"Bütün sanatçılar aynı kaynaktan beslenir: İnsan kalbi. Çünkü farklılıklarımızdan çok benzerliklerimizi anlatır o bize." Maya Angelou, Kızıma Mektuplar'dan...
En tesirli yazılar itiraf ile başlayanlardır. İnsan, eğer özündeki insana dokunursa önce, itiraf ile insan olmak zemininde eşitlenirse herkesle (ki bizi en çok zaaflarımız eşitler), o zaman ürettiği de başkalarına tesir eder. Şöyle tarif edeyim: Sen yazdığında ne kadar insan olursan, okurunu da o kadar karşında insan bulursun. Yalnız empatiyle olmuyor bu. İtirafla da oluyor. Vaizlerin sözlerine tevbeyle başlamaları boşuna değil. Nefsini söylüyor önce, sonra nefsine söylüyor başarabilirse.
Kusurundan kurtulacaksın. Kusursuz olmakla değil ama, itiraf etmekle kurtulacaksın. Sahip çıktıkça alacak Rabbin onu omuzlarından. Sevaplarını terkettikçe verecek. Günahlarını, sahip çıktıkça sen, alacak, affedecek. Rabbin senden böyle bir aynalık bekliyor. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Sen de itiraf ile sorumluluğunu alacaksın. Payına düşeni yani. Sana düşeni. Tevbeni. Zaten senin olanı. Sen payına düşeni aldığında insanlar da senin metinlerinde paylarına düşeni alacaklar.
Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın sıklıkla söylediği (Buharî'de 15 ayrı hadiste geçer) "Nefsim kudret elinde olsan Allah'a yemin ederim ki..." meşhur kasemi/yemini bir ders vermeli. Bana verdi. Anladım ki: İnsan bir başkasına söz etmeden önce kendini ortaya koymalı. Fıtratının tüm köklerine inerek yüzleşmeli kendisiyle. Acziyle, fakrıyla ve düşkünlükleriyle... Önce kendisinden, ama tasannu ile kirlenmemiş kendisinden, başlamalı ki; bir başkasının özündeki insana varmalı. O bir başkasını kendisine dönmeye zorlamalı. Aynı olanı göstermekle bir ayna olmalı. Kabuktan konuşan kabuğa konuşur. Kalpten konuşan kalbe. Ve ancak nefsinı ıslah eden başkasını ıslah eder.
"Ve bu kasem gösteriyor ki; şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef'alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzî olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz."
Yalnız bu da değil arkadaşım. Bir de bu itirafın barıştırıcı bir yanı var. Bakara sûresi, Hz. Âdem efendimin kıssasını aktarırken, iki şeye dikkat çekiyor. 1) Dünyaya inerken 'birbirlerine düşman olarak' indiklerine. 2) Barışın (yalnız birbirleriyle değil bence varlıkla da barışın) tevbe ile gerçekleştiğine:
"Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti; Rabbi de onun tevbesini kabul etti."
O yüzden diyorum işte: Tevbe ettiğinde yalnız günahının affını istemiyorsun, aynı zamanda kendinle de barışıyorsun. Kusurlarının sen olduğuna, onlarla sen olduğuna ve onlarsız hikmetsiz kalacağına kanaat getiriyorsun.
“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” hadisi belki biraz da buna işaret ediyor. İnsanı kıymetli kılan yanının, hakikatini inkâr eden bir mükemmellik arayışında değil, zaaflarıyla yüzleşip "Ben buyum Allahım, yardım et!" deyişinde yattığını gösteriyor.
"O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki; aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: 'Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.'"
Bu da ilginç birşey arkadaşım. Islah kelimesi, köken olarak sulhle/barışla kardeştir. O zaman hemen sormalı: İnsanları ıslah etmek, onları düzeltmek midir yalnız, yoksa Allah'la ve varlıkla onları barıştırmak mıdır? Cevabını bulmadan şunu da eklemeli: Kendisiyle barışık olmayan, başkasını nasıl barıştırır? Eh, neyse. Sonuçta ben de günahlarımı seviyorum. İşlediğim için değil ama, tevbe etmeme ve yalnızca bir insan olduğumu nefsime hatırlatmama vesile oldukları için.
30 Nisan 2014 Çarşamba
28 Nisan 2014 Pazartesi
Çürümüş kalpleri kim diriltecek?
Bazen karamsarlığın eline düşüyor insan. Ne kadar ‘düşmemek lazım’ dese de, düşüyor. Nasihatler havada kalıyor. Umutsuzluk, iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter. Meleke halini almasın. Yoksa arada bir hüznün girdabına düşmek de yanlış değil. Allah, insana hayatı zıtlar arasında koşturarak öğretiyor. Bazen mutlusun, bazen hüzünlü; bazen iyimsersin, bazen kötümser; bazen neşe saçarsın; bazen öfke. Bunlar normal. Hepsiyle barışman lazım. Ama birşeye dikkat: Birisinde ‘mantıksız bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın.
İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe... Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?
Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun: Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?
Bazen "Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?" diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”
O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında, ümit etmeyi de bırakırsın.
İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe... Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?
Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun: Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?
Bazen "Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?" diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”
O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında, ümit etmeyi de bırakırsın.
23 Nisan 2014 Çarşamba
Muvazenesiz vaiz
"Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır." Muhakemat'tan...
Seçimler geçti, ama ortalık daha durulacak gibi değil. The Cemaat, seçimlerden önce başladığı kamikaze dalışına, seçimlerden sonra da devam etmek niyetinde belli ki. En azından cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar tamtamlı günler bizi bekliyor. Onlar için bu, bir memleket meselesinden ziyade, cemaatlerinin varoluş mücadelesi. Paylaşımlardan anlıyorsunuz. Sonuçta Türkiye'nin ne hale geldiğini veya ekonomisinin ne duruma düşeceğini hiç umursamıyorlar.
Önemli olan, ne olursa olsun, hatta gerekirse başa en kötü iktidar gelsin, Erdoğan'ın koltuktan indirilmesi. Başka amaçları yok. Onu indirdikten sonra, elbette sıra kendilerine muhalif olanların ayaklarının kaydırılmasına gelecek. Diğer dinî gruplar, kanaat önderleri özellikle baskılanacak. Ama öncelikle Erdoğan gitmeli. Başka türlü başaramazlar çünkü. Zayıf bir hükümet olmalı başta paralel yapılanmalarını sürdürebilmeleri için. Baştaki kendilerinden daha güçsüz olmalı ki, rest çekmeyi göze alamamalı. Erdoğan lafını da, restini de esirgemiyor maşaallah.
Bu kısımları zaten biliyorsunuz, bildiğiniz şeyleri tekrar söylemiş oldum. Benim asıl bu yazıda altını çizmek istediğim şey, The Cemaat'in AK Parti'yi (ve özellikle Erdoğan'ı) dindar seçmenin gözünden düşürebilmek için seçtiği iki argüman: Hırsızlık ve muta nikahı meseleleri... Gerçi, muta nikahı mevzuuna tam dalamadılar, zira seçimlerde bir etkisinin olmayacağını erken farkettiler. Ama birkaç gün twitter tag'ları, köşeyazıları ve konferanslarla bunun denemelerini yapmışlardı. Hatta kendileriyle irtibatlı yayınevlerinden muta nikahı üzerine kitaplar bile çıkarmışlardı aynı dönemde.
Her neyse: The Cemaat, taktiksel olarak, seçmenin fikrini değiştirmek için hükümetin dinî kimliğini ve buna bağlı güvenirliliğini çürütmeye çalışıyor. Bunu iki yolla yapıyor işte: 1) Sürekli hırsızlıkla/yolsuzlukla ilgili paylaşımlar yapıyor. 2) AK Partililerin muta nikahı, dolayısıyla zina ettiği üzerinden bir yaygara koparmaya çalışıyor. Tabii The Cemaat'in hizmet faaliyetlerini bırakıp ne zamandır uçkur ve cüzdan takipçiliği yaptığını ben bilmiyorum. Ama belli ki, epeydir çalışıyorlarmış. Kayıtlar alıyor, mamaların genelev defteri tutması gibi muta nikahı defterleri tutuyorlarmış.
Sırf o kitapların paralel zamanlamayla yayınlanması bile hazırlığın aylar öncesinden olduğunun kanıtıdır. Başka delil göstermeye gerek yok. Çok organize bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız. 27 Aralık'ın bir darbe girişimi olduğunu bugün söyleyemeyenler, yıllar sonra ayrıtılar tamamiyle ortaya döküldüğünde çok utanacaklar. Şu an parçaların tamamını birleştirebilenlerin sayısı az. Ama zaman geçtikçe, uzaklaştıkça, kuşbakışı daha net görünecek. Neyin içinde olduğumuzu, nasıl bir süreç yaşadığımızı, nasıl bir tehlike atlattığımızı daha iyi anlayacağız.
Ben bu yazıda, özellikle bu iki başlıkla ilgili yapılan bir baskı yöntemini deşifre etmek istiyorum. Bu baskılama yönteminin ismini de, Bediüzzaman'ın birkaç eserinde kullandığı bir ifadeyle adlandırmak istiyorum: "Muvazene-i şeriatı bozmak."
Evet, yöntemin ismi bu. Uygulanışı ise şöyle: 1) Önce beğenmediğiniz insanların günahlarını tesbit edersiniz. 2) Sonra o günahla ilgili hadis, ayet, vecize ne varsa toplarsınız. 3) O günahla ilgili değişik zamanlarda yaşanmış bütün örnekleri toplarsınız; gerekirse bekletirsiniz, hemen açıklamazsınız. 4) Aynı anda hem bütün bilgileri zaman/kişi/gerçeklik farkını ortaya koymadan ortalığa saçar ve topladığınız hadis, ayet, vecize ne varsa, hepsini 'söyleniş şartlarını' ve 'şeriatın muvazenesini' ıskalar bir şekilde hazır bütün zihinlere kusarsınız. 5) O günah üzerinde zihinleri ondan nefret ettirecek kadar öyle durursunuz ki, sonunda, iman-küfür denkleminde bir yeri olmamasına rağmen o günahın, kişiyi kafir ilan edersiniz. 6) Suçladıklarınızın iyilik ve hayır namına ne varsa, bütün davranışlarını ya unutturur veya kötüleyerek çürütmeye çalışırsınız. 7) Böylece o kişi veya kişileri hem gözden düşürmüş hem de işlerini bitirmiş olursunuz.
Bence yöntem bu. The Cemaat bu sistemle çalışıyor. Yaptığı şeyin adı, Bediüzzamanca, cerbeze:
"(...) Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.
Meselâ, şu aşiretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efrâdı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vâhidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralatından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temâşâ eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garâibin makinesidir."
Biz de acayip gariplikler gördük bu cerbeze döneminde. 40 yıldır varolan bir cemaat, darbe dönemleri de dahil hiçbir iktidara itaat etmekten çekinmemişken; hiçbir iktidarı yolsuzluklar nedeniyle, bırakın tehdit etmeyi, uyarmamışken; birdenbire yolsuzlukla mücadeleyi birincil amaçları haline getirdiler. Sonra 'la tecessesu'yu unutup, zina isnadında aranan dört şahit meselesini bir tarafa bırakıp, yakaladıklarına zina isnadında bulundular. Hatta bu noktada öyle ileri gittiler ki, twitter üzerinden canlı şahidi olduğumuz şekilde, mesture/dindar kimlikleriyle tanınan, ama kendilerine muhalif kadın yazarlara bile isnadlarını açık açık yazdılar. Sonra özür dileseler de bu yaptıkları tamamıyle şeriatın muvazesine aykırı idi:
"Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: 'Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?' şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: 'Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.' Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."
Ama bu arkadaşlar, çok akıllılar, kendi kafalarında büyük günahların da sıralamasını değiştirdiler. Onlara göre önce en büyük günah önce yolsuzluk, sonra da muta nikahı idi. Ve her ne şekilde şüphelenilirse şüphelenilsin, gerekirse mahkeme beraatla neticelensin, yine de yakaladıkları suçlulardı. Onlar emindi ya, gerisi hiç önemli değildi. Gerekirse telefon da dinlenirdi. Evlere kamera da yerleştirilirdi. En mahrem yerlerden kayıtlar da alınabilirdi. Kardeşlerinin günahını ortaya çıkarmak ve onları rezil etmek için her yol mübahtı. Makyavelizmle İslam adaletini kaynaştırmanın böyle bir yolunu buldular. Kendilerince harikaydılar, ama ümmetin ehl-i sünnet çizgisi onları kustu. "Bu benden değil" dedi, reddetti.
Hatta bu insanların twitlerine bakın, hırsızlık konusunda ne kadar hadis varsa çalışmış, derlemişler. Bazıları hiç kaynak da göstermiyor, salladığını hadis diye yazıyor; ama bazısı var, hakkını takdir edelim, azıcık hadis kitabı karıştırmış. Fakat o da fıkıhtan anlamıyor. Anlamadığını da bilmiyor. Ne büyük günahların sıralamasını ne de bunların iman eksenindeki konumunu biliyor. En küçük hırsızlığı olanı bile ebedî cehennemde yanacak gibi lanse etmekten çekinmiyor. Fakat başka hadisler de var, affa dair şeyler, tevbenin geniş dairesine dair şeyler ve hatta kalbinde iman olanın kurtulacağına dair şeyler. Onları hiç anmıyorlar. Varsa da yoksa da yolsuzluk deyip duruyorlar. Ama tabii bu muvazenesizlik, bu dengesiz şeriat anlayışı, insanlara soğuk geldi ve geliyor.
"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir."
Bunlar da 12 yılda her ne kötülük yaşanmışsa, her kimden dolayı yaşanmışsa hepsini toplayıp bir zaman-ı vahidde ve bir şahs-ı vahidden (bu elbette Erdoğan oluyor) sudurunu tevehhüm edip saldırıyorlar. Adalet ettiklerini sanırken zulmün en şiddetlisini yapıyorlar. Ama kardeşlerim, böyleleri eskiden de vardı. Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde şöyle belirtiyor bunların halini:
"Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü't-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü'l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü'l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (...) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır."
Kimsecikler alınmasın. Mevzu bizi buraya çekiyor. Yoksa bana ne? Yine başka bir yerde vaizlere dair yaptığı bir eleştirisi de şöyledir:
"Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar."
Bediüzzaman'ın bu bahsini okurken aklıma hep bir kişi geliyor. İsmini vermeyeyim, ama siz anladınız zaten. Onun ve takipçilerinin halini de buna çok benzetiyorum. Neye saldırsalar, neyi hedef tahtasına koysalar, sanki en büyük günah oymuş ve o olmasa kıyamet kopacakmış gibi coşuyorlar. Hangi kurumlarına bağlansalar '(...) olmasaydı' tagları açıp, o kurum zaruriyat-ı diniyedenmiş gibi savunmamızı bekliyorlar. Yahu nedir bizim bu coşkun vaizlerden çektiğimiz? Ne zaman koruyacaklar muvazene-i şeriatı da dengelerini bulacaklar? Çok kötülük gördük, ama yine de mesleğimiz beddua değil, "Allah ıslah etsin" deyip geçiyoruz.
Seçimler geçti, ama ortalık daha durulacak gibi değil. The Cemaat, seçimlerden önce başladığı kamikaze dalışına, seçimlerden sonra da devam etmek niyetinde belli ki. En azından cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar tamtamlı günler bizi bekliyor. Onlar için bu, bir memleket meselesinden ziyade, cemaatlerinin varoluş mücadelesi. Paylaşımlardan anlıyorsunuz. Sonuçta Türkiye'nin ne hale geldiğini veya ekonomisinin ne duruma düşeceğini hiç umursamıyorlar.
Önemli olan, ne olursa olsun, hatta gerekirse başa en kötü iktidar gelsin, Erdoğan'ın koltuktan indirilmesi. Başka amaçları yok. Onu indirdikten sonra, elbette sıra kendilerine muhalif olanların ayaklarının kaydırılmasına gelecek. Diğer dinî gruplar, kanaat önderleri özellikle baskılanacak. Ama öncelikle Erdoğan gitmeli. Başka türlü başaramazlar çünkü. Zayıf bir hükümet olmalı başta paralel yapılanmalarını sürdürebilmeleri için. Baştaki kendilerinden daha güçsüz olmalı ki, rest çekmeyi göze alamamalı. Erdoğan lafını da, restini de esirgemiyor maşaallah.
Bu kısımları zaten biliyorsunuz, bildiğiniz şeyleri tekrar söylemiş oldum. Benim asıl bu yazıda altını çizmek istediğim şey, The Cemaat'in AK Parti'yi (ve özellikle Erdoğan'ı) dindar seçmenin gözünden düşürebilmek için seçtiği iki argüman: Hırsızlık ve muta nikahı meseleleri... Gerçi, muta nikahı mevzuuna tam dalamadılar, zira seçimlerde bir etkisinin olmayacağını erken farkettiler. Ama birkaç gün twitter tag'ları, köşeyazıları ve konferanslarla bunun denemelerini yapmışlardı. Hatta kendileriyle irtibatlı yayınevlerinden muta nikahı üzerine kitaplar bile çıkarmışlardı aynı dönemde.
Her neyse: The Cemaat, taktiksel olarak, seçmenin fikrini değiştirmek için hükümetin dinî kimliğini ve buna bağlı güvenirliliğini çürütmeye çalışıyor. Bunu iki yolla yapıyor işte: 1) Sürekli hırsızlıkla/yolsuzlukla ilgili paylaşımlar yapıyor. 2) AK Partililerin muta nikahı, dolayısıyla zina ettiği üzerinden bir yaygara koparmaya çalışıyor. Tabii The Cemaat'in hizmet faaliyetlerini bırakıp ne zamandır uçkur ve cüzdan takipçiliği yaptığını ben bilmiyorum. Ama belli ki, epeydir çalışıyorlarmış. Kayıtlar alıyor, mamaların genelev defteri tutması gibi muta nikahı defterleri tutuyorlarmış.
Sırf o kitapların paralel zamanlamayla yayınlanması bile hazırlığın aylar öncesinden olduğunun kanıtıdır. Başka delil göstermeye gerek yok. Çok organize bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız. 27 Aralık'ın bir darbe girişimi olduğunu bugün söyleyemeyenler, yıllar sonra ayrıtılar tamamiyle ortaya döküldüğünde çok utanacaklar. Şu an parçaların tamamını birleştirebilenlerin sayısı az. Ama zaman geçtikçe, uzaklaştıkça, kuşbakışı daha net görünecek. Neyin içinde olduğumuzu, nasıl bir süreç yaşadığımızı, nasıl bir tehlike atlattığımızı daha iyi anlayacağız.
Ben bu yazıda, özellikle bu iki başlıkla ilgili yapılan bir baskı yöntemini deşifre etmek istiyorum. Bu baskılama yönteminin ismini de, Bediüzzaman'ın birkaç eserinde kullandığı bir ifadeyle adlandırmak istiyorum: "Muvazene-i şeriatı bozmak."
Evet, yöntemin ismi bu. Uygulanışı ise şöyle: 1) Önce beğenmediğiniz insanların günahlarını tesbit edersiniz. 2) Sonra o günahla ilgili hadis, ayet, vecize ne varsa toplarsınız. 3) O günahla ilgili değişik zamanlarda yaşanmış bütün örnekleri toplarsınız; gerekirse bekletirsiniz, hemen açıklamazsınız. 4) Aynı anda hem bütün bilgileri zaman/kişi/gerçeklik farkını ortaya koymadan ortalığa saçar ve topladığınız hadis, ayet, vecize ne varsa, hepsini 'söyleniş şartlarını' ve 'şeriatın muvazenesini' ıskalar bir şekilde hazır bütün zihinlere kusarsınız. 5) O günah üzerinde zihinleri ondan nefret ettirecek kadar öyle durursunuz ki, sonunda, iman-küfür denkleminde bir yeri olmamasına rağmen o günahın, kişiyi kafir ilan edersiniz. 6) Suçladıklarınızın iyilik ve hayır namına ne varsa, bütün davranışlarını ya unutturur veya kötüleyerek çürütmeye çalışırsınız. 7) Böylece o kişi veya kişileri hem gözden düşürmüş hem de işlerini bitirmiş olursunuz.
Bence yöntem bu. The Cemaat bu sistemle çalışıyor. Yaptığı şeyin adı, Bediüzzamanca, cerbeze:
"(...) Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.
Meselâ, şu aşiretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efrâdı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vâhidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralatından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temâşâ eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garâibin makinesidir."
Biz de acayip gariplikler gördük bu cerbeze döneminde. 40 yıldır varolan bir cemaat, darbe dönemleri de dahil hiçbir iktidara itaat etmekten çekinmemişken; hiçbir iktidarı yolsuzluklar nedeniyle, bırakın tehdit etmeyi, uyarmamışken; birdenbire yolsuzlukla mücadeleyi birincil amaçları haline getirdiler. Sonra 'la tecessesu'yu unutup, zina isnadında aranan dört şahit meselesini bir tarafa bırakıp, yakaladıklarına zina isnadında bulundular. Hatta bu noktada öyle ileri gittiler ki, twitter üzerinden canlı şahidi olduğumuz şekilde, mesture/dindar kimlikleriyle tanınan, ama kendilerine muhalif kadın yazarlara bile isnadlarını açık açık yazdılar. Sonra özür dileseler de bu yaptıkları tamamıyle şeriatın muvazesine aykırı idi:
"Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: 'Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?' şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: 'Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.' Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."
Ama bu arkadaşlar, çok akıllılar, kendi kafalarında büyük günahların da sıralamasını değiştirdiler. Onlara göre önce en büyük günah önce yolsuzluk, sonra da muta nikahı idi. Ve her ne şekilde şüphelenilirse şüphelenilsin, gerekirse mahkeme beraatla neticelensin, yine de yakaladıkları suçlulardı. Onlar emindi ya, gerisi hiç önemli değildi. Gerekirse telefon da dinlenirdi. Evlere kamera da yerleştirilirdi. En mahrem yerlerden kayıtlar da alınabilirdi. Kardeşlerinin günahını ortaya çıkarmak ve onları rezil etmek için her yol mübahtı. Makyavelizmle İslam adaletini kaynaştırmanın böyle bir yolunu buldular. Kendilerince harikaydılar, ama ümmetin ehl-i sünnet çizgisi onları kustu. "Bu benden değil" dedi, reddetti.
Hatta bu insanların twitlerine bakın, hırsızlık konusunda ne kadar hadis varsa çalışmış, derlemişler. Bazıları hiç kaynak da göstermiyor, salladığını hadis diye yazıyor; ama bazısı var, hakkını takdir edelim, azıcık hadis kitabı karıştırmış. Fakat o da fıkıhtan anlamıyor. Anlamadığını da bilmiyor. Ne büyük günahların sıralamasını ne de bunların iman eksenindeki konumunu biliyor. En küçük hırsızlığı olanı bile ebedî cehennemde yanacak gibi lanse etmekten çekinmiyor. Fakat başka hadisler de var, affa dair şeyler, tevbenin geniş dairesine dair şeyler ve hatta kalbinde iman olanın kurtulacağına dair şeyler. Onları hiç anmıyorlar. Varsa da yoksa da yolsuzluk deyip duruyorlar. Ama tabii bu muvazenesizlik, bu dengesiz şeriat anlayışı, insanlara soğuk geldi ve geliyor.
"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir."
Bunlar da 12 yılda her ne kötülük yaşanmışsa, her kimden dolayı yaşanmışsa hepsini toplayıp bir zaman-ı vahidde ve bir şahs-ı vahidden (bu elbette Erdoğan oluyor) sudurunu tevehhüm edip saldırıyorlar. Adalet ettiklerini sanırken zulmün en şiddetlisini yapıyorlar. Ama kardeşlerim, böyleleri eskiden de vardı. Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde şöyle belirtiyor bunların halini:
"Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü't-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü'l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü'l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (...) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır."
Kimsecikler alınmasın. Mevzu bizi buraya çekiyor. Yoksa bana ne? Yine başka bir yerde vaizlere dair yaptığı bir eleştirisi de şöyledir:
"Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar."
Bediüzzaman'ın bu bahsini okurken aklıma hep bir kişi geliyor. İsmini vermeyeyim, ama siz anladınız zaten. Onun ve takipçilerinin halini de buna çok benzetiyorum. Neye saldırsalar, neyi hedef tahtasına koysalar, sanki en büyük günah oymuş ve o olmasa kıyamet kopacakmış gibi coşuyorlar. Hangi kurumlarına bağlansalar '(...) olmasaydı' tagları açıp, o kurum zaruriyat-ı diniyedenmiş gibi savunmamızı bekliyorlar. Yahu nedir bizim bu coşkun vaizlerden çektiğimiz? Ne zaman koruyacaklar muvazene-i şeriatı da dengelerini bulacaklar? Çok kötülük gördük, ama yine de mesleğimiz beddua değil, "Allah ıslah etsin" deyip geçiyoruz.
22 Nisan 2014 Salı
Paralel yapı
"Gafletle bakan adam, âlemin mevcudatını düşman gibi muzır telakki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünkü, dalâlet nazarında mâzi ve istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak eşya arasında küçük, cüz'î bir alâka olur." 29. Lem'a'dan...
Yaşarken pek başaramıyorum. Ama yazarken tasannu yapmamaya çalışırım. Hissetmediğim şeyleri, öyle hissediyormuşum gibi, söylemekten korkarım. Bazıları, okurun heyecanını hoş bir fayda olarak görerek, böyle bir yola girebilirler. Şatafatlı ifadelerden medet umabilirler. Ben girmemeliyim. Çünkü beceremiyorum. Aşk nedir bilmeden ilahî aşktan bahsetmek yahut rüyamda bile görmediğim makamlardan raconlar kesmek bana göre değil. Gücüm: Hakikatin, en azından bana görünen kısmının, karşıkonulmazlığıdır.
İnandığım şeyleri söylerim. Başka da belagat bilmiyorum. Hiçbirşeyi/kimseyi kendim kadar bilmem. Halimi tarif ederim bu yüzden. Düşünürüm ki; içimdeki insana, evet yalnızca insana, dokunursam; içinizdeki insana da dokunmuş olurum. Çünkü biz, yani Âdem'in (a.s.) çocukları, hep kendimiz, hep insan gibiyiz. Bütün farklılıklarımızın altında ve 'insan' ism-i şerifi üstünde vahdet sikkesi var. Eğer ona inebilirsek hepimiz kardeşiz, yoksa değiliz. Küçük küçük yalnızlıklarız ondan gayrı. Bir yığın farklılıklarız. Kendi kulelerimizde esiriz.
Peki özdeki insana nasıl dokunulur? Bence en çok empatiyle. Kardeşimiz dediğimiz insanın nazarını kuşanarak. Ona, en az kendisi kadar, merhametli olarak. Şartlarını anlamaya çalışarak. Bunlar insanı güzel kılar. İnsan, aczi ve fakrı, tevazu gibi değil, olması gereken gibi değil, zaten olduğu şey olarak görürse insan kalır. Yoksa nemrutlaşır.
Çok kusurlu bir ifadeyle (amaç zihne yaklaştırmak) diyebilirim ki; vahiy de bir yönüyle muazzez ve mukaddes böylesi okumalar içerir. Tenezzülat-ı ilahî diye tarif edilen vahyin merhameti budur. İnsana her vesile ile yakınlığını hatırlatan Allah'ın, bu yakınlığı belirtirken kullandığı isimleri; yani Semî, Basîr gibi isimleri; herşeyi işitip görmesi yanında, içindeki insanı da görmesi şeklinde anlaşılabilir. Şahdamarından daha yakın olanın, kişi ile kalbi arasına girenin; elbette senin içindeki sen'e de senden daha yakın olduğu ve dolayısıyla emrettiği şeylerin o asl-ı sen'e, daha uygun olduğu söylenebilir.
"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın..." demekle altı çizilen şey de budur bence. Yani Cenab-ı Hakkın bize emrettiği şeyler, murad-ı ilahî olduğu kadar, fıtrat-ı insanî'ye de uygun olanlardır. Zaten tevhidî bakış, yani herşeyi yaratanın aynı Allah olduğu inancı, aynı elden çıkanların elbette birbirine de uygun parçalar olduğunu vurgular.
Bu nedenle bizim bakışımızda; Kur'an'da olan, insan'da ve kainat'ta da olandır. Çelişik değil, paraleldir. Cetvelleri esma-i ilahîdir. Öyle olmak zorunda kalınılan değil, varlığın ve fıtratımızın da bizi zevkle ittiği yoldur. "Dinde zorlama yoktur" hükmü, bu açıdan, kanaatimce, bizim varlıkla uyumumuzu da ifade eder. Din, insanı, fıtratının veya fennin aleyhine zorlamaz. Bilakis teşvik eder, ama taşmasını önler.
"Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, "Keserseniz ceza veririm!" diye değil yalnız, kesmek bizzat insana kötü geldiği için, yani Hz. Yunus'un (a.s.) ifadesiyle; 'nefsimize zulmetmek' olduğu için bunu yasaklar. İnsanın bu noktada vahye muhatap oluşunun da nedeni, Hz. Âdem'in tek ağaç sınavında gösterdiği gibi; zararına olduğu söylense bile seçebilmeye meyli bulunmasıdır. Vahiy, bize o zararlı şıkları seçmemeyi öğütler, yine bizim iyiliğimiz içindir bu.
Ümitsizlik barbarlaştırır. The Colony (2013) filmini izleyenler mutlaka hatırlar Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın, insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca, insan, hayal bile etmeyeceğin şeyler yapabilir." Filmin konusu da, böylesi bir ümitsizlik sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluktan kaçan insanların kaçış öyküsüdür. Karamsarlık, hayatta kalma arzusuyla birleşince, bu insanları canavarlaştırmıştır.
Benzer bir mesajı, Noah filminde de görmüştüm. İtikadî anlamda pek çok noktadan eleştirilebilecek bu filmde, birşeyin altını çok güzel çizmişlerdi kanaatindeyim: Vahiy olmadan insanın düşeceği yalnızlığı. (Filmde, Kabil soyundan gelenlerin kralı Samyaza'yı canladıran Nick Nolte'nin "Neden benimle konuşmuyorsun?" diye haykırdığı yerde bu mana iyice açığa vurmuştu kendini.) Hem yalnızlardı hem de doğruyu bilmiyorlardı. Bu durum onları, evlatlarını bile bir parça et karşılığında satacak kadar vahşileştiriyordu. O filmi izlerken nedense aklıma şu bahis geldi:
"İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gâyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder."
Birisinin işitiyor olması ne güzel! Yalnız olmamak ne büyük mutluluk âlemde! Fakat bu neşenin akabinde, orada da kalamadım, aklıma şu ayet geldi:
"Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik."
Burada özellikle 'birbirinize düşman olarak inin' ifadesi içindeki hikmet, bana, tevbeleri kabul edilinceye kadar yaşadıkları yalnızlığı, düştükleri ümitsizliği ve bunun onları vahiyle okuyamadıkları (çünkü tevbeleri kabul edilinceye kadar vahye dair bir sessizlikle cezalandırılmışlardı diye biliyoruz) varlığa karşı yaşadıkları yabancılaşmayı tek kelime içinde ders veriyor gibi geldi. Evet, düşmanlaşmışlardı, çünkü varlığı vahiyle okuyamamak, yabancılaşmayı beraberinde getirir:
"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder!' âyetini okudu, dedi: 'Bunun harika telakki edilen belâgatını göremiyorum.'
Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü:
Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti.
Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."
İşte arkadaşım, seni kelimelerimin ardından sürükleyişim bunun içindi: Biz, ömrü bin yılları kapsayan aynı insanız, yaşıyoruz. Ve vahiy, hep bu insana temas ettiği için, eskimiyor, taze kalıyor. Dersi her zamana tesir ediyor. Eskimemeye yol arıyorsan, hakikatinde ara.
Yaşarken pek başaramıyorum. Ama yazarken tasannu yapmamaya çalışırım. Hissetmediğim şeyleri, öyle hissediyormuşum gibi, söylemekten korkarım. Bazıları, okurun heyecanını hoş bir fayda olarak görerek, böyle bir yola girebilirler. Şatafatlı ifadelerden medet umabilirler. Ben girmemeliyim. Çünkü beceremiyorum. Aşk nedir bilmeden ilahî aşktan bahsetmek yahut rüyamda bile görmediğim makamlardan raconlar kesmek bana göre değil. Gücüm: Hakikatin, en azından bana görünen kısmının, karşıkonulmazlığıdır.
İnandığım şeyleri söylerim. Başka da belagat bilmiyorum. Hiçbirşeyi/kimseyi kendim kadar bilmem. Halimi tarif ederim bu yüzden. Düşünürüm ki; içimdeki insana, evet yalnızca insana, dokunursam; içinizdeki insana da dokunmuş olurum. Çünkü biz, yani Âdem'in (a.s.) çocukları, hep kendimiz, hep insan gibiyiz. Bütün farklılıklarımızın altında ve 'insan' ism-i şerifi üstünde vahdet sikkesi var. Eğer ona inebilirsek hepimiz kardeşiz, yoksa değiliz. Küçük küçük yalnızlıklarız ondan gayrı. Bir yığın farklılıklarız. Kendi kulelerimizde esiriz.
Peki özdeki insana nasıl dokunulur? Bence en çok empatiyle. Kardeşimiz dediğimiz insanın nazarını kuşanarak. Ona, en az kendisi kadar, merhametli olarak. Şartlarını anlamaya çalışarak. Bunlar insanı güzel kılar. İnsan, aczi ve fakrı, tevazu gibi değil, olması gereken gibi değil, zaten olduğu şey olarak görürse insan kalır. Yoksa nemrutlaşır.
Çok kusurlu bir ifadeyle (amaç zihne yaklaştırmak) diyebilirim ki; vahiy de bir yönüyle muazzez ve mukaddes böylesi okumalar içerir. Tenezzülat-ı ilahî diye tarif edilen vahyin merhameti budur. İnsana her vesile ile yakınlığını hatırlatan Allah'ın, bu yakınlığı belirtirken kullandığı isimleri; yani Semî, Basîr gibi isimleri; herşeyi işitip görmesi yanında, içindeki insanı da görmesi şeklinde anlaşılabilir. Şahdamarından daha yakın olanın, kişi ile kalbi arasına girenin; elbette senin içindeki sen'e de senden daha yakın olduğu ve dolayısıyla emrettiği şeylerin o asl-ı sen'e, daha uygun olduğu söylenebilir.
"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın..." demekle altı çizilen şey de budur bence. Yani Cenab-ı Hakkın bize emrettiği şeyler, murad-ı ilahî olduğu kadar, fıtrat-ı insanî'ye de uygun olanlardır. Zaten tevhidî bakış, yani herşeyi yaratanın aynı Allah olduğu inancı, aynı elden çıkanların elbette birbirine de uygun parçalar olduğunu vurgular.
Bu nedenle bizim bakışımızda; Kur'an'da olan, insan'da ve kainat'ta da olandır. Çelişik değil, paraleldir. Cetvelleri esma-i ilahîdir. Öyle olmak zorunda kalınılan değil, varlığın ve fıtratımızın da bizi zevkle ittiği yoldur. "Dinde zorlama yoktur" hükmü, bu açıdan, kanaatimce, bizim varlıkla uyumumuzu da ifade eder. Din, insanı, fıtratının veya fennin aleyhine zorlamaz. Bilakis teşvik eder, ama taşmasını önler.
"Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, "Keserseniz ceza veririm!" diye değil yalnız, kesmek bizzat insana kötü geldiği için, yani Hz. Yunus'un (a.s.) ifadesiyle; 'nefsimize zulmetmek' olduğu için bunu yasaklar. İnsanın bu noktada vahye muhatap oluşunun da nedeni, Hz. Âdem'in tek ağaç sınavında gösterdiği gibi; zararına olduğu söylense bile seçebilmeye meyli bulunmasıdır. Vahiy, bize o zararlı şıkları seçmemeyi öğütler, yine bizim iyiliğimiz içindir bu.
Ümitsizlik barbarlaştırır. The Colony (2013) filmini izleyenler mutlaka hatırlar Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın, insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca, insan, hayal bile etmeyeceğin şeyler yapabilir." Filmin konusu da, böylesi bir ümitsizlik sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluktan kaçan insanların kaçış öyküsüdür. Karamsarlık, hayatta kalma arzusuyla birleşince, bu insanları canavarlaştırmıştır.
Benzer bir mesajı, Noah filminde de görmüştüm. İtikadî anlamda pek çok noktadan eleştirilebilecek bu filmde, birşeyin altını çok güzel çizmişlerdi kanaatindeyim: Vahiy olmadan insanın düşeceği yalnızlığı. (Filmde, Kabil soyundan gelenlerin kralı Samyaza'yı canladıran Nick Nolte'nin "Neden benimle konuşmuyorsun?" diye haykırdığı yerde bu mana iyice açığa vurmuştu kendini.) Hem yalnızlardı hem de doğruyu bilmiyorlardı. Bu durum onları, evlatlarını bile bir parça et karşılığında satacak kadar vahşileştiriyordu. O filmi izlerken nedense aklıma şu bahis geldi:
"İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gâyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder."
Birisinin işitiyor olması ne güzel! Yalnız olmamak ne büyük mutluluk âlemde! Fakat bu neşenin akabinde, orada da kalamadım, aklıma şu ayet geldi:
"Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik."
Burada özellikle 'birbirinize düşman olarak inin' ifadesi içindeki hikmet, bana, tevbeleri kabul edilinceye kadar yaşadıkları yalnızlığı, düştükleri ümitsizliği ve bunun onları vahiyle okuyamadıkları (çünkü tevbeleri kabul edilinceye kadar vahye dair bir sessizlikle cezalandırılmışlardı diye biliyoruz) varlığa karşı yaşadıkları yabancılaşmayı tek kelime içinde ders veriyor gibi geldi. Evet, düşmanlaşmışlardı, çünkü varlığı vahiyle okuyamamak, yabancılaşmayı beraberinde getirir:
"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder!' âyetini okudu, dedi: 'Bunun harika telakki edilen belâgatını göremiyorum.'
Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü:
Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti.
Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."
İşte arkadaşım, seni kelimelerimin ardından sürükleyişim bunun içindi: Biz, ömrü bin yılları kapsayan aynı insanız, yaşıyoruz. Ve vahiy, hep bu insana temas ettiği için, eskimiyor, taze kalıyor. Dersi her zamana tesir ediyor. Eskimemeye yol arıyorsan, hakikatinde ara.
21 Nisan 2014 Pazartesi
Keşke toprak olsaydım!
"Bu adama (Cuma'ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum." Daniel Defoe, Robinson Crusoe'dan...
İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de 'müslüman kalmaya' niyet etme.
İmanda hiyerarşi yoktur. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, katkılarını dikkatle farkedebilir. Yanlışlarını, tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an'ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayetin ifadesiyle; "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." Çünkü süreç boyunca kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak dolanır, çetrefillidir.
Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam'ı, yaşadığım İslam'dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri, çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.
Katılır mısınız, bilmem: Bilgi, akıldan şuura düştü mü heyecan yapmaz oluyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiği ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia'nın "İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!"[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var.
Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak lazım olan nazarı kuşanınca bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: "Müslümanlar ancak kardeş." Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavim, hidayetinden sonra 'bir daha erişilemeyecekler' olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine, özlemle, Asr-ı Saadet denmezdi.
Ashabın üstünlüğü, kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor. "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz!" buyuran Allah Resulü, yalnız takip edilebilirliği açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevisinin bir yerinde:
"Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara."[2]
Şimdi sen, Mevlana'nın penceresinden, Allah Resulü'nün dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların akıllıca verdikleri tavsiyelerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle 'beraber öğrenmek' olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.
"Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Onlar derler ki: 'Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.'
Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?'
Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz."
Asr-ı Saadet'e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti... Hatta o zaman Hz. Useyd b. Hudayr'ın, bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: "Ey Ebu Bekir'in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir."
Bir de zamanın varsa, Mevlana'nın dediği: "Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!" cümlesini, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:
"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."
Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi, "Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!" sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah'ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. "Ben ateştenim, o topraktan..." diyordu. Allah, ondan da bunu kabul etmedi. Senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana'nın dediği gibi; "Tevazuda toprak gibi ol" ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Sonra çok feryad edersin: "Ya leyteni küntü turaba: Keşke toprak olsaydım!"[4]
[1] İmam Gazalî, Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia'dan nakleder.
[2] Etkileşim Yayınları'ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca'nın derlediği, Mesnevi'den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.
[3] "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." cümlesiyle başlar.
[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: "Keşke toprak olsaydım!"
İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de 'müslüman kalmaya' niyet etme.
İmanda hiyerarşi yoktur. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, katkılarını dikkatle farkedebilir. Yanlışlarını, tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an'ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayetin ifadesiyle; "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." Çünkü süreç boyunca kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak dolanır, çetrefillidir.
Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam'ı, yaşadığım İslam'dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri, çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.
Katılır mısınız, bilmem: Bilgi, akıldan şuura düştü mü heyecan yapmaz oluyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiği ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia'nın "İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!"[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var.
Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak lazım olan nazarı kuşanınca bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: "Müslümanlar ancak kardeş." Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavim, hidayetinden sonra 'bir daha erişilemeyecekler' olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine, özlemle, Asr-ı Saadet denmezdi.
Ashabın üstünlüğü, kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor. "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz!" buyuran Allah Resulü, yalnız takip edilebilirliği açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevisinin bir yerinde:
"Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara."[2]
Şimdi sen, Mevlana'nın penceresinden, Allah Resulü'nün dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların akıllıca verdikleri tavsiyelerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle 'beraber öğrenmek' olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.
"Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Onlar derler ki: 'Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.'
Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?'
Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz."
Asr-ı Saadet'e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti... Hatta o zaman Hz. Useyd b. Hudayr'ın, bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: "Ey Ebu Bekir'in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir."
Bir de zamanın varsa, Mevlana'nın dediği: "Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!" cümlesini, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:
"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."
Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi, "Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!" sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah'ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. "Ben ateştenim, o topraktan..." diyordu. Allah, ondan da bunu kabul etmedi. Senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana'nın dediği gibi; "Tevazuda toprak gibi ol" ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Sonra çok feryad edersin: "Ya leyteni küntü turaba: Keşke toprak olsaydım!"[4]
[1] İmam Gazalî, Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia'dan nakleder.
[2] Etkileşim Yayınları'ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca'nın derlediği, Mesnevi'den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.
[3] "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." cümlesiyle başlar.
[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: "Keşke toprak olsaydım!"
20 Nisan 2014 Pazar
Bir öpücük, tek ağaç
Kalemimde bir dağınıklık var ki, çokları bundan şikayetçidir. Ben de bir yönüyle şikayetçiyim. Çünkü asıl anlatmak istediğime gelmekte zorlanıyorum. Bazen yetiştiremiyorum da. Uzadıkça uzuyor, yoruluyorum. Kafamda gezineni avlamak için yazdığım her metin; o maralın arkasında dolaşırken yüzüme gülen her diğerinin peşine takılmayı da terketmediğim için sırf, dağınık şeyler anlatıyor. Bir onu söylüyor, bir bunu söylüyor. Böyle hoplayıp zıplarken yoğunlaşmak da mümkün olmuyor.
Çocukluğumdan beri, faydalarını ezber etsem de, kalıplara giremiyorum. En nihayet, göstermek istediğim gül, gizemini merak ettiğim her çeşit ot içinde karışıyor. Elimdeki bukette ya görünüyor ya görünmüyor. Hemen görmeyen acemi bahçıvana merhamet etsin, biraz daha arasın. Gören de "Bu demet yalnız güldür!" demesin, diğerlerine de baksın. Bu âlem 'birbirine bakar şe'n ve namlar' ülkesidir. Bir definenin içine düşen elbette hangisini alacağını şaşırır! Yazdıklarım, bir şaşırmışın notlarıdır.
"Derler: 'Sözlerin iyi anlaşılmıyor?' Bilirim ki; kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle..."
Bir yönüyle de razıyım böyle yazmaktan. Çünkü 13. Söz'de 'intizamsızlık içinde kemal-i intizam' dediği şey Bediüzzaman'ın, sanki bu 'hikmetli gelişigüzellik' (ironinin farkındayım) içinde kendisini ortaya koyuyor. Bir kalıpsız serbestî ki, fıtrat belki ancak o serbestî içinde bulduğu rahatla kendi hakikatini ortaya koyuyor, görevini tam yapıyor:
"(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir:
Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lakin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.
Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."
İşte benim yazmakla halim de 'su gibi, hava gibi, nur gibi...' Tutmak istesem, kalıplara sokmak istesem, durmaz ki onlar öyle yazayım, mahvolurlar. Mecburen ve memnuniyetle 'külliyetle ona dalmak' ve sonra 'o rahmet nesimine karşı teveccüh etmek' ve sonra 'kendini ona mukabil tutmak'tır yalnız elimden gelen. Bu üçünü başarmışsam, artık konanın nasıl konduğuna bakmam.
Bu yüzden yazdığım metinler makale, deneme, hatıra, bilmem daha başka kaç tür içinde savrulup duruyor. Bazen makale niyetiyle başlıyorum deneme oluyor. Bazen deneme niyetiyle başlıyorum makale oluyor. Bazen şiir yazmaya çalışıyorum, yazamıyorum. Bazen nesir diye başlıyorum, şiir oluyor. İnsanım işte. Bazen sırf sınırlandırıldığımı, kalıplara sokulmak istendiğimi hissettiğim için kalıpları terkediyorum. Montaigne gibiyim. Hani o der Denemeler'inde:
"Hindistan'a hiç gitmedim. Ömrümün geri kalanında da gitmeyi düşünmüyorum. Ama bir gün biri gelir ve 'Ey Montaigne bundan sonra Hindistan'da şu köye girmen yasaktır!' dese geceleri huzursuz olurum."
Ben de öyle olurum. Çünkü insanın bir gerçeği de yaratılışının taşıdığı ehadiyet cilvesi sebebiyle orijinal olmaktır. Kendinin ilki olmaktır ve öyle kalmaktır. Bu nedenle bir şekilde kırar mutlaka kalıplarını. Hikmetini anlamazsa, kırar. Ta ki, o kalıplandırmanın aslında iyiliği için olduğunu anlayana kadar:
"(...) Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."
Fakat nihayetinde hepimiz dedemiz Hz. Âdem, ninemiz Hz. Havva gibi âdemîyiz. Ayaklarımıza cennet de serilse, yine yasaklanan o tek ağaca meylederiz:
"Dedik ki: 'Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.' Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik."
İmtihan nedir arkadaşım? İmtihan sırf cezalandırma mıdır? Eğer böyle düşünüyorsan yanlıştasın. Bence biz bu dünyada ceza çekmiyoruz, eğitimden geçiyoruz. Allahın bizim için kötü olduğunu söylediği şeylere gerçekten 'kötü' muamelesi yapabilmek; Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi; arkasında bir ceza olduğu için değil yalnız, 'kötülüğü canı istemediği için yapmamayı öğrenebilmek' amacıyla buradayız.
Taklitten tahkike geçeceğiz. Bize emredilenin bizim için olduğunu, bizim menfaatimize olduğunu ve ona uygun davranmakla hakikaten insan olacağımızı öğrenmek için buradayız. Varoluşumuzun bir yanı özgürlük yani, fakat bir yanı da eğitim. Had konulmamış kuvvelerin eğitimi. İstidatların inkişafı eğitimi. Sonsuz hayat eğitimi. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Cennet tembellik mekanı değil. Öğrendiklerimizi uygulama yeri. Mektep burasıydı yani, meslek orada.
Bu arada arkadaşım, nedense her okuyuşumda Hz. Âdem, Hz. Havva ve o tek ağaç kıssasının bir dersini sakladığını düşündüğüm bir yeri de alıntılayacağım:
"Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi 'of, of' deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.
Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.
Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."
Sen bizi küçük gördüklerinde boğulanlardan eyleme Allahım. Bir öpmeye, tek ağaca kapılanlardan eyleme.
Çocukluğumdan beri, faydalarını ezber etsem de, kalıplara giremiyorum. En nihayet, göstermek istediğim gül, gizemini merak ettiğim her çeşit ot içinde karışıyor. Elimdeki bukette ya görünüyor ya görünmüyor. Hemen görmeyen acemi bahçıvana merhamet etsin, biraz daha arasın. Gören de "Bu demet yalnız güldür!" demesin, diğerlerine de baksın. Bu âlem 'birbirine bakar şe'n ve namlar' ülkesidir. Bir definenin içine düşen elbette hangisini alacağını şaşırır! Yazdıklarım, bir şaşırmışın notlarıdır.
"Derler: 'Sözlerin iyi anlaşılmıyor?' Bilirim ki; kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle..."
Bir yönüyle de razıyım böyle yazmaktan. Çünkü 13. Söz'de 'intizamsızlık içinde kemal-i intizam' dediği şey Bediüzzaman'ın, sanki bu 'hikmetli gelişigüzellik' (ironinin farkındayım) içinde kendisini ortaya koyuyor. Bir kalıpsız serbestî ki, fıtrat belki ancak o serbestî içinde bulduğu rahatla kendi hakikatini ortaya koyuyor, görevini tam yapıyor:
"(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir:
Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lakin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.
Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."
İşte benim yazmakla halim de 'su gibi, hava gibi, nur gibi...' Tutmak istesem, kalıplara sokmak istesem, durmaz ki onlar öyle yazayım, mahvolurlar. Mecburen ve memnuniyetle 'külliyetle ona dalmak' ve sonra 'o rahmet nesimine karşı teveccüh etmek' ve sonra 'kendini ona mukabil tutmak'tır yalnız elimden gelen. Bu üçünü başarmışsam, artık konanın nasıl konduğuna bakmam.
Bu yüzden yazdığım metinler makale, deneme, hatıra, bilmem daha başka kaç tür içinde savrulup duruyor. Bazen makale niyetiyle başlıyorum deneme oluyor. Bazen deneme niyetiyle başlıyorum makale oluyor. Bazen şiir yazmaya çalışıyorum, yazamıyorum. Bazen nesir diye başlıyorum, şiir oluyor. İnsanım işte. Bazen sırf sınırlandırıldığımı, kalıplara sokulmak istendiğimi hissettiğim için kalıpları terkediyorum. Montaigne gibiyim. Hani o der Denemeler'inde:
"Hindistan'a hiç gitmedim. Ömrümün geri kalanında da gitmeyi düşünmüyorum. Ama bir gün biri gelir ve 'Ey Montaigne bundan sonra Hindistan'da şu köye girmen yasaktır!' dese geceleri huzursuz olurum."
Ben de öyle olurum. Çünkü insanın bir gerçeği de yaratılışının taşıdığı ehadiyet cilvesi sebebiyle orijinal olmaktır. Kendinin ilki olmaktır ve öyle kalmaktır. Bu nedenle bir şekilde kırar mutlaka kalıplarını. Hikmetini anlamazsa, kırar. Ta ki, o kalıplandırmanın aslında iyiliği için olduğunu anlayana kadar:
"(...) Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."
Fakat nihayetinde hepimiz dedemiz Hz. Âdem, ninemiz Hz. Havva gibi âdemîyiz. Ayaklarımıza cennet de serilse, yine yasaklanan o tek ağaca meylederiz:
"Dedik ki: 'Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.' Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik."
İmtihan nedir arkadaşım? İmtihan sırf cezalandırma mıdır? Eğer böyle düşünüyorsan yanlıştasın. Bence biz bu dünyada ceza çekmiyoruz, eğitimden geçiyoruz. Allahın bizim için kötü olduğunu söylediği şeylere gerçekten 'kötü' muamelesi yapabilmek; Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi; arkasında bir ceza olduğu için değil yalnız, 'kötülüğü canı istemediği için yapmamayı öğrenebilmek' amacıyla buradayız.
Taklitten tahkike geçeceğiz. Bize emredilenin bizim için olduğunu, bizim menfaatimize olduğunu ve ona uygun davranmakla hakikaten insan olacağımızı öğrenmek için buradayız. Varoluşumuzun bir yanı özgürlük yani, fakat bir yanı da eğitim. Had konulmamış kuvvelerin eğitimi. İstidatların inkişafı eğitimi. Sonsuz hayat eğitimi. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Cennet tembellik mekanı değil. Öğrendiklerimizi uygulama yeri. Mektep burasıydı yani, meslek orada.
Bu arada arkadaşım, nedense her okuyuşumda Hz. Âdem, Hz. Havva ve o tek ağaç kıssasının bir dersini sakladığını düşündüğüm bir yeri de alıntılayacağım:
"Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi 'of, of' deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.
Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.
Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."
Sen bizi küçük gördüklerinde boğulanlardan eyleme Allahım. Bir öpmeye, tek ağaca kapılanlardan eyleme.
19 Nisan 2014 Cumartesi
Sırılsıklam açım
"O zat müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır."
Barla Lahikası'ndan...
Kur'an, beşerin sorularını cevaplamak için değil yalnız, 'sorularını arttırmak' için de nâzil olmuştur.[1] Evet, Kur'an, bir öğretmendir; ama talebesinin sorularına kilitlenen ve yalnızca onlara cevap veren bir öğretmen değildir. Aynı zamanda muhatabına yeni yeni sorular öğreten ve bu sorular eşliğinde arayışa zorlayandır. Sûre-i celileler içinde sıklıkla geçen; (...) sormazlar mı, '(...) bakmazlar mı, (...) görmezler mi, (...) akletmez misiniz, (...) hiç düşünmez misiniz?' tarzı ifadeler (daha niceleri) ve öncesinde zikredilen varlığın parçaları, aslında insanın mevcut sorularının ne kadar yetersiz olduğunu da ihtar eder bizlere.
"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez..."
Hiç bitmeyecek olanı hep okumak; ancak sürekli soran, arayan ve doymayan kafalarla/kalplerle mümkündür. İnşaallah, cennetteki sonsuz hayat da, ancak soruları bitmeyen bir kafayla/kalple yaşanabilir. Bu yüzden, marifet-i ilahi ile kul arasındaki ilişkiyi kimileri 'aşk' kelimesi ekseninde anlatmayı sevse de; ben, 'açlık' demeyi tercih ederim. Çünkü aşka, aklımın tutarlı elleriyle dokunamam, gözleriyle göremem, soyut bir iddia gibi gelir bana. Ama Ona (c.c.) açlığımın her yanı somut, her yanı aklîdir. Soruları olanın açlığı geçmez. Açlığı geçmeyenin de muhtaçlığı bitmez. İlk şahidi benim.
Eleştiri sayılmasın, kendi hissiyatımı yazıyorum. Allah'a âşık olduğunu söyleyenin bu iddiasını tebrik etmekle birlikte; nedense aynı cümleyi bağrım yanarak, açık açık, hatta gizlisini bile, büyüklük taslamadan söyleyemem ben. Ona âşık olmanın, her nedense, insanın kendisinde de bir hüner iddiası (Fuzulî'nin ifadesiyle âşıklık istidadı) olduğunu düşünürüm. Herkes Allaha âşık mı? Elbette değil. O zaman burada 'olabilenler' ve 'olamayanlar' var. Bir hiyerarşi var, bir altlık/üstlük var sanki. Ben o kelimeyi, benim kalbimin kirinden belki, böyle bir çağrışımı da yaptığından ötürü kullanamam. Âl-i İmran'daki 'yapmadıkları ile övülmek isteyenler' ifadesi titretir beni. Yalan söylermişim gibi gelir.
Ama Allah'a aç mıyım? Evet, hem de nasıl! Hem de deliler gibi! Hem de sırılsıklam! Bu benim şerefim. Övündüğüm tek şeyim. Ve bunda yalnız da değilim. Bütün varlık benim kadar aç ve muhtaçtır Ona. Burada bir hiyerarşi yok. Bir altlık/üstlük mümkün değil. Zerreler ve güneşler eşit bu terazide: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir..." Kimse kimseye; "Ben senden daha çok/az açım!" deyip hava atamaz. Demek bir ayrıcalık, bir ayrı hüner değil. Açlık bizi eşitleyen birşey. İsm-i Kayyum'un gölgesi altında, bir an kudret elini çekse, yokluğa gidecek, kıyameti kopacak eşitleriz biz. Ne bahtiyar dilencileriz biz!
Hem bu açlık bahsi, beni nedense Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğine de götürüyor. Bunlardan ilk ikisi, acz ve fakr yani, benim bu açlık dediğim şeyin iki tarafı gibi bence. Aşktan alınan bir şevk değil, açlıktan alınan bir şevkle Allahı anma, arama, okuma ve anlamaya çalışma.
Anlatma, biraz daha şefkate dahil. Kendi aklının/kalbinin karnını doyuran, yanıbaşında başka açları farketse, içindekini saklayabilir mi? Şefkat, tebliğcinin gayret merkezi bu yüzden. Allah Resulünün vahiyle övülen meziyeti: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."
Demek, bu arayış yalnız bizim sorularımızdan da beslenmiyor. Başkalarının soruları da bizi şefkat damarıyla arayışa itiyor. Ortak bir dua belki, beraber edilen. Bizi sıkıntıya düşüren, Efendimizi de (a.s.m.) sıkıntıya düşürmüş ki, böylesi sorularımız için göğe başını kaldırmış. Vahye muntazır, beklemiş. Yalnız kendi soruları için değil, tüm ümmetin sorunları için beklemiş. Şefkati olmayan, cahilin sorusunu da, sorununu da önemsemez. Nitekim, Mesnevi-yi Nuriye'de, ayna ve mürşid örneklemesinde şöyle denmez mi:
"İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. (...) Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur."
Hz. Âdem'in talim-i esma kıssasında meleklerin itaatkâr tavrını, iblisin isyanını biraz bu açlığa bağlarım ben. Neden mi? Bakara sûresindeki ilgili ayetlerde meleklerin de önceleri "Kan dökecek birini mi yaratacaksın?" diyerek Cenab-ı Hakkın hikmetini sual ettikleri anlatılır. Yani meleklerin bir soruları (dolayısıyla açlıkları) ve buna mukabil talim-i esma ile aldıkları bir ders vardır. Onlar bu açlıkla ve soruyla baktıkları için olaya, hakikat kendilerine öğretildiğinde, açlıkları gider ve secde ederler. Fakat iblisin öncesinde de, sonrasında da Hz. Âdem'in yaratılışına dair 'acaba'sı yoktur. Acaba'sı olmayanın açlığı yoktur. Hiyerarşi de kendi yerinden emindir. Ve Hz. Âdem elbette bunu bozamayacaktır ona göre.[2]
"Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu."
Bediüzzaman, talim-i esma meselesini İşaratü'l-İ'caz'da tefsir ederden şöyle birşeyin altını çiziyor:
"(...) talim-i esma meselesi, ya Hazret-i Âdem Aleyhisselamın melaikenin inkarlarına karşı mucizesi olup, melaikeyi inkardan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mucizedir."
20. Söz'de de aynı mesele hakkında şunları söylüyor:
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nevin istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerîre ile onların mümessileri ve sekene-i habîseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, birtek Âdem'le (a.s.) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Şimdi sen söyle arkadaşım: İnsanlığın kemalat yolculuğunu, yani gelişimini en çok engelleyen yine bu 'sorusuzluğu' değil midir? Tasavvufta da nefsin yedi aşamalı yolculuğunun ilk aşaması emmare'den levvameye geçiş, yani mevcut hali sorgulamaya başlamak değil midir? Sorusu olmayanın cevapları bulduğuna şahit oldun mu sen hiç? Demek o kadar döndük dolaştık, İbn-i Arabî (k.s.) o sözüne geldik yine: "Her arayan bulamaz ama, bulanlar ancak arayanlardır." Aramaktan üşenme arkadaşım. Hem de korkma: Âşık değilsin belki amma; eğer soruyorsan, aç olduğun kesin.
[1] Böyle bir tahlil, tasnif yapılmış mı bilmiyorum. Kur'an'da kaç soru cümlesi vardır acaba? Google arattım, soranı gördüm de cevaplayanı bulamadım. Sorduklarımdan da cevap alamadım. Ama şöyle bir meal karıştıran herkes bilir ki, bir hayli fazla.
[2] İblisin, meleklerin öğretmeni olduğu meselesi; kaynağı sahih midir bilmiyorum ama, burada bana şöyle bir ihtarı yapıyor: Melekler hep öğrenciydi, hep açlardı marifete. Ama öğrenciliğini unutan öğretmen, açlığını da yitirdi.
Kur'an, beşerin sorularını cevaplamak için değil yalnız, 'sorularını arttırmak' için de nâzil olmuştur.[1] Evet, Kur'an, bir öğretmendir; ama talebesinin sorularına kilitlenen ve yalnızca onlara cevap veren bir öğretmen değildir. Aynı zamanda muhatabına yeni yeni sorular öğreten ve bu sorular eşliğinde arayışa zorlayandır. Sûre-i celileler içinde sıklıkla geçen; (...) sormazlar mı, '(...) bakmazlar mı, (...) görmezler mi, (...) akletmez misiniz, (...) hiç düşünmez misiniz?' tarzı ifadeler (daha niceleri) ve öncesinde zikredilen varlığın parçaları, aslında insanın mevcut sorularının ne kadar yetersiz olduğunu da ihtar eder bizlere.
"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez..."
Hiç bitmeyecek olanı hep okumak; ancak sürekli soran, arayan ve doymayan kafalarla/kalplerle mümkündür. İnşaallah, cennetteki sonsuz hayat da, ancak soruları bitmeyen bir kafayla/kalple yaşanabilir. Bu yüzden, marifet-i ilahi ile kul arasındaki ilişkiyi kimileri 'aşk' kelimesi ekseninde anlatmayı sevse de; ben, 'açlık' demeyi tercih ederim. Çünkü aşka, aklımın tutarlı elleriyle dokunamam, gözleriyle göremem, soyut bir iddia gibi gelir bana. Ama Ona (c.c.) açlığımın her yanı somut, her yanı aklîdir. Soruları olanın açlığı geçmez. Açlığı geçmeyenin de muhtaçlığı bitmez. İlk şahidi benim.
Eleştiri sayılmasın, kendi hissiyatımı yazıyorum. Allah'a âşık olduğunu söyleyenin bu iddiasını tebrik etmekle birlikte; nedense aynı cümleyi bağrım yanarak, açık açık, hatta gizlisini bile, büyüklük taslamadan söyleyemem ben. Ona âşık olmanın, her nedense, insanın kendisinde de bir hüner iddiası (Fuzulî'nin ifadesiyle âşıklık istidadı) olduğunu düşünürüm. Herkes Allaha âşık mı? Elbette değil. O zaman burada 'olabilenler' ve 'olamayanlar' var. Bir hiyerarşi var, bir altlık/üstlük var sanki. Ben o kelimeyi, benim kalbimin kirinden belki, böyle bir çağrışımı da yaptığından ötürü kullanamam. Âl-i İmran'daki 'yapmadıkları ile övülmek isteyenler' ifadesi titretir beni. Yalan söylermişim gibi gelir.
Ama Allah'a aç mıyım? Evet, hem de nasıl! Hem de deliler gibi! Hem de sırılsıklam! Bu benim şerefim. Övündüğüm tek şeyim. Ve bunda yalnız da değilim. Bütün varlık benim kadar aç ve muhtaçtır Ona. Burada bir hiyerarşi yok. Bir altlık/üstlük mümkün değil. Zerreler ve güneşler eşit bu terazide: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir..." Kimse kimseye; "Ben senden daha çok/az açım!" deyip hava atamaz. Demek bir ayrıcalık, bir ayrı hüner değil. Açlık bizi eşitleyen birşey. İsm-i Kayyum'un gölgesi altında, bir an kudret elini çekse, yokluğa gidecek, kıyameti kopacak eşitleriz biz. Ne bahtiyar dilencileriz biz!
Hem bu açlık bahsi, beni nedense Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğine de götürüyor. Bunlardan ilk ikisi, acz ve fakr yani, benim bu açlık dediğim şeyin iki tarafı gibi bence. Aşktan alınan bir şevk değil, açlıktan alınan bir şevkle Allahı anma, arama, okuma ve anlamaya çalışma.
Anlatma, biraz daha şefkate dahil. Kendi aklının/kalbinin karnını doyuran, yanıbaşında başka açları farketse, içindekini saklayabilir mi? Şefkat, tebliğcinin gayret merkezi bu yüzden. Allah Resulünün vahiyle övülen meziyeti: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."
Demek, bu arayış yalnız bizim sorularımızdan da beslenmiyor. Başkalarının soruları da bizi şefkat damarıyla arayışa itiyor. Ortak bir dua belki, beraber edilen. Bizi sıkıntıya düşüren, Efendimizi de (a.s.m.) sıkıntıya düşürmüş ki, böylesi sorularımız için göğe başını kaldırmış. Vahye muntazır, beklemiş. Yalnız kendi soruları için değil, tüm ümmetin sorunları için beklemiş. Şefkati olmayan, cahilin sorusunu da, sorununu da önemsemez. Nitekim, Mesnevi-yi Nuriye'de, ayna ve mürşid örneklemesinde şöyle denmez mi:
"İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. (...) Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur."
Hz. Âdem'in talim-i esma kıssasında meleklerin itaatkâr tavrını, iblisin isyanını biraz bu açlığa bağlarım ben. Neden mi? Bakara sûresindeki ilgili ayetlerde meleklerin de önceleri "Kan dökecek birini mi yaratacaksın?" diyerek Cenab-ı Hakkın hikmetini sual ettikleri anlatılır. Yani meleklerin bir soruları (dolayısıyla açlıkları) ve buna mukabil talim-i esma ile aldıkları bir ders vardır. Onlar bu açlıkla ve soruyla baktıkları için olaya, hakikat kendilerine öğretildiğinde, açlıkları gider ve secde ederler. Fakat iblisin öncesinde de, sonrasında da Hz. Âdem'in yaratılışına dair 'acaba'sı yoktur. Acaba'sı olmayanın açlığı yoktur. Hiyerarşi de kendi yerinden emindir. Ve Hz. Âdem elbette bunu bozamayacaktır ona göre.[2]
"Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu."
Bediüzzaman, talim-i esma meselesini İşaratü'l-İ'caz'da tefsir ederden şöyle birşeyin altını çiziyor:
"(...) talim-i esma meselesi, ya Hazret-i Âdem Aleyhisselamın melaikenin inkarlarına karşı mucizesi olup, melaikeyi inkardan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mucizedir."
20. Söz'de de aynı mesele hakkında şunları söylüyor:
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nevin istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerîre ile onların mümessileri ve sekene-i habîseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, birtek Âdem'le (a.s.) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Şimdi sen söyle arkadaşım: İnsanlığın kemalat yolculuğunu, yani gelişimini en çok engelleyen yine bu 'sorusuzluğu' değil midir? Tasavvufta da nefsin yedi aşamalı yolculuğunun ilk aşaması emmare'den levvameye geçiş, yani mevcut hali sorgulamaya başlamak değil midir? Sorusu olmayanın cevapları bulduğuna şahit oldun mu sen hiç? Demek o kadar döndük dolaştık, İbn-i Arabî (k.s.) o sözüne geldik yine: "Her arayan bulamaz ama, bulanlar ancak arayanlardır." Aramaktan üşenme arkadaşım. Hem de korkma: Âşık değilsin belki amma; eğer soruyorsan, aç olduğun kesin.
[1] Böyle bir tahlil, tasnif yapılmış mı bilmiyorum. Kur'an'da kaç soru cümlesi vardır acaba? Google arattım, soranı gördüm de cevaplayanı bulamadım. Sorduklarımdan da cevap alamadım. Ama şöyle bir meal karıştıran herkes bilir ki, bir hayli fazla.
[2] İblisin, meleklerin öğretmeni olduğu meselesi; kaynağı sahih midir bilmiyorum ama, burada bana şöyle bir ihtarı yapıyor: Melekler hep öğrenciydi, hep açlardı marifete. Ama öğrenciliğini unutan öğretmen, açlığını da yitirdi.
15 Nisan 2014 Salı
Çaktırmadan mütekebbir
"(...) ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
5. Şua'dan...
Tabii ben kim, Ali Ünal’a cevap yazmak kim? Yaşını başını almış bir abi’dir o. Bense, kendimden küçüklere bile abi deme huyunu bırakamamış bir kardeşim, çok şükür.
Hani rahatsız da değilim. Çok da güzel birşeydir kardeşlik. Üst perdeden konuşmamayı, alçakgönüllü olmayı sağlar. Üstelik; seni uyaran büyük olsun-küçük olsun, eğer her şekilde kardeşleri olarak bakıyorsan onlara; nasihatlerinden, uyarılarından ders alırsın. Yok, abileriyim diye kasılıyorsan, o nasihat de küçük kardeş nasihati olarak tesirsiz kalır. Dünya tersini söylese; abi sen olduğun için; ters yola giren Temel misali, karşıdan gelen arabaları ters yolda olmakla suçlarsın. Tevazunun meyvesi tevbe, kibrin meyvesi pişkinliktir çünkü. Körlüktür, ama şehvetli bir körlüktür. Bile isteye körlüktür. Mecbur kalınanı değildir.
Bazen de olur, bireyde kibir alameti görülmez de nevde görülür. Bakarsınız, adam birebirde çok mütevazı; hoşgörüyle konuşuyor. Sevgiden, şefkatten, eşitlikten bahsediyor. Ama ne zaman nevinin asabiyetine, enaniyetine temas eden birşey söyleseniz, sırtlan kesilir. Kibrin en yüksek zirvelerinden posta koymaya başlar. Putuna sövülmüş müşrik gibi sertleşir. Anlarsınız ki; o kibrini öldürmemiş, yalnız suretini değiştirmiş. Başka başka isimler altında hâlâ ‘seçilmişliğini’ arıyor. Hatasız görüyor kendini (kendi nevini) ve itirafa, tevbe etmeye meyli yok. Bir şekilde üstün. Çaktırmadan mütekebbir. Bireysel bazda değilse de başka zeminlerde. Yakalamanız yetiyor zayıf yerini. Bir anda içindeki dışına çıkıyor.
Böylelerini yakalayacağınız yer: Tevbesizliktir. Şeytan da böyle bir yerden yakalanmıştı. (Nasr sûresi ders verir ki: Mümin, zafer zamanı bile tevbe eder. Kaybetse de tevbe etmeyenden korkmalı.) Belki şimdi de Hz. Âdem karşısında yaşadıklarını tevil ediyor. “Aslında kaybeden Âdem ve melekler oldu” diyor kendince. Ve ekliyor belki: “Aslında kazanan benim. Gör bak, onlardan ne kadarını cehenneme kendimle beraber çekeceğim.” Kibirli adamda zeka pek fena! Her türlü cerbezeyi yapıyor beyninde. Yeter ki, küçüklük alameti olan hata tozu üzerine düşmesin. Aman aman! Kimse onu böyle görmesin!
Ali Ünal abinin yazısına geleyim ben, üsttekiler biraz sadet harici oldu. Ali Ünal abimiz, harika bir şekilde 30 Mart seçimlerinin ve öncesinde yaşananların Gülen Hareketi için aslında bir kazanç olduğunu söylemiş. Maşaallah! Ne iyimser bir bakış. Yazının tamamını okudunuz mu bilmiyorum. Ben, ne yazık ki, okudum. Cidden Gülen Hareketi kazanmış gibi duruyor. Özellikle de sol kesimin kalbini kazanmaktan bahsettiği kısım Ali Ünal’ın, “Vay arkadaş!” deyip şaşkınlığınızı attıktan sonra, çok mantıklı(!) geliyor insana. (Koç'un gönlüne girmeyi de başarmadılar mı hem? Neden olmasın?) Yazının sonuna doğru ‘dünya tepsi şeklinde’ dense inanacak kıvama geliyorsunuz zaten. Bakınız, tırnaklayayım:
“Hizmet Hareketi, genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılıyor, sol tabanla olması gereken münasebeti kuramıyordu. Cenab-ı Allah (c.c.), bu defa sol tabana, Hizmet Hareketi’nin insanları kesinlikle siyaset temelinde değerlendirmediğini gösterdi ve Hareket’e şimdiye kadar tam açılamadığı sol tabana açılma, sağ-muhafazakâr tabanda da bilhassa son senelerde kendisine kısmen mesafeli duran ANAP-DYP-MHP’li kesimlerle daha sıcak münasebetler kurabilme imkânı verdi.”
Tabii Ali Ünal abinin zihni böyle çalıştığı sürece kaybetmesi mümkün değil. Yine Temel örneklendirmesi yapacağım, ama ne yapayım, yeri geliyor: Ali Ünal abi de tıpkı Temel gibi, ancak doping yaptığı anlaşılmasın diye, gönlü isterse, yarışta sonuncu gelir, yoksa mümkün değil yani. Hep kazanır. Öyle duruyor bu söylem. Fakat hani abimize Risale öğretmek gibi olmasın, haddim değil, kendisi benden daha çok okumuştur; Bediüzzaman’ın, 29. Mektup’ta bir Ayasofya Camii misali var.
Son Şahitler’de okuduğum bir hatıradan hatırımda kaldığı kadarıyla bunu ilk defa Mustafa Kemal’e anlatıyor Üstad, yani bu örneği ilk kez ona karşı kullanıyor. Batılılaşma temayülünün yanlış bir noktadan hareket ettiğini anlatmak için yapıyor bunu. Fakat ilginçtir, meseleyi hubb-u cah’a (makam sevgisine) bağlıyor orada. Makam sevgisi, kibirle ne kadar alakalıdır siz tartın orayı. Hatta maddi makamları düşünmeyin yalnız, seçilmişlik algısı üzerinden manevi makamları da hesaba katın. Kibrin bin türlü şekli var. Neyse, diyor ki orada Bediüzzaman:
“Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.”
Sonra bu misali hakikate bağlayarak şöyle aktarıyor yanlış yerden teveccüh arayanın kem halini Üstad:
“İşte, aynen bu misal gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i imân ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hâli mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan ‘Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et’ duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.
Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. ‘Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar...’ sırrına göre, ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.”
Son kısma dikkatinizi isterim. Ne tevafuk, Erdoğan da mitingleri boyunca Paralel Yapı’nın faaliyetlerine karşı ‘halkın ferasetine’ çok vurgu yaptı. Ve hakikaten dediği çıktı. “(...) ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.” Etti, gördük. Neyse... Kaldığımız yerden devam edelim:
"İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. ‘O gün dostlar birbirine düşman kesilir, ancak takvâ sahipleri müstesna...’ sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.”
Şimdi ben, hani ne alaka diyebilir kendisi ama, Ali Ünal abiye sormak istiyorum: Siz, şimdiye kadar size yapılan her hücuma sizinle birlikte göğüs germiş, ehl-i iman, ehl-i kıble, ehl-i secde, ehl-i Kur’an ve hatta ehl-i Risale kardeşlerinizin nazarında bile kötü bir duruma indiniz. Hepsinin gönlünü kırdınız, incittiniz, hatta korkuttunuz. Belki, hani sanmam ya, yazıda altını çizdiğiniz gibi, bazılarının nazarında da muvakkat ve menhus bir mevki kazandınız. İkisi de oldu diyelim. Hakikaten galip mi gelmiş oldunuz? Eğer öyleyse gerçekten, pes edeceğim, çünkü bu kafayı mağlup etmek zor. Allah’tan yardım dilerim ancak: İdrak dilerim, iz’an dilerim. Bununla sevinmenize de ancak hayret ederim. Metnin finali ne de yakışacak buraya:
“Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle Âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.”
Bu zamankiler de aynen öyle Üstadım. Bu zamankiler de öyle...
Not: CNN Türk'te Enver Aysever'in konuğu olan Ali Bulaç da, yukarıda alıntıladığım Ali Ünal'ın cümlelerinin neredeyse tıpatıp aynısını, orada söyledi. Bu abilerin replik ezberleri, ne kadar hür düşündüklerini de bize haber veriyor. Fetvacılık böyle bir meslek olsa gerek...
5. Şua'dan...
Tabii ben kim, Ali Ünal’a cevap yazmak kim? Yaşını başını almış bir abi’dir o. Bense, kendimden küçüklere bile abi deme huyunu bırakamamış bir kardeşim, çok şükür.
Hani rahatsız da değilim. Çok da güzel birşeydir kardeşlik. Üst perdeden konuşmamayı, alçakgönüllü olmayı sağlar. Üstelik; seni uyaran büyük olsun-küçük olsun, eğer her şekilde kardeşleri olarak bakıyorsan onlara; nasihatlerinden, uyarılarından ders alırsın. Yok, abileriyim diye kasılıyorsan, o nasihat de küçük kardeş nasihati olarak tesirsiz kalır. Dünya tersini söylese; abi sen olduğun için; ters yola giren Temel misali, karşıdan gelen arabaları ters yolda olmakla suçlarsın. Tevazunun meyvesi tevbe, kibrin meyvesi pişkinliktir çünkü. Körlüktür, ama şehvetli bir körlüktür. Bile isteye körlüktür. Mecbur kalınanı değildir.
Bazen de olur, bireyde kibir alameti görülmez de nevde görülür. Bakarsınız, adam birebirde çok mütevazı; hoşgörüyle konuşuyor. Sevgiden, şefkatten, eşitlikten bahsediyor. Ama ne zaman nevinin asabiyetine, enaniyetine temas eden birşey söyleseniz, sırtlan kesilir. Kibrin en yüksek zirvelerinden posta koymaya başlar. Putuna sövülmüş müşrik gibi sertleşir. Anlarsınız ki; o kibrini öldürmemiş, yalnız suretini değiştirmiş. Başka başka isimler altında hâlâ ‘seçilmişliğini’ arıyor. Hatasız görüyor kendini (kendi nevini) ve itirafa, tevbe etmeye meyli yok. Bir şekilde üstün. Çaktırmadan mütekebbir. Bireysel bazda değilse de başka zeminlerde. Yakalamanız yetiyor zayıf yerini. Bir anda içindeki dışına çıkıyor.
Böylelerini yakalayacağınız yer: Tevbesizliktir. Şeytan da böyle bir yerden yakalanmıştı. (Nasr sûresi ders verir ki: Mümin, zafer zamanı bile tevbe eder. Kaybetse de tevbe etmeyenden korkmalı.) Belki şimdi de Hz. Âdem karşısında yaşadıklarını tevil ediyor. “Aslında kaybeden Âdem ve melekler oldu” diyor kendince. Ve ekliyor belki: “Aslında kazanan benim. Gör bak, onlardan ne kadarını cehenneme kendimle beraber çekeceğim.” Kibirli adamda zeka pek fena! Her türlü cerbezeyi yapıyor beyninde. Yeter ki, küçüklük alameti olan hata tozu üzerine düşmesin. Aman aman! Kimse onu böyle görmesin!
Ali Ünal abinin yazısına geleyim ben, üsttekiler biraz sadet harici oldu. Ali Ünal abimiz, harika bir şekilde 30 Mart seçimlerinin ve öncesinde yaşananların Gülen Hareketi için aslında bir kazanç olduğunu söylemiş. Maşaallah! Ne iyimser bir bakış. Yazının tamamını okudunuz mu bilmiyorum. Ben, ne yazık ki, okudum. Cidden Gülen Hareketi kazanmış gibi duruyor. Özellikle de sol kesimin kalbini kazanmaktan bahsettiği kısım Ali Ünal’ın, “Vay arkadaş!” deyip şaşkınlığınızı attıktan sonra, çok mantıklı(!) geliyor insana. (Koç'un gönlüne girmeyi de başarmadılar mı hem? Neden olmasın?) Yazının sonuna doğru ‘dünya tepsi şeklinde’ dense inanacak kıvama geliyorsunuz zaten. Bakınız, tırnaklayayım:
“Hizmet Hareketi, genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılıyor, sol tabanla olması gereken münasebeti kuramıyordu. Cenab-ı Allah (c.c.), bu defa sol tabana, Hizmet Hareketi’nin insanları kesinlikle siyaset temelinde değerlendirmediğini gösterdi ve Hareket’e şimdiye kadar tam açılamadığı sol tabana açılma, sağ-muhafazakâr tabanda da bilhassa son senelerde kendisine kısmen mesafeli duran ANAP-DYP-MHP’li kesimlerle daha sıcak münasebetler kurabilme imkânı verdi.”
Tabii Ali Ünal abinin zihni böyle çalıştığı sürece kaybetmesi mümkün değil. Yine Temel örneklendirmesi yapacağım, ama ne yapayım, yeri geliyor: Ali Ünal abi de tıpkı Temel gibi, ancak doping yaptığı anlaşılmasın diye, gönlü isterse, yarışta sonuncu gelir, yoksa mümkün değil yani. Hep kazanır. Öyle duruyor bu söylem. Fakat hani abimize Risale öğretmek gibi olmasın, haddim değil, kendisi benden daha çok okumuştur; Bediüzzaman’ın, 29. Mektup’ta bir Ayasofya Camii misali var.
Son Şahitler’de okuduğum bir hatıradan hatırımda kaldığı kadarıyla bunu ilk defa Mustafa Kemal’e anlatıyor Üstad, yani bu örneği ilk kez ona karşı kullanıyor. Batılılaşma temayülünün yanlış bir noktadan hareket ettiğini anlatmak için yapıyor bunu. Fakat ilginçtir, meseleyi hubb-u cah’a (makam sevgisine) bağlıyor orada. Makam sevgisi, kibirle ne kadar alakalıdır siz tartın orayı. Hatta maddi makamları düşünmeyin yalnız, seçilmişlik algısı üzerinden manevi makamları da hesaba katın. Kibrin bin türlü şekli var. Neyse, diyor ki orada Bediüzzaman:
“Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.”
Sonra bu misali hakikate bağlayarak şöyle aktarıyor yanlış yerden teveccüh arayanın kem halini Üstad:
“İşte, aynen bu misal gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i imân ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hâli mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan ‘Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et’ duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.
Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. ‘Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar...’ sırrına göre, ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.”
Son kısma dikkatinizi isterim. Ne tevafuk, Erdoğan da mitingleri boyunca Paralel Yapı’nın faaliyetlerine karşı ‘halkın ferasetine’ çok vurgu yaptı. Ve hakikaten dediği çıktı. “(...) ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.” Etti, gördük. Neyse... Kaldığımız yerden devam edelim:
"İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. ‘O gün dostlar birbirine düşman kesilir, ancak takvâ sahipleri müstesna...’ sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.”
Şimdi ben, hani ne alaka diyebilir kendisi ama, Ali Ünal abiye sormak istiyorum: Siz, şimdiye kadar size yapılan her hücuma sizinle birlikte göğüs germiş, ehl-i iman, ehl-i kıble, ehl-i secde, ehl-i Kur’an ve hatta ehl-i Risale kardeşlerinizin nazarında bile kötü bir duruma indiniz. Hepsinin gönlünü kırdınız, incittiniz, hatta korkuttunuz. Belki, hani sanmam ya, yazıda altını çizdiğiniz gibi, bazılarının nazarında da muvakkat ve menhus bir mevki kazandınız. İkisi de oldu diyelim. Hakikaten galip mi gelmiş oldunuz? Eğer öyleyse gerçekten, pes edeceğim, çünkü bu kafayı mağlup etmek zor. Allah’tan yardım dilerim ancak: İdrak dilerim, iz’an dilerim. Bununla sevinmenize de ancak hayret ederim. Metnin finali ne de yakışacak buraya:
“Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle Âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.”
Bu zamankiler de aynen öyle Üstadım. Bu zamankiler de öyle...
Not: CNN Türk'te Enver Aysever'in konuğu olan Ali Bulaç da, yukarıda alıntıladığım Ali Ünal'ın cümlelerinin neredeyse tıpatıp aynısını, orada söyledi. Bu abilerin replik ezberleri, ne kadar hür düşündüklerini de bize haber veriyor. Fetvacılık böyle bir meslek olsa gerek...
14 Nisan 2014 Pazartesi
Allah, robot istemiyor
"Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez."
Bakara sûresi, 185'ten...
Bediüzzaman'ın, Risale metinleri üzerinden, ama aslında 'hakikat mesleğini' tarif ettiği bir yer var. Çok sevdiğim bir yer. Diyor ki orada: "Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü; yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır..."
Burada özellikle 'tasavvur değil, tasdiktir' ile 'iltizam değil, iz'andır'a bir dikkat isterim. Zira bu ikisi, Lemaat'taki 'dimağdaki meratip' meselesi ile beraber ele alınırsa, hakikat mesleğinin 'dimağ aralığını' da ortaya koyar: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Yani; önce hayal edersin, sonra hayalini bir kalıba sokarsın, sonra aklın olaya dahil olur, aklın uygun görürse onu onaylar, sonra kalbin onu onaylar, sonra onayın gereğince hareket edersin, sonra bu sende tam bir itikad olur: Hareket tarzın ve tefekkürün birleşir.
Devamında bu meratipten sâdır olan halleri de ifade eden Bediüzzaman der ki: "İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan, taassub iltizamdan, imtisâl iz'andan; tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir." Kısaca izah edersem: Her mertebenin hakkı verilerek bu yolculuk yaşanmazsa, yanetkiler kaçınılmaz olur. Örneğin: Tahayyülde (hayal etme aşaması) takılma, safsataya götürür insanı. İltizama (gereğini yapma aşaması) hızlı geçiş ise taassuba sürükler. Ama tasdik (akılla onaylama) ve iz'an (kalben inanma) yolu izlenirse, iltizamdan arıza hasıl olmaz. Cahil taassubu yerine âlim itikadı yerleşir sinenize. Yaptığınız şeyi niye yaptığınızı iyi bilir ve iyi anlatırsınız. Kulluğunuzu dengede yaşarsınız.
İkisi de 'anlamak' manasına yakın iz'an ve tasdik arasındaki nüansı ise, yine Bediüzzaman'ın, 21. Söz'de, birisini kalbe, diğerini akla nisbet ettiği bir cümlesinden anlıyoruz:
"(...) hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller, bir mîzana tâbidirler."
İşte, 28. Mektup'ta "Sözler tasavvur değil, tasdiktir. (...) İltizam değil, iz'andır..." derken Bediüzzaman, aynı zamanda, mürşid-i kâmilin, öğretisinde hedef alması gereken dimağ aralığını da işaretler bence: "Tasavvur ettirme yalnızca, tasdik de ettir. Doğrudan iltizamı isteme, iz'anı da olsun." Tasdike çıkaramazsan, teklif-i dinî altına giremeyen bir yerde terketmiş olursun muhatabını. Zorluktur bu. Hızla iltizama götürürsen; bu sefer de neyi, neden yaptığını bilmeyen bir taassuba sürüklenir. Zorunluluktur bu.
İrşadın hakikat mesleği yolunda olsun istiyorsan aralık bu: Tasdiksiz tasavvur kalmasın, iz'ansız iltizam aranmasın. İşte ancak bu aralık içindeki bilgi üretimi hakikat mesleğinin asıl fonksiyonunu icra eder: "Dava değil, dava içinde bürhandır." Yani yeni baştan bir dava getirmiyorsun. Sen zaten 14 asırlık bir sesin yankısısın. Davanın yeni yeni bürhanlarını, delillerini üretmekle görevlisin. Senden bu bekleniyor.
Bunları ne zaman tefekkür etsem, önce "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara sûresi 111 gelir aklıma. Daha sonra da sûrenin başlarında geçen tâlim-i esma meselesi. Orada, Cenab-ı Hakk, yaşananları bize aktarırken buyurur ki:
"Hani, Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah da, 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti."
Şimdi burada bir nefes almanızı istiyorum. Alıcılarımızı açmak için biraz soru üretelim: Melekler, insanın yaratılışına dair bir itirazda bulunuyorlar ve Allah da onlara "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyuruyor. Eğer bu kıssa devam etmese ve melekler de sessiz kalsalar ne olurdu? Yetmez miydi bu cevap? Yeterdi elbette ve "Allah elbette en doğrusunu bilir" derdik biz de, ama iltizam düzeyinde. Fakat bakınız devamında neler oluyor:
"Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, 'Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin' dedi. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin' dediler. Allah, şöyle dedi: 'Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, 'Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?' dedi."
Tam tarif edebilecek miyim, bilmiyorum: Allah, robot istemiyor. Melekler, robot değil. Benim burada gördüğüm şey: Esmasından biri er-Reşîd (doğru yolu gösteren) olan Allah'ın, meleklerin itirazlarını yalnız iltizam düzeyinde bir sessizlikte bırakmayıp, onların tasdik ve iz'an düzeyinde de ikna olacakları, gönüllerinden gele gele secde edecekleri bir şekilde Hz. Âdem'in faziletini isbat edişidir. Mürşidler mürşidi, doğru yolu göstericilerin doğru yolu göstermeyi Ondan, vahyinden öğrendikleri Allah'ın, tıpkı yukarıda hakikat mesleğinin esaslarında konuştuğumuz gibi, melek kullarından tasdik ve iz'an'dan geçmemiş bir iltizamı değil; delillerle ikna edilmiş bir itikadı isteyişidir.
Ben bu kıssayı ne zaman okusam, kalbim dalgalanıyor. Diyorum ki: "Allahım ne merhametlisin! Sen desen, inanmaya mecburiyetimiz var, ama bir de delille isbat ediyorsun söylediklerini. Kainatı da onlarla dolduruyorsun. Böyle yaparak aslında bize de ders veriyorsun: Kullarımı doğru yola sevk edeceksiniz, siz de delillerle yapın bunu; iltizamla yetinmeyin' diyorsun. Ne büyüksün Allahım ve ne kadar dengelisin! Seni kusurlardan, dengesizliklerden tenzih ederim."
İşte böyle arkadaşım: Böyle güzel, yalnız bedenimize değil, aklımıza ve kalbimize de merhametli bir Allahımız var. Dediklerini, O dedi diye kabul etmemizi istemiyor, bir de tenezzül edip bizi ikna ediyor. İnsan, böylesi güzel bir Allaha yalnız tezekkür ile değil, tefekkür ile de şükretmeli. Tasdikini ve iz'anını arttırmalı. Arttırmalı ki, melekler gibi desin sonunda: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!"
Bir Fatiha da istersen Bediüzzaman'ın ruhuna armağanımız olsun; zira neredeyse her dersinin sonuna, ekseri her Risale'nin ahirine, meleklerin bu itirafını koymakla, melek kardeşlerle omuz omuza gittiğimizi bize ihtar eden odur. Ve veyl olsun o kimseye ki arkadaşım; profesör olmuş, yazar olmuş, abi olmuş, imam olmuş, bilmem ne olmuş; hâlâ mürşidinden delil istemiyor. "Bir bildiği vardır..." diyerek robotçasına takip ediyor.
Bakara sûresi, 185'ten...
Bediüzzaman'ın, Risale metinleri üzerinden, ama aslında 'hakikat mesleğini' tarif ettiği bir yer var. Çok sevdiğim bir yer. Diyor ki orada: "Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü; yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır..."
Burada özellikle 'tasavvur değil, tasdiktir' ile 'iltizam değil, iz'andır'a bir dikkat isterim. Zira bu ikisi, Lemaat'taki 'dimağdaki meratip' meselesi ile beraber ele alınırsa, hakikat mesleğinin 'dimağ aralığını' da ortaya koyar: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Yani; önce hayal edersin, sonra hayalini bir kalıba sokarsın, sonra aklın olaya dahil olur, aklın uygun görürse onu onaylar, sonra kalbin onu onaylar, sonra onayın gereğince hareket edersin, sonra bu sende tam bir itikad olur: Hareket tarzın ve tefekkürün birleşir.
Devamında bu meratipten sâdır olan halleri de ifade eden Bediüzzaman der ki: "İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan, taassub iltizamdan, imtisâl iz'andan; tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir." Kısaca izah edersem: Her mertebenin hakkı verilerek bu yolculuk yaşanmazsa, yanetkiler kaçınılmaz olur. Örneğin: Tahayyülde (hayal etme aşaması) takılma, safsataya götürür insanı. İltizama (gereğini yapma aşaması) hızlı geçiş ise taassuba sürükler. Ama tasdik (akılla onaylama) ve iz'an (kalben inanma) yolu izlenirse, iltizamdan arıza hasıl olmaz. Cahil taassubu yerine âlim itikadı yerleşir sinenize. Yaptığınız şeyi niye yaptığınızı iyi bilir ve iyi anlatırsınız. Kulluğunuzu dengede yaşarsınız.
İkisi de 'anlamak' manasına yakın iz'an ve tasdik arasındaki nüansı ise, yine Bediüzzaman'ın, 21. Söz'de, birisini kalbe, diğerini akla nisbet ettiği bir cümlesinden anlıyoruz:
"(...) hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller, bir mîzana tâbidirler."
İşte, 28. Mektup'ta "Sözler tasavvur değil, tasdiktir. (...) İltizam değil, iz'andır..." derken Bediüzzaman, aynı zamanda, mürşid-i kâmilin, öğretisinde hedef alması gereken dimağ aralığını da işaretler bence: "Tasavvur ettirme yalnızca, tasdik de ettir. Doğrudan iltizamı isteme, iz'anı da olsun." Tasdike çıkaramazsan, teklif-i dinî altına giremeyen bir yerde terketmiş olursun muhatabını. Zorluktur bu. Hızla iltizama götürürsen; bu sefer de neyi, neden yaptığını bilmeyen bir taassuba sürüklenir. Zorunluluktur bu.
İrşadın hakikat mesleği yolunda olsun istiyorsan aralık bu: Tasdiksiz tasavvur kalmasın, iz'ansız iltizam aranmasın. İşte ancak bu aralık içindeki bilgi üretimi hakikat mesleğinin asıl fonksiyonunu icra eder: "Dava değil, dava içinde bürhandır." Yani yeni baştan bir dava getirmiyorsun. Sen zaten 14 asırlık bir sesin yankısısın. Davanın yeni yeni bürhanlarını, delillerini üretmekle görevlisin. Senden bu bekleniyor.
Bunları ne zaman tefekkür etsem, önce "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara sûresi 111 gelir aklıma. Daha sonra da sûrenin başlarında geçen tâlim-i esma meselesi. Orada, Cenab-ı Hakk, yaşananları bize aktarırken buyurur ki:
"Hani, Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah da, 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti."
Şimdi burada bir nefes almanızı istiyorum. Alıcılarımızı açmak için biraz soru üretelim: Melekler, insanın yaratılışına dair bir itirazda bulunuyorlar ve Allah da onlara "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyuruyor. Eğer bu kıssa devam etmese ve melekler de sessiz kalsalar ne olurdu? Yetmez miydi bu cevap? Yeterdi elbette ve "Allah elbette en doğrusunu bilir" derdik biz de, ama iltizam düzeyinde. Fakat bakınız devamında neler oluyor:
"Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, 'Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin' dedi. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin' dediler. Allah, şöyle dedi: 'Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, 'Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?' dedi."
Tam tarif edebilecek miyim, bilmiyorum: Allah, robot istemiyor. Melekler, robot değil. Benim burada gördüğüm şey: Esmasından biri er-Reşîd (doğru yolu gösteren) olan Allah'ın, meleklerin itirazlarını yalnız iltizam düzeyinde bir sessizlikte bırakmayıp, onların tasdik ve iz'an düzeyinde de ikna olacakları, gönüllerinden gele gele secde edecekleri bir şekilde Hz. Âdem'in faziletini isbat edişidir. Mürşidler mürşidi, doğru yolu göstericilerin doğru yolu göstermeyi Ondan, vahyinden öğrendikleri Allah'ın, tıpkı yukarıda hakikat mesleğinin esaslarında konuştuğumuz gibi, melek kullarından tasdik ve iz'an'dan geçmemiş bir iltizamı değil; delillerle ikna edilmiş bir itikadı isteyişidir.
Ben bu kıssayı ne zaman okusam, kalbim dalgalanıyor. Diyorum ki: "Allahım ne merhametlisin! Sen desen, inanmaya mecburiyetimiz var, ama bir de delille isbat ediyorsun söylediklerini. Kainatı da onlarla dolduruyorsun. Böyle yaparak aslında bize de ders veriyorsun: Kullarımı doğru yola sevk edeceksiniz, siz de delillerle yapın bunu; iltizamla yetinmeyin' diyorsun. Ne büyüksün Allahım ve ne kadar dengelisin! Seni kusurlardan, dengesizliklerden tenzih ederim."
İşte böyle arkadaşım: Böyle güzel, yalnız bedenimize değil, aklımıza ve kalbimize de merhametli bir Allahımız var. Dediklerini, O dedi diye kabul etmemizi istemiyor, bir de tenezzül edip bizi ikna ediyor. İnsan, böylesi güzel bir Allaha yalnız tezekkür ile değil, tefekkür ile de şükretmeli. Tasdikini ve iz'anını arttırmalı. Arttırmalı ki, melekler gibi desin sonunda: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!"
Bir Fatiha da istersen Bediüzzaman'ın ruhuna armağanımız olsun; zira neredeyse her dersinin sonuna, ekseri her Risale'nin ahirine, meleklerin bu itirafını koymakla, melek kardeşlerle omuz omuza gittiğimizi bize ihtar eden odur. Ve veyl olsun o kimseye ki arkadaşım; profesör olmuş, yazar olmuş, abi olmuş, imam olmuş, bilmem ne olmuş; hâlâ mürşidinden delil istemiyor. "Bir bildiği vardır..." diyerek robotçasına takip ediyor.
12 Nisan 2014 Cumartesi
Neden kuş değil de koyun?
İshak Özgel Hoca'dan dinlediğim ve hayretle katıldığım birşeydir: Risale-i Nur'da, fennî hakikatlere bina edilerek isbat edilen şeyler vardır da, dönem itibariyle keşfedilmiş olan fennî kanunlara bina edilerek isbat edilen hiçbir hakikat yoktur. Yani Bediüzzaman, marifete dair meselelerde kâinatı bir laboratuvar olarak kullanır da, başkalarının laboratuvarlarında keşfettikleri kanunlar üzerinden yapmaz bunu.
Mesela; "Filanca bilim adamının keşfettiği kanuna göre âlemde hal şöyledir ve bu gösterir ki; bunları yaratan bir Allah olmalıdır!" demez. Yerine, kâinatta tekrar eden ve her birisi bir kanunun ucu sayılabilecek fizikî olaylardan hareketle hakikati isbata girişir. Herkesin hergün görüp şahit olacağı şeyler üzerinden marifet devşirir. Bu, belki bir yönüyle, 20. Söz'de, Kur'an kıssalarının sırrını anlatırken zikrettiği; "Kur'an-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor..." uyanışından aldığı bir derstir. Çünkü daha sonra, 24. Mektup'ta, Kur'an'ın bu hikmetini eserlerinde nasıl taklit ettiğini şöyle anlatır:
"İşte, ekser Sözlerdeki ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz'î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; bürhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer bürhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir."
Kanun yerine misal kullanma, detaya boğulmadan hakikati anlatmakta harika bir yoldur. Temsil/hikayeli anlatım öyle birşeydir ki, içindeki göndermelerin sayısı ne denli çok olursa olsun, muhatabın dimağını tahriş etmez, herkes zorlanmadan alabileceğini alır. Halbuki, kanunların izahına girişilse, önce muhatabın zihnine onu işleyecek kadar bir tarif/temel yapılmalı ve sonrasında bu tarifin kabulüne vabeste bir marifet aktarılmalıdır. Üstelik, bu detaylı anlatımın yoruculuğu dışında ikinci bir çekince de, fennî ilimlerin gelişen bir yapıda olmasıdır.
"Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u efkârın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır."
Muhakemat'taki bu bahsin devamında denilir ki:
"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır... Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserisi, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î, yahut def'î gibi olur. Bu ise, ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir."
Üstad, fenni bilimleri, vahiyle bir anda sıçrama yapan manevî ilimlerle beraber sunarken, birini diğerine delil yaparken yani, birisinin hâlâ büyümekte olan bir çocuk, diğerinin ise kemalini bulmuş bir ihtiyar olduğunu hatırdan çıkarmaz. Öteki hâlâ gelişmekteyken, gelişme potansiyeli olan donesi üzerine bina edilmiş bir marifet geliştirmez bu yüzden. Böylece marifeti hem eskimez (çünkü kanunlar eskir, örneğin; Newtoncu fizik, hâkim koltuğunu bugün Kuantum fiziğine bırakmıştır) hem de kanunları anlamakta zorlanabilecek umumun istifadesinden eksik kalmaz. Kur'an, nasıl ki, kanunlar yerine kıssaları kullanır ve bu kıssalar o kanunların uçlarıdır; Bediüzzaman da tamamen Kur'anî bir metot olarak âlemde sürekli tekrar eden ve kimsenin şahitliğini reddedemeyeceği olayları istimal eder, günün muteber fen anlayışını sonuna kadar kullanma yoluna gitmez.
Ne kadar ilgilidir, takdirinize bırakıyorum; ama ben bu meselenin Mesnevi-i Nuriye'de vurgulanan afakî tefekkürde icmali, enfüsî tefekkürde tafsilatlı olma meselesiyle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. Orada denir ki:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."
Buradan benim çıkardığım ders: Umuma açık bir marifet üretmeye niyet ettiğinde, insaniyetin ortak zemininde kal. Enfüs, yani benim savıma göre insanî olan bilgi, hepimizin ortak paydası ve insan, zaman değişse de aynı insan: Manevî ilim kapsamına giriyor. Tüm doğruluğu ve samimiyetiyle insanı anlattığınız zaman, fıtratı okuduğunuz zaman, insanların daha çok etrafınızda toplandığını farkedersiniz. Fakat bu ortak zeminden uzaklaşıp zamanla gelişen fennî ilimler sahasına geldiğinizde, her insanın ona aşinalığı farklı olacağından, istifade de ona göre azalıyor ve belki o tür marifet eskiyor. Eskimemesinin tek yolu; bilgiyi eskiten detaycılıktan uzak, herkesin aşina olduğu genele yakın, icmâlî düşünmek. Belki de bu yüzden Kur'an'da, bizim sıradan gördüklerimiz (sıradanlık genele yakındır) sıklıkla misal olarak istimal ediliyor.
Mesela Bakara sûresinde, önce, "Allah, bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez..." buyuran Cenab-ı Hakk, biraz ilerisinde; "O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, herşeyi hakkıyla bilendir..." diyerek bu sıradanlığın(!) arkasındaki harikalığa dikkat çeker.
Termodinamik, kuantum, fotonlar, atomaltı düzen vs... Bunları her gün görecek değilsiniz. Bizden öncekiler hiç bilmediler. Ama yer, gök veya sivrisineği her zamanın insanı görür ve hepsi de bu bilgiden istifade eder. Böyle bir marifet üretirseniz eskime korkusu da çekmezsiniz. Zaman ihtiyarladıkça Kur'an'ın gençleşmesi de kanaatimce yine bu sırdandır. Eskimeyen şeyleri misal olarak kullanmasındandır.
"(...) geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur'ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugâlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir."
Arkadaşım, artık anladın, hüner herşeyi birbirine katıp karıştırıp muhatabı bilgiyi boğmak değil demek ki. Hüner; herkesin, her zamanın ve coğrafyanın anlayabileceği, insan zemininde, bilgi üretmek. Aranılan marifet budur. Belki de bu yüzden Bediüzzaman yine der: "İnsaniyet-i kübra olan İslamiyet..." Sen İslamî hangi bilgiyi sınadın da, zamanlar ötesi, insanlığın ortak zeminine uygun bulmadın? İnsana dair ne varsa, İslam'da vardır. İslam'a dair ne varsa, aynı insandır. Bu arada, belki mürşid-i âlim de, yine sırf bu yüzden, 'koyun olmalı, kuş olmamalı'dır. Bilirsin ki; koyunun sütünü yalnız koyunlar içmez, herkes içer.
Mesela; "Filanca bilim adamının keşfettiği kanuna göre âlemde hal şöyledir ve bu gösterir ki; bunları yaratan bir Allah olmalıdır!" demez. Yerine, kâinatta tekrar eden ve her birisi bir kanunun ucu sayılabilecek fizikî olaylardan hareketle hakikati isbata girişir. Herkesin hergün görüp şahit olacağı şeyler üzerinden marifet devşirir. Bu, belki bir yönüyle, 20. Söz'de, Kur'an kıssalarının sırrını anlatırken zikrettiği; "Kur'an-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor..." uyanışından aldığı bir derstir. Çünkü daha sonra, 24. Mektup'ta, Kur'an'ın bu hikmetini eserlerinde nasıl taklit ettiğini şöyle anlatır:
"İşte, ekser Sözlerdeki ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz'î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; bürhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer bürhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir."
Kanun yerine misal kullanma, detaya boğulmadan hakikati anlatmakta harika bir yoldur. Temsil/hikayeli anlatım öyle birşeydir ki, içindeki göndermelerin sayısı ne denli çok olursa olsun, muhatabın dimağını tahriş etmez, herkes zorlanmadan alabileceğini alır. Halbuki, kanunların izahına girişilse, önce muhatabın zihnine onu işleyecek kadar bir tarif/temel yapılmalı ve sonrasında bu tarifin kabulüne vabeste bir marifet aktarılmalıdır. Üstelik, bu detaylı anlatımın yoruculuğu dışında ikinci bir çekince de, fennî ilimlerin gelişen bir yapıda olmasıdır.
"Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u efkârın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır."
Muhakemat'taki bu bahsin devamında denilir ki:
"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır... Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserisi, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î, yahut def'î gibi olur. Bu ise, ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir."
Üstad, fenni bilimleri, vahiyle bir anda sıçrama yapan manevî ilimlerle beraber sunarken, birini diğerine delil yaparken yani, birisinin hâlâ büyümekte olan bir çocuk, diğerinin ise kemalini bulmuş bir ihtiyar olduğunu hatırdan çıkarmaz. Öteki hâlâ gelişmekteyken, gelişme potansiyeli olan donesi üzerine bina edilmiş bir marifet geliştirmez bu yüzden. Böylece marifeti hem eskimez (çünkü kanunlar eskir, örneğin; Newtoncu fizik, hâkim koltuğunu bugün Kuantum fiziğine bırakmıştır) hem de kanunları anlamakta zorlanabilecek umumun istifadesinden eksik kalmaz. Kur'an, nasıl ki, kanunlar yerine kıssaları kullanır ve bu kıssalar o kanunların uçlarıdır; Bediüzzaman da tamamen Kur'anî bir metot olarak âlemde sürekli tekrar eden ve kimsenin şahitliğini reddedemeyeceği olayları istimal eder, günün muteber fen anlayışını sonuna kadar kullanma yoluna gitmez.
Ne kadar ilgilidir, takdirinize bırakıyorum; ama ben bu meselenin Mesnevi-i Nuriye'de vurgulanan afakî tefekkürde icmali, enfüsî tefekkürde tafsilatlı olma meselesiyle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. Orada denir ki:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."
Buradan benim çıkardığım ders: Umuma açık bir marifet üretmeye niyet ettiğinde, insaniyetin ortak zemininde kal. Enfüs, yani benim savıma göre insanî olan bilgi, hepimizin ortak paydası ve insan, zaman değişse de aynı insan: Manevî ilim kapsamına giriyor. Tüm doğruluğu ve samimiyetiyle insanı anlattığınız zaman, fıtratı okuduğunuz zaman, insanların daha çok etrafınızda toplandığını farkedersiniz. Fakat bu ortak zeminden uzaklaşıp zamanla gelişen fennî ilimler sahasına geldiğinizde, her insanın ona aşinalığı farklı olacağından, istifade de ona göre azalıyor ve belki o tür marifet eskiyor. Eskimemesinin tek yolu; bilgiyi eskiten detaycılıktan uzak, herkesin aşina olduğu genele yakın, icmâlî düşünmek. Belki de bu yüzden Kur'an'da, bizim sıradan gördüklerimiz (sıradanlık genele yakındır) sıklıkla misal olarak istimal ediliyor.
Mesela Bakara sûresinde, önce, "Allah, bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez..." buyuran Cenab-ı Hakk, biraz ilerisinde; "O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, herşeyi hakkıyla bilendir..." diyerek bu sıradanlığın(!) arkasındaki harikalığa dikkat çeker.
Termodinamik, kuantum, fotonlar, atomaltı düzen vs... Bunları her gün görecek değilsiniz. Bizden öncekiler hiç bilmediler. Ama yer, gök veya sivrisineği her zamanın insanı görür ve hepsi de bu bilgiden istifade eder. Böyle bir marifet üretirseniz eskime korkusu da çekmezsiniz. Zaman ihtiyarladıkça Kur'an'ın gençleşmesi de kanaatimce yine bu sırdandır. Eskimeyen şeyleri misal olarak kullanmasındandır.
"(...) geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur'ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugâlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir."
Arkadaşım, artık anladın, hüner herşeyi birbirine katıp karıştırıp muhatabı bilgiyi boğmak değil demek ki. Hüner; herkesin, her zamanın ve coğrafyanın anlayabileceği, insan zemininde, bilgi üretmek. Aranılan marifet budur. Belki de bu yüzden Bediüzzaman yine der: "İnsaniyet-i kübra olan İslamiyet..." Sen İslamî hangi bilgiyi sınadın da, zamanlar ötesi, insanlığın ortak zeminine uygun bulmadın? İnsana dair ne varsa, İslam'da vardır. İslam'a dair ne varsa, aynı insandır. Bu arada, belki mürşid-i âlim de, yine sırf bu yüzden, 'koyun olmalı, kuş olmamalı'dır. Bilirsin ki; koyunun sütünü yalnız koyunlar içmez, herkes içer.
Sokak âşıkları...
"Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu."
İmam Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.)
Allah'a, Hakîm-i Mutlak demek "Her yaptığında bir amaç var!" demek değil yalnız. "Her yarattığında farkındalığının kuşatamayacağı kadar çok amaç/hikmet var!" demek. Sondaki mutlak'lık, yani sonsuzluğa varması hikmetin, sonsuzu bildiğinden ve kuşattığından ötürü değil. Hâşâ, insan için sonsuzluk yalnızca kuşatamadığının ifadesidir. Bilmediğine taktığı isimdir. Bir itiraftır. Acz itirafıdır.
İnsan, bildiğine de bilmediğine de isim takar. Her isim taktığını tam anlamıyla biliyor sanmamak gerek. Zaten çoğu zaman isim, tarif de içerir. Her tarif bir sınırlamadır. Sınırlı olan, sonsuz olanı tarif etmede hep eksik kalacağından, marifet-i ilahiyeye dair meselelerde isimlere ve tariflere dikkat etmek gerek. Belki onları tam bir isim ve tam bir tarif olarak değil; girilecek bir kapı, bakılacak bir pencere, bir uzun yolculuğun başlangıcı kabul etmek gerek. Tıpkı bir hurma çekirdeği ile hurma ağacının arasındaki mesafe gibi. İkisi de hurma ama, ikisi de başka.
Mütekellimin kelimelerdeki hassasiyeti bize abartılı gelmemeli. 14 asırdır anlaşılan ve hâlâ anlaşılmaya devam edilen; bitmeyen ve bitmeyecek, belki cennette de üzerine konuşacağımız vahyin her kullanımında bir/bin hikmet var. Hassaten esmayı kullanımında. İsimlerden birisi seçilmişse ayetlerden birisi içinde, "Neden o birisi?" veya "Neden başka birisi değil?" sorularını otomatik sorarım ben. Külliyat içinde Bediüzzaman'ın, bu hikmeti taklit edişinden belki, bir refleks kazanmışımdır. Onun, en küçük Risalesinde bile birçok esmayı beraber kullanmasından, her kullandığı esmanın mevzuun içinde ve hatta o cümlede, altı çizilmesi gereken hikmetli bir duruşu olduğundan; bu alışkanlık ile bakarım Kur'an'a da. Talebe, hocasının yalnızca 'öğreneni' değil, bakış açısını kuşanarak bulmaya devam edenidir. Daha evvel çok kapılar açtı bana bu bakış. İnsan, bir yanıyla hayvan. Bir kapıdan nimetlendi mi, o kapıyı kolay kolay terkedemiyor. Ben de edemem.
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayeti üzerinden "Neden 'Allah'ın Zikriyle?" diye bir soru çıkarmıştım vaktiyle. O soruyu çok kovaladım, bir yazı oldu. Başlığı da yine aynı soruydu. Ondan başka; "Onlar, 'Rahman evlat edindi' dediler!" ayetini düşünürken de "Neden esmadan bir başkası değil; Samed değil, Kerîm değil! Neden Rahman?" diye düşünmüş ve birşeyler karalamıştım kendimce. Şimdi yine, 11. Lem'a'nın 5. Nükte'si münasebetiyle, Âl-i İmran sûresindeki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah da sizi sevsin!" ayetini, aynı pencereden bakarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü biliyorum: Allah'ı sevmek, Rahman'ı sevmek gibi değildir. Kahhar'ı sevmek, Kerîm'i sevmek gibi değildir. Her isim, bizim sınırlılığımızdan dolayı, duygularımızı kendi rengine boyar. Biz, o kadar aciziz ki; andığımız isme göre kalbimiz de değişiyor. Sevgimiz, onun rengine bürünüyor. Belki küfür de bu acizliğin farkında olamamanın neticesi: "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar..." derken Bediüzzaman, bu durumun altını çiziyor.
Allah'ı bilmek, sadece Halık'ı bilmek değil. Fakat Metin Karabaşoğlu abinin yıllar önce dikkatimizi çektiği gibi; günümüzde, Allah denildiğinde çoğu müminin aklına yalnızca Halık isminin manası geliyor. Allah lafzının bütün esmayı kuşattığını, Kenan Demirtaş abinin ifadesiyle; Zat'ın ismi olduğu; bütün esmanın, sıfatların ve şuunatın o isimle kastolunduğunu pek kimse hatırlamıyor.
Bu yüzden işte, ben Allah'ı sevmekle, Kahhar'ı sevmenin, Rahman'ı sevmenin bir olmadığını söylüyorum. Allah, bütün esmanın dengesini bulduğu bir marifet zeminini ifade ediyor aslında esma terminolojisinde. Muhabbeti öyle bir muhabbet. Allah'ı bütün esmasıyla bilme ve sevme; o bilme ve sevmelerin birbirilerine uyumunu kavrama ve esma zemininde de tevhidî bakışı yakalamanın en açık ifadesi. En genele açık, cadde, bereketli, hakikatli yol bu.
Yani bir ismin gölgesinde yolculuk edip onda garkolmak değil yalnız. Sadece Rahman'ı bilmeme, sadece Kahhar'ı bilmeme. Birbirine zıt sandığın, kuşatamadığın tecellilerde dahi bir uyumun olduğunu, hepsinin aynı Zat'ın tecellileri olduğunu farketme Allah'ın zikri. Kalp bu yüzden ancak Allah'ın zikriyle tatmin oluyor. Ve belki bu yüzden, Allah'ı sadece Rahman bilenler, "Evlat edindi" diyebiliyorlar. İhlas sûresindeki; "O doğmamış ve doğurmamıştır!" sırrını kavrayamıyor, marifette eksik kalıyorlar.
"Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef'alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengarenk sanatında ve mütenevvi' masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır."
Ve Mirkatü's-Sünne ve Tiryak-u Marazi'l-Bid'a ismiyle meşhur 11. Lem'a'nın da bu ayet üzerinden verdiği ders boşuna değil. Eğer bütün esmanın dengesini bulduğu bir zeminde, kuşattığı tüm manaları anlamış bir şekilde Allah'ı seviyorsanız; sizin bu Allah'a duyduğunuz muhabbet, ancak Allah Resulü'nün yoluna uymakla mecraını bulur. Çünkü bahsin devamında da altı çizildiği gibi; Allah'ı bütün bu farklı isimleri ve tecelliyatıyla tam anlamış, marifet dersini zirve bir dengede almış bir Peygamber'dir ki, o dengeyi arayanlara yol gösterici olabilir. Sıfatlarda hata yapanlara gelince: Elbette onlar Allah'ı kastettiği tüm manalarla anlayamadıkları için dengeden çıkmaları kaçınılmazdır.
"Evet, Cenab-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur."
Şimdi arkadaşım, anladın mı sünnet-i seniyye'yi beğenmemezlik edenler, "Bize yalnız Kur'an var!" diyenler veya farklı versiyonları, neden bu hatayı ediyorlar? Çünkü onlar birşeylerde garkolmuşlar, birşeylerde hata etmişler. Muhabbetleri tüm kuşatıcılığıyla Allah'a değil ki, buldukları da ona en kısa yol olan Habibullah'ın yolu olsun. Başka türlü seven, elbette kendine has muhabbet rengini cadde-i kübra'nın beyazlığında bulamaz. Sokağına âşık olan, caddeyi beğenir mi hiç?
İmam Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.)
Allah'a, Hakîm-i Mutlak demek "Her yaptığında bir amaç var!" demek değil yalnız. "Her yarattığında farkındalığının kuşatamayacağı kadar çok amaç/hikmet var!" demek. Sondaki mutlak'lık, yani sonsuzluğa varması hikmetin, sonsuzu bildiğinden ve kuşattığından ötürü değil. Hâşâ, insan için sonsuzluk yalnızca kuşatamadığının ifadesidir. Bilmediğine taktığı isimdir. Bir itiraftır. Acz itirafıdır.
İnsan, bildiğine de bilmediğine de isim takar. Her isim taktığını tam anlamıyla biliyor sanmamak gerek. Zaten çoğu zaman isim, tarif de içerir. Her tarif bir sınırlamadır. Sınırlı olan, sonsuz olanı tarif etmede hep eksik kalacağından, marifet-i ilahiyeye dair meselelerde isimlere ve tariflere dikkat etmek gerek. Belki onları tam bir isim ve tam bir tarif olarak değil; girilecek bir kapı, bakılacak bir pencere, bir uzun yolculuğun başlangıcı kabul etmek gerek. Tıpkı bir hurma çekirdeği ile hurma ağacının arasındaki mesafe gibi. İkisi de hurma ama, ikisi de başka.
Mütekellimin kelimelerdeki hassasiyeti bize abartılı gelmemeli. 14 asırdır anlaşılan ve hâlâ anlaşılmaya devam edilen; bitmeyen ve bitmeyecek, belki cennette de üzerine konuşacağımız vahyin her kullanımında bir/bin hikmet var. Hassaten esmayı kullanımında. İsimlerden birisi seçilmişse ayetlerden birisi içinde, "Neden o birisi?" veya "Neden başka birisi değil?" sorularını otomatik sorarım ben. Külliyat içinde Bediüzzaman'ın, bu hikmeti taklit edişinden belki, bir refleks kazanmışımdır. Onun, en küçük Risalesinde bile birçok esmayı beraber kullanmasından, her kullandığı esmanın mevzuun içinde ve hatta o cümlede, altı çizilmesi gereken hikmetli bir duruşu olduğundan; bu alışkanlık ile bakarım Kur'an'a da. Talebe, hocasının yalnızca 'öğreneni' değil, bakış açısını kuşanarak bulmaya devam edenidir. Daha evvel çok kapılar açtı bana bu bakış. İnsan, bir yanıyla hayvan. Bir kapıdan nimetlendi mi, o kapıyı kolay kolay terkedemiyor. Ben de edemem.
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayeti üzerinden "Neden 'Allah'ın Zikriyle?" diye bir soru çıkarmıştım vaktiyle. O soruyu çok kovaladım, bir yazı oldu. Başlığı da yine aynı soruydu. Ondan başka; "Onlar, 'Rahman evlat edindi' dediler!" ayetini düşünürken de "Neden esmadan bir başkası değil; Samed değil, Kerîm değil! Neden Rahman?" diye düşünmüş ve birşeyler karalamıştım kendimce. Şimdi yine, 11. Lem'a'nın 5. Nükte'si münasebetiyle, Âl-i İmran sûresindeki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah da sizi sevsin!" ayetini, aynı pencereden bakarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü biliyorum: Allah'ı sevmek, Rahman'ı sevmek gibi değildir. Kahhar'ı sevmek, Kerîm'i sevmek gibi değildir. Her isim, bizim sınırlılığımızdan dolayı, duygularımızı kendi rengine boyar. Biz, o kadar aciziz ki; andığımız isme göre kalbimiz de değişiyor. Sevgimiz, onun rengine bürünüyor. Belki küfür de bu acizliğin farkında olamamanın neticesi: "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar..." derken Bediüzzaman, bu durumun altını çiziyor.
Allah'ı bilmek, sadece Halık'ı bilmek değil. Fakat Metin Karabaşoğlu abinin yıllar önce dikkatimizi çektiği gibi; günümüzde, Allah denildiğinde çoğu müminin aklına yalnızca Halık isminin manası geliyor. Allah lafzının bütün esmayı kuşattığını, Kenan Demirtaş abinin ifadesiyle; Zat'ın ismi olduğu; bütün esmanın, sıfatların ve şuunatın o isimle kastolunduğunu pek kimse hatırlamıyor.
Bu yüzden işte, ben Allah'ı sevmekle, Kahhar'ı sevmenin, Rahman'ı sevmenin bir olmadığını söylüyorum. Allah, bütün esmanın dengesini bulduğu bir marifet zeminini ifade ediyor aslında esma terminolojisinde. Muhabbeti öyle bir muhabbet. Allah'ı bütün esmasıyla bilme ve sevme; o bilme ve sevmelerin birbirilerine uyumunu kavrama ve esma zemininde de tevhidî bakışı yakalamanın en açık ifadesi. En genele açık, cadde, bereketli, hakikatli yol bu.
Yani bir ismin gölgesinde yolculuk edip onda garkolmak değil yalnız. Sadece Rahman'ı bilmeme, sadece Kahhar'ı bilmeme. Birbirine zıt sandığın, kuşatamadığın tecellilerde dahi bir uyumun olduğunu, hepsinin aynı Zat'ın tecellileri olduğunu farketme Allah'ın zikri. Kalp bu yüzden ancak Allah'ın zikriyle tatmin oluyor. Ve belki bu yüzden, Allah'ı sadece Rahman bilenler, "Evlat edindi" diyebiliyorlar. İhlas sûresindeki; "O doğmamış ve doğurmamıştır!" sırrını kavrayamıyor, marifette eksik kalıyorlar.
"Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef'alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengarenk sanatında ve mütenevvi' masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır."
Ve Mirkatü's-Sünne ve Tiryak-u Marazi'l-Bid'a ismiyle meşhur 11. Lem'a'nın da bu ayet üzerinden verdiği ders boşuna değil. Eğer bütün esmanın dengesini bulduğu bir zeminde, kuşattığı tüm manaları anlamış bir şekilde Allah'ı seviyorsanız; sizin bu Allah'a duyduğunuz muhabbet, ancak Allah Resulü'nün yoluna uymakla mecraını bulur. Çünkü bahsin devamında da altı çizildiği gibi; Allah'ı bütün bu farklı isimleri ve tecelliyatıyla tam anlamış, marifet dersini zirve bir dengede almış bir Peygamber'dir ki, o dengeyi arayanlara yol gösterici olabilir. Sıfatlarda hata yapanlara gelince: Elbette onlar Allah'ı kastettiği tüm manalarla anlayamadıkları için dengeden çıkmaları kaçınılmazdır.
"Evet, Cenab-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur."
Şimdi arkadaşım, anladın mı sünnet-i seniyye'yi beğenmemezlik edenler, "Bize yalnız Kur'an var!" diyenler veya farklı versiyonları, neden bu hatayı ediyorlar? Çünkü onlar birşeylerde garkolmuşlar, birşeylerde hata etmişler. Muhabbetleri tüm kuşatıcılığıyla Allah'a değil ki, buldukları da ona en kısa yol olan Habibullah'ın yolu olsun. Başka türlü seven, elbette kendine has muhabbet rengini cadde-i kübra'nın beyazlığında bulamaz. Sokağına âşık olan, caddeyi beğenir mi hiç?
10 Nisan 2014 Perşembe
Ben ne güzel tekrarım!
"Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar."
28. Söz'den...
Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor. Ölüyor, diriliyor... Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız, müminane heyecan; an'ı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil, anlamlı bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu. Yaşamak; bekleyiş ve beklenen olma. Müminlik, emin olunan, kendinden bekleneni yapma. Fiillerin heyecanı dindiğinde, beklemenin heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde, konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, tefekkür de bu bekleyişten çıkıyor.
İnsan, yaşlanır, ağırlaşır. Hareket etmeye yeteneği azaldığı gibi, hevesi de azalır. Hayat, fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Hayat bir dairedir arkadaşım, bir doğru değildir. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Tekrarlanan kelimeler, yine öyle.
"Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.
Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir."
Demem o ki arkadaşım, hayatın özü de bu şahitliktir. Nazarını genişletmeye bak. Senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız, şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır, yani şahidimizdir. Allah şahidimizdir.
Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlarız. Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan; derinlikli fikirlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması çünkü, detaylarının farkedilmesini sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün, yavaşlar. Nesne yavaşlarsa, detayı artar. (Artış eşyada değil, nazarda.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıktır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması. Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması, yormaya başlar. Belki biraz da bu yüzden gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan, bu denli detaylıyken hem de, gaflet dağıtır.
Tekrar, döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler... Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani 'hiç' gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?
Ben, bu tekrar'ın bizzat ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak, vahyinde, tekrarat-ı Kur'aniye denilen şeyi yapıyor. Hem kainat yüzündeki tekrarı da hatırlatıyor bizlere. Mesela Bakara 28'de diyor; "Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?" Veya diyor: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız."
Ölüp ölüp dirilenler... Sizi ve sizden öncekileri... Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın, benzerliklerin var. Yani arkadaşım, senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor ve yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük 'ol'un içinde bir 'ol'sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: "Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!" Hem de diyor ki: "Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynı değiliz."
Kibir kırıcıdır bence. Tekrarlara dikkat et. Benzerlikler, benzeyişler, benzetmeler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. 'Tekrar ölen, tekrar dirilen'sin. Ve 'tekrar ölen, tekrar dirilenlerin' bir ferdisin. Varlığı, büyük tekrarın parçası olan, nasıl büyük döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi; "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa, ele dikkat et. Bununla da sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.
Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor. Ölüyor, diriliyor... Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız, müminane heyecan; an'ı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil, anlamlı bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu. Yaşamak; bekleyiş ve beklenen olma. Müminlik, emin olunan, kendinden bekleneni yapma. Fiillerin heyecanı dindiğinde, beklemenin heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde, konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, tefekkür de bu bekleyişten çıkıyor.
İnsan, yaşlanır, ağırlaşır. Hareket etmeye yeteneği azaldığı gibi, hevesi de azalır. Hayat, fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Hayat bir dairedir arkadaşım, bir doğru değildir. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Tekrarlanan kelimeler, yine öyle.
"Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.
Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir."
Demem o ki arkadaşım, hayatın özü de bu şahitliktir. Nazarını genişletmeye bak. Senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız, şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır, yani şahidimizdir. Allah şahidimizdir.
Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlarız. Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan; derinlikli fikirlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması çünkü, detaylarının farkedilmesini sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün, yavaşlar. Nesne yavaşlarsa, detayı artar. (Artış eşyada değil, nazarda.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıktır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması. Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması, yormaya başlar. Belki biraz da bu yüzden gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan, bu denli detaylıyken hem de, gaflet dağıtır.
Tekrar, döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler... Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani 'hiç' gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?
Ben, bu tekrar'ın bizzat ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak, vahyinde, tekrarat-ı Kur'aniye denilen şeyi yapıyor. Hem kainat yüzündeki tekrarı da hatırlatıyor bizlere. Mesela Bakara 28'de diyor; "Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?" Veya diyor: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız."
Ölüp ölüp dirilenler... Sizi ve sizden öncekileri... Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın, benzerliklerin var. Yani arkadaşım, senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor ve yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük 'ol'un içinde bir 'ol'sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: "Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!" Hem de diyor ki: "Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynı değiliz."
Kibir kırıcıdır bence. Tekrarlara dikkat et. Benzerlikler, benzeyişler, benzetmeler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. 'Tekrar ölen, tekrar dirilen'sin. Ve 'tekrar ölen, tekrar dirilenlerin' bir ferdisin. Varlığı, büyük tekrarın parçası olan, nasıl büyük döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi; "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa, ele dikkat et. Bununla da sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.
8 Nisan 2014 Salı
Yalnızlık psikolojisi
Daha evvelki yazılarda, Ali Şeriatî'nin metinlerinden de istifadeyle, tevhidî bakışın dünyayı nasıl bir bütün olarak algıladığını; şirkin ise nasıl onu parçalara/adacıklara ayırdığını konuşmuştuk. Enbiya sûresinde; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti..." beyanıyla da altı çizildiği gibi: Şirkin teolojisi, ister istemez, farklı yaratıcılar ve bu farklı yaratıcıların farklı yaratış süreçlerinden sonra ortaya çıkan çelişkili ve çatışık bir evren düzenini beraberinde getiriyordu. (Marx'ın zahiren ateist, ama aslında politeist 'sınıf çatışmaları' tezlerine de atıf yapmıştık bu noktada, anımsarsınız.)
Daha felsefelerine dair derinlikli bir inceleme yapmadan, teolojilerinin hikayeleştirilmiş hali diyebileceğimiz mitolojilerine baktığımızda bile bu çelişik hali görüyorduk. Eski Yunan ve Eski Mısır'dan tutun, Hindistan'daki çok tanrılı dinlere kadar bütün şirk ekollerindeki mitolojiler, ilahların birbiriyle savaştığı, varlığın böyle ortaya çıktığı, karmaşanın kaçınılmaz bir şekilde toplumsal hayata ve evrene hâkim olduğu bir düzenin sembolizmini içeriyordu.
Bu çatışık inanış ve bunun arkasında müşrik bireylere yüklenmiş felsefe, onların da evrene bakışlarının böylesi parçalayıcı bir etki içermesini sonuç veriyordu. Örneğin; geçmişten günümüze ortaya çıkan bütün asabiyetler (kabile, ırk, inanış, coğrafik veya sınıfî tüm çeşitleriyle), bu asabiyetlere sahip toplulukların kendi tanrılarına sahip oluşları üzerinden temellendiriliyordu. Cahiliye dönemi Arap coğrafyasında kendisine özel bir tanrıya tapan kabileler vardı mesela. Zengin kabileler tanrılarını altından, gümüşten, değişik değerli şeylerden yaptırarak; tanrısı helvadan veya başka değersiz bir maddeden olan zayıf kavimlere teoloji temelli bir üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Yukarıda, teolojik düzlemde oluşturulmuş bir kast; toplumsal zeminde de ikinci bir kastı beraberinde getiriyordu. Bu bölünmeler, parçalanmalar, daha küçük parçalara ayrılmalar tevhidî bir nazar kuşanılmadıkça tesirini sürdürüyordu.
Belki de Bakara sûresindeki şu ayet, en güzel şekliyle bu hali tasvir ediyor: "Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir."
Burada fesad/bozgunculuk kelimesi üzerinde durmadan önce, bu ayet bağlamında 23. Söz'e atıf yapmak istiyorum. 23. Söz'de Bediüzzaman'ın imanı 'intisap/bağlanma' ekseninde yorumlaması cidden çok enteresandır:
"İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bu noktadan hareketle; ayette geçen 've yaktaûne'yi, Bediüzzaman'ın, genelde meallerde verildiği şekliyle 'beşerî ilişkilerin kesilmesi' bağlamında değil, "Küfür, o nisbeti kat' eder" ifadesiyle, daha geniş bir düzlemde, yani 'tevhidî bir bakışın bütün kainatı birleştirici nazarından yoksunluk' ekseninde ele aldığını düşünüyorum. Çünkü hakikaten tevhid, sadece varlığı Allah'la değil, birbiriyle de bağlar, akraba eder.[1]
Eğer tevhid nazarına sahip olamazsanız, evren size, "Hayat bir mücadeledir!" dedirtecek kadar kavgalı bir surette görünebilir. Buradaki asıl uyanış, varlıkta görünen şen ve namların, 'birbirine bakar şen ve namlar' olduğunu anlamakla olur. Ve bu 'birbirine bakmak' intisabın veciz bir tarifidir: "Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi birbirine yardım eder, birbirini görür gibi birbirine elele verir; birbirinin işini tekmil için birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas et; tâdâd ile bitmez."[2]
Peki, şirk kokan nazarların evreni ve toplumu ayette geçen şekliyle fesada uğrattığı (ve yufsidûne), bozgunculuk çıkardığı, yani onları birbirinden bağımsız ve birbiriyle çatışık adacıklara çevirdiği (dolayısıyla yalnızlaştırdığı) bir düzlemde bir müslüman ne yapabilir? Sanıyorum bunun dersini de bize en güzel 11. Lem'a veriyor. "Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir..." hadisiyle başlayan yolculukta özellikle 4. Nükte'de verilen 'yalnızlık' dersi, ilişkilerin yeniden asabiyetlere göre konumlandırıldığı, tevhidî bağların kat' edildiği/kesildiği düzlemde, 'müminane duruş sabrının' dayanaklarını çok güzel ortaya koyuyor. Aslında bu kısım, bir yönüyle fesad-ı ümmet zamanında bir müminin düşebileceği yalnızlığı da[3] dikkat çekiyor diyebiliriz.
Öyle ya, sünnet-i seniyeye intisap, o intisap dünyevî ölçülerle de kazandırıyorken kolaydır. Peki ya, hayatınız fesad-ı ümmet zamanına denk geliyorsa? Sünnete uymak, dünyevî ölçülerde kaybettiriyor gibi duruyorsa? Yalnızlaştırıyorsa? O zaman kaybediyor olmaya rağmen duruşunu bozmamak nasıl olacaktır? Bediüzzaman bu kopuş zamanlarında dayanma gücünü yine Kur'an'da ve Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatında bulur. "Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur!" ayetini yalnızca Hz. Resulullaha bir emir olarak değil, tüm zamanların mürşidlerine söylenmiş bir nasihat olarak şöyle yorumlar:
"(...) Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle der ki: 'Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz' der."
Siz hiç Kur'an'ı 'size indirilmiş bir psikolog' gözüyle okuyabildiniz mi? 11. Lem'a'ın 4. Nükte'si, Bediüzzaman'ın, kendi yalnızlığına Kur'an'dan bulduğu bu teselliyle, Kur'an'dan bir psikoloji kitabı çıkarılabileceğinin ışığını gösteriyor bizlere. Ve bir taraftan da şu anlarım bu bahisten:
Ümmet fesada düştüğünde, bütün bağlar kopup ilişkiler asabiyetler ekseninde yeniden şekillendiğinde, o tauna rağmen yüz şehidin mutluluğunu (ecr dolayısıyla mutlu eden demektir) kalbinde taşımak istiyorsan, sünnet-i seniyyeden ayrılma. "İman bir intisabdır." Durduğun yeri kaybetmezsen, varlıkla ve Allah'la bağını korursan, uzun vadede kazanan, kısa vadede de mutlu olan kesinlikle sen olacaksın. Ne olur, antika olduğunu unutup, demirciler çarşısındaki kendine değer arama. Her dalgada, sallantıda yeni bağların peşinde koşma! Duruşun ilkesel olsun, konjonktürel değil. Konjonktür değişkendir, huzur getirmez.
[1] "Müminler ancak kardeştir" ayeti bunun da ilanıdır aslında bir yönüyle.
[2] Bu arada, 'birbirine bakar' ifadesini külliyatta bir taramanızı ne kadar isterim. Bediüzzaman bu ifadeyi iki şekilde kullanır. 1) Esma düzeyinde bağlantıları göstermek. 2) Eşya düzeyindeki birlikteliklere dikkat çekmek.
[3] Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman o kısımda önce kendisinin üç yalnızlığından bahseder, sonra ayeti buna deva olarak yorumlar.
Daha felsefelerine dair derinlikli bir inceleme yapmadan, teolojilerinin hikayeleştirilmiş hali diyebileceğimiz mitolojilerine baktığımızda bile bu çelişik hali görüyorduk. Eski Yunan ve Eski Mısır'dan tutun, Hindistan'daki çok tanrılı dinlere kadar bütün şirk ekollerindeki mitolojiler, ilahların birbiriyle savaştığı, varlığın böyle ortaya çıktığı, karmaşanın kaçınılmaz bir şekilde toplumsal hayata ve evrene hâkim olduğu bir düzenin sembolizmini içeriyordu.
Bu çatışık inanış ve bunun arkasında müşrik bireylere yüklenmiş felsefe, onların da evrene bakışlarının böylesi parçalayıcı bir etki içermesini sonuç veriyordu. Örneğin; geçmişten günümüze ortaya çıkan bütün asabiyetler (kabile, ırk, inanış, coğrafik veya sınıfî tüm çeşitleriyle), bu asabiyetlere sahip toplulukların kendi tanrılarına sahip oluşları üzerinden temellendiriliyordu. Cahiliye dönemi Arap coğrafyasında kendisine özel bir tanrıya tapan kabileler vardı mesela. Zengin kabileler tanrılarını altından, gümüşten, değişik değerli şeylerden yaptırarak; tanrısı helvadan veya başka değersiz bir maddeden olan zayıf kavimlere teoloji temelli bir üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Yukarıda, teolojik düzlemde oluşturulmuş bir kast; toplumsal zeminde de ikinci bir kastı beraberinde getiriyordu. Bu bölünmeler, parçalanmalar, daha küçük parçalara ayrılmalar tevhidî bir nazar kuşanılmadıkça tesirini sürdürüyordu.
Belki de Bakara sûresindeki şu ayet, en güzel şekliyle bu hali tasvir ediyor: "Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir."
Burada fesad/bozgunculuk kelimesi üzerinde durmadan önce, bu ayet bağlamında 23. Söz'e atıf yapmak istiyorum. 23. Söz'de Bediüzzaman'ın imanı 'intisap/bağlanma' ekseninde yorumlaması cidden çok enteresandır:
"İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bu noktadan hareketle; ayette geçen 've yaktaûne'yi, Bediüzzaman'ın, genelde meallerde verildiği şekliyle 'beşerî ilişkilerin kesilmesi' bağlamında değil, "Küfür, o nisbeti kat' eder" ifadesiyle, daha geniş bir düzlemde, yani 'tevhidî bir bakışın bütün kainatı birleştirici nazarından yoksunluk' ekseninde ele aldığını düşünüyorum. Çünkü hakikaten tevhid, sadece varlığı Allah'la değil, birbiriyle de bağlar, akraba eder.[1]
Eğer tevhid nazarına sahip olamazsanız, evren size, "Hayat bir mücadeledir!" dedirtecek kadar kavgalı bir surette görünebilir. Buradaki asıl uyanış, varlıkta görünen şen ve namların, 'birbirine bakar şen ve namlar' olduğunu anlamakla olur. Ve bu 'birbirine bakmak' intisabın veciz bir tarifidir: "Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi birbirine yardım eder, birbirini görür gibi birbirine elele verir; birbirinin işini tekmil için birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas et; tâdâd ile bitmez."[2]
Peki, şirk kokan nazarların evreni ve toplumu ayette geçen şekliyle fesada uğrattığı (ve yufsidûne), bozgunculuk çıkardığı, yani onları birbirinden bağımsız ve birbiriyle çatışık adacıklara çevirdiği (dolayısıyla yalnızlaştırdığı) bir düzlemde bir müslüman ne yapabilir? Sanıyorum bunun dersini de bize en güzel 11. Lem'a veriyor. "Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir..." hadisiyle başlayan yolculukta özellikle 4. Nükte'de verilen 'yalnızlık' dersi, ilişkilerin yeniden asabiyetlere göre konumlandırıldığı, tevhidî bağların kat' edildiği/kesildiği düzlemde, 'müminane duruş sabrının' dayanaklarını çok güzel ortaya koyuyor. Aslında bu kısım, bir yönüyle fesad-ı ümmet zamanında bir müminin düşebileceği yalnızlığı da[3] dikkat çekiyor diyebiliriz.
Öyle ya, sünnet-i seniyeye intisap, o intisap dünyevî ölçülerle de kazandırıyorken kolaydır. Peki ya, hayatınız fesad-ı ümmet zamanına denk geliyorsa? Sünnete uymak, dünyevî ölçülerde kaybettiriyor gibi duruyorsa? Yalnızlaştırıyorsa? O zaman kaybediyor olmaya rağmen duruşunu bozmamak nasıl olacaktır? Bediüzzaman bu kopuş zamanlarında dayanma gücünü yine Kur'an'da ve Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatında bulur. "Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur!" ayetini yalnızca Hz. Resulullaha bir emir olarak değil, tüm zamanların mürşidlerine söylenmiş bir nasihat olarak şöyle yorumlar:
"(...) Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle der ki: 'Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz' der."
Siz hiç Kur'an'ı 'size indirilmiş bir psikolog' gözüyle okuyabildiniz mi? 11. Lem'a'ın 4. Nükte'si, Bediüzzaman'ın, kendi yalnızlığına Kur'an'dan bulduğu bu teselliyle, Kur'an'dan bir psikoloji kitabı çıkarılabileceğinin ışığını gösteriyor bizlere. Ve bir taraftan da şu anlarım bu bahisten:
Ümmet fesada düştüğünde, bütün bağlar kopup ilişkiler asabiyetler ekseninde yeniden şekillendiğinde, o tauna rağmen yüz şehidin mutluluğunu (ecr dolayısıyla mutlu eden demektir) kalbinde taşımak istiyorsan, sünnet-i seniyyeden ayrılma. "İman bir intisabdır." Durduğun yeri kaybetmezsen, varlıkla ve Allah'la bağını korursan, uzun vadede kazanan, kısa vadede de mutlu olan kesinlikle sen olacaksın. Ne olur, antika olduğunu unutup, demirciler çarşısındaki kendine değer arama. Her dalgada, sallantıda yeni bağların peşinde koşma! Duruşun ilkesel olsun, konjonktürel değil. Konjonktür değişkendir, huzur getirmez.
[1] "Müminler ancak kardeştir" ayeti bunun da ilanıdır aslında bir yönüyle.
[2] Bu arada, 'birbirine bakar' ifadesini külliyatta bir taramanızı ne kadar isterim. Bediüzzaman bu ifadeyi iki şekilde kullanır. 1) Esma düzeyinde bağlantıları göstermek. 2) Eşya düzeyindeki birlikteliklere dikkat çekmek.
[3] Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman o kısımda önce kendisinin üç yalnızlığından bahseder, sonra ayeti buna deva olarak yorumlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...