'Ben' nihayetinde parça. Ben nihayetinde parçayım. Kainatı olduran 'Kün/Ol'un içinde detaydan ibaretim. Olmasam olacak olanlarda hiçbir eksiklik olmaz. (Gün gelip olmadığımda apaçık göreceğim bunu zaten.) Ne geçmiş ne gelecek beni aramaz. Belli ki mümkînim. Zorunluluğum yok. Vacib değilim. Arızîyim. Kainat kiminse ben de Ona aidim. Varlık kimin hakkındaysa ben de Onun hakkındayım. Evren neye hizmet ediyorsa ben de Onun hizmetindeyim. Bundan başkası olamaz. Başkasını iddia edebilmem için varlığımı kainatın varlığından tastamam ayırabilmem lazım. Peki, haaa, şeeyy. Tasavvur olarak başarabiliyorum ya bunu? Kendimi ayrı birşey sayabiliyorum. 'Ben' diyorum mesela. ‘Onlar’ diyorum. Buna ne demeli şimdi?
Saymakla olmak bir midir arkadaşım? Peki ya ilişkilerim? Peki ya açlıklarım? Peki ya aczim? Ya aldığım nefes? Ya bastığım toprak? Ya içtiğim su? İzlediğim yıldızlar, okşadığım kedi, sevdiğim çiçek? Bütün bunları da muhtariyetime bağlayamam ya! Yönetemem ki. Yönetmek en nihayetinde yaratmakla ilgilidir. Yoktan yaratamadığımı nasıl mülküme alayım? O zaman? O zaman ben, varlığın başından sonuna planlı/takdirli bu yaratışın içinde, kainatı kuşatan ‘Kün/Ol’ içinde yani, bir parça olacağım. Mecburen detay kalacağım. Bütünlüğümün yanılsamasından kurtulacağım. Kurtulmalıyım. Yoksa sonum fenadır.
‘Emanetçilik’ sonuçta bir sanrıdır. Senin olmayana ‘olmuş gibi’ davranmaktır. Hakikate atılmış bir çiziktir. Gökler, yer, dağlar çekindi böyle birşeyi yüklenmekten. Kainata karşı "Ben de bütünüm!" demekten. Büyük resme karşı müstakillik iddiasında bulunmaktan. Heyhat. Ben neden çekinmedim? Sultanlık sandım oturduğum tahtı. Fakat aslında taht omuzlarıma konulmuştu. Sorumluluğu ağırdı. Yükü aynalıktı. 'Aynılık' değildi, yanlış anlama, ama yanlış anladı. Kendini 'Allah' sanmamalıydı Allah'ı gösteren.
Parçamı bir bütünlük gibi telakki etmemden itibaren 'çok zalim' ve 'çok cahil' oldum. Evet. Zira gösterdiğimden çok gösteremediğim vardı. Âlemler kadar bir bütünlüğün karşısında "Ben de bütünüm!" demek az birşey değildi. Bir de cür'eti hepten azdırıp, hepten zincirden çıkıp, kendi benciğimi herşeyin merkezine oturtmak? Bu 'benben'cilikte elbette bir kancıklık vardı. Allah eşyasını 'bilinmek istediği için' yaratmıştı. Ben bilineyim diye değil. Bilecek olanın da bir kıymeti yok değildi. Lakin seyirci sahneyi işgal ederse asıl gösteri güme gider. Sahnenin Sahibi de bu büyük edepsizliği elbette ağır şekilde te'dip eder.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: 'Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.'" Bahsedilen ahmaklığı kendime çok yakıştırıyorum. Zeka ahmaklığı gidermiyor üstelik. İddialarımın kırılması lazım. Üzülüyorum.
Mutsuzluğum da buradan kaynaklanıyor gibime geliyor. Merkezinde Allah'ın güzel isimlerinin, sıfatlarının, şuunatının olduğu âlemleri "Niye benim istediğim gibi olmadınız?" diye yargıladıkça sanki onlara sürtünüyorum. Bahtım da kaderine sürtünüyor. Bu sürtünmeden kıvılcımlar çıkıyor. Sıçrayıp ta kalbime kadar yakıyorlar. Yok, asla, hayır. Kader yolunu değiştirmiyor. O hep Allah'ın takdir ettiği gibi. Hayır üzere. Güzel. Ancak ben, karşı koyamadığım bu akış karşısında somurtup, bir de tersi yönde kulaç atmaya çalışıyorum: "Benim hayır sandıklarım neden olmuyor?" Bu sorunun zımmında şu iddia var: “Ben de (hâşâ) Allah gibi bir Allah değil miyim?” Karınca sele ne yapabilir? Hiiiç. Hiçbirşey. Fakat sel karıncaya birçok şey yapar. Model terziye kızamaz. Ama terzi modelini oturtur, kaldırır, üzerinde işler. İşte senle ben de mütekebbir karıncalar gibiyiz arkadaşım. Terzisine artistlik yapan modelleriz. Süreç canımızı çok sıkıyorsa bil ki yerimizi bilmemekten. Parçalığımızın bütünlüğüyle boğulmaktan kurtulamazsak daha çok yanacağız. Rabbü’l-Âlemîn Odur. Bütünün Sahibi’nden şifamızı dileyelim. O mutlaka lütfeder.