31 Ekim 2017 Salı

İnsanın ağabeyi FETÖ'den içeriye alınınca...

İnsan tuzu kuruyken öyle laflar ediyor ki onda birini ıslakken edemez. Mü'minûn sûresi 97. ayette mealen deniliyor ki: "De ki: Ey Rabbim! Sana sığınırım, şeytanların kışkırtmalarından!" ve devamında buyruluyor ki: "Onların yanımda bulunmasından da Sana sığınırım." İnsan fitne zamanlarında böylesi ayetlerin sırrını daha iyi anlıyor. Ben de ağabeyinin FETÖ mevzusundan tutuklandığını henüz öğrenmiş birisi olarak bu ayetleri daha başka okuyorum.

Suçu ne idi ağabeyimin? Bildiğimiz hiç. Bildiğimiz, ayet-i celilede haber verilen, şeytanların yanında bulunmak. 15 Temmuz'a kadar Kaynak'ta muhasebecilik yapmaktan başka bildiğimiz suçu yok. Ha, bu ailecek hakverdiğimiz bir davranışı mıydı, değildi. Bana kalsaydı 17 Aralık'ın ertesi günü orayla bağlantısını kesmeliydi. Fakat yapmadı/yapamadı. Ev almak için para biriktiriyordu, işsiz kalmak istemedi veya sürecin bu noktaya geleceğini ummadı. Ancak bundan başka bildiğimiz bir suçu yok. Daha kötüsü: Devletin de bundan fazla birşeye dahil olduğuna dair bize söylediği birşey yok. Ama tutukladı.

Ve bekleyeceğiz. Tıpkı Gezi'den sonra Kazlıçeşme'de, 17 Aralık'tan ve 15 Temmuz'dan sonra Atatürk Havaalanında beklediğimiz gibi bekleyeceğiz. O gece Cumhurbaşkanımız daha kimseyi sokağa çağırmadan kendimizi sokağa atıp Avcılar'dan Yenibosna'ya kadar yürüdüğümüz gibi bekleyeceğiz.

Ne değişti? Belki biraz yıprandık. Herşeye rağmen hata yapmamaya dikkat edeceğini düşündüğümüz, buna arsız bir inatla inandığımız ve inatla başkalara karşı da savunduğumuz devletimizin bizi incitmeyeceğine inanmaktan yıprandık. Sağdan-soldan hatalar yapıldığını duyuyorduk. Suçsuz insanların içeriye alınıp uzun süreler kaldığını işitiyorduk. Diyorduk ki: Devlet büyük birşey yaşadı. Kafası karıştı. Elbet kendisini toparlayacak. İnatla bunu söyledik. İnatla bunu yazdık. Hâlâ da inanıyoruz buna. İnsan umudu olmadan yaşayamıyor.

Fakat yıprandık. 15 Temmuz gecesi uğruna ölmeye hazır olduğumuz hamiyetli insanların kulağına sesimizin gitmemesinden yıprandık. Hattında bylock bile çıkmayan ağabeyimizin bir dua listesine (onun da ne olduğunu bilmiyoruz henüz) her nasılsa adının dahil edilmiş olmasından örgüt üyeliğine terfi etmiş olabilme ihtimaline varılmasından yıprandık. Devlet, onun için canımızı vermeye cüretliyken iyiydi de, canımızın içine dokununca yıprandık. Yine de kimseye küsmüş değiliz. Ama diyorum ya. Yıprandık. İnsan sevdiğinin yüzüne bakmaktan yıpranır mı? Biz bundan da yıprandık.

İki aile bir evde yaşıyoruz. Annemiz şeker hastası. 9 yaşında bir yeğenim var. Ben anlatamıyorum. Devlet büyüklerimizden buradan rica ediyorum. Biri gelip anlatırsa anlayacağız. Ağabeyimin 15 Temmuz'a kadar Kaynak'tan ayrılmamak dışında ne aptallığı var? Üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmiş, aynı adreste, aynı evde, bizimle oturuyor. Kaçmasına dair nasıl bir tehlike var? Acaba, bırakın yurtdışını, kiraya çıksa birkaç ayı çıkaracak kadar parası var mı? Neyle kaçacak? Nereye kaçacak? Hem niye kaçacak? Nasıl oturduğu yerde devlet için tehlikeli olacak? Allah belasını versin şu Fetulah Gülen'inki geberip gitmiyor. O geberse belki şu işin tansiyonu biraz düşecek. İşte, biz de, artık elimizi Allah'a açıyoruz. Ümit senden Allah'ım. Kulların derdi kulları germiyor.

28 Ekim 2017 Cumartesi

Tevbe kötülüğü nasıl vareder?

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîm'dir (engin merhamet sahibidir)." (Furkan sûresi, 70)

Elbette hep böyle gidecek değil. Düşeceğiz. Kalkacağız. Düşmekten kalkmakla, kalkmaktan düşmekle ferahlanacağız. Zıttı zıttının sıkletinden kurtulmamıza vesile olacak. Aynılığı ölümden ayıramayan yanlarımıza bir çeşit değişimle hayatı anlatacağız. Kötüden iyiye, iyiden kötüye. Kötüden iyiye geçerken 'iyi' zaten 'iyi' olacak. Şaşırmayacağız. Fakat şuna şaşıracağız:

İyiden kötüye geçerken de 'kötü' aslında 'iyi' olacak. Belki bu gelişigüzel, gelişi her şekilde güzel, ya bizzat güzel ya neticesi itibariyle güzel, yuvarlanışın içinde âlemde 'şer' dediğimizin aslında 'bize şer' olduğunu, varlığının tek başına savaşılası bir anlam taşımadığını, hatta kendisinden uzaklaşırken kendisiyle barışıldığını göreceğiz. Yaralarımızı seveceğiz. Bir tatlı bela gibi seveceğiz. Mahsulü gören bir ekincinin zahmetini sevdiği gibi seveceğiz. Bir tek bütünün içinde kendisine bir anlam bulamamış parçalar fayda göremeyecek hayırdan. Onlar, tek başına bir varlık olmadığı için, varlık 'tek başınalık' kaldırmadığı için, hiçkimse başıboş bırakılmadığı için, başıboşluk aslında yokluk anlamına geldiği için cehennemde sürekli tekrar eden bir hiçliğe saplanacaklar.

İşte, şimdi, hayatımın orta yerinde durup sana derim ki arkadaşım: Tevbe de günahın bütünün içinde bir anlam kazanmasıdır. Yanlışın yanlışlığı kabul ve ilan ile doğruya bir yanından dahil olmasıdır. Hiçliğe bıraktığımız kem izlerin telafisi, yani yeniden varlığa dönüşmesi, varlığın içinde kendisine yeniden bir yer bulması, ancak ve ancak tevbeyle olur. Yoku var bilmek onu iki kere yokeder. Hem yok hem yanlış kılar. Ama yoku yok bilmek yokluğunu yanlışlıktan kurtarır.

Yokun yokluğunu tesbit etmek bir doğrudur. Doğru varlığa uyumludur. Vücudîdir. (Varlıkla uyumlu olana doğru deriz ancak.) Hatta bir şekilde vardır. Yalan, mürşidimin de ifadesiyle, kudret-i ilahîyeye iftira etmektir. Çünkü varedilmeyene var demektir. Yaratılmayana yaratılmış muamelesi yapmaktır. Yok, yokluğu açısından varolmasa da, yokluğunun 'yok' şeklinde tayini sırasında varolur. Birşeyin olmadığını söylemek de olandan bahseden hakikatin parçasıdır. Hakikat zaten iki parçadır. Birisi olandan haber verir, diğeri olmayandan. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. 'İllallah' dediğin yer 'la ilahe'nin hemen ardıdır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. Başka ilah yoktur. Allah'tan başka...

Şimdi, buraya kadar seni yorduktan sonra arkadaşım, birşeyi daha kolay anlatabilirim gibi geliyor: İnsan, hakikate dahil oluş sürecinde, en büyük haykırışı kelime-i tevhid ile yapar da, onun dipnotları, haşiyeleri, mütemmimleri sayılacak detaylarda da bunu tekrarlamaz mı? Mizandaki en ağır sözü fiil fiil şerhetmez mi? Bence 'en büyük yokluğun' yokluğunu tayin edip 'en yüce varlığın' varlığını kabul ettikten sonra artık bunun sağlamalarını yapmak kaçınılmaz olur.

Allahu'l-alem. (En doğrusunu O bilir.) Tevbe ederken de işte bunu yaparız. Günahta bir varlık olmadığının altını yaşam yaşam çizip varlığı Allah'ın şeriat ile tayin ettiği alana münhasır kılarız. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun hayır dediğinden başka hayır da yoktur. Biliriz. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun sevap dediğinden başka sevap da yoktur. Tecrübe ederiz. Allah'tan başka ilah olmadığı gibi onun haram dediğinde hayır da yoktur. Ellerimiz yanarak söyleriz.

En nihayet demem o ki arkadaşım: En büyük hakikatin söylenmesinden sonra bunun zerrelere inen doğrulaması tevbeyle yaşanır. Çünkü tevbe sadece aklî değil tecrübî bir şahitliktir. Anların kelime-i tevhididir. Dildeki acılıktır. Kalpteki pişmanlıktır. Gönüldeki hüzündür. Candaki sıkıntıdır. Kem yaşanmışlıktır. Eğitimdir. En yüce hakikatin eylem eylem tecrübe edilmesidir. An an, fiil fiil, olay olay, parça parça doğruluğu görülüp teşhis edilmesidir.

Hak verilmesidir. Hakikat bilinmesidir. Yanlışlığının doğrulanmasıdır. Bu açıdan tevbe, günahın ademîliğine/yokluksallığına, hayırsızlığına, yanlışlığına, hata oluşuna, çirkin oluşuna, acı oluşuna, ateş oluşuna şahitlik ederek ona bir tür varlık kazandırmaktır. Yoklun varlığa 'yokluğunu kabul ile' yeniden dahil olmasıdır. Sıfırın birin ardına sığınmakla kazandığıdır. Çünkü yanlışın yanlışlığını ortaya koymak da bir tür doğrudur. Doğru, cismi olmasa da, bir türden (ilim türünden) varlıktır. Zıt zıttının varlığına böyle aynalık eder. Mürşidimin de dediği gibi: "Nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."

18 Ekim 2017 Çarşamba

Kâbus da bir nimettir

Wind River/Kardaki İzler filminde, çocuğunu yıllar önce kaybetmiş bir babayı canlandıran Jeremy Renner, kendisi gibi çocuğunu yitiren bir arkadaşının "Sen bu acıyla başetmeyi nasıl başardın?" sorusuna şu manada cevap verir: "Acının aynı zamanda onu hatırlamanın bir parçası olduğunu kabullendim. Canım acımasa o güzel anları da hatırlamayacaktım. Bu daha kötü olurdu."

İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."

Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.

Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."

Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.

Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?

Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.

O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?

Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.

Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.

Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.

Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.

Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.

İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.

"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.

Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.

Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.

17 Ekim 2017 Salı

Bağışladığı boşluklar için de Allah'a hamdolsun!

Herşeyin zulmü kendine göre. Mesela hayalin uğradığı zulüm bilinirliğin şiddetindendir. Birşeyin bütün detayları 'haklarında hakikatten başka şekilde düşünülemeyecek netlikte' ortaya konduğunda hayal kendisini baskıda hisseder. Ahmet Haşim, Gurebâhâne-i Laklakan'da, bu hissi çok güzel anlatır: "Artık herşeyi açıkça görmek ızdırabından kurtulmuştuk. Yanlış görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu." Bir manzaranın 'daha az görünmeye başlayarak' yaşattıklarını anlatmak için söyler bunu Haşim. Sözünde hayalden doğmuş bir hakikat vardır.

Batı'nın yükselen trendi fantastik yapıtların birçoğunda, öykü, I. veya II. Dünya Savaşları'nın karanlık sahneleriyle ilişki içindedir. İster Marvel karakterleri olsun ister Narnia Günlükleri (veya Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları) bir felaketin eşiğinde filizlenirler. Kaptan Amerika II. Dünya Savaşı'nın kurtarıcısıdır. Wonder Woman I. Dünya Savaşı'nın kahramanıdır. Narnia Günlükleri, yine II. Dünya Savaşı'ndan, bir bombardıman sahnesinin görsel etkileyiciliği ile bizi karşılar. Bütün bunlar hatırda tutularak denilebilir ki: Dönemin şartları içinde artan bilinmezlikler, endişeler, tehlikeler, karakterlerin (ve de okurun) zihnini 'gerçekliğin bilinen düzleminden vazgeçmeye' hazır hale getirirler. O yeni arzu düzleminde en tuhaf şeyler bile 'inanılabilir' hale gelir.

Hemen söyleyelim: Bu yapmacık bir sistir. Ahmet Haşim'in 'doğal belirsizlik' içinde yaşadığı rahatlamayı, öykücü, uyduracaklarına ikna edebilmek için kurgular ve uygular. Okurdaki muhtemel rahatsızlıkları böyle giderir. Bir grup masum çocuğun serseri bir bomba yüzünden öldüğüne inanmak istemeyen yanımız Bayan Peregrine'in zamanı kontrol edebildiğine inanmayı tercih eder. Elbette tek filmlik bir inançtır bu. Ama nihayetinde bir inançtır.

Peki inanç nedir? İnanç, insanın içinde yanan, gözünden bakan ve elinden mahsul mahsul (kurgu kurgu) dünyaya katılan bir gerçeklik düzlemidir. Cam fanus içinde yanan bir kandildir. Her farklı inanç, daha başka kurguda, bir gerçeklik düzlemiyle karşılar bizi. Örümcek Adam'ı izleyen bir çocuk bir süre dünyanın kurtarıcısının o olduğunu düşler. Her yere bu düşün düşüncesini işler. Alır-satar. Defterine çizer. Üstüne giyer. Yüzüne takar. Kapitalizmin ürünleri onu bu inancından yakalar. Sonra fikri değişir. Başka bir kurgu farklı bir kahraman öğretmiştir. Düzlem yeniden ayarlanır. İnanç dünyasında değişen hiyerarşi düşlere de tesir eder. Eşyalar değişir. Seçimler değişir. Hatta rüyalar bile değişir.

Hayal, yeri geldiğinde, en tuhaf inançlara dahi yaslanarak kanadının altındaki duyguları istenmeyen gerçekliğin acısından kurtarır. Evet, hayal, bu açıdan tam bir kurtarıcıdır. Sayısız varlık hikmetinden birisi de budur. Bir sarsıntıdan diğerine geçerek yaşadığımız şu hayatta belirsizliğin sıkleti ancak hayalgücüyle kaldırılır. Akıl, karamsarlığının sınırlarına dayandığında, iyi ihtimalleri ondan öğrenir.

Ben, vehmi ayrı tutarak, hayali iyimserliğe daha yatkın bulmuşumdur her zaman. İnsan kötü şeyleri 'herhalde böyle olur' diye aklıyla kurgular gibi gelir. Vehmin akla yakınlığı hayale yakınlığından fazladır. (Yani aklın da vehme yaraşır ve karamsarlığa yatkın bir kurgu yeteneği vardır.) Ancak aklın bu baskısından insanı kurtarmak için, yine kısmen akıllı-kısmen delifişek, ikinci birşey devreye girer. En inanılmaz mucizelere bile, belli bir makuliyetle, inanmamızı teklif eder.

İşte, bence, bunu yapan hayaldir. Hayalin de bir aklı vardır fakat ne kadar ümitvâr bir akıldır o! Ne mübarektir! Varoluşa dair hüsnüzannı sayesinde sahibini aklın gerçekçi baskılarından bir nebze âzât eder. Acılarını giderir.

Hayalle aklın duruşları birbirlerini bu noktada dengeler. Akıl, tıpkı arkadaşı diğer kuvveler gibi, sahibinin güvenliğini/varlığını önemsediğinden endişelenmek hakkıdır. Hakkını kullanır. Kuvve-i Şeheviye ve Kuvve-i Gadabiye sahibi için nasıl her tehlikeyi/fırsatı gözetir yaşıyorlarsa, Kuvve-i Akliye de öyle yaşar. Hayalin insana karşı böyle bir sorumluluğu yoktur. Yardım ettiği doğrudur. Ancak bu yardımı endişeli değildir. Aklı 'at üstünde dolanan bir asker' gibi tarif edersek hayali de 'elinde değneği ile yürüyen bir derviş' gibi tarif edebiliriz. Derviş de kentimize bir huzur verir. Ama bunu asker gibi yapmaz.

Aman! Ben ne yaptım? Hayalde çok oyalandım. Yazı da çok uzadı. Hemen eteklerimizi toplayıp akla geçelim. Bence aklın zulmü de kendisine pay bırakılmamasıdır. Ne demek bu? Biraz şu demek: Akıl, ancak kendisinin de yürüyebileceği bir mesafe verilirse, öğretileni kabul eder. Yolu kabulü ayaklarına izin verilmesi nisbetindedir. Küçük yaşlarımızda ebeveynimizin elini iterek kendi başımıza yürümeye çalışmamızdan tutun, ergenlik döneminde nasihatle yönetilmeye ettiğimiz isyan ve hatta yaşlılıkta yönetememeye ettiğimiz isyan, hepsi aklın bu haliyle ilgilidir. Akıl mutlaka ve mutlaka kendisine pay bırakılsın ister. Varlığını kendisine bırakılmış boşluklar sayesinde hisseder.

Mürşidimin eserlerinde sıklıkla tekrar ettiği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." sırrı bu noktada daha da anlaşılır bir hale gelir. Kaderde zaten bilinir olanın dünyada bir de yaşanılır hale getirilmesi bu türden latifelerin hakkı içindir.

Küçükken ebeveyninden bağımsız yürümeyi arzulayan afacan çocuk, mucize kadar olsun, o hilkat sırrından ayrılmaya dayanamaz. İhtiyarının elinden alınmasına katlanamaz. Amaçsızlaştığını düşünür böyle olduğunda. Boşluksuzluktan dolayı anlamsızlığa düşer. (En yaman boşluk da budur.) Bir fıkra anlatıp neden/neresine gülünmesini gerektiğini de izah eden arkadaş, polisiye veya başka türden bir filmin içinde izleyicinin tahmin yürütmesine hiç fırsat vermeyen senarist veya yönetmen, romanında okurunun kendileyin farketmesi gereken hiçbir sır bırakmayan yazar, bunların tamamı, bu yüzden cansıkıcıdır. Kurgu dediğimiz şey, bıraktığı boşluklarla, bu sıkıcılığı atlatır.

Bize pay bırakmayanlar canımızı sıkarlar. Her türden istibdadın bu türden bir sıkıcılığı vardır. Doğru ancak delille ikna ederse kabul edilebilir olur. Çünkü ikna da akla verilen bir hissedir, paydır, yürüme alanıdır, nefestir. Siz de en çok sıkıldığınız ortamları, metinleri veya kişileri bu terazi ile tartın; az-çok aynı hissi yaşadığınızı görürsünüz onlarda. Gelini bile kaynanadan bıktıran buna benzer bir haldir. Bireylerin birbirlerini emir erine dönüştürme çabası, hayattan istedikleri payları alamadıklarını düşündüklerinden, onları birbirlerinden soğutur.

Şimdi buradan, bir boşluk bırakarak, yine mürşidimin söylediği Kur'an'ın bir mucizevi yönüne gelelim. Önce cevabın ortaya çıkmasını sağlayan şeytan sorusunu alıntılayalım: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"

Kur'an'ın üslûbuna dair bu suale Bediüzzaman'ın cevabı yazımızın ana temasına temas eder içeriktedir: "(...) çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder." Devamında ise şöyle der: "Amma Sûre-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle beyan eder."

Ben bu ifadelerde Kur'an okurken veya üzerine tefekkür ederken neden sıkılmadığımın cevabını da bulurum. Evet, Kur'an, Fâtır-ı Hakîm'in kelamı olarak fıtratımızı çok iyi bilmektedir. Hiçbir yanımızı ıskalamadan, hiçbir latifemizi görmezden gelmeden, gereken havaleleri yaparak, bize hakikati beyan etmektedir. Yani: Anlattığı hakikatler kadar bıraktığı boşluklar da hikmetlidir. Bildirdikleri kadar bildirmedikleri de yerindedir. Biz kendi kurgularımızı bize bağışlanan boşluklar sayesinde yaparız. Tasarım budur. Yani boşluk yönetimidir.

Tıpkı doluluklar gibi boşluklar da fıtratımızın onları arzulayan yanlarına bakar. Onlar da bırakılmış paylar ister. Bu paylar, türlerine göre, kendilerinden beslenen latifelerimizi doyurur. Bana bu yazı kadar uzun katlanan arkadaşım, işte hayal, işte akıl. Cenab-ı Hak lütfu ile bize boşluklar bağışlamasa şunların otağını nereye kuracaktık? Öyleyse, her nimeti için, hatta bıraktığı boşluklar için, Rabbimize hamdederiz. Ve bu yazıyı da mürşidimizin bir sözüyle bitiririz: "Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir."

14 Ekim 2017 Cumartesi

İnsan Allah'a iyilik edebilir mi?

Belki de iyilik tek bir tür değil ha? Daha doğrusu: İyilik, yaratılışı itibariyle tek bir tür de, insan onu iki farklı perspektiften görüyor. (Yahut 'iki farklı şekilde algılıyor' diyelim.) O perspektifleri de, kendimce, şöyle iki başlıkla ayırıyorum: 'İhsan iyilikler' ve 'itaat iyilikler.' Peki, adını koymak kolay da, hakikaten ne demek bunlar? Onu da bencileyin şöyle izah etmeye çalışayım:

Bir iyiliği sizi zorlayan hiçbir neden olmadan yapmanız onu 'ihsan iyilik' sınıfına sokuyor. (Burada iyiliği vücudîlik/varlıksallık ile yakın bir anlamda kullandığımı belirtmeliyim.) Fakat, tersi bir şekilde, bir iyiliği herhangi bir mecburiyet tahtında yapıyorsanız, bu da onu 'itaat iyilik' sınıfına dahil ediyor. Örnek vermem gerekirse: Bir yardım kuruluşuna, sizi zorlayan hiçbir sebep yokken, bağışta bulunmanız bir 'ihsan iyilik'tir. Fakat o yardım kuruluşunun maaşlı çalışanıyken (işiniz icabı) yaptığınız hayırlar 'itaat iyilik'tir.

Bu kategorizasyondan bir aşağılama çıkmasın. Öyle düşünmüyorum. Bunlar basamak. Aralarında, yazının ilerleyen kısımlarında bana çok lazım olacak, bazı nüanslar var. Onları anlatabilmem için bunları aktarabilmem lazım. Onu deniyorum. Bir kısmını tez elden ifade etmem gerekirse: Bu iki iyilik türü üzerinden insanın içdünyasında büyük bir cerbeze yaşandığını zannediyorum.

Yazıya geri dönelim: Kanaatimce 'ihsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasında 'zorlayıcılık' dışında başka ayraçlar da var. Mesela: İhsan iyilik kendisiyle başlayan bir bütünü ifade ediyor. İtaat iyilik ise ancak 'talimatlara uygun hareket ederseniz hoş sonucu netice verecek' bir parçalılığı tanımlıyor. Dahil oluşu anlatıyor.

Bir fabrikanın patronunun işçilerine içinden gelerek prim vermesi bu açıdan ihsan iyiliğe benzerken, işçilerin görevlerini yaparak fabrikaya kazandırdıkları ise itaat iyiliği andırıyor. (Hatta, olmaz ihtimal, işçiler bu primi topluca reddedecek olsalar bile, bu durum patronun kalbindeki iyiliğin vücuduna zarar vermez. Ancak işçilerden birisinin görevini terki, pozisyonuna göre, yansımalarıyla tüm fabrikayı etkileyebilir.)

Teorimi özetlersem: İhsan iyilikler ayakta durabilmek için kendilerinden başka birşeye ihtiyaç duymuyorlar. İtaat iyilikler ise ayakta durabilmek için bir bütünün içinde 'uygun bir adım' olmaya muhtaçlar. Hem de bazen mecburlar. Zira onların görevlerini yerlerine getirmemeleri bütünün sonuçlarını etkileyebiliyor. Bütünün sahibi, ihmalinin bütüne uzanan sonuçlarından dolayı, parçayı icbar ve tehdit ile itaate zorlayabiliyor.

İşte, ben, tam da bu noktada, bu dünyada yaptığımız her türden iyiliğin aslında 'itaat iyilik' cinsinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz, bizden önce 'iyilik' veya 'hayır' olarak tarif edilmemiş hiçbirşeyi yaratabiliyor değiliz. Yapabildiğimiz her iyilik, mürşidimin o güzel temsiliyle, 'cetvelin deliğini açmak'tan ibaret.

"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil."

Halimiz böyle: Bizden önce Cenab-ı Hakkın yaratışı ve 99 isminin tecellisiyle şartları hazırlanmış bir büyük düzeneğin 'yap' tuşuna basıyoruz sadece. Elimizden gelen yalnızca bu. O da yapmamız öğretilmiş, tavsiye edilmiş, şevklendirilmiş, ödüllendirilmiş ve bazen de emredilmiş olarak basabiliyoruz tuşlara.

Bütün bu ön hazırlıklar/yaratışlar olmadan hiçbirşeyin varlığa gelmesini sağlayabiliyor değiliz. Allah muradımızı yaratmayı dilemese kendiliğimizden birşey, hâşâ, icad edebiliyor değiliz. Yalnız bize açılan küçük bir alanda, cüzî irademize bırakılmış şıklara, itaatimizle 'devam işareti' koyuyoruz. Bunu koyarsak ve Cenab-ı Hak da irademizin dileğini kabul edip yaratırsa elimize bir varlık, bir hayır, bir iyilik geçiyor. Bazen de isyanımızla nice büyük iyiliklerin vücuda gelişine engel oluyoruz. Bediüzzaman bu yüzden diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Yapmakta payımız bir itaatçik kadardır. Yıkmakta payımız engel olduğumuz kadardır. İrade-i cüziye sahibi olmakla aslında aldığımız 'büyükçe bir risk'tir. İyiye kullanırsak mübarektir ama kötüye kullanıma açık olmasıyla risktir. Öyle ya! Acaba her zaman doğru şıkkı seçebilecek miyiz? Cevapları kaydırmadan bir ömürlük sınavı geçecek miyiz? İşte, bizi serçeden, karıncadan, arıdan, örümcekten zayıf kılan budur. Onların doğru şıkkı seçmesi ihtimali, bizim kadar serbest bırakılmadıklarından dolayı, daha kolaydır.

Biz serbestiz. Serbestliğimizden dolayı aynı zamanda tehlikedeyiz. Aklımız ihtimalleri çoğaltıyor. Nefsimiz yanlış olana da meylediyor. Şeytan yanlışı doğru diye fısıldıyor. İrademizin kalemi hepsinin üzerinden geçiyor. Yanlışı seçebilme bir açıdan özgürlükse de sonuçlarının tehlikelerinden dolayı korkuludur. Dağları emaneti yüklenmekten korkutan da, Allahu'l-alem, budur.

Cenab-ı Hakkın vücuda gelmesi için 99 ismiyle yarattığı uygun şartları birtek itaatsizliğimizle boşaçıkarabiliriz. Zekat vermemiz için inşa edilen zenginliği cimrilikle yıkabiliriz. Namaz kılmamız için verilen bol vakti bir tembelliğe satabiliriz. Yüz günde yapılmış sarayı bir günde yakabiliriz. Basmamız gereken tuşa basmayarak her iyiliği engelleyebiliriz. Fakat şu var: Bütün şartların vücuduyla ancak vücuda gelebilecek bir iyiliği istesek de yaratamayız. Bizden önce tayin edilmiş düzenin içinde kendi 'onay'ımızla bir yer tutarız. O kadar... Bazen 'o kadar'cık bile yer kalmaz bize. Engel olmak istesek bile kader hükmünü verir. Halkeder. İnsan, sadece arzu ettiklerine değil, arzu etmediği halde yaratılan şeylere de sabreder.

Esad Coşan Hocaefendi merhum Ramuzü'l-Ehadis derslerinde Eşrefoğlu Rumî Hazretlerinin bir tesbitini sıkça alıntılar. (Allah ikisinin de şefaatlerine nail eylesin.) Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyledir 'hakiki mürşidin fonksiyonlarını anlatan' o güzel tesbit: "Mürşid, Allah'ı kuluna sevdirir, kulu da Allah'a sevdirir. Allah'ı kuluna sevdirmesi öğrettiği marifetullah iledir. Kul, mürşidi sayesinde Allah'ı tanıdıkça, Allah'ı daha çok sever. Kulu Allah'a sevdirmesi ise sünnet-i seniyye iledir. Kul, sünnet-i seniyyeyi öğrenip ona ittiba ettikçe, Allah kulunu daha çok sever."

"(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir!" ayetinin bir tefsirini de içeren bu izah, bir açıdan benim 'ihsan' ve 'itaat' ayrımıma da bakıyor. Çünkü mürşidim de 11. Söz'de diyor: "Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. (...) Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz."

Söyleyelim o zaman: Allah'ın kuluna muhabbetinin tezahürü ihsanı iledir. Kulun Allah'a muhabbetinin tezahürü itaati iledir. Allah'ın ihsanının derecelerini bize ancak marifeti söyler. (Çünkü onu tanıdıkça ihsanlarını da/ihsan edebileceklerini de yeni yeni detaylarıyla farkederiz.) Allah'ın razı olduğu/sevdiği şeyleri ise bize sünnet-i seniyye aktarır. Aleyhissalatuvesselama ittiba ile Allah'a muhabbet arasında kurulan ilgi budur. Biz Allah'ın sevgisini, hâşâ, ona ihsan ile değil, ancak itaat ile kazanabiliriz. Çünkü o masivasının ihsanlarına muhtaç olmaktan münezzehtir.

Ancak bazen nefsimizde bir karışıklık yaşanıyor. Nasıl bir karışıklık bu? Biraz şöyle: 'İhsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasındaki 'iyilik' benzeşmesi birisinden ötekine geçildiği sanrısına kapılmamıza neden olabiliyor. Yine mürşidimin tabiriyle 'niyazdan naza sapmalar' meydana gelebiliyor. İnsan, eğer yaptığı ihsan ise, naz edebilir. Fakat yaptığı itaatten ibaretse niyazdan başka birşeye hakkı olmaz. Biz de, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yaptığımız hiçbirşeyle, ona karşı hak iddia ediyor olamayız. Çünkü ihsan etmiyoruz. İtaat ediyoruz. Yaratmıyoruz. Dahil oluyoruz. Hatta itaatimiz dahi onun bir ihsanı olarak tecelli ediyor. Biz hidayete dahi böyle bakıyoruz.

Bu nedenle Bediüzzaman'ın birkaç yerde ifade ettiği "Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah'ını tecrübe edemez!" hakikati bu iç karışıklığını tedavi etmede büyük bir deva işlevi görüyor. İtaat eden tecrübe edemez. İhsan eden tecrübe eder. Kusurlu bir temsille ifade edersek: Bir komutan askerini emirlerine itaati konusunda sınayabilir. Fakat er komutanını ihsanları konusunda sınayamaz. Çünkü ona emredemez. Çünkü ona ihsanda bulunmamıştır. İhsanda bir mecbur ediş vardır. İhsan eden kişi, ettiği kişiyi, bir derece onun karşılığı hakkında sınayabilir. Ancak itaat etmek görevinde olan birisi, bu itaati ile, üstünü sınayamaz. Zira yapması gerekeni yapıyordur zaten. İtaat, parça olup, bütün içinde yapılması gerekeni yapmaktır. İhsan ise bağımsız olup fazlından yapmaktır. Tam da bu yüzden: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat cennet fazl-ı İlâhî iledir."

11 Ekim 2017 Çarşamba

Karamsarlık neden tehlikeli?

Şundan eminim: Ümitsizlik kabalaştırır. Çaresizlik insanı olduğundan daha kötü kılar. Kem yanlarını ortaya çıkarır. (Zaten aşikâr olanları da besler.) İyimserler için kaos bir felakettir. Seçilmemesi gereken şıktır. Kötünün kötüsüdür. En kötüdür. Karanlıktır. Karamsarlar içinse kaos bir merdivendir. Ardından ışığın beklendiği (ama bir dogma gibi beklendiği) iradeli bir karartmadır.

Bence bu da bir tür nihilizmdir. Fakat yarımca bir nihilizmdir. Karamsarlar, herşeyi hiçleştirmeye elbette vardırlar, ancak bunu hiçliği sahiden göze alarak, yani 'sonuçtan gerçekten bir hiç umarak' yapmazlar. Ardından bir varlık bekleyerek, yani varlığı yıkımdan umarak, yaparlar. (Pardon. Düzeltme: Yıkarlar.) Bu yönleri onları mürşidimin tabiriyle 'sofestailerden bile daha ahmak' yapar. Zira 'yapabilecekken yıkmak' bir aptallıktır. Bu şekliyle seçilen yolun 'salt bir aptallık olarak' kabul edilebilir bir yanı vardır. Fakat 'yıkmaktan yapmayı ummak' öncekiyle kıyas kabul etmeyecek şekilde katmerli bir aptallıktır. Kabul edilebilir yanı yoktur. Mürşidime göre saadet-i hayat için inkâr-ı uluhiyet yolunu tercih etmek tam da budur.

The Colony filmini izleyenler Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti hatırlayacaklardır. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca insan hayal bile edemeyeceğin kötülükler yapabilir." Film de zaten böylesi bir sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluğun gerilim yüklü öyküsünü anlatır. Karamsarlıkları hayatta kalma hırslarıyla birleşince onları hayvanlardan aşağı düşürmüştür. Kem yanlarını ortaya çıkarmıştır.

Ben, şimdilerde, Kur'an'da 'ölü kardeşinin etini yemek' olarak tarif edilen gıybetin de sinesinde böylesi bir ümitsizlik hastalığını sakladığını düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Gıybet bir yıkım hamlesidir. Yüzü yıkmaya bakar. Yaralamaya çağırır. İçinizde çoktan yıkılmış birşeyin gıybetini edersiniz. Muhatabınızın gözünde de yıkılsın istediğiniz şeyin gıybetini edersiniz. Gıybet bu yönüyle öncesiyle ve sonrasıyla saldırıdır. Zarar görmesi istenen şeyin gıybeti yapılır.

Bu bana şunu da düşündürüyor: Birisinin gıybetini ettiğimizde aslında bir yönüyle ondan ümidimizi kesmiş oluyoruz. Yani onun (veya kendimizin) bir kemliği hakkında verdiğimiz 'değişmezlik hükmü' bizi 'gıybetini edebilir' kılıyor. Islahın mümkün olduğunu düşünmediğimiz yerde bir dedikodu fırtınasıdır başlıyor. Böyle yapmakla, ya kendimizi ıslah edemediğimiz için bizden daha iyi olanı seviyemize indirmeyi deniyoruz, yahut da muhatabımızın kem bir huyunun ıslah-ı gayr-ı kabil olduğunu düşündüğümüz için gıybet ederek zararından korunmaya çalışıyoruz.

Hem gıybet de iftiradan tam bu noktada ayrılıyor. Dikkatinizi çekmiştir: İnsan gıybet ettiği kadar iftira etmez. (Genelde böyledir bu.) Çünkü iftiranın doğru olduğuna inanmaz. İçi kendisini yadırgar. Eğer vicdanı tastamam çürümemişse, müfterinin kalbi, kendi iftirasının hiç geçmeyen sancısı yüzünden sızım sızım sızlayacaktır.

Lakin gıybette böyle olmuyor. Çünkü içimizde bir yerlerde söylediklerimizin doğru olduğunu düşünüyoruz. İyi birşeye hizmet ettiğimizi sanıyoruz. Kem kelamımızın hakikat olduğu veya ona hizmet ettiği düşüncesi bizi 'konuşabilir' kılıyor. (Yahut da biz öyle olabileceğini düşlüyoruz.) Bu neden böyle oluyor? Bence biraz şundan: İnsan, fıtraten kötülüğe karşı koymak istiyor, hem de bulabildiği her araçla bunu yapmak istiyor. Dil de bunlardan birisi.

Gıybet edilen husus eğer şahit olunan bir kötülükse (ki genelde böyledir) nefis buradan bir cerbeze üretebiliyor. Savunma güdüsüyle makulleştirebiliyor. Bazen de gıybeti edilen şeyin kemali bize içimizdeki zararı (uğrayacağımız zararı) hatırlattığı için acımızı gıybetiyle bastırıyoruz. Onu seviyemize indirmek, bizim gibi kusurlu birisi yapmak, yaralarımızı normalleştiriyor. Katlanılabilir kılıyor. (Acılar genelleştikçe sızlanmalar azalır.) Ve, nasıl oluyorsa oluyor, iftira için sızlayan yerlerimiz gıybet için sızlamaz oluyor. Bunu yaratılış hikmetine ters bulmuyor. Hemen aşıyor.

İşte, ben, müteaddit tecrübemle, bu yanlış eyleyişin bir çeşit ümitsizlikten beslendiği kanaatine sahip oldum. Hatta buradan yola çıkarak her günahın da bir çeşit 'ümit kesme' ile alakadar olabileceğini düşündüm. Öyle ya! O insanın, ardından andığımız kötü özelliklerinden başka birşey olabileceğine dair yitirdiğimiz umut, altına çektiğimiz çizgi, verdiğimiz değişmez hüküm, sahip olduğumuz kesin yargı, şer tayini, ardından söyleneceklerin 'dinen haksız dahi olsa' kendince bir hakikate oturmasını sağlar. İçimizde bir yerde, yine bir çeşit korunma güdüsünden beslenen, meşruiyet alanı oluşturur.

Siz de kendi hayatınızda bir tecrübe edin: Gıybet ettiğiniz insanların 'dilinize doladığınız özelliklerinin değişeceğine' veya 'tastamam öyle olmadıklarına' dair bir ümidiniz var mı? Bence, dikkatle baktığınızda, o insanlardan gıybet ettiğiniz yönleriyle ümidinizi kestiğinizi göreceksiniz. Yani: Değişmesini veya aslında sizin söylediğinizden başka birşey olmasını ummadığınız için bu kadar rahat gıybetini edebiliyorsunuz. Onda tevehhüm ettiğiniz zarardan korunmak için saldırıyorsunuz. İftira olduğunu düşünseydiniz böyle kolay konuşmazdınız. Etinin yenmeyeceğini düşünseydiniz ısırmazdınız. İşte burası benim ümitsizlik ile gıybet arasında kurduğum neden-sonuç ilişkisinin mihenk noktası.

Şimdi soralım: "Rahmetimden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, sadece kendisiyle olan ilişkimizde değil, diğer bireylerle olan ilişkimizde de bu sırrı gözetmemizi istiyor olamaz mı? Yani gıybet gibi daha birçok günah, bizim kesilen ümitlerimizin neticesi olarak beslenen, büyüyen, yeşeren kem yanlarımızın meyvesi olarak bizi bulamaz mı? Mesela: Hırsızlık, Allah'ın rezzakiyetinden ümit kesmenin; isyan, Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin; cinayet, Allah'ın adaletinden ümit kesmenin vs... Her bir günah böylesi bir kesik ümidin sancısı olarak sinemizde yer tutamaz mı?

Ben şimdilerde böyle düşünüyorum ve mürşidimin "Yeis mani-i her kemaldir!" sözünü bu düzlemde anlıyorum. İnsanın gönlündeki iyi şeyler de kendi türünden yağmurlarla sulanıyor veya sulanmalı. Vücudî güzellikleri ümit toprağında taşımalı. Hayatın lezzetleri güzel düşüncelerle, güzel düşünceler ise güzel görmelerle beslenmeli. Sonuçta hem umut hem umutsuzluk içimizde birşeyleri yeşertiyor. Yokluk yokluğu, karanlık karanlığı, kötülük kötülüğü yetiştiriyor. Varın yokluğu yokluğun varlığını doğuruyor. Gündelik yaşamda da en iyi beslenen kazanıyor. (Allahu'l-alem.) İyisi mi iyi yanlarımızı iyilikle besleyelim. Yani şöyle yapalım: İyi olsun diye iyi diyelim.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Rahmetin yapıtaşı ilgidir

"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır.
Blind filminden.

Herşeyin bir yapıtaşı var. Ona indiğinizde aynı hammaddeden yapılmış başka şeylerle kardeşliğini çözersiniz. Birden bine uzanan kanun okumaları yaparsınız. Ben de rahmeti kendi dünyamda 'üst düzey bir ilgi' gibi anlıyorum. (Yahut da özel bir ilgi.) Yapıtaşına böyle iniyorum. Rahimiyet de bu düzlemde kendini 'aynı hammaddeden yapılmış' fakat 'daha kişiye özel üst düzey bir ilgi' olarak okutturuyor.

Herşeyin yoğunluk ölçüsü kendi cinsindendir. İlgide özelleşme ziyadeleşmedir. Birşey 'size özel' hale geldikçe oradaki ilgi de artar. Bir aşevinin sunduğu yemekler de bir ilgidir. Fakat genele bir ilgidir. Ramazan'da eşinizin size pişirdiği 'en sevdiğiniz yemek' ise özel bir ilgidir. (İsterse tadı aşevinin yaptığı yemeklerden daha kötü olsun.)

Bediüzzaman'ın besmelede yaptığı 'Allah içre Rahman içre Rahim' okumasını hatırlayalım. Bu okumayla mürşidimin bize göstermeye çalıştığı nedir? Bence, işte, az evvel ifade etmeyi denediğim 'ilginin katmanlı yapısı'dır. Rahimiyet bu ilginin has (bize özel) dairemizde en şiddetli görünür halidir. Peki bu 'has daire görüsü' bize ne sağlar? Bence şu: Onu gördüğünüz zaman ilginin daha farklı katmanlarına dair çıkarımlar yapabilirsiniz. Yani demek istiyorum ki: İnsanız. Âlemi önce kendimizden okuruz. Eğer 'Ehadiyet' düzeyinde rahimiyeti göremezseniz Allah'ın mahlukatıyla 'Vahidiyet' düzeyinde sürmekte olan ilgisini okumakta zorlanırsınız.

Sadede yaklaşalım: Okuyanlar bilirler. 14. Lem'a'nın 2. Makamı "Makam münasebetiyle buraya alınmıştır" ifadesi ile birlikte 1. Söz'ün ahirine yerleştirilmiştir. Çok da iyi edilmiştir. Zira 1. Söz'le başlayan 'besmele' yolculuğu bu 'makam'da daha bir derinlere iner. Daha zengin boyutlar kazanır. Ziyade değildir. Tekrar değildir. İsraf hiç olmaz. Olsa olsa 'nur üstüne nur' sırrına mazhar olur. Yani bu metinler peşpeşe okunduklarında aydınlığımızı/görüş gücümüzü arttırırlar. Acz ve fakrın gözlerine rahmet sürmesi çekip türlü ağrılarına şifa verirler. Elhamdülillah.

Şimdi, bu eserle ilgili olarak, yakınlarda dikkatimi çeken birşeyi paylaşmak istiyorum sizinle. O da şudur: Bu metinde 'istiğna' ve 'rahmet' kelimelerinin beraberce ve sıkça anılmasıdır.

"Ne var şimdi 'istiğna' ile 'rahmet'in beraber anılmasında?" demeyin dostlarım. Ben burada deizm ile İslam'ın Allah tasavvurlarındaki bir farka işaret olduğunu düşünüyorum. Ama önce bu farkın ilk dikkatimi çektiği yeri alıntılayayım:

"Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul."

İşte bu metindeki 'o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış' ifadelerinin nazarlarımızı 'istiğna-yı mutlak'tan alıp 'rahmet'e bir kast-ı mahsusla çektiğini zannediyorum. Yani şöyle: Rahmet istiğnanın 'ilgisizlik' anlamına gelemeyeceğini gösteriyor. Yahut da şu: İstiğna sahibi olmaya layık bir Azîzü'l-Cebbar, eğer Rahman ise, aşağılara ilgisi onda eksiklik sayılmaz.

Meselenin deizme bakan tarafı ise şu: Deistler de, tam bu şekilde, büyüklüğünden kaynaklanan bir istiğnadan dolayı Allah'ın bizimle (dinlerin iddia ettiği kadar) alakadar olmadığını savunuyorlar. Diyorlar ki: "Varlık tesadüfe verilmeyecek kadar sanatlıdır. Doğrudur. Bir 'akıllı tasarımcı' vardır. Kainatı o yaratmıştır. Doğrudur. Bunları inkâr edemeyiz. Ama ne ihtiyacı vardır ki; ibadetimizle, günahımızla, sevabımızla bu denli meşgul olsun? Neden her anımızla, amelimizle, hatta niyetimizle bu kadar ilgilensin? Öyle ya! Onun büyüklüğü bizim bu önemsiz eyleyişlerimizle meşgul olmasını engeller."

Tam da bu noktada İslam'ın cevabı, Allahu'l-alem, rahmette saklıdır. Neden? Çünkü Allah yaratma yönüyle mahlukatıyla ilgilidir. (İlgi kelimesini meseleyi anlayışımıza yaklaştırması için kullanıyorum.) Her an yeni bir âlemi varlığa getirip yeni bir âlemi yokluğa göndermektedir. Sanatı yaratışındaki bu ilginin en büyük delilidir. Hem, evrenin en büyük dairesinden varlığın en küçük zerresine kadar, aklımızın aldığı-alamadığı herşeyi düzen içinde varlığını devam ettirmektedir. Bu da ilgi işidir.

En başta bu durmaksızın yaratışı Allah'ın istiğnasının 'ihtiyaç yönüyle' hakikat fakat 'ilgi duymamak' yönüyle bâtıl olduğunu gösterir. Yani: Doğrudur. Allah yarattıklarına ihtiyaç duymaz. Yarattıkları ona ihtiyaç duyar. Bu noktada istiğna-yı mutlak sahibidir. Fakat yarattıklarına ilgi duymamaktan beridir. Bu bir tenakuzdur. Cem-i zıddeyndir. Usta, hem eserini binbir sanatla yaratıp, hem nasıl ona ilgisiz kalabilir? Bu noktada ona istiğna atfetmek aslında onu (hâşâ) kusurla lekelemektir. Çünkü birşeye ilgi duymamak, ondan haberdar olmamaktan tutun, ona karışmamaya kadar birçok noktada 'boş alan' bırakmayı iktiza eder. Cenab-ı Hak uluhiyetinde 'boş alan' bırakmaktan da münezzehtir. Onu layık olduğu şekilde tenzih ederiz.

Sadece yaratışıyla değil, bilişiyle de münezzehtir, irade edişiyle de münezzehtir, terbiye ediciliğiyle de münezzehtir. Cenab-ı Hakkın her ismi, tecelli kapasitelerinin sonsuz olmasıyla, birşeylerin dışarısında bırakılmayı reddederler. Kimse kendi küçüklüğüne güvenerek Esmaü'l-Hüsna'yı üzerinden kışkışlayamaz. Ama deizm bize bunu teklif eder. Evet, tam da bunu, yani Esma'yı kışkışlamayı.

Peki rahmetin bu noktada gördüğü fonksiyon nedir? Başta da söylediğim gibi: Rahmet Cenab-ı Hakkın bize duyduğu ilginin en şiddetli tezahürü ve hatırlatıcısıdır. İnsandaki acz ve fakr yaraları (yani güçsüzlük ve güç gerektiren şeylere muhtaçlık yaraları), onu, kendisinde olmayanı elde edebileceği bir ilgiye muhtaç eder. En azından bu ilgiye duyarlı hale getirir.

Kusurlu bir teşbihle ifade edersek: Bebeğin annesine göbekbağı ile bağlı olmaya muhtaç olması gibi, biz de, varlığımıza sağlıkla ve mutlulukla devam ettirebilmek için rahmet bağına ihtiyaç duyarız. İsm-i Kayyum'un manasını bu pencereden seyretmeyi arzularız. Birisi bize acımalıdır. Acımalıdır ki acılarımız dindirsin. Yoksa biz kimseyi kendimize yardım etmeye mecbur edemeyiz.

Ki zaten varlık da bize bu halimizin biliniyor olduğunu hissettirir. Yukarıdaki metinde mürşidimin misal olarak seçtiği; "Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl..." ifadeleri bu bağa zaten, varolmamızdan bile önce, sahip olduğumuzu gösterir. Bizim varlığa çıkışımız bu rahmet ilgisiyledir. Güneşin tenimizi ısıtmasından tut, annemizin sarılarak içimizi ısıtmasına, hatta içtiğimiz sıcak çorbaya kadar bütün bu ilgiler zaten 'sevdiğimiz şeyleri vererek sevindirmeyi seven bir Allah'ın varlığından haber verir. Ama nüanstır: Allah bunu 'ihtiyaç' ile değil 'ilgi' ile yapar.

Görüldüğü gibi 'istiğna'yı doğru anlamak ancak Allah'ın 'rahmet'ini doğru anlamakla, daha doğrusu, ikisini beraber okumakla mümkün olur. Allah'ın sonsuz kudreti elbette bize ihtiyacı olmadığını gösterir. Fakat Allah'ın rahmeti bizimle ilgilendiğini de gösterir.

Bu noktada mürşidimin hakikat-i rahmeti; hikmet, inayet, ilim ve kudreti tazammun eden birşey olarak anması bana ayrıca anlamlı görünür. Zira Allah'a sadece 'kudreti herşeye yeten' olarak inanmak istiğnayı 'ilgisizlik' olarak anlamaya müsaitmiş gibi gelebilir. Lakin 'herşeyi bilen' ve 'herşeyi hikmetle yapan' ve 'herşeyi düzenle devam ettiren' ve 'herşeye gücü yeten' olarak inanmak, hepsinin bize verdiği o büyük marifet, işte o rahmetteki ilgiyi anlamamızı sağlar.

Şöyle anlatmaya çalışayım: Kudretin yarattığından ilgisini kestiğini sansan da ilim, hikmet ve inayetin ilgisini kestiğine inanamazsın. Çünkü bu üçünün hakikati ancak zaman boyutunda kendisini gösterir. Örneğin: Birşeyin hikmetli olduğu ancak zamansal boyutta her an hikmetini eda etmesinden anlaşılır. Her an hikmetli olmayanın hikmeti yitiktir. Varlığı 'boşuboşunalığa' dönüşür.

Buradan mürşidimin aynı eserin başında Kur'an sofrasından bize taşıdığı, daha doğrusu bu eser boyunca tefsir ettiği, ayetlere geçmek istiyorum. Onlar ise, kısa bir meali ile, bu incilerdir: "(Hz. Süleyman'ın mektubunu alan Sebe' Kraliçesi Belkıs:) 'Değerli danışmanlarım! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman'dandır ve Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor." (Neml Sûresi, 27:29-30.)

Bu mektuba besmeleyle başlayarak Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'a neyi anlatmış oldu? Belkıs bu ifadeleri okuyunca neden şaşırdı da vezirlerine bahsetti? Allahu'l-alem. Benim kalbime Süleyman'ın (a.s.) bu sözlerle şöyle bir mesaj ilettiği geliyor: Bu kadar uzaklardan bile sizinle ilgilenmem, sizi hak olan dine çağırmam, tebliğde bulunmak istemem, size garip gelmesin. Ben Rahman ve Rahim olan bir Allah'ın nebisiyim. Onun rahmeti gösteriyor ki bize bir ilgisi var. Bizi biliyor. Her anımızı hikmetiyle kuşatıyor. Bize inayetiyle ikram ediyor. Herşeye gücü yetiyor. Böyle bir Allah kullarını vahiysiz ve nebisiz bırakır mıydı hiç? Bırakmazdı. Bırakmadı. Beni gönderdi. Ben de görevim gereği sizi başıboş bırakamam. İşte bu mektubu o yüzden gönderiyorum. Allah'ın rahmeti benim tebliğimi iktiza eder. Rabbimin mahlukatına ilgisi benim size ilgimi zaruri kılar.

Buradan yüreğimiz yetse de Kur'an'a neden besmele ile başladığımıza da bir yol bulabilsek. Fakat ne çare! Biz de aciz kullarız. Vahyin rahmetin iktizası olduğunu anlamamız da yine onun rahmeti iledir. Üzerimizden ne bu dünyada ne ahirette esirgemesin. Kendisinden başkasının merhametine muhtaç olmayacak şekilde bir rahmet etsin. Biz buna muhtacız. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...