğün 'küçüklerle ilgilenmemekte saklı olduğunu' sanıyorlar. Halbuki büyüklüğün bir mizanı da merhamettir. Yani merhamet büyüklükte bir kemaldir. Evet. Merhametsiz büyüklük kibirdir. Merhamet öyle birşeydir ki: En büyüğü en küçüğe ilgili kılar. Bilhassa onunla meşgul eder. Çünkü küçüğün imdada ihtiyacı büyükten fazladır. Bediüzzaman'ın "Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış!" derken uyardığı da budur. Allah'ın bizi yaratışı da rahmetinin bir eseridir. 

Böylesi bir rahmet hidayetini bulmakta hayrete düşmüş şaşkınları muztar durumda bırakır mı? Bir anne düşün ki arkadaşım binbir özenle büyütür çocuğunu. Sonra aynı anne uçurum kenarında umursamamazlık eder mi? Peki cümle annelerin şefkati toplansa rahmet okyanusunun damlası etmeyen o Rahman u Rahîm bizi nasıl nebisiz-şeriatsız bırakır? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. Biz ahmak değiliz. Hiç değiliz. Bu nedenle deistlerin imâ ettiği ilgisizlikten Rabbimizi tenzih ederiz.

4 Şubat 2021 Perşembe

Sana nasıl soracaklardı ki doğmamışken?

"Allah yaratırken bana mı sordu?" veya "Bana mı sordunuz doğururken?" gibi cümleleri isyankâr bünyelerden sıkça duyarız. Kurulduğu mantık açısından bu tür sorular bana hep 'bozuk' gelir. Neden? Çünkü sual edilenin sualden önce varolması gerekir. Yani 'varolmak isteyip-istemediği' sorulacakların bu soruya bir cevap verebilmeleri 'varolmalarıyla' mümkündür. Dolayısıyla argüman paradoks içerir. Yokun sorgulanması mümkün olmayacağından cevap sahibi ister-istemez varolacaktır. Soru istiyorsa cevabı kaçınılmazdır: "Varolacaksın!" 

Olup-olmayacağını yokluktan cevaplamayaz. Karışamaz. Hoş: Standart bir müslüman için Cenab-ı Hak zaten yegane mülk sahibidir. Ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Yokun da sahibi Odur. Varın da sahibi Odur. Yaratılanın yaratmaya dahli yoktur. Zira yaratılan yaratmanın yokundadır. Öncesindedir. Evvelindedir. Üstelik elinden yaratmak da gelmemektedir. Elinden yaratmak gelmeyenin yaratılışı horgörmesi bir çizgifilm karakterinin çizerini sorgulamasına benzer: "Beni çizerken bana mı sordun?" Hayır. Elbette sormadı. Bu nasıl olacaktı ki?

Bizi böylesi kafa karışıklıklarına itenin iradenin gizemli varlığı olduğunu düşünüyorum. İrade varoluşta kendisine bırakılmış payı seziyor. Kararlar veriyor. Seçimler yapıyor. İmtihan bunun üzerine zaten. Fakat payın niteliğine dair yargısında her zaman isabet edemiyor. Ona bırakılmış pay bir 'yaratış' mıdır? Bazı istediklerinin, eylediklerinin veya hırsettiklerinin cevabını hemen alıyor çünkü. Elmayı ısırdığında tadı diline yayılmakta pek direnmiyor mesela. Babasının kucağında onu istediği yere sürükleyen bir bebek gibi şaşırıyor bu duruma: "Yoksa emirlerimi yerine getirmeye mecbur mu?" Babanın elbette böyle bir zorunluluğu yok. Varlığın da öyle. Çünkü bir bebeğin, eğer mantık sahibi olup da düşünebilse, ebeveyni böyle davranmaya mecbur edecek ilmi-iradesi-kuvveti yok. Ya? Ebeveynde bir şefkat var. Rabb-i Rahîm'imizde sonsuz bir rahmet var. Onlara dokunan yaralarımız,  dilemekle-çabalayışla-duayla asla gerçekleşmeyecek şeyleri, bir dileyişle-çabalayışla-duayla varolabilir kılıyor.

İradenin asıl mahiyetine uyanması için yapması gereken belli: Kapıldığı yargıların genelgeçerliğini sorgulamalı. Sözgelimi: Havaya attığı her taş yere düşen birisi, "Bunu hava aşağı doğru itiyor!" diye bir teori geliştirirse, sınama imkanı şudur: Havasız ortamda da aşağı düşüp düşmediğine bakmalıdır. Eğer yine de düşüyorsa belli ki bu iş havanın itmesinden değildir. Bizim de 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki farkı derkimiz böylesi bir tecrübeyle mümkündür. Her dilediğimizi yaratabiliyor muyuz? Bunun böyle olmadığını gayet iyi biliyoruz. Hatta emek sarfettiklerimizin bile pek azının elimize geçtiğine şahidiz. Öyleyse iradenin amelle arasına koyması gereken ayraç kendini göstermiştir: "Ben diliyorum ama yaratan başkası galiba?" Kaynağını bilmemekle beraber, İmam Ali rahmetullahi aleyhe atfen işittiğim, "Allah'ın Allah olduğunu gerçekleşmeyen isteklerimden öğrendim!" sözü hikmetini bu pencereden nazara verir. Her dilediği gerçekleşen insan Rabbiyle arasına acizlik çizgisini çekemez. Yani Üveys-i Karanî Hazretlerinin münacaatında pek güzel dilegetirdiği o hakikatleri diyemez.

Üstelik 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki kudret pergelini kapayamadığımız gibi 'ilim' pergelini de kapayamıyoruz. Nasıl? Şu an size bunları anlatırken parmaklarım klavyenin üzerinde geziniyor. Kainat denilen muazzam düzenliliğin içinde, onun yasalarının herbiriyle istisnasız bağlı olarak, insaniyetimin yasaları çalışıyor. Ben bu yasaların ne kadarına sahibim? Ne kadarını biliyorum? Ne kadarını seçiyorum? Ne kadarının şuurundayım? Evrenin başlangıcından şu ana, yazacağımın fikrimde oluşmasından parmağımdan buraya akışına, geçen süreçlerin ne kadarına hakikaten dahlim var? Bana sorarsanız hiç gibi birşey. Sadece yazacağım şeyi düşünüyorum. Yazmak arzusu duyuyorum. Düşünmek-arzulamak tam olarak nedir bilmeden yapıyorum bunları da. Parmaklarımdan buraya akması bitene kadar da kaç kasın nasıl incelikli/sistemli hareketler yapması gerektiğini, değil onları koordine etmekten, bilmekten-kuşatmaktan bile acizim. Araba ehliyetim bile yok ki buna ehliyetli olabileyim.

Yani aslında yazarken de yazmak tastamam nedir bilmeden yapıyorum bunu. Çünkü bilmem gerekmiyor. Yaratan ben olmadığımdan bilişin yükünden de kurtuluyorum. Onu Alîm-i Hakîm'e bırakıyorum. Ben bunu yapabilirim. Çünkü sadece dileyenim. Fakat Cenab-ı Hak bu bilişi kimseye bırakmaz. Çünkü Ondan başka yaratan yoktur. Kendi cehaletimden Ona pay biçemem. Onun ilminden kendime hüner çıkaramam. Bunlardan birincisi 'Subhanallah'ın manasını içerir. İkincisi 'Elhamdülillah'ın hikmetini anlatır. Üstelik tefekkür sürecim de bana bu bilişi bağışlayamaz. Çünkü Cenab-ı Hak kısıtlı tasavvurumdan da yücedir. İşte 'Allahu Ekber'i de buraya koyabilirsin.

Peki bunca cüziyeti içinde 'irade' neden var? Zorluk burada sanırım. Galiba insanlığın hikâyesinde asıl kaygı noktası 'varoluşun' değil de 'hürriyetin.' Yani başlarken alıntıladığımız suallerin doğrusu şu şekilde olabilir: "Beni O varettiyse neden hürriyet verdi?" Bu cidden önemli bir sorudur. Öyle ya: Taş gibi, ağaç gibi, melek gibi vs. 'hürriyetsiz' neden varolmadık? Neden seçimler yapabiliyoruz? Yahut da şöyle söyleyelim: Hürriyetimizin neden karanlık bir tarafı da var? Neden biz, bizimle birlikte herşeyi yaratan O olduğu halde, emrinden çıkabiliyoruz? İsyan edebiliyoruz? 'Zalûm' ve 'cehûl' olabiliyoruz? Yani karanlık tarafa geçebiliyoruz? Bu nasıl oluyor? Hem neden?

'Nasıl olduğuna' dair bir bilgim yok arkadaşım. Bu konuda mürşidimden ziyade söz diyemeyeceğim. O Kader Risalesi'nde söylüyor ki: "Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. (...) Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz onun ademine delâlet etmez..."  Yani Hakkın adaleti iradenin varlığını iktiza eder. Çünkü kâfirleri-zalimleri cehenneme atacağını buyuruyor. Halbuki seçme şansı vermediğinde bu şekilde yargılaması-cezalandırması adaletsizlik olurdu. Çünkü başka yapmak ihtimali ellerinden alınmış sayılırdı. Hem iradenin yapısını çözemiyor oluşumuz da olmamasını gerektirecek bir zorunluluk değildir. Bilmemekler olmamayı gerektirmez.

"Neden?" sorusuna cevabım ise yine aynı paragraftaki soruda gizli. Sen bunu da "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla işitiver. Yani: Belki bu işte sınanan sadece insan değildir. Belki de sınanan bizzat 'hürriyet'tir. Yahut da onu şöyle söylemeli: Beşer hürriyetin itiraf etmesi gereken bir acizliğin vasıtası olmuştur. "Allah hidayet etmezse hürriyet erişemez." Cenab-ı Hakkın hidayetine isabet etmediğinde hürriyet de haklı değildir. Doğru değildir. Arkadaşım, inşaallah onlardan oluruz, hidayete erenler bu hakikati bir yanıyla isbat ediyorlar; inşaallah onlardan sayılmayız, karanlığı seçenlerden bunun diğer yanını gösteriyorlar. Nihayetinde hürriyet dağları korkutacak bir yük görünüyor. O Rahman u Rahîm aciz omuzlarımıza acısın da tevfikini refikimiz eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

3 Şubat 2021 Çarşamba

Hamların şifası sorumluluktur

Bunu bana ilk düşündüren İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh idi arkadaşım. Mektubat'ını okurken 'Allahu Ekber'e verdiği manayı görünce derkettim: Yalnız 'Subhanallah'ta değil 'Elhamdülillah'ta ve 'Allahu Ekber'de de birer tenzih manası var. Yahut da şöyle söylemeli: Şu türden elfaz-ı mübarekenin herbirinde 'tenzihe bakar bir yüz' bulunuyor. Yani nasıl ki 'Subhanallah' Hakkı cümle kusurlardan beri gördüğümüzün ilanı oluyor; aynen öyle de; 'Elhamdülillah' da Onu bir şekilde takdis ediyor; 'Allahu Ekber' de birçok açıyla münezzehiyetine vurgu içeriyor. Peki bu nasıl oluyor? İşte onu söylemezden evvel Mektubat-ı Rabbanî'nin mübarek sayfalarına bir dokunalım. 303. Mektup'ta müezzin Hâce Yusuf'a yazılmış satırları okuyalım. Orada, ezandaki kelimelerin manalarını anlatırken, diyor ki Hazret-i İmam: "Allahu Ekber: Ona layık bir ibadeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibadetinin Ona layık/yakışır olmasından çok büyüktür O." 

Fakat, arkadaşım, bunu ezanın ahirindeki 'Allahu Ekber'i izah sadedinde söyledi. Başındaki 'Allahu Ekber'i açıklarkense şöyle diyor: "Allah kullarının ibadetlerine muhtaç olmaktan da büyüktür. Bu mühim manayı zihinlerde yerleştirmek için şu kelime dört kere söylenir." İşte ben de, bu ikili anlamlandırmanın balı damağıma değince, namazlarımıza kadar uzandım. Rükünleri eda ederken de, biri başta diğeri sonda, iki kez 'Allahu Ekber' dediğimizi hatırladım. "Acaba şunların da bu hikmetten bir hissesi var mıdır?" diye tefekküre başladım. Kalbimde bir itminan hasıl oldu. "Olabilir!" gördüm. Gördüğümün özetiyse şudur:

Giderken söylediğimiz tekbirler ezanın ilk tekbirlerine kardeş olabilir. Ayrılırken zikrettiğimiz 'Allahu Ekber'lerse ahirdekilerin sırrına erebilir. Yani biz de secdeye/rükuya giderken tekbirimiz içinde 'Hakkın şu ibadetimize muhtaçlıktan yüce oluşunu' ilan ediyor olabiliriz. (Maşaallah.) Ayrılırken zikrimizle de 'Ona layıkınca ibadet etmekten uzak olduğumuzu' beyanlandırabiliriz. (İnşaallah.) Tevfik ise hep Allah'tandır.

Bu beyanda iki mertebeli bir tenzih vardır. Birincisi: Kul, ibadete muvaffakiyetinde de bir bahşa uğradığını, bahşetmediğini, bahşedenin yalnız Allah olduğunu hatırda tutar. Onu böylesi bir muhtaçlıktan tenzih eder. Bediüzzaman Hazretlerinin "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbirşeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın..." demekle ifade ettiği sırrı kavrar. (Kavramasa bile 'vakti ölçtüğünü bilmeyen saat gibi' hikmetini eda eder.) İkincisi: Nasib edilen taatın Cenab-ı Hakkın mahlukatı üzerindeki hakkını ödemekten, yani Onu hakkıyla övmekten, zikretmekten, senadan uzak olduğunu kabul ederek Rabb-i Rahîm'ini ikinci kez tenzih eder. Bu ikinci tenzih de aynen birincisi gibi cana şifa olur. Çünkü Cenab-ı Hak tenzih eden kul aynı ameli içinde kibrine-ucbuna karşı da şifa bulur. Ne alan el olduğunu unutur ne de aldığının kıymetini bildiği sanrısına/sıtmasına tutulur. İlk tenzih 'muvaffak olunacak'a dairdir. İkinci tenzih 'muvaffak olunmuşa' dairdir. Allah hem 'e-bilecek' olduğumuza muhtaç olmaktan hem de 'e-bildiğimiz' ibadete layık olmaktan münezzehtir. İki türlü de seviyemiz kemalinin nice nice aşağısındadır.

Mevzuun 'Elhamdülillah' kısmına gelirsem de derim ki arkadaşım: Yine mürşidimin ifadesiyle: "Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur, Ona aittir..." tefsiri saklıdır 'Elhamdülillah'ta. Bunda da Cenab-ı Hakkı 'başkasına medar-ı hamd yaratıcılıklar bırakmaktan' takdis etme vardır. Yani bizim Rabbimiz öyle bir Allah'tır ki: Başkasına hakiki bir övgü bırakmaktan da mukaddestir. Çünkü kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. Başkası birşey yaratamaz ki övgüsü ona gitsin. Bu zımmen de olsa tevhidin ilanıdır. Tevhidin ilanında "Allah'tan başka ilah yoktur!" manası saklı olduğundan elbette bu da birtür tenzihtir. "Uluhiyetinde olduğu gibi Rububiyetinde de şeriki yoktur!" demektir.

Arkadaşım, belki döke-saça anlattım, kafanı da karıştırdım. Kusura bakma. Lakin bu yazıya da muhtaç değilsin ki. Evet. Hem namaz içinde hem namaz tesbihatında şu üç mübareğin kardeşliğini düşünsen nice nimetlere erişebilirsin. Ve diyebilirsin: Cenab-ı Hak hakkında ne öğretse aslında bize şifa oluyor. Marifetinden ne bahşetse gönlümüzü düzeltiyor. Yaralarımızı iyileştiriyor. Çünkü kul kısmı Rabbisini kusurlardan teberri ettiği her yerde kendi kusurlarını derkediyor. Onu suçlamayı bıraktığı her demde kendi sorumluluğunu üstleniyor. Bu sorumluluğu kazanmak insanın hidayetidir. Olgunluğudur. Dua edelim: Sânî-i Hakîm'imiz bizdeki sırrını tamamlasın. Kusursuzluğunu unutturmamakla kusurlarımızı anımsatsın. Âmin. 

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...