Ne haklı söylüyor Esayan, İyi Şeyler’de; “(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı” derken. Evet, hepimiz, çoğu zaman, bilimselliğin ardına sığınarak kaçıyoruz hakikatlerden. “Biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir...” buyuran Nur sûresi 63 de, biraz buna işaret ediyor sanki. Her kaçış, önce yolunu yapar. Ve bu yol, ‘benzer diğerlerinin’ bahanelerinden örülür. El değiştiren bahane, bu ellerin sayısı arttıkça, sınanmamış bilgiye dönüşür. Fısıldanma sıklığı ve şiddeti ‘söylentiyi’ gafillerin nazarında ‘doğruya’ benzetir. Başkasının hurafesi, eğer sınamazsak, bizim hoşa giden hakikatimiz olur. Tıpkı Ene Risalesi’nde dendiği gibi:
“Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”
Haksızın güç aldığı tek kaynak kalır geriye o vakit: Haksızlığın niceliği. Ve dikkat edin, haksızlar, sık sık sayılarıyla övünür; haklılar ise, tek kalsalar dahi, bozmadıkları duruşlarıyla.
Serdar Kaya’nın, itaatin mantığını sorgulatan o harika eserinde rastlamıştım ilk kez bu ‘acaba’lara. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği kitabında. Kaya, daha başlarında, Milgram deneyini değerlendirirken şöyle başlıyordu sözlerine:
“İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol edebilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çarpıcı deneylerden biri, 1961 yılında Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Milgram’ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeye amaçlayan bir deney yapmaya yönelten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs’te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram’a göre Eichmann’ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiği sorgulamadan) yaptıkları işlerin bir sonucu olabilirdi.”
Kitabın devamında Milgram deneyinin detaylarını okuduğunuzda ‘âdemoğlunun dönüştüğü şeye’ şahit olmakla hakikaten şaşırıyordunuz. İnsanlar, deney süreci içerisinde psikiyatrların öngörülerini boşa çıkararak (40 denekten 26’sı oranında), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik vermekten çekinmemişlerdi. Ki 120 volttan sonraki her aşamada deneğin acı çekeceği kendilerine bildirilmiş, hatta acılı haykırışlarını içeren ses kayıtları da dinletilmişti. Ama işlerini ‘ücret karşılığında düğmeye basmak’ olarak gören insanlar, etik yanını görmezden gelerek, görevlerini yapmaktan kaçınmadılar. Onlar sadece ‘düğmeye basan memurlardı’ çünkü.
Kitapta, Milgram deneyinden başka, filmi de yapılan Stanford Hapishane deneyi, Asch deneyi gibi daha pek çok deney ve vakıa incelenerek, bunların karşılaştırmalı tahlili yapılıyordu. Fakat benim en çok dikkatimi çeken şey; Milgram deneyinin tahlilinde değinilen Nagasaki’ye atılan bomba meselesiydi. Olayı hatırlayan her insanın (Japonlar da dahil) Amerika’yı suçladığını, fakat kimsenin pilot Charles Sweeney’i anımsamadığını söylüyordu Kaya. Belki Charles Sweeney de (70.000 masum ölümden sorumlu olmasına rağmen) kendisine sorulsa, yalnızca görevini yaptığını ve Japonlara kişisel bir husumetinin olmadığını belirtecekti.
İnsanın, görevini ‘düğmeye basmak’ olarak gördükçe yaşadığı robotlaşma, bana ister istemez 2010 yapımı Kutu (The Box) filmini anımsatıyor. Başrollerini; Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella’nın paylaştığı filmde, bir çifte, gizemli bir adam tarafından zor bir teklif götürülüyordu: Yanında getirdiği kutuyu evlerine bırakan adam, eğer o kutudaki butona basarlarsa kendilerine yüklü bir miktarda para vereceğini, ancak bastıkları anda dünyanın bambaşka bir yerinde bir masumun öleceğini söylüyordu. Günlerce gerilim yaşayan aile, en nihayetinde yapacakları şeyin ‘sadece bir düğmeye basmak’ olacağı yönünde kendilerini ikna ederek teklifi değerlendiriyorlardı. En başta Esayan’dan alıntıladığım cümleye dönersem: İnsan kendince bilimsel bir açıklama bularak veya sıfırdan üreterek bir şekilde vicdanının sesini bastırmayı başarıyordu.
Ben şimdi bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu düğmeye basmak meselesinde bir memurlaşmanın/robotlaşmanın payı olduğunu düşünüyorum. İnsan, bir sisteme ‘memurlaşarak’ dahil olduğunda, etik sorgulamayı daha kolay kenara itebiliyor bence. Zira memurlaşmak, yaptığı şeyin sorumluluğunu kendisine değil, bağlı olduğu kuruma/devlete/cemaate ve onların asabiyetlerine yükleyerek vicdan sızısından kurtulmak kolaylığını da sağlıyor nefislere. İnsanlar, Ene Risalesi’nden yaptığımız alıntıda da okuduğumuz gibi, nevin enaniyeti ve asabiyeti içinde bireysel sorumlulukları unutup vicdan sızılarını oralardan devşirdikleri bilimsellikle(!) giderebiliyorlar. Bu sayede, hangi safa denk gelirlerse gelsinler zaman içinde, her birinde fanatik olabiliyorlar. Bütün kimlik değişikliklerini içselleştirebiliyorlar.
Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, Eski Said döneminden beri, memuriyetin kem yönlerine vurgu yapıyor ve insanları onun etkilerine karşı uyarıyor. Münazarat’ı yazdığı 1910’lu yıllarda bile:
“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder...”
Hatta aynı eserin daha başka bir yerinde İslamların ‘neslen ve serveten tedennîsini’ memuriyetin revacına bağlayabiliyor:
“Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük.”
Daha başka bir yerde de meşrutiyeti savunurken, milletin/dinin idaresini atanmışlara yüklemeyi şöyle eleştiriyor:
“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”
Hem yine başka bir yerde Kürtlerin medreselerde ‘taharri ahlakı’nı geliştirmekle meşrutiyete adaptasyonda memurlardan daha ileri olduklarını, onların sistem olarak buna daha namüsait olduklarını şöyle belirtiyor:
“(...) Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. (...) Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür.”
Daha bunun gibi pek çok yerde Bediüzzaman, memuriyeti eleştiriyor ve İslamlar üzerinde menfi tesirinin çok olduğunun altını çiziyor. Hayatının daha sonraki döneminde de (yani Yeni Said kısmında da) memuriyete bakışı değişmiyor Bediüzzaman’ın. Hatta yıllar sonra büyük bir memuriyeti neden kabul etmediği sorulduğunda verdiği cevap aynı endişeleri bize hatırlatır nitelikte:
“Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”
Tahminime göre yine aynı meseleyi bir başka eserinde de şöyle anlatır:
“Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelîlane mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. (...) Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, takat-i beşerin fevkınde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem beni menediyor.”
Memuriyetin, çoklarda nasıl bir ‘iradesizleşmeyi’ beraberinde getirdiğini ve nasıl çokların memuriyet giysisi ve asabiyeti altında kendi zulümlerini meşrulaştırdıklarını ise külliyatın çoğu yerinde, hassaten lahikalarda görebilmek mümkün. Dikkatle okursanız, Bediüzzaman, bu kısımlarda da memuriyeti daima ‘kullanılmaya müsait’ çok kimlikli bir alan olarak tesbit ediyor. Mezkur bahislerde geçen; ‘insafsız ve dikkatsiz memurlar,’ ‘müşevveş büyük bir memur,’ ‘bazı alçak memurlar,’ ‘insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları,’ ‘bazı iktidarsız memurlar...’ gibi ifadeler, Bediüzzaman’ın, seçilmişlerden ziyade ‘atanmışların ettiği zulümlerden’ çektiğini gösteriyor bizlere. Bazılarını yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum:
“Bunu da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi nevinden veya kendilerine paye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda—dürbün ile bakarak—habbeyi kubbe gösterdiler.”
“Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. (...) Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve Bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.”
“Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.”
“Efendiler! Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve imân hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”
Sadece bu kadar değil. Daha başka yerlerde de Bediüzzaman, hizmet-i Kur’aniyeye çalışan insanların memurluk sahasına çekilerek nasıl Nurlardan soğutulduklarını anlatır ve şöyle der:
“Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.”
“Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.”
Fakat benim burada asıl dikkatini çekmek istediğim metinler, Bediüzzaman’ın memurluğun kullanılabilir yanına değil de zulmetmeye meyyal tarafına dikkat çektiği yerler. Lahikalar içinde iki yerde de Bediüzzaman, memurluk içindeki bir kem damara dikkat çekerek, hem Demokrat Partiyi, hem de ondan sonra gelecek dindar hürriyetperverleri ‘Halk fırkasının paralel devletine’ ve ‘memur vesayetine’ karşı şöyle uyarıyor:
“Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.”
“(...) memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. (...) Şimdi, Adnan Menderes gibi, ‘İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz’ diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.
Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”
Garip gelebilir, ama ben bugünlerde yaşadıklarımızla bu metinler arasında ilginç bağlantılar kuruyorum. Özellikle Gülen Hareketiyle...
Hakikaten de Gülen Hareketi, Risale mesleğinden bu noktada büyük bir ayrılık gösteriyor. Bediüzzaman’ın aksine, kadrolaşabildiği her yerde, devletin (bizzat Gülen’in ifadesiyle) ‘kılcal damarlarına kadar sızmaya’ gayret ediyor. Bediüzzaman, memuriyetin ‘alet olma ve iradesizleştirme’ yönünden ne kadar kaçıyorsa; Gülen, o kadar bunun peşinde koşuyor. Hatta bizzat devlet içinde görevlendiremediği elemanlarını bile, yine kendi kurumlarında memurlaştırarak (ve dışarıda çalışmalarını günah saçan ortamlara girmek olarak tasvir ederek) iradesini kontrol altına alıyor. Belki onları asgarî ücretle süründürüyor, belki emeklerini sömürüyor, ama bunu da ‘hizmet-i Kur’an’ başlığı içinde ibadet olarak sunarak dizginlerini bırakmıyor. Asabiyetten ayrılmalarına izin vermiyor.
Özel teşebbüste bulunacakların bile, hareketin bu dalda faaliyeti olsun veya olmasın, mutlaka onlara danışması gerekiyor. Diyelim, bir yayınevi kurmak istediniz ve cemaattensiniz, eğer onlarla istişare etmezseniz (ki istişare değil, izin almak bu) dağıtımcı firmalarında yayınevinizi banlayarak ve hakkınızda kötü bir şöhret yayarak sizin piyasada iş yapmanızı engelleyebiliyorlar. Kendi dışında rızk (ve dolayısıyla özgürlük) alanları oluşmasını pek sevmiyor cemaat. Tasavvur ettiği dünya daha çok memurlar cumhuriyeti gibi. Tıpkı Orwell’ın karaütopyası 1984’te olduğu gibi. Hatta biraz daha cüretle; tıpkı Komünizm’de olduğu gibi. Kişinin kimliğini ve ekmeğini borçlu olduğu yere asabiyetle bağlandığı bir ütopya!
En serbest ticarî teşebbüslerin bile cemaatin üst kademesiyle istişare edildiği, onayıyla ancak yola çıkıldığı; verilen bu onayların da karşılığında yapılması istenen bazı ‘iyiliklere’ bağlandığı enteresan bir zemin bu. Gülen’in ve cemaatin dünyasında kurumların ve kurumlara mecbur memurların büyük bir yeri/önemi var. Hatta bu son krizde de en büyük emeği yine onların kurumlarında çalışan hazır kıtalar veriyor. Çünkü kendi içlerinde oluşturdukları bir ‘endoktrinasyonel kapalı enformasyon’ ağları da var. Memuriyet içinde kaldıkları sürece bu insanlar sadece kendileri gibi düşünenleri okuyor ve deklare edilen bilgileri yayıyorlar. Başka fikir o kapılardan içeriye sokulmuyor. Böylece de körükörüne itaate odaklı, asabiyet-i cemaatiye ile kuşanmış ‘memur orduları’ kuruluyor orada. Her yanlış, nevin enaniyeti ve bilimselliği içinde vicdanı sızlatmaz hale getiriliyor.
Bir diğer menfi yönü de; 17 Aralık milli iradeye darbe operasyonları sırasında bazı savcı ve emniyet mensuplarının söyledikleri sözlerden, takındıkları tavırlardan da farkettiğimiz o ‘hâkimiyet rüşveti.’ Bulunduğu makamın, Bediüzzaman’ın ilgili yerlerde sıklıkla vurguladığı gibi, millete hizmet yeri olduğunu düşünmeyip; kendisinin hâkimiyeti için, nemrutçuluk yapması için verildiğini sanarak, atanmış bir sarhoşlukla milletin seçtiğine meydan okuma çılgınlığı.
Mesela; “Sizi başbakan bile kurtaramaz!” veya “Boşbakan!” tarzı söylemler üretilebiliyor artık o makamlardan: “Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor...” ve şahidi oluyorsunuz bunun. Bediüzzaman’ın dindar hürriyetperverler adına endişe ettiği paralel yapı, bu sefer şeytanın sağdan gelmesi gibi dinî bir hareket gılafı giyerek hürriyetinize saldırıyor.
Memuriyetin, iradesizleştirmesinden kendini kurtarabilmiş kardeşlerimi tenzih ederim. Fakat çoğunluk böyle ve bu halde. Bediüzzaman’ın uyarıları boş değil, boşuna değil. Görüyorsunuz ya, onun metinlerinden ışığını aldığını söyleyen koca bir cemaat, bir meyl-i memuriyet ve iktidara karışmak hevesiyle nasıl ülkeyi berbat ediyor, ortalığı fitne ile tutuşturuyor! Bu yapılanların, yaşananların Bediüzzaman’ın tavsip ettiği şeyler olduğu söylenebilir mi? ‘Hedef gösterip kelle istemeyi’ kulluğun zirvesi, hizmetin dibi sananlarla Risale mesleğinin ne alakası olabilir? Allah, bu çok kimlikli ‘adanmış robotlara’ karşı yardımcımız olsun. Paralel yapılara fırsat vermesin. Ve körükörüne itaatin yaptığı yıkımlardan ülkemizi, hürriyetimizi ve meşru hükümetimizi korusun. Âmin.