30 Aralık 2012 Pazar

Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı üzerine...


“İstanbul’a geldim, gördüm ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” Bediüzzaman Said Nursî, İçtimaî Reçeteler

Bundan yıllar yıllar önce, daha ortaokul talebesiyken kimya öğretmenimiz Ayşe Hoca’dan bir ihtar almıştım. Sebebi ne şımarıklığımdı, ne de tembelliğimden kaynaklanan bir sorundu. Hayır, hiçbirisi değildi. Sadece derste söz aldığımda müfredatta olmayan şeyler anlatıyordum. Mesela bu uyarıyı aldığım gün de maddenin halleri üzerine işlenen bir derste, dördüncü bir halinin daha bulunduğunu, bunun da plazma hali olarak isimlendirildiğini söylemiştim. (Artık hangi belgeselden, kitaptan duyduysam?)

İşte o zaman Ayşe Hoca artık böyle çıkışlarımdan canına tak demiş olacak ki; bir daha söz aldığımda böyle şeyler anlatmamamı, çünkü bunların müfredatta yer almadığını söylemiş ve beni ihtar etmişti. Ona göre kitaptakini öğrensek ve sınavlarda öğrendiğimiz gibi cevap versek bize yeterdi. Fazlasıyla aklımızı karıştırmaya hiç gerek yoktu. Ben de bunu yapmamalıydım.

Şimdi gülerek o anı hatırlasam da milli eğitim sisteminde en çok törpülenmeye çalışılan yanımızın bu olduğu kanısındayım. Yani, bilimi müfredatın dışında takip edebiliyor olmak. Kitapta öğretilenle yetinmemek. Bu yanımız sınav sınav alınıyor elimizden. Bırakın sınavda bir konuyu farklı bir yorumla ele almayı, müfredattaki bir hatayı düzeltseniz bile, hocanızdan uyarı almanız işten bile değil. Bu yönüyle milli eğitim bizim gelişimimize hiçbir katkı sağlamıyor. Aksine, kitaptakine kanaatkâr hale getirilmiş tembel beyinlerle mezun olmamızı sağlıyor.

Sanıyorum bu noktada en muzdarip bilim dallarından birisi de tarih. Tarih, insanla bağı itibariyle sadece nesneye dair birşey olmadığından, bizde de duygusal karşılıkları bulunduğundan, resmi tarih öğretisi içinde yetişmiş gençlerin duygu durumları da diğerlerinden farklı oluyor. Örneğin; sizin için gayet rahat konuşulabilir ve tartışılabilir olan birşey, onlar için adeta dogmatik bir gerçek addediliyor. Kesinlikle sorgulanmıyor. Hasbelkader sorgulayanlar da en aşağısı alet olmaktan başlayan ve en nihayet vatan hainliğine kadar varan suçlamalara maruz kalıyorlar. Tarih derslerinde, hassaten inkılap tarihi derslerinde farklı düşündüğünü belirten insanlar bu anlattığıma benzer şeyler yaşamışlardır mutlaka.

“İyi de Ahmet, sen de herşeyi eleştiriyorsun. Peki milli eğitimdeki gibi olmazsa ders tarzı, başka nasıl olacak?” diye soracak olursanız, işte tam bugünlerde en azından tarih dersleri noktasında bir metot oluşturabilecek bir kitap okuduğum kanaatindeyim. Kitabın ismi; Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı. Yayınevi; Etkileşim Yayınları. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın yerli/yabancı pekçok akademisyenle söyleşilerinden oluşan bu eser, benim kafamdaki ders sistemine tam isabet ediyor. Neden mi? Bir parça izah edeyim:

Sanıyorum, bizi, ileri yaşlarımıza dogmatik öğretiler taşıyan robotlar haline getiren en büyük etken bilginin tekliği ve yoruma açık olmayışı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; üstüne yeni birşey konuyor ve söyleniyor olamayışı. İsterse NASA’dan onay alsın sözleriniz, eğer müfredatta yoksa, onu yazmanızla sınav kağıdınızda kocaman eksileri görebiliyor oluşunuz. Bizim ilk mücadelesini vermemiz gereken kavga bu: Bilginin sorgulanabilir olması gerek. Bunun da tarih bilimi açısından açık yegane kapısı bilginin yorumlanış şekline bakıyor.

İşte bu kitapta da Ahmet Yıldız; Şükrü Hanioğlu, Kemal Karpat, Mehmet Altan, Mümtaz’er Türköne gibi yerli; John Esposito, Jenny White, Andrew Arato, Alfred Stepan gibi yabancı akademisyenlere aşağı yukarı aynı dönemi (demokrasi tarihimizi diyeyim) benzer başlıklar ve sorular altında yorumlattırarak; özü aynı olan bilgiyi farklı tonlarda nasıl okuyabileceğimizi gösteriyor. Yani düpedüz beynin aktif olduğu ve her okuduğu metinde daha bir heyecanlandığı bir yolculuğa çekiyor. ‘Münazara ve sual ve cevap’ın kapısını açıyor.

Böyle metinleri peşpeşe okumanın şöyle bir faydası var ki; her birisinin bakış açısı, size aynı bilgi içinde farklı yönleri açarak hangisinin tercih edilebilir olduğunu (mecbur etmeden) iradenize bırakması. Yani tek bir resmi öğreti yerine, birçok özgür düşünce adamının öğretisini masanın üzerine yatırmanızı sağlaması. İçlerinden biri veya birkaçını seçmek veya hepsini birden terketmek elinizde. Mantığınız, verileni kabul etmek zorunda değil. Değil, çünkü bazen birisinin öğrettiğini diğerinin bilgisi eşliğinde kendiniz çürütüyorsunuz. Böylesi kitaplarla yetişseydik eğer, bizim uyanık beyinlere sahip olma açısından yaşıtlarımızdan daha yukarılarda olacağımızı düşünüyorum. Söyleşi kitapların kıymetini daha iyi anlıyorum.

Bu kitap belirli bir zaman aralığı için tasarlanmış (genel anlamda böyle, yoksa kişi kişi bazı açılmalar, odaklanmalar var) karşılaştırmalı bir tarih okuması olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin çok açılımcı olduğunu düşündüğüm birkaç isim var bu kitapta, onların okunmasını özellikle tavsiye edeyim. Bir tanesi, Mehmet Ali Kılıçbay; diğeri, Prof Dr. Ayhan Aktar. Bu iki ismin yazısına özellikle bakmanızı öneririm. Bu kitap hakkında söylenecek şey çok, ama anlatmaya o kitap kadar bir kitap daha yazmak gerek. Belki başka yazılar yazarak bu kitaptaki ilgimi çeken bazı konuları işleyeceğim. O suretle bu yazıdaki eksik yan da kaza olur diye düşünüyorum. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim...

22 Aralık 2012 Cumartesi

Kürt alınganlığı: Bediüzzaman’ın seyyidliği üzerine...

Bundan birkaç ay önce bana deselerdi ki: “Bediüzzaman’ın seyyidliği belgelerle ispatlanacak ve bunun üzerine cemaatin içinde büyük tartışmalar çıkacak!” Ölsem inanmazdım. Bırakınız tartışma çıkmasını, bunun “Biz zaten hep söylüyorduk!” tarzında yadırganmamasını beklerdim. Ama geldiğimiz noktada durum ne oldu? Tam tersi oldu. Neden? Bence cevabı belli: Sürecin doğru yönetilememesinden. Eğer süreç doğru yönetilseydi, hiç bunları konuşmadan hayata dönebilirdik. Birbirimizi tebrik edip Bediüzzaman’ın mevcut tarihçelerine bu belgeleri ekleyebilirdik.

Şimdi sorunun (zahiren) birinci ayağını oluşturan Kürt alınganlığını(!) izah etmeye çalışayım kardeşlerime. Bediüzzaman’ın seyyid oluşunu ispatta bir kısım Kürt kardeşlerimiz neden rahatsızlık duyuyorlar? Neden bu mutluluk verici olayı öfkeleriyle kedere dönüştürüyorlar? Bu gerilim neden yaşanıyor? Ben de bir Kürt olduğumdan kardeşlerimi bir nebze anlarım zannederim. O nedenle haddim olmayarak öncelikle meselenin bu tarafını masaya yatırmak istiyorum:

Bediüzzaman’ın da külliyatta bir yerde izah ettiği basit bir belagat kuralı vardır. Bir cümlenin zahir manası eğer malumu ilam nevindense, o zahiri mana terkedilip mecazına bakılır. Örneğin ben; “Said’in on parmağı var!” desem zahiri manası zaten herkesin malumu olduğundan (ve beyanında bir maslahat olmadığından) hemen akıllar mecazına kayar. “Said’in on parmağı var!” Yani bu; “Said, klavyede on parmak yazabiliyor!” demektir. Yoksa zaten her insanda bulunan birşeyi tekrar etmek için söylenmemiştir.

İşte malumu ilam eden cümlelerin böyle handikaplı bir yanı var. Benim buradan varmak istediğim nokta ise şu: Üstadın seyyiddiliği zaten malum olduğundan (Öyle ki, her Nur talebesinde az çok buna dair bir bilgi var. Rivayetler muhtelif olsa da insanlar böyle olduğuna gönülden inanıyorlar. Ben de inanıyorum) bunun bir toplantı eşliğinde tekrar söylenmesi, hatta karşı iddia varmış gibi ispata kalkışılması bir kısım kardeşlerimizin zihinlerinde mecaza kaymaya neden oldu. (Ben de dahil.) Yani aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi: “Üstadın seyyidliğine birisi itiraz mı ediyordu? Neden bu abiler, hocalar aksini savunan varmış gibi tekrar bunu söylüyorlar? Hem neden nümayiş yapıyorlar? Yoksa altında mecaz mı var?” süreci yaşanıyor şu anda.

Müfit Yüksel Hoca’nın Yenişafak gazetesinde yayınladığı endişelerini haklı buluyor ve onları bir yana koyuyorum. Fakat onları dışarıda bıraksak bile, sizce bir kısım kardeşlerimizin süreci böyle anlamaları doğal değil mi? Osman Sertuğ Çalışkan abimle meselenin mubahesesini ettiğimizde o, toplantı salonunda pek çok Kürt abinin de bulunduğunu ve seyyidliğin ispatından dolayı Akgündüz Hoca’yı tebrik ettiklerini söyledi. Öyleyse sonradan doğan şekvaların “Üstadın seyyid olmasını istememekten” kaynaklanığı düşünülebilir mi?

Sizi bilmem ama ben kendi insanımı bir miktar tanıdığımı düşünüyorum. Onlara seyyid dediğiniz zaman canları gider, ellerinden gelse ruhlarını söküp hediye ederler seyyid bildiklerine. Bu rahatsızlık Üstadın seyyid olduğunu öğrenmekten kaynaklanmıyor. Bu alınganlık külliyat metinleri üzerinde yaşanan “Kürt, Kürdî, Kürdistan” kelimeleri eksenli tartışmanın bir uzantısı... O zamankiler bir türlü çözemedikleri, aydınlatamadıkları için bu meseleyi, tartışmalarımız şimdiki nesillere de miras kaldı. Ve buna ilaveten: Üstadın seyyidliğini gerçekten Kürt düşmanlığı için malzeme yapanlar var. Çok değiller belki, ama varlar. Yaşadığım bir örneği anlatayım.

Bir gün cumartesi umumi dersinden çıkmış evimize doğru giderken radyoda bir şehit haberi yayınlanmıştı. (Allah rahmet eylesin.) Arabayı kullanan abi, haberin verdiği acıyla Kürtler hakkında bugün bile hatırlayınca üzüldüğüm kem sözler söylemeye başladı. Bir arkadaşım kendisini sakinleştirmek için: “Abi, sakin ol. Kürtlere niye kızıyorsun? Bizim Üstadımız da Kürt!” deyince aynen şu şekilde cevap verdi: “Ne demek Üstad Kürt? Üstad, hâşâ Kürt değildi. O seyyiddi.”

Şimdi benim gibi bunun bir nümunesini bizzat yaşamış birisi için Akgündüz Hoca’nın yaptığı bu toplantının anlamı nedir? Elbette suizanna memur değiliz. Fakat bir taraftan da; “Yahu meselelerimizi, hassasiyetlerimizi zaten biliyorsunuz. Bu ülkenin milliyetçilik belasıyla neler yaşadığını zaten biliyorsunuz. Bunları dikkate alıp süreci daha iyi yönetemez miydiniz?” diye sorasımız geliyor.

Mesela bu belgelerin Akgündüz Hoca elde ettiğinde kendisinin yalnız sunmasının uygun olmadığını düşünerek Kürt ilim adamlarını da sürece dahil edemez miydi? Haydi kimse dahil olmak istemedi. Eyvallah. Yahu bari bu işi nümayişle yapmasaydık, olmaz mıydı? Sanki Üstad mahkemeden berat kazanmış gibi, onu birşeyden kurtarmış, bir iftirayı aydınlatmış gibi bir hava oluşturmasaydık. Akgündüz Hoca bir makale yazsa, bir röportaj yapsa, belgeleri el altından dağıtsa bile yeterdi böyle birşeyi ispat etmeye. Herkes zaten inanmış inanacağı kadar. Of, of... Eneler delinmedi ki nahnü olsun. Git Darü’l-Hikmet’e, gel bugünün akademisyenlerine. Herşey aynı.

13 Aralık 2012 Perşembe

İdeal kadınımız kim? Hz. Hatice mi? Hz. Meryem mi?

Bir kitaptan çok etkilenirseniz, o kitap bütün dünyanızı işgal eder. Belli bir süre (çok da belli değildir) tesirini üzerinizde yitirince kadar, onla yatar onla kalkarsınız. Her neye baksanız, onun size verdiği perspektifle bakarsınız. Her nesnede ona açılan yollar arar, her satırda onun söylediğine işaret edecek bir delil kurcalarsınız.

Tamam, kabul ediyorum. Bu bir romansa eğer tesiri biraz daha farklı olur. Süreç daha bir hayalperestleşir. Mesela; yazarın bıraktığı yerden memnun değilseniz eğer (ki bu bende çok olur) yeni bir sonla/kurguyla kitabı yeniden kurgularsınız. Kahramanların sözleriyle oynar, tavırlarını değiştirir, herşeyi hayal dünyanızda yeniden şekillendirirsiniz. Bu, metni beğenmemeyle ilgili değildir kanaatimce. Metinden etkilenmiş olmakla ilgilidir. Zira insan, ancak kendisine ilginç geleni taklit eder yahut merak eder yahut da değiştirir.

Ben de bugünlerde Hakikatin Dengesi gözlüğümle bakıyorum hayata. Neyi elime alsam, o dengeye bir delil buluyorum. Doğal olarak, bu kitap (şimdilik) bütün hayatımı işgal ediyor. Belki işgal kelimesiyle de tarif etmemeli bunu. Yanlış olur. İştigal daha doğru... Hayatım nesne değil, özne bu cümlede çünkü. Aslında hayatım onunla iştigal ediyor. Fail o olduğu için işgaldeki çaresizliği yaşamamalı. Hem bu dengede bir huzur da buldu kalbim. İşgalde huzur var mıdır?

Allah’a şükür isimleri sayısınca. Tüm güzel isimleri için. Za­ten onların O’nun ismi olmakla güzel olmaktan başka çareleri kalmamıştı. İsimlerini, bir hazine sahibinin hazinesini açıp sergilemesi gibi sergilediği için ona hamd u senalar olsun. Ki böylece ona varan yollar mahlukatının sayısını aştı. Her nesne, kendisinde tecelli eden isimlerin renginde ona bir yakınlık aradı. Ne Reşha, ne Katre, Ne Zühre birbirinin gölgesinde kalmadı. Her birisi kendi kabiliyetince ona bir ayna oldular. “Aynı olmadılar, ayna oldular.” Allah, mahlukatının üstünde bir Sultan oldu. Ama asla (hâşâ) diktatör olmadı. Mahlukatı ve/veya kendisini arayanları tektipleşmeye zorlamadı. Katre’ye, Reşha’ya, Zühre’ye ayrı ayrı tecelli etti. Fakat tecellileri, huri libası gibi, birbirine perde etmedi.

Bunun bir nümunesini de bugünlerde okuduğum, Halime Kökçe’ye ait, Hz. Hatice konulu bir yazıda rastladığım hadis-i şerifle idrak ediyorum. Buharî’de geçen bu hadiste Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyuruyor: “İsrailo­ğulla­rının en hayırlı kadını İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmetin en hayırlı kadını ise Hüveylid kızı Hatice’dir.”

Bu hadis, bir taraftan, bana bahsi geçen annelerimin faziletinden haber verirken; diğer taraftan da toplumsal hayata dahlolma noktasında iki farklı ucu temsil eden bu kadınların fazilette ‘en hayırlı’ derecesine ulaşmakta sorun yaşamadıklarını gösteriyor. Hz. Meryem, çocukluğundan itibaren sosyal hayattan uzak kalmış, inziva hayatı içinde hakikati bulmuş bir kadını temsil ederken; Hz. Hatice ise, Allah Resulü ile evlenmeden önce bile Kureyş’te söz sahibi olabilmiş, ticaretle uğraşan ve sosyal hayata dahlolmaktan çekinmeyen bir kadının karakterini yansıtıyor.

Elbette her ikisi de Allah’ın emirlerine sonuna kadar inkıyad ediyorlardı. Elbette her ikisi de takvalarında tavizsizdiler. Fakat Hz. Meryem’in uzlette bulduğu hakikat yolunu; Hz. Hatice, en zor zamanlarında Hz. Resulullah’ın yanında, sosyal hayatın içinde durmakta bulmuştu. Ona yapılan baskıları ve zulümleri, kendi nüfuzunu ve gücünü de kullanarak engellemeye çalışmıştı. Öyle ki, o, Allah Resulü’nün daha sonraki eşlerinden hiçbirisini yerine koyamayacağı bir yardımcıydı onun için. Hatta insanlar içinde ilk yardımcısıydı. Hz. Aişe annemizden gelen rivayetler, bunun böyle olduğunu tekrar tekrar ispat ediyor.

Hz. Hatice farklıydı. Düşünün ki, bugün bize çok garip gelen bir cesaretle Hz. Resulullah’a evlenme teklifini o götürmüştü. Bunu götürürken de Allah Resulü’nün gençliği, asaleti, güzelliği; sevgisini cesaretle ilanına engel olamamıştı. Evet, Hz. Hatice’yi belki farklı kılan biraz da buydu: O, kafamızdaki ideal kadın şablonuna pek oturmayan bir kadındı. (Yalan mı ey erkekler taifesi?) Biz daha çok Hz. Meryem misali kadınları görmek istiyorduk toplumsal hayatta. “Çok aramızda olmasınlar, bize de karışmasınlar, çocuklarına baksınlar...” istiyorduk. Ama buna muhalif bir Hz. Hatice örneği, vefatının ardından bütün müslümanlara bir hüzün yılı yaşatacak kadar aktif yaşayıp göçüp gidiyordu alem-i bekaya...

Ben şimdi bu örnekten, Hakikatin Dengesi kitabını da kafama koyarak şu dersi çıkarıyorum: Belki de benim kafamdaki şablon yanlış. Değil sadece erkekler dairesinde; kadınlar dairesinde de hakikatin tek rengi olduğunu ve o tek rengi tutturanın cennete gideceğini düşünmem yanlış. Allaha, mah­lukatının sayısınca giden yollar var. Ne biliyorum benim alışık olduğum şablonun rızaya matuf tek şablon olduğunu? Hem yolun tek olduğunu ne biliyorum? Nereden cesaret alıyorum onları yargılamakta? Neden Hz. Meryem şablonuyla Hz. Hatice şablonunu yarıştırıp Meryem anneme birincilik veriyorum? Belki de bu ümmet için en hayırlısı, hadiste buyrulduğu gibi, öteki?

Böylece bir hastalığımdan daha uyandım: Dindar kadını, Hz. Meryem annemin şablonuna sığdırmaya çalışma, uymassa dışlama hastalığından... Şükürler olsun Rabb-i Alîm'ime ki, bana hadis eliyle bir şifa nasip etti. Hz. Resulullah’a da binler salat ve selam olsun. Zaten her ne öğrenmişsek, bize Allah öğretmiştir ve bu kevser bize mutlaka o emin kaptan içirilmiştir. Tüm güzel isimlerin ve renklerin ve aynaların ve tecellilerin sahibine, tüm güzel isimleri ve renkleri ve aynaları ve tecellileri sayısınca hamdolsun.

6 Aralık 2012 Perşembe

İşaratü'l-İ'caz üzerine...

Okuduğum her kitap hakkında birşeyler yazmaya çalışıyorum. Fakat bazıları hakkında sarf-ı kelam etmek cidden güç oluyor. Bu, anlatacak birşey bulamamaktan kaynaklanan bir zorluk değil. (Belki tam tersinden.) Hamdolsun, her metin birşeyler öğretiyor bana. Hayretini diri tutana bütün âlem muallimdir, diye bilirim. Cehaletimi itiraf etmekten de çekinmem üstelik. İtiraf, istiğfarın kapısıysa, ki öyledir imanımca, ben bu kapıyı kafamla kırarım. Neden korkacağım? Korku Allah’a kaçmak içindir, Allah’tan kaçmak için değil. Ben böyle inanırım.

İşte, her satırının cahili olduğum bir kitap, belki yedinci kez (belki yediden de fazla) elimden düştü. Onunla ayrılmak her zaman burukluktur benim için. Ben bırakmam onu, o hep düşer ellerimden. Çünkü yedi kere okusam da asla bitiremediğim bir kitap o! Her okuyuşumda önemli bulduğum cümlelerinin altını çiziyorum üstelik. Yavaş yavaş okuyorum. İçinden çıkardığım şeylerle yazılar yazıyorum. Huyumdur zaten, her defasında farklı bir nüshasından okurum külliyatı. Karalıyorum, katlıyorum.

Karşılaştırıyorum ikisini... Çizdiğim satırlar farklı. Onlardan anladıklarım farklı. Bir önceki okuyuşumda hiç farketmediğim bir tanesine bu sefer bayılmışım. Neden şimdi? Bu sefer sırrını görmediğim bir tanesi de (bin yazık ki hatırlamıyorum) bir önceki nüshada altı çizili, bana bakıyor. Kenarına neden ‘muhteşem’ yazmışım? Neden ha neden? Anımsamıyorum. O, o zaman nasibimmiş. Bunlar da bu zamana ayrılmış kısmetlerim. Haddimden ve hakkımdan fazlasını aramıyorum bu kitapta. Tek şefaatçim, ihtiyacım. Ben Risale-i Nur’u dünyayı kurtarmak için okumuyorum. Yokluğundaki hiss-i açlık bana onu okutturuyor. Zaten farkettiniz. Bu sefer size kitabı da anlatmıyorum. Kendimi anlatıyorum. 

İşaratü’l-İ’caz, külliyat içinde okunması değil, ders alınması gerektiğini düşündüğüm üç kitaptan birisi. Birisi Muhakemat, diğeri Sikke-i Tasdik-i Gaybî, üçüncüsü bu. Çünkü bakıyorum; Arapça grameri bilmemekten dolayı benden saklanan çok pırıltısı var. Sanki müellif de hissediyor bunu. Ara sıra—Yeni Said döneminde kendisine iyice hâkim olacağını göreceğimiz—üslubuyla gramer dışına taşarak manevî tefsir tarzı izahlarda da bulunuyor. Ama yok, bunlar çok fazla değil, İşaratü’l-İ’caz’ın üslubu klasik tefsire daha yakın. Biraz altyapı istiyor. Çocuksu fehmime çekingenlik geliyor.

Fatiha ile başlayan bu tefsir, Bakara sûresinin 33. ayetine kadar devam eden bir izahı içeriyor. Bu eserin yazıldığı dönemde Bediüzzaman, Doğu Cephesinde mücadele ettiği için (malumunuz Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi gönüllü Kürt Milis alayındaydı) eserini bitirmeye muvaffak olamamış. Zaten daha sonra yazdığı metinlerden anladığımız kadarıyla bu metni, daha sonra yazılabilecek bu tarz bir tefsire başlangıç olarak düşünüyor. Giriş kısmında kardeşi tarafından yapılan bu tercümeye bir Tenbih yazmış. O tenbih demiş, siz Önsöz gibi anlayın.

Ne niyetle yazmış olursa olsun, metnin insanın beyninde yaptığı açılımlar harika... Ayetlerde kullanılan kelimelerin, hatta kullanılmayan kelimelerin hikmetlerinin izah edilmesi; çekimlerinin mucizevî yanlarıyla ortaya konması kalpteki imanı kavileştiren birşey. Zaten belki ben gibi çoklarını Bediüzzaman’a çeken de bu: İmanındaki özgüven. Bu kitap gibi daha nicelerinde Üstad; itikatını o kadar sağlam ve rahat bir mantıkla izah ediyor ki, insan karşı koyamıyor. Karşı konulabileceğini de düşünmüyor. Kalbimi on yıl kadar önce düştüğü yerden kaldırdığı için Üstadımın ruh-u şeriflerine tekrar tekrar dualar yolluyorum. Allah ondan razı olsun. Kitabı anlatamadım bu sefer, siz de hakkınızı helal ediniz.

4 Aralık 2012 Salı

Küfür psikolojisi

İlk kez Metin Karabaşoğlu ağabeyden işitmiştim bu nüansı: Yıllardan beri; “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste aslında İslam kelimesinin olmadığını... Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. Mezkur yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu.

Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?

Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde sanıyorum bunun cevabını yakaladım. Bu eserin “Ateistlerin İnancı” isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:

“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”

Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın günahkâr zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu.

İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Bediüzzaman Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra günahkârların psikolojisine şöyle değiniyordu:

“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğ­farla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Kü­çük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”

Burada da vurgulandığı üzere günah, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki sıkıntıyı bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu fikir de beynimde rahat durmadı. Oradan da bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma. Bakara sûresinde geçen bu ayetin (ki 26. ayettir) sonu şöyleydi: “ (...) verdiği misallerle Allah, ancak fâsıkları (günahkârları) saptırır.”

Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:

“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüp­heleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: ‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvü­lat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”

Bu metinler, beni tekrar tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden? Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti. Ama böyle olsa da ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı aşikârdı. Küfrün derinlerde saklanan dayanağında mantık değil, his vardı.

Ve ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günaha karşı konulmaz bir arzu duyanlar, bu arzuyla aralarında engel olan şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Yahut da onları inkârlarına materyal olarak kullanıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Mümin müminin aynasıdır, ama boy aynası değildir

“Mümin müminin aynasıdır” hadisini biraz dar bir çerçevede anladığımızı düşünüyorum. Bunu bana düşündüren okuduğum kitaplar öncelikle... Zira onların da yaşayanlar kadar fikrime birer ayna, birer makes olduklarını ve hatta çoğu zaman hakikatlerin onlarda yansıyarak bana ulaştığını müşahede ediyorum.

Bu noktada bir müminin, diğer müminin karakterlerini ve siretini yansıtan bir ayna değil sadece; aynı zamanda onun kâniatı temaşa edebileceği, tefekkür edebileceği bir zemin olduğunu derketmekteyim. Bunu biraz daha açık ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: Bir mümin, diğer müminin sadece kendisine bakan boy aynası değildir. O, aynı zamanda, vesilesiyle hakikatlerin aklımıza ve kalbimize ulaştığı bir rasat aynasıdır. Kâinata açılan penceremiz, belki kapımızdır. Bu yüzden aynaların/okuduklarımızın sayısını çoğaltmak lazımdır.

Bu eksende Borges’ın beni destekleyen güzel bir sözünü zikretmek istiyorum: “Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır.” Evet, Borges çok doğru söylüyor. Hakikaten de bizi gerçek hayata, hayatın özündeki hakikatlere uyandıran hep kitaplar değil midir? Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere o güzel nesnelerdir ki, hayata gözlerimizi açarlar. Ülfetin/sıradanlığın perdelerini yırtarlar.

Aynı perspektiften bakarak şunu da itiraf edebilirim ki; pek çok kereler aklıma güzel fikirler, hakikatler başkalarının cümlelerini okurken gelir. Hatta fikrim dediğim çoğu şey, başkalarının fikirlerinin beynimden geçerken yaptığı sürtünmeden çıkan kıvılcımlardır.

Kendi beynimdekilerin, kalbimdekilerin başkalarının beyaz sayfalar üzerine kodladığı siyahlıklarını izlerken (yine) bana açılması, işte bu ayna hadisinin diğer boyutunu görmemi sağlıyor: Evet, mümin kardeşlerim benim aynalarım. Yazdıkları, düşündükleri de öyle... Onlara yalnızca kendimi değil, kâinatı ve esmayı da yansıtarak (yahut zaten yansımakta olanları görmeye kastederek) değişmeyen hakikatleri arıyorum, buluyorum.

Biraz da ayna tanımı üzerinde duralım. Takdir edersiniz ki, yalnızca, insanın bakınca kendisini gördüğüne ayna demezler. Ayna, aynı zamanda bir yansıma/yansıtma aracıdır. Bazen yolu görmek, bazen mikroskobik nesneleri görmek, hatta bazen uzayı görmek için bile kullanılabilir. Periskoplarla denizinaltıların su üstünü görmesini sağlarken, teleskoplarda da aynalar sayesinde uzay temaşa edilir. Yani ayna, yalnızca insanın kendisinin yansıdığı, kendisini gördüğü şey değildir. Ayna, aynı zamanda gözle görmesi zor nesneleri de bir görme/gözlemleme aracıdır. Bu yönüyle de “Mümin müminin aynasıdır.” Onda, yazdıklarında, düşündüklerinde mümin kendisinin keşfetmediği (yepyeni) bir dünya görür. Bazen farklı bir bakış açısını, bazen farklı bir bilgiyi, bazense sadece empatiyi yakalar. Sonra içine kendi fikrini de yansıtarak tefekkürünü geliştirir.

Hz. Ali’ye (radyallahu anh) atfedilen “İlim bir nokta idi. Onu cahiller çoğalttılar” sözü bu bağlamda ne kadar da manidardır. Öyle ya... Vahyin de dediği gibi; “İnsan çok cahildir.” Bu cahiller ayna misal birbirlerinin karşısına geçerek ve nokta kadar ilmi birbirileri içinde yansıtarak onu çoğaltmışlardır. “Telahuk-u efkârdan hakikat doğar...” Ve şunu da unutmamalıyız: İki ayna karşı karşıya konduğunda, ortalarındaki herhangi bir nesnenin yansıması sonsuz sayıdadır. Bizi birbirimize ayna kılmakla azımızı çoğa kalbedene hamd u senalar olsun. Yarattığı aynalar ve yansımalar sayısınca...

Bu bahse girişmişken Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de zikrettiği mürşid ve ayna metaforuna da değinmek istiyorum. Hatta durun, ben konuşmayayım, o metni doğrudan alıntılayayım da, tefekkürü size kalsın: “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” Amenna Üstad! Aynen öyledir. Mümin  müminin aynasıdır. Mürşid müridin aynasıdır. Kalp kalbin aynasıdır. Dünya, zaten bir aynalar koridorudur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...