5 Nisan 2022 Salı

Allahsız aslında 'Bismillahsız'dır

“Allah’ın 99 ismi vardır. Yüzden bir eksik. Bu isimleri bir kimse ezberlerse Cennet’e girer. O tektir, teki sever.” (Buhârî, De’avât 68)

Mercek ki görmek içindir. Yanlışsa gözü kör eder. Yakını görmeye başkadır. Uzağı görmeye başkadır. Hipermetrop gözlüğüyle uzak bakılmaz. Miyop gözlüğüyle yakın gezilmez. Optiğin bu dersinin nurla ilgili her meselemize tuttuğu bir ışık var. Madem hidayet de bir nurdur. Yani: İrade duasından sonra el-Hâdî'nin kalbimizde yaktığı ziyadır. O halde onda da 'hangi merceğin takılı olduğuna' dikkat edilecek. Yanlışı olursa her manzara çaresiz kalır. Peki, maddiyatın mercekleri bellidir de, maneviyatın mercekleri nelerdir? İşte onları ben iki kısma ayırıyorum arkadaşım: 

Bu merceklerin bir kısmı insandadır-insandandır. Dürbünün şu ucu ta kalbimize sokulur. 'Ben'e dokunur. Neredeyse ondan yapılır. Yani: İçimizin ayarları bozulursa dış algımızı da bozar. Karamsar için dünya karanlıktan ibarettir. Ruhuna güneşin sızmasına izin vermez gözlükleri. Sadece bugünden değil geçmişten ve gelecekten de. Suizan da vardır her karamsarlığın içinde. Yaratılana karşı bir suizan. Yaradana karşı bir suizan. Yaratışına dair bir suizan. Zaten salt 'şimdinin kötülüğü' değildir karamsarı karamsar yapan. Bedbinliğin esas kuvveti mâziye-âtiye uzanan kollarıdır. Karamsar sırf şimdiyi kötü bulduğu için geçmişe-geleceğe iftira etmez. Geçmişe-geleceğe suizan beslediği için de şimdiye iftira eder. Suizan ettiği esasında Allah'tır.

Allahsız 'Allahsız' değil Allahlı 'Allah düşmanı'dır. Kendisine Allah olacak yer bırakmadığı için Allah'a husumet eden bir Allahlıdır Allahsız. Yani: Allah'ı anlaması için verilmiş 'ene'yi hakikatte Allah olmadığına ikna edemediğinden Allah'ın tek olmasını haksızlık sayar. Ona (hâşâ) bir gâsıp gözüyle bakar. Ben derim ki arkadaşım: Ene Risalesi'nde özetlendiği gibidir mesele. Bizdeki rububiyet 'mevhum'dur. Meridyenler gibi 'olmadığı halde var farzedilen'dir. Bu farzediş elbette bir ölçüm-kıyas kolaylığı sağlar. (Bilmek de zaten buradan doğar.) Hakikatteyse kainat iki sonsuzluğu birden kaldırmaz. Sonsuzluğun şanında tek olmak vardır. Sonsuzluğun  başka bir sonsuza sonlandırılması mantıksızdır. Birşey ya sonsuzdur yahut da sonlu.

'Benim, ben yaptım, benim gücüm...' gibi kullanımlarımız 'aslını tanıtması gereken taklitler'dir en özünde. Tanıtmadıkları anda aslın da hasmı olmaya başlarlar. Gökleri, yeri, dağları yüklenmekten korkutan budur. Bu ikinci ihtimaldir. Emaneti sahiplik sanmak tehlikesidir. Kılavuzun yolu kaybetmesidir. Hatta menzili bizzat kendisi sanmasıdır. Kervanını ekseninde döndürüp maksuddan etmesidir. Sana bu dozer yolu açman için verilmiştir. Keyfolsun diye yol yıkarsan kapatan sen olursun.

Dürbünü çevirmek fonksiyonunu da çeviriyor. Yakınlaştıracak uzaklaştırıyor. Allahsız da, eğer kendisini 'Allahsız' diye tarif ediyorsa, yokluğu değil 'uzaklığı' kastediyordur ancak. Hatta giderek uzaklaşmayı. Marifetini düşüncesinden-dünyasından itişini. ("Bundan böyle evsizler gibi yaşayacağım!" diyen adam evleri yokedebiliyor mu?) Bu âlemi artık Allahsız okumaya-yaşamaya-tanımaya çalışacağını anlatmak istiyordur. Yani bizim 'Bismillah' ile kastettiğimizin tersine niyet ediyordur. Evet. Demek Allahsız aslında 'Allahsız' değil de 'Bismillahsız'dır. Allah'ın güzel adıyla-marifetiyle bakmamaya niyet etmiştir. Allahsızlığı gözlüğü kılmıştır. Nazar seçmiştir. Gayesinden dolayı görüşünü öyle tarif eder. Hakikati değil 'arayış niyetini' açık eder.

"Gözlem kuram yüklüdür!" der bilim felsefecileri. Allahsızların da kurguladıkları karanlık gözlemlerine tesir etmeye başlar. Gayrı kendilerinin istediği gibi olmayan herşeyden bir (hâşâ) 'Allah hatası' çıkarılabilir. Madem ki rububiyet hakkı ellerinden alınmıştır. Şeker gösterilmiş ama verilmemiştir. Dedikleri gibi olmamaktadır işler madem. O halde onlar da şekeri sulfato sayarlar. Uzanamadıkları ciğere mındar derler. Kavuşamadıkları üzüme 'ekşi' diye kızarlar. Varlıkla münasebetleri bu şekilde olduğundan içlerinde biteviye bir düşmanlık büyür. Bu düşmanlık ta inkâra dayanır. Güzele küsen yüzüne kezzap atamazsa güzelliğini inkâr eder. Dokunulamayana düşmanlık inkârla olur çünkü. İnkâr kindarlığın savunma sanatıdır.

Durun. Mercekle iş bitmiyor. Dürbünün iki ucu var. İçinizdeki düzelttiğinizde işin büyük kısmını halledersiniz. Maşaallah. Fakat yetinmemelisiniz. Bir de renkleri öğrenmeye ihtiyacınız var. Doğru ismin gölgesinde doğru tecelliye bakmak var. Mesela: Küçük şeylere bakarken cirmlerine takılmamalısınız. "Allah bunlarla neden uğraşsın ki!" deyip hataya sapmamalısınız. Çünkü o küçücük şeylerde de dönen büyük hikmetler var. Yani orada da Allah büyüklüğünü gösteriyor yine. Lakin üzerine hikmet elbisesini giydiriyor. el-Hakîm merceği olmayan göremez. Belki mahvolur.

Herşeyde Esmaü'l-Hüsna'nın hisseleri var. Kimisi öne çıkıyor. Kimisi arkada kalıyor. Öndekiler-arkadakiler arasında şaşkınlığa düşmemenin anahtarı 'bütün güzel isimlerin sahibi olan'ın yaratışı olduklarını unutmamak. Hemen gözüne çarpmayan isimlerin de müşterisi olmaya devam etmek. Savaşa baktığında mesela, el-Kahhar'ın tasarrufunu görüp, korkuyla ötekilerden baş çevirmemek. Evet. Böyle yaparsan Allahsızların düştüğü tuzağa sen de düşmüş olursun. Varlık hakkında suizan edersin. Halbuki kimbilir Rahman u Rahîm o sahnelerin arkasında-ilerisinde ne güzellikler yeşertiyor. Kendini-görüşünü tenzih etme. Bilakis Allah'ı suizannından tenzih et. Bu tenzihi başarabilmek için de Esmaü'l-Hüsna'nın öğreteceği 'acaba'lara muhtaçsın.

O acabaların birçoğunu Risale-i Nur'da "Nasıl müsaade eder?" diye aratarak bulabiliyorum arkadaşım: "Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü'z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder? (...) Şeytanların ve şerlerin halk ve icâdı, şer değil mi? Çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Alel-ıtlakın cemâl-i rahmeti nasıl müsaade etmiş? (...) Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel'ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?" ve daha niceleri... 

Bu sualler Esma'dandır. Manzaranın bulanıklığını gidermek için merceğin ayarlanmasıdır. Hülasa: Dürbünün iki tarafı var arkadaşım. Bir tarafı içine konulmuş: Ene. Diğer tarafı da vahye serpiştirilmiş: Esma. Bu ikisini birden doğru şekilde ayarlayabilirsen cenneti dünyadayken görebilirsin. Hatta yaşarken cennete girmiş sayılabilirsin. Aleyhissalatuvesselam müjdeyi veriyor. Nail olmak gayretimize bağlı.

3 Nisan 2022 Pazar

Davud'un (a.s.) sesi dağlara ne yapar?

"Öyle ise, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor."

Mürşidim Lemeat'ında diyor ki: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur." Devamında da ekliyor: "Ben de varım derler." Yani ses bir bildirgedir. Her neyden çıkarsa çıksın. Aslında o şeyin bize/herşeye ulaşma çabasıdır. Neden ulaşmaya çalışıyor peki? Çünkü 'kendiliğini' bildirmek istiyor. Allah'ın sanatıyla dolmuş taşmış. Göğsüne bin hikmet konmuş. Halık-ı Kadîr "Ol!" buyurmuş da oldurmuş. Muştu işitmiş çocuk gibi heyecanlanıyor. Depreşiyor. Titreşiyor. Varlık varolduğuna sevinmez mi? Hem de nasıl sevinir. Aklını başından almadan sırrı, haberinin alınmasını arzuluyor, o da.

Nasıl düdüğünden çıkan buhar tencerenin iç basıncını azaltır. Gerilimini düşürür. İnfilak endişesinden uzaklaştırır onu. Şeyler de sanki sesleriyle rahatlıyorlar arkadaşım. Zira 'ifade etmek üzere yaratıldıkları' hakikatin bilgisini böylece paylaşıyorlar. Paylaşmak rahatlatıcıdır. Her kimden-kime olursa olsun. Tencerenden göremezsen pencerenden bilirsin. 'Duyulmak' da 'duymak' kadar ihtiyaçtandır. "Ya ben öleyim mi söylemeyince!" deyu şakıyan Yunus da şunu söylüyor bize. Belki iletkenlik dediğimiz hâdise de bu sırrın fizikteki karşılığından ibarettir. Yani sıcak bile soğurken etrafına 'sıcaklığın nice birşey olduğunu' anlatır. Soğuk bunu öğrenmekle biraz sıcaklanır. Talebeliğini gösterir. Sıcak meramını anlatmak biraz soluklanır. Aslında soğuklanır. Çünkü o da soğuğun talebesidir.

Fakat böyle söylemem garip geldi sana şimdi. O seslerin çoğunu anlamıyorsun çünkü. "Bu nasıl konuşmak?" diye soruyorsun belki. Arkadaşım, derim ki, diller Allah'ın ayetleridir. Hayat bizim hayatımıza, varlık bizim varlığımıza, mekan bizim mekanımıza sınırlı olmadığı gibi lisan da bizim lisanımıza münhasır değildir. Mesela: Sahilde Kürtçe türküler söyleyen birisine rastlamıştım bir vakitler. Dinleyenlerin belki pek azı ne söylendiğini anlıyordu. Ama dert anlatılmış olmuyor muydu yine? Benim-senin anlamayışımız sözü beyandan düşürür müydü? Evet. Ses yine vazifesini yapıyordu. 'Savt-ı vücud' fonksiyonunu görüyordu. Yaratılmış birşeyin muştusunu çevresine taşıyordu. Ancak kulak sahipleri anlamakta, hatta bazen işitmekte de, aciz kalıyorlardı. Dilencinin altın kesesini tutmaktaki acizliği Sultan'ı cömertlikten düşürmez. Gülün kulakları ilk yaratıldığından beri yok. Lakin bülbülün nağmesinden vazgeçtiği nerede görülmüş?

Sonra bir belgeseli hatırladım. Madencilikte ses teknolojilerini kullanmak üzerine yapılan çalışmaları naklediyorlardı. Nasılmış? Mesela: Madencilerin mahsur kaldıkları bölgeyi dışarıya bildirebilmeleri için ses-titreşim sistemleri kurmuşlar. Yani, cihaz nereden çalıştırılırsa, orada yaşayanların olduğu anlaşılacak. Kayalar buna engel olamayacak. Hatta iletkenliğiyle yardım edecek. İkincisi: Yine benzer teknolojilerle yeni madenler zahmetsiz keşfedilebilecekmiş. Toprak yankısından tanınacakmış. Bunu şöyle misallendireyim: Nasıl ki duvarın içine saklanmış birşeyin varlığı tıklanarak anlaşılabiliyor, boşluğu-doluluğu saptanabiliyor, aynen öyle de, kilometrelerce yerin dibinden gelen yankılarla da orada neler olduğu saptanabilecekmiş. Tabiî bunlar şimdilik sadece 'miş.' 

Sonra birden aklıma Davud aleyhisselamın mucizeleri geldi arkadaşım. Kur'an'da musırrane ikisi de anılıyordu. 1) Davud aleyhisselam demiri eliyle şekillendirecek kadar mahir-mucizevî bir ustaydı. Demirci ustasıydı. O bilgiyle zırh (ve belki daha nice şey) üretebiliyordu. 2) Dağlar onunla beraber zikrediyordu. İşte, 'dağların onunla beraber zikretmesi' ile 'demircilik' yani dolayısıyla 'madencilik' birbirine ilişince, "Acaba" dedim. "Davud aleyhisselamın bu mucizesiyle farkettirilmek istenen başka şeyler de var mı?"

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşuyorum. Sen de hatırında tutarak dinle lütfen: Ya Davud aleyhisselam da madenleri dağların zikrinden tanıyarak buluyorsa? Yani nasıl ki: Şimdinin mühendisleri arza bir çağrı gönderip, o çağrının yankılanışıyla, mahiyetinin haritasını çözebileceklerini düşünüyorlar, aynen öyle de, Davud aleyhisselam da, bir nebevî mucize ve irşad olarak, dağlara zikrettiriyor. Yani zikrini tekrar ettiriyor. Onlara ses verip karşılığını işitiyor. Belki de tesbihlerinden kendisine lazım olan nesneleri buluyor. Olamaz mı? Yeri-göğü ayakta tutan Allah'a bunu yaratmanın nesi güç gelir?

Mürşidim de 20. Söz'ünde şu mucizeyi aksiseda üzerinden anlatmaya çalışıyor:

"Ayetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür? Hakikat midir? Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen 'Elhamdülillah' de; dağ da aynen senin gibi 'Elhamdülillah' diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir."

Hani anlatılır ya: Lokman aleyhisselama bitkiler 'neye şifa olduklarını' söylerlermiş. Onun mucizesi de böyle birşeymiş. Belki Davud aleyhisselama da dağlar benzerini yapıyorlar. "Benden şu madeni çıkarabilirsin!" diye lisan-ı halleriyle, tesbihlerinin rengiyle, bildiriyorlar. Bunlar bana hep 'olabilir' geliyor. Fakat, yine başa dönelim, en doğrusunu Allah bilir. Biz sadece tefekkür ediyoruz. Hakikate ya isabet ediyor yahut da ıskalıyoruz. Kesin konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Çünkü daha kendi hakikatimizin sesini bile işitebilmiş değiliz. Ne diyelim arkadaşım? Alîm-i Hakîm bize hidayetinden çokça lütfetsin. Hem o yolları ararken düştüğümüz hataları rahmetiyle affetsin. Âmin.


30 Mart 2022 Çarşamba

Kandırmayanı olmayan kanmaz

"(Diyanete itaat etmeyen felsefe) riyâkâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır. Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için, riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar."

'Bismillah' demenin bir 'tebliğ' bir de 'teslim' yönü var sanki arkadaşım. Evet. Verirken 'Bismillah' diyen özbir kalbine 'asıl mülk sahibinin Allah olduğunu' hatırlatır. Elhamdülillah. Alırken 'Bismillah' diyen de az farklısıyla aynısını yapar. Yani anımsar: Asıl bağışlayan muhatabı değil Allah'tır. Esbap yalnızca perdedir. Buradaki görünümler mecazîdir. Fakat her ikisi de 'Bismillah'larını birbirlerine (veya çevrelerine) işittirdiklerinde mübelliğ makamına geçerler. Çünkü işitenlere de alışverişin Malik-i Hakiki'si ihtar edilmiştir. İç-dış dengesi böylece kurulur.

Ne güzeldir. 'Alan' Bismillah dediğinde 'veren' içine söylediğini dışından tekrar işitir. Zikr-i hafîsi zikr-i cehrîyle destek bulur. Enfüsüne nasihati âfâkta şahitlenir. Kuvvetlenir. Delillenir. Veren 'Bismillah' dediğinde de alanın gönlüne aynı tebliğ dokunur. Hayy'dan gelen Hû'ya gitmiştir. Nedenlerin-sonuçların yaratışta tesiri yoktur. Böylece vesileler vesileliklerini ilan ederler. Demek 'Bismillah' müslümanca varlık algımızın bir tür alemidir. Sembolüdür. İşaretidir. Onu her deyişinde çarkların üstünde bir okumayı, şuursuzca da olsa, kasteder.

Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: 

"Hem veren 'Bismillah' demeli, hem alan 'Bismillah' demeli. Eğer o 'Bismillah' demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen 'Bismillah' de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi." 

İşte, arkadaşım, alanın 'Bismillah' deyişindeki yeterlilik, sanki biraz da 'tebliğ' makamına bakar. Allahu'l-a'lem. Veren 'Bismillah' şuurunu taşımıyor olsa da, alanın 'Bismillah' deyişi, vesilenin aşkınlık sanrısını berhava eder. Şahit arayışını boşa düşürür. İçindeki dalaleti köreltir. Tevehhümünü dağıtır. Firavun'un, "Rabbiniz değil miyim?" diye sormakla kavminden aldığı tasdik, sihirbazlarının imanına karşı sergilediği kızgınlık, bu meyanda söylenenleri haklı çıkarır. Kur'an yaşanan diyaloğu elbette pekçok hikmetle nakletmiştir. Onlardan belki birisi: Her sahtekâr kandırmacasına şahit ister. Kandırmayanı olmayan yeterince kanamaz. Öyledir. Perestlerin putlarına tutunduklarından fazla putlar perestlerine tutunur.

Kandırmadığımızda kanabilecekleri de kurtarıyoruz demek ki arkadaşım. Ne mutlu. Hatta derim ki: Mü'minin mü'mine aynalığı buradan da tefekkür edilebilir. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, onu 'dilinden-elinden emin olunan' diye tarif ederken, aynalığının mahiyetini de nazara veriyor sayılamaz mı? Şunu yalnız 'zararsızlık' olarak da düşünmemek lazım. Eksik kalıyor çünkü. Yeri geldiğinde 'faydasızlığımız' da faydadır. Şeytana yardım etmeyen meleğin yanındadır. 

Yine zulmünden alıkoymamızın zalime yardım olduğunu Ondan öğreniyoruz. (Öğrendiklerimiz sayısınca salat u selam olsun.) Dikkat ettin mi? Hepsinin özünde dürüstlüğümüze yapılmış bir gönderme var sanki. Evet. Eğer kavmi Firavun'u iddiasında tasdik etmeseydi bu derece şaşırır mıydı? Herkes alırken 'Bismillah' deseydi verenler mağrur olabilirler miydi? Dürüstlüğümüze de bir başlangıç arıyorsan itikadımızı düşün isterim. Allah'ın yarattığı herşeyi yine Allah'a vermek doğruluğun bidayetidir bence. Burayı şaşırdıktan sonra aşağıda o ahlak kolay kolay toparlanmaz. İlk düğmesi yanlış iliklenmişi yukarıda toparlayamazsın çünkü. 

28 Mart 2022 Pazartesi

Biz bu âlemin sancısıyız

'Hayat' diyoruz fakat hakikatte 'ölmeye başlamak'tır. Evet. Hepimiz gitmeye başlıyoruz dünyaya gelirken. Nasıl ki lokmanın lezzeti daha yutarken terkediyor, aynen öyle de, hayat da 'ömür' süreci içinde terkediyor bizi. Bu hikmetle belki de Kur'an-ı Hakîm buyuruyor: Asıl hayat sahibi ahiret yurdudur. Ne kadar açık. Ne kadar isabetli. Ne kadar uyandırıcı. Ölüm olmayandır hayat. Ebediyeti olmayan hayat ölümdür. Yani varolduğu an 'ölme süreci'ne dönüşür. Biz de şuradaki faniliğimizle bir tür ölme sürecindeyiz. Hayata yalnızca dokunduk. Acılarımızın kökeninde bu var.

Hayat ölüm olmayandır. Bu nedenle batıp giden herşeyden kıvamı bozulur. Tadı kaçar. Çünkü sonunu sezer. Elindeki balon patlayınca ağlayan çocuk da, cebindeki harçlık bitince canı sıkılan genç de, sıhhatini arayan hasta da (ve daha nice şekillerde hepimiz) ölümü an an teşhis edebiliyoruz. Birşeyler gidiyor. Birşeyler hep gidiyor. Hiçbirşey elde kalmıyor. Sevmek hareket halindeki bir trenden dikenli tellere asılmak gibi. Ne kadar severseniz o kadar yara. Dünyacı sevmeler böyle. O yüzden vaktiyle yazmıştım bir ajandaya: Zamana yayılmış bir intihar gibiydi seni sevmek.

 Hayat, varolduğumuz bütünlük içinde, ayrıca bir bütün olmaktır. Âlem bir bütün. İnsan da bir bütün. Âlem, bütünlüğü içinde varolan bu kardeşini, tekrar bütünleşmeye çağırıyor. Sistem sistemi yutuyor. Bu yutuş süreci tamamlandığında topraktan gelen toprağa dönüyor. Peki ya topraktan gelmeyen yanlarımız? İçimizde bir sonsuzluk aşkı var. Bu dünyada bulunmayandan karılmış harcımız. Cennete basmışlığımızı hatırlıyor ayaklarımız. Maddeden aşkın açlıklarımız varsa bu dünyaya ait değiliz demektir. Çünkü sırf ondan yaratılmış olsaydık onu aşamazdık. Nitekim hayvanların faniliğin üstünde tahayyülleri yoktur. Bu özlem bizdedir.

Özlem varsa tanışıklık da var. Tanımadığını özlemez kimse. Hayal bile varoluştur. Fanilik canımızı bu yüzden çok yakıyor. Biz sonsuzluktan haberdar edilmiş fanilikleriz. Bizi yaratan el-Bakî'nin hayata varan tasarrufu, tecellisi, bağışı gözümüzü açtı. Hamdolsun. Ötelerde bir varlık daha düşleyebiliriz. Eğer bu düşümüzün hakikati verilmeyecektiyse neden ufkumuza düşürülsün? Bediüzzaman ahiretin varlığına buradan da bir delil çıkarıyor. Vermek istemeseydi istemek vermezdi. Evet. İstememizi istemeseydi düşlemek vermezdi. Hayatın bizim şiddetimizdeki varlığı bu dünyadan ibaret olmadığının delilidir. Hayvanların hayatından ibaret kalsaydı dünya faniliği içinde kararlılığı bulmuş olurdu. Sancıyan hiçbir yanı kalmazdı. Biz bu âlemdeki varlığın sancısıyız. Hayatın ölüme layık olmadığını ölme sürecini yaşarken biliyoruz. Bu bilmek eğer Allahsızsa delirtiyor bizi.

Kimse sonu idam bir yolculukta sofralarla avunamaz. Ya sonunu unutacak kadar mestolacak yahut da delirecek. Veyahut bir yol daha var: Sürecin yüzeyden ibaret olamayacağını kavrayacak. Perdeyi aralayacak. Hayatın ölüme layık olmadığını yara yara sezdiğimiz doğru. Peki ne zaman sezgimizin mesuliyetini alacağız? Peşini bırakmak da sezginin ölümü değil midir? Nihayetinde küfür 'örtmek' manasına geliyor. Dünyayı kapatacak örtü yok bizde. Fakat içimizde katlettiğimiz ne çok hayat var bir görsen.

26 Mart 2022 Cumartesi

Zalimlik kabul edilmemiş cahilliktir

Zalimliğimizin cahilliğimizle ilgisi var arkadaşım. Hatta derim ki: "Her zalimlik kabul edilmemiş bir cahilliktir." Furkan'dan işitince farkettim, şükür. Hani musırrane 'zalûmen cehûla' buyuruyor ya. İşte orası uyandırdı beni. Elhamdülillah. Yani zulüm işi sadece 'kötü niyet' işi değil. İyilik kastıyla da çok zulümler işlenebilir. Başkasının cennetine karar vermek de zulüm olur bazı. Nasıl? Neden? Belki şundan: Ehadiyet sahibi Allah, kudretinin bir de hikmet burcundan temaşası için, herbirimizi 'biricik' yaratmış. Gönlümüzü has tecellilerinin tahtı ve âlemdekilerin de tekrarsız seyirgâhı kılmış. Biricikliğin şânı nedir peki? Belki şudur: Biriciklik biriciklik üretir. 

Her biriciklik nihayetinde başka biricikliklere bakar. Evet. Sen de görüyorsun: Herkes aynı yemeği sevmiyor. Herkes aynı renkten hoşlanmıyor. Herkes aynı ahenge kulak veresi değil. Âlemden herbirimize düşmüş başka bir âlem var. Bir biteviye orijinallik şahitliğimiz. Âdemiyet kanununun herbirimizde başka hal alması. Mesela: Aborjine acıyıp sarayda ağırlasak ne olur? Çocukken bir filmde görmüştüm sanki. Deliriyordu adam. Çünkü duvarlar içinde hiç yaşamamış. Gökyüzünden başka tavanla tanışmamış. Sarayı cehennem tanıyor. Götürenler firdevse kavuşturduklarını sanıyorlardı halbuki. Doğrusu: Onların cenneti Aborjinin cehennemiydi.

Cennetimize kim karar verecek o halde? Elbette hem 'bütünün' hem de 'biriciklerin' sahibi. Vahid-i Ehad. Hem 'Vahid' hem 'Ehad.' Bu yapbozu yaratanından başkası tamamlayamaz. İnsan, ki kendisi de bir âlemdir, fakat Rabbü'l-Âlemîn'den gayrı kimsenin cennetinde rahat edemez. Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Bütünün bilgisi lazım yerli yerindeliğimize. O yüzden bâtıl akidelerin hiçbirisi tatmin edici olamadı. İdeolojiler boğdu. Ütopyalar boğuldu. Başlarken bitti. Tatları acılaştı dilde bekletildikçe. Meftunları cehennemi düşlemiyorlardı halbuki. Hepsinin emeli dünyadaki cennetti. Lakin hakikatimizi epeyce gözardı ettiler. İnsanın hem içinde yeraldığı bütün hem de bizzat parçalığı hakkındaki cahilliğini ıskaladılar. Akıl fenerlerinin zayıf ışığı gözlerini aldı. Ateşböceklerinin parıltısı ışıktan etti. Gözlerini güneşe karşı köreltti. Hasılı: Bilmediklerini bilmedikleri için de kestiremediklerini eylediler. Nefislerine zulmettiler. 

Zulmettiler. Çünkü bütüne uyumsuz her parçalık zulümdü. Zulmettiler. Çünkü parçanın reddettiği her bütünleştirme incitirdi. 

İmtihanımız da bu noktada düğümleniyor sanki arkadaşım: Eylemlerimizin hem 'bütüne' hem de 'kendi bütünlüğümüze' bakar yanları var. Fakat ne bütünü kuşatabiliyor ne de sırrımıza vâkıf olabiliyoruz. Hem 'âlemlik' bilgisinden aciz hem 'kendilik' bilgisinde cahiliz. Bu kadar uçurumun kavuştuğu yerde düşmemek mümkün mü? Seçimler galattan korunabilir mi? İşte şimdi vahyin-nübüvvetin bağışlanış sırrına yaklaştın. Hikmetini anlamaya başladın. Evet. Çok zalim ve çok cahiliz. Fakat 'adaleti sonsuz' ve 'herşeyi bilen' Allah doğruları lütfediyor. Karanlık varsa ışık da var. Uçurum varsa yol da var. Cümle cevaplar Kur'an'a ve sünnete yerleştirilmiş. Sana düşen yalnız duvarlarını kabullenmek. Çünkü ancak kabul eden kaçar. Kaçan insanın sığınacağı olur. Sığınana ancak yardım edilir. Yani ki: 'Bütünün sahibine' sığınanın zulmetmemesi mümkündür. Elbette her işimizde tevfik Hüda'dandır. Biz de inayetini Rabbü'l-Âlemîn'den dileriz.

22 Mart 2022 Salı

Bilim duadan mı ibaret?

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kainat dua yollarından örülmüş. Esbap bu duaların kelimeleri kılınmış. Yolunu-cümlesini tamamlayan varlığa çıkıyor. 'Bilim' dediğimiz şey de bu yolların keşfinden ibarettir. Hem öyle dualardır ki bunlar, usûlüne uygun edersen, cevabı sıklıkla müsbet olarak verilir. İstenilen hemen bağışlanır. Yasası lisanla dilenenden farklıdır. Özel hukuku bakmaz. Kâfir de bu yolu istimal ettiğinde arzusuna ulaştırılır.

O kadar hızlı olur ki bu bağış, nazarı kısa olanlar için, hatlar karışır. Dileme süreci yaratıcı sanılmaya başlar. Evet. (Ve de ne yazık.) Tabiata, sebeplere, maddeye, zamana vs. tapanlar hep aynı çarkıfelekte kayboluyorlar. Dönüşteki sürate yeniliyorlar. Bakmaktan yoruluyorlar. Şirk okuması hep bir kuşatamayıştan çıkıyor. Tefekkür takip edemezse tesadüf demeye meyleder. Kısıtlılık da duayı yaratma sanrılıyor. Halbuki yaratıcılığın gerekleri duada yoktur. Mesela: Sürecin katılımcılarından hiçbirisinin ilmi-iradesi-kudreti bir yaratışı kaldırabilecek sonsuzlukta değildir.

Sonsuzluğu neden şart koştum? Çünkü varlığa katılan her yeni şey bir orijinallikle dahil oluyor. Maddesi varolandan karılmış gibi görünse de son haliyle o daha önce bulunmuyordu. Hiçbirşey öncesinin aynısı değil. İkizlerin yüzleri bile başka. Tiktakları tekrar etmiyor saatin. Herşeyin incesine inebilecek imkanı bulduğumuzda anların benzersizliği ile karşılaşıyoruz. Kar tanelerinin mucizeliğine şaşırıyoruz. Aynı kelimeyi bin kere söylediğimizde hep farklı şeyler çıkıyor ağzımızdan. Tıpatıp aynısını yapmaya çalışsak bile. Ses izlerinin en detayına inebilen teknolojiler bunu bize itiraf ediyorlar. 

Ancak sathîliğimizde bir aldanış var. Kolaycılığımız varlığa dair yorumlarımızı yanıltıyor. Vahdet'in ipleriyle meşguliyetten Ehadiyet'in nakışlarını gözden kaçırıyoruz. "Ne farkı var?" diyoruz içimizden. "İşte yine konuşan Ahmed!" Tamam. Tanıdın. Ses yine Ahmed'in sesi. Lakin Ahmed'in sesi hep aynı ses mi? Çocukluğumdan ihtiyarlığıma bu ses değişim göstermiyor mu? O halde anlarıma insen seyahatimin yavaş yavaş nasıl yaşandığını görebilecektin. O zaman orijinallik iddiamda bana hakverecektin. Belki birbirinin aynısı iki sesimi asla bulamayacaktın.

Eğer yaratıcı matbaanın bizzat kendisi olsaydı hep aynı şeyi basardı. Çünkü içindeki kalıbı değiştirecek bir ilmi-iradesi-kudreti olmazdı. Makineliğin tabiatı budur. Fakat öyle olmuyor. Hiçbirşeyin anı sonrasını tutmuyor. Kalıbını her defasında değiştirebilen el-Alîm, el-Mürîd, el-Kayyum belki (ve elbette) makineye de ihtiyaç duymuyordur ha? Yani belki de makinenin kendisi matbudur. Yani matbaa değildir. Öyle görünmesi sendendir. Faaliyetinin gösterdiği sonsuzluk muhtaciyetten kurtarır Usta'yı. Sınırlılar yardımcıya muhtaç olur arkadaşım. Sonsuz neden muhtaç olsun? Yaratışı haricinde birşey kalmaz ki yardım alsın. Vareden varettiğine muhtaç olur mu? Böylesine dilediğini yazarken matbaayı neden arasın şu Sâni? 

Başka bir cevap bulmalı şu işe: O halde muhtaç olanlar bizleriz. İmtihan 'makineyi aşıp-aşamamakta' yaşandığı gibi esbap da sınırlılar için Sonsuz Usta'yı tanımaya vesile oluyor. Akıl ilerlemek için sebeplerin adımlarına yaslanıyor. Yaratışı 'aşama/merhale' lokmalarıyla yutuyor. Tefekkürü eşiklerle kaldırabiliyor. Birden Allah'ı tasavvur edemiyor. Demek makinenin vesileliği Onun ihtiyacı değil. Bizim muhtaciyetimizden. Basılmayınca okuyamayan bizleriz. Dört boyuta inmesi lazım delillerin. Aşkın yazılara bakamayız. Bakamadığımızı okuyamayız. Bizzat güneşi izleyemeyiz. Çünkü sınırlıyız. Mü'min için durum böyle. Mü'min kusurları nefsine almakla mükelleftir. Sonsuza karşı sınırlının yapması gereken budur çünkü. Bunu yaptığı zaman varlık algısı düzelir. Çıkarımları mâkuliyet zeminine iner.

Peki kâfir için durum ne? Kâfir de elbette bir işe yarıyor. (Yoksa yokedilirdi.) Kainatın dua yollarını işlek kılmakta emeğinden faydalanılıyor. Usta'dan habersiz bir şekilde ustalığı övüyor senin anlayacağın. Saat gibi gösterdiği vakitlerden habersiz. Ettiğini dua olarak düşünmüyor. Yaratış sanıyor. Fakat sebeplere müracaatı da dua kılmış olan Allah hamdların kaçınılmaz tek adresi. Adresi şaşıran yalnızca şuurunu istifadeden eder. Turist, yabancısı olduğu yerde, anlamını bilmediği bir kelimeyle yardıma mazhar olsa, bu bağışlayana bir nakise getirmez. O anlamasa da dua ağzından çıkmıştır. Kâfirlerin de elinden/gayretinden çok dualar hasıl olmaktadır. Belki biraz bu nedenle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'de der: 

"Evet, o kâfir, kendi terkibiyle, sıfâtıyla Cenâb-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezâhürüne, şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlâhiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garâbet-i san'at-ı İlâhiyeye nazarları celb ediyor. Ne faide ki farkında değildir. Demek, o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür."

Az evvelinde de diyor ki yine: 

"Demek, herşey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri Esmâ-i Hüsnânın delillerini fehmeder. Binaenaleyh, herşeyin kıymeti kendisine göre cüz'îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir fert iken, bir nevi gibi olur."

Tüm bilimdallarını düşün, teknolojiyi kafana getir, tefekkürlerimizi-emeklerimizi bir avucunda biriktir. İşte biz bunlarla da dua ediyorduk-ediyoruz arkadaşım. İster-istemez yapıyoruz bunu. Yalnız bazen hırsımızla  bedduaya çevirdiğimiz de oluyor. (Harut'la-Marut'tan herşeyi öğrenmemek lazımdı.) Saydıklarımda gördüğün tüm kötülükleri de buradan anlamaya çalış. Evet. Şeker hastasının bal dilenmeye hakkı yoktu. Fakat el-Hakîm hikmeti gereği isteyene verdi. Lisanla istediğimizi ise her zaman vermiyor. İyi ki vermiyor. Çünkü verseydi; tabiatı, esbabı, maddeyi, zamanı yaratıcı sandığımız gibi kendimizi de bir ilah sanabilirdik. Kibirlenebilirdik. Yani ona da şükür: Verilmeyen dualarımız sadece insan olduğumuzu hatırlatıyor.


18 Mart 2022 Cuma

Dönüşü olmayan bir duayız biz

"Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır."

Mürşidim kalbime dokunduğundan beri herşeyi duaya dönüştürdüm. Artık başka hiçbirşey yok. Her 'şey' bir dua. Çünkü mutlak ademden yoksun bırakıldım. Ne mutlu! Hiçliğe düşmek imkandan çıktı. Çünkü hiçlikten gelmedim. Herşey geldiği yere döner. Ondan gelense Ona döner. Ben yokken bile vardım. Var yokken bile vardı. Zaman geçmezken bile bir yerlerde ismi geçiyordu. Varlık ne kadar evvele gitse, hatta kendini cismen hiç etse, kadîm olan Allah'ın ilminden ileriye-geriye gidemiyordu. 

Biz varlığa boşluktan düşmedik arkadaşım. Boşluk varlığa bizimle düştü. Madem ki Allah varolacak herşeyi biliyordu, ki biliyordu ki yaratıyordu, o halde mutlak yokluktan sözedilemezdi. Herşey varolmadan önce yalnızca ilimdi. Alîm olan hepsini bilirdi. Hafîz olan hepsini saklardı. Bunu da bana mürşidim öğretti.

İşte bu ilmin duasıyla varlık sahnesine çıkarıldık. Rahmet bilinene varoluş da lütfetti. İhtiyaçtan yaratılmadık. İkramdan yaratıldık. Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam varolmayı hakeden öyle bir güzellikti ki, Cenab-ı Hak, aziz hürmetine bizleri de varlık sahnesine getirdi. 

Nurundan yaratıldığımıza itiraz edecek bir gerekçe göremiyorum. İlim de nurdur çünkü. Birşey hakkında bilgi sahibi olmak etkileşime girmek gibidir. Ondan taşan birşey size gelmiş gibidir. Öyle ya: Güneşten bize ışık geliyor. Güneşi bu ışık sayesinde biliyoruz. Yine bu ışık hakkında deniliyor ki: İsm-i Nur'un Hidrojen-Helyum düzeninde bir tecellisidir. Onu aşamadığımız için bize varoluş görünür. İpleri görecek açıya sahip olmayanlar için kuklalar da 'kendiliğinden' hareketlidir. Demek: Sebepleri yaratıcı sananların aslında açısı bozuk. 'Olanı' görüyorlar da 'olduranı' göremiyorlar.

Belki güneş de uzayın yüzeyinde bir kabarcıktır ha? Nasıl su damlası güneşin yansımasını sinesine sığdırıyor. Belki güneş de başka bir güneşin, belki de Şems-i Sermed'in, tecellisini kendisinde yansıtıyor. Sen ışık ondan doğuyor sanıyorsun. Çünkü dört boyutlu fiziğin üstüne çıkamıyorsun. Eğer iki boyutlunun üstüne çıkamasaydın da parıldayan su damlası güneşin oluverirdi.

Hakikat-i Muhammediye sadece bir ilim olarak varken de varolmak için dua ederdi. Çünkü o kadar güzeldi. (Güzelliğin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar hikmetliydi. (Hikmetin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar rahmete şâyândı. (Aczin-fakrın kendisi bir duadır.) Cenab-ı Hak onun ifade ettiği cemali varlık sahasına getirdi. 

Aleyhissalatuvesselamın nurundan yaratılmak ne büyük şereftir. Demek bizde de kıymettar hakikatinden birşeyler vardır. Varolan herşey varolduğuna sevinir. Varolan herşey varolmakla gönenir. Yani hep varolmak ister. Sonsuzluk ister. Şu haliyle sanki göğsündeki sırrı sezmiş gibidir. Öyle ya: Damlacığın bizzat kalmaya hatırı yoktur da göğsünde gösterilen güneşin vardır. Göğsünde gösterilen güneş hürmetine damlacığa da hürmet edilir. 

Bizim göğsümüz acayip bir sır saklıyor arkadaşım. Sırrını inkâr etmezse cennet bahşedilecek. Sırrını inkâr ederse de cehenneme dahledilecek. Herşekilde sonsuzluktan kaçınamayacak. Neden? Çünkü güneşi gösterdi bir kere. Artık bu göğsün varlıktan kendini sakınabilmesi mümkün değil. Kendisinin hatırı yoksa da göğsünde gösterilenin hatırı var. Hep bilinegelen duasının neticesinde varlık sahasına çıktı. Hikmeti kabul edildi. Gayri bu duanın dönüşü yoktur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...