1 Nisan 2013 Pazartesi

Tesirin sırrı...

Risale-i Nur’da Bediüzzaman’a sorulmuş suallerin tam bir netlikle ortaya konulması, cevapların doğru bir şekilde anlaşılmasının da kapısı. Soruyu atlayıp cevaba konsantre olduğunuzda, mehri dikkat olan o nazenin güzeller, sanki perdelerini açmıyorlar. “Kapımdan doğru gelmedin ki...” diyorlar. “Doğru gelmedin ki, sana sırlarımı diyeyim. Önce kapılara/sorulara konsantre ol. Neyin, ne şekilde merak edildiğini öğren. Çerçeveyi fethet. Doğru sualleri sormayanlar doğru cevaplara ulaşabilir mi hiç?”

“Mahrem bir suale cevaptır” başlıklı mektuba da bu gözle bakıyorum. Orada bir talebesinin sual ettiği; “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?” sorusu arkasında bir sırrın altının çizildiğini hissediyorum. Özellikle soranın belirteç olarak kullandığı iki kelime; yani ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimeleri arkasında iki farklı marifet üretim sisteminin sorgulandığını, Bediüzzaman’ın ise, ikisini de takdir etmekle birlikte Kur’an’ın marifet/bilgi üretim sisteminin detaylarını verdiğini görüyorum.

Bu sual beni alıp külliyat içinde gezdiriyor. Mesela; İbn-i Arabî’nin, Fahreddin-i Razî’ye yazdığı bir mektupta geçen “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesinin izahının istenildiği o yer geliyor aklıma. Orada Bediüzzaman, ‘müfessir’ teriminin içini dolduran bir sorgulamayla, ilm-i kelamın marifet üretim sistemini, İbn-i Arabî’nin safında bir duruşla eleştiriyor. Ve diyor ki; “Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.”

Fakat metnin devamında, bu sefer de savunmasını yaptığı İbn-i Arabî’yi karşısına alarak; bence, yukarıdaki sualde ‘arif’ kelimesinin içeriğine işaret eden şu eleştiri yapıyor: “Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.”

Ve devamında da bu eleştiriyi, masiva ile münasebetlerindeki sorunları detaylandırarak belirginleştiriyor. Hatta bu noktada İmam-ı Rabbanî’nin de Bediüzzaman eleştirisinden kaçamadığını belirtmek gerek. Bediüzzaman, onun da, vahdetü’ş-şuhud mesleğiyle, vahyin varlıkla öğütlediği münasebet şekline tam uygun hareket etmediğini beyan ediyor. Kur’an’ın tekrar be tekrar bakılmasını istediği kâinatı unutmayı öğütlediğini söylüyor.

Bu iki mektup aklımda biraz daha yolculuk yapıyorum müfessir ve arif kelimesinin arkasında. Arif kelimesi dair bulduğum bütün tanımlar, bilgi de daha çok sezgiyi önplana çıkaran, tasavvufî, ahlakî ve tecrübî bir öğrenim şeklini ortaya seriyor. Yani arif, daha çok enfüsî tefekkürü omuzlarına alıp, kendinden hareketle Allah’ı tanımaya çalışan ve hatta bazen bu nedenle genel geçer sayılan şeyleri bile arkasında bırakmayı göze alabilen kişiyi temsil ediyor. Ehad ismi gölgesinde yapılan bir seyahat bu. “Benim Rabbim” cümlesinin arkasında gerçekleştirilen bir marifet yolculuğu. Belki de bu nedenle arifane bir bilgi üretim sistemine dayalı tasavvuf ekolleri sürekli farklı ve altyollar üreterek yolculuklarına devam ediyorlar. Bugünkü zengin tarikat kültürümüz, bu arifane üretimin haritası, delili.

Bunun rağmına ilm-i kelam ise, ürettiği bilgi türü az nüans içeren, ama bununla birlikte altyolları az olan bir marifet şekli. Vahyin açıklanması ilm-i kelam usûlünde belki en nihayet lisan-ı Araba ve rivayetlere hâkimiyetle geliştiğinden tasavvuf yolundaki gibi bir çok renklilik yaşamıyor. Ama arifane yolun rağmına olarak bilgi üretiminde zayıf kalıyor. Çünkü ‘görelilik ve kişisel keşifler’ bu ilm-i kelam usûlü içinde eriyorlar. Ve daha da önemlisi; bilgi çok akıl düzeyinde üretilen bir marifet içerdiği için sair latifelerin hisseleri zayıf kalıyor.

Bediüzzaman ise bilgi üretiminde ilm-i kelama taraf çıkıp sezgiyi ötelemeden, ama tasavvufun da ‘göreliliği’ bir cadde-i kübra haline getirmesine arka çıkmadan Kur’an’ın marifet yolunun altını çiziyor “Mahrem bir suale cevaptır”da. Haydi, o paragrafı bir kez de birlikte okuyalım:

“Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”

Bana bu bahis işte ancak baştaki suali tam anlayınca birazcık açılıyor. İlm-i kelamın kalıplarına sıkışmadan, ama tasavvufun da —eğer ayakları yere bastırılmazsa—spekülatif olmaya gidebilecek marifetine gitmeden; tasavvurların tasdikle/akılla sınandığı... Teslimiyetlerin altları doldurularak imana dönüştürüldüğü... İltizamların/gerekliliklerin iz’an’la/kalben de gerekçeleri anlaşılarak taassuptan kurtarıldığı... Tasavvufun/“Benim Rabbim” marifetinin hakikate/“Âlemlerin Rabbi” marifetine dönüştürüldüğü yani görelilikten kurtarıldığı... Çıkılan yolun yeni bir dava olmayıp, zaten var olan İslam davasına genelgeçer burhan/delil üretimine konsantre olunduğu ve bu yolda delil/burhan üreten herkesin de kardeş bilindiği bir düzlem belki de Kur’an’ın bilgi üretim sistemi...

Şimdi bize düşen; mahrem bir sualdeki ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimelerini aklımızda tutarak, mümkün mertebe, oradaki suale cevap olabilecek bir bilgi üretiminde bulunmaktır. Teslimsiz, kabulu mümkün olmayan kaziyelerin veyahut delilsiz ikna bekleyen tasavvurların gönüllüsü olmamaktadır. Hakikat gibi genelgeçer bilginin peşinde olmak, görelilik ekseninde lezzetli ve fakat genelgeçerliliği problemli bilginin peşinde koşmamaktır. Ve en önemlisi; sezginin ürettiği bilgiyi inkâr etmeden, onu, bu paragrafın dönüşümünden geçirerek kullanmaktır. Evet, veraset-i nübüvvet yolu budur. Marifet üretiminde aklın ve sair latifelerin kardeşliğidir. Cadde-i kübra da ancak buna derler. İşte bu caddede üretilen bilginin tesiri, karşı konulmazdır.

22 Mart 2013 Cuma

Biz tasavvufun nesi oluyoruz?

Kaçmaktan yorulduğum bir kavgayla yüzleşmem gerek. Yıllardır Nur mesleğinin tasavvuftan farklı olduğunu söylerim de, bu farkın ne olduğunu net bir şekilde ifade edemem. Demek ki, ezberden derim bunu. Gerçi benim bu halimde ikircikli tavırlarıyla abilerimin de suçu var. Ön tekerlek nereye giderse arka teker de oraya gidiyor en nihayet... Ve abilerim, mutasavvıfların yanına gidince “Hepimiz biriz” şarkısını söylüyor, aynılaştırıyor. Uzaklaşınca da has dairede “Farklıyız da farklıyız!” mesajını verip duruyor. Bu ayarsızlık bizim de dengemizi bozuyor. O zaman ne yapıyoruz? Her zaman yaptığımız gibi abileri aradan çıkarıyor ve doğrudan Risalelerden kendisini anlamaya gayret ediyoruz.

Şimdi, şunu kabul edelim: Bediüzzaman kendi mesleğiyle tasavvuf arasında nüanslar olduğunu tekrar be tekrar söylüyor. Bundan kaçamayız. “Tasavvuf değil hakikattir” gibi apaçık söylediği yerlerin dışında, işaret ettiği metinler de var. Yani bu noktada hiçbir Nur talebesi şunu diyebilecek bir konumda değil: “Biz de tasavvuf ehliyiz.” Diyememeleri lazım, çünkü arada belli ki, nüanslar var. Peki, o zaman, Bediüzzaman, başka bir yerde, mürşidi olanların bu dairede o mürşidi koruyabileceklerini nasıl söylüyor? Çünkü bu, bir nevi, kendi yolunu terketmeden dairenin içine girebilme izni gibi... O zaman demek ki, çok da farklı değiliz. Onları da içimizde barındırabiliriz. Peki, biz neyiz?

Dahası da var: Diyelim tasavvuftan farklıyız. Bunu da konuşurken tasavvufu küçümseyerek konuşmaya başlıyor ve onların meyvesiyle kendi meyvemizi karşılaştırıp bir nevi kendimizinkini daha fazla beğeniyoruz. Bu tabandayken çok da sıkıntı olmuyor. Çünkü en nihayet taban, kusurlarıyla taban. Tabandaki bir Nur talebesi Nur talebeliğinin bütün özelliklerini temsil edemeyeceği gibi, tabandaki bir sufî de sufîliğin tüm özelliklerini karşılayamıyor. Eleştirmek kolay. Peki ya yukarı çıkınca?

Orada da karışıklık var. Yukarı çıkınca da Bediüzzaman’ın bile üstadlarım deyip saygı gösterdiği zirve isimler var tasavvufta. Ki Bediüzzaman bile yetiştiği ortam itibariyle tasavvufun tüm etkilerinden kaçabilmiş değil, olamaz. İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir-i Geylanî gibi isimlerden ne kadar etkilendiğine kendi metinleri şahit. Hatta Hz. Muhyiddin’in yolunu kimi yerlerde mizana vurmasına rağmen şahsına duyduğu saygı inkâr edilemeyecek kadar aşikâr. İltifatlarla anıyor onu.

Peki, Bediüzzaman, bu kadar etkilendiği, bu kadar sevdiği, bu kadar ilimlerinden faydalandığı bir ekolün çizgisinde neyi beğenmiyor? Öyle ya, birebirde düşünülünce Hz. Muhyiddin haricinde yöntemini eleştirdiği bir mutasavvıf görmek güç. (Belki İmam-ı Rabbanî’yi de Vahdetü’ş-Şuhud’u geride görmekle bir parantez içine alıyor.) Telvihat-ı Tis’a’da ise daha çok isim anmaksızın bazı kaymalara dikkat çekmeler var. Yani bütün Risale metinlerini tarasanız, Bediüzzaman’ın ekol ekol, tarikat tarikat tasavvufa iliştiği hiçbir yeri bulamazsınız. (İbn-i Arabî hariç...)

Sanıyorum bizim bu eksen ve nüans belirleme işinde yaptığımız en büyük hata; tasavvufla, mutasavvıfı birbirinden ayıramama hatası. Şunu kabul etmeliyiz: Bir Nur talebesinin her meziyeti, ideal Nur talebesini karşılamadığı gibi bir mutasavvıfın da her yönü, ideal tasavvufu karşılamıyor. Yahut bütün varlığı tasavvuf dairesinde yer almıyor. Mesela İmam-ı Rabbanî ve Abdülkadir Geylanî gibi insanlar var ki, isimleri mutasavvıf olarak geçse de varlık alanlarının büyük kısmı bence hakikat dairesinin içinde. Yani kendileri, kendi varlıklarıyla hakikat mesleğinde yer alıyorlar. Fakat öğretilerinin bütünü hakikat mesleğinin içinde yer almıyor. Zira bulundukları dönemde bilgi üretim sistemi farklı...

Şimdi başlangıç noktamıza; “Tasavvuf değil, hakikattir” cümlesinin de yer aldığı mektuba dönelim. Orada Bediüzzaman kendi mesleğinin birçok özelliğini peşpeşe saydıktan sonra neye dikkat çekiyor? Geçmişle bugünün zihinsel farklılığına. Bilgi üretim ve algı sistemindeki değişime. Mesela neler değişiyor bugüne gelindikçe? Teslimiyet güç kaybediyor. Daha daha? Teferruatın üzerine bina edildiği esasat-ı imaniyeye dair bilgi yeniden üretilmek zorunda, çünkü ona ilişilmeye başlamış. O güne kadar bunun sınavı verilmediğinden bir hazırlık da mevcut değil. Üzerinde birkaç kişinin dışında bilgi üretilmiş de değil. Hatta koca ilm-i kelamın Allah’ın varlığını ispatı hudus ve imkân gibi iki delile dayanıyor. Daha fazlasına gerek duyulmamış çünkü hakim medeniyetin genelgeçerleri her yerde genelgeçer gibidir. Tıpkı bir dönem Darwinizmin genelgeçer muamelesi görmesi gibi.

O zaman bu metne göre Risale metinleri ne yapıyor? Geriye dönüyor bence. Geriye dönüyor. Yeni bir bilgi inşa süreci başlatıyor. Ayakları yere basan ve fenni hücumda bile ayakta kalabilecek bir bilgi üretiyor. Ve bu bilgi, tasavvur, teslim, taklit, iltizam istemiyor. Hedefi; tasdik, iman, tahkik, iz’an. Delilsiz, kaziye-yi makbule üzerine inşa edilmiş bilgi üretmiyor.

Tasavvuf derken de kastettiği bu aslında. Bizim kafamızdan geçen Nakşibendilik, Kadirilik, Şazelilik, Cerrahilik falan değil. Hepsinin içinde ve özünde (varsa eğer) tasavvur, teslim, taklit kadar tutarsız ve iltizam kadar baskıcı bir bilgi üretim tarzı varsa, Risale-i Nur onu arzu etmiyor.

Ha, öyle üretenlere karşı mı? Değil. Hatta daire içine katılmak isterlerse kendi bilgi üretim sistemini öğretmek açısından hepsine açık. Fakat kendi bilgi üretim sistemi bir kez öğrenildikten sonra, onu terkedip yine tasavvur, teslim, taklit eksenine dönülmesini hoş bulmuyor.

Bizim aramızda nüans belirlemeye çalıştığımız şey isim isim tarikatler, cisim cisim mutasavvıflar değil kardeşlerim; bir bilgi üretim şekli. Yani hepsinden öte ve içre (eğer varsa) böylesi ayakları yere basmayan bir bilgi üretim tarzı. Ve varsa eğer, Bediüzzaman, kendi talebelerinin içindeki bu bilgi üretim tarzına da eleştiri de bulunuyor. Risale-i Nur dairesine girdikten sonra Kur’an dışında kendine mürşid arayan varsa, onlar kendilerini sigaya çeksinler, bunu onlara da söylüyor. Mürşid seçtikleri içeriden birisi bile olsa; tasavvur, teslim ve taklit üçlüsü bir daha dönüp gelmemeli diyor adeta daireye. Geliyorsa, Nur talebelerinde de bir sorun var. Çünkü demek ki, Nur mesleği onlara da yeterli gelmemiş, başka yollara girmişler.

12 Mart 2013 Salı

Her ütopya köleleştirir...

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hayvan Çiftliği’ni her hatırlayışımda bu soru beynimde yankılanıyor. Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle meşru, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar.

Bakıyorsunuz; her ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. Birisi diyor ki: “Büyük bir Türk İslam imparatorluğu kuracağız!” Geç içeri, diyorsunuz. Birisi diyor ki: “Asırlardır devleti olmamış Kürtlere bir devlet vereceğiz. Kürdistanları olacak...” Ona da: Buyur bakalım, diyorsunuz. Sonra bir başkası alıyor sazı eline diyor ki: “Altın nesil gelecek. Her yer saadete garkolacak.” Nasıl olacak bu iş, demeden onu da buyur ediyorsunuz. Sonra daha başkaları geliyor. Niceleri kürsüyü dolduruyor. Kimisi Osmanlı’yı kuruyor. Kimisi Hun imparatorluğuna dönüyor. Kimisi Sümerlere uzanıyor. Kimisi daha da acayip hülyalara kapılıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur hedefler peşinde koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece... Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Başkalarının ütopyaları peşinde koşmaktan çok yoruldum. Çok genç gördüm kendi hayatından vazgeçmişti abilerinin, şeyhlerinin, hocalarının, komutanlarının hayali için. Siz bana gösterin: Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Osmanlı’yı tekrar kurmak, altın nesil getirmek veya bilmem ne birliği kurmak... Kur’an’ın böyle bir ütopyası var mı? Allah aşkına söyleyin, var mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince... Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Kaç kişide bu cevapları kaldırabilecek cesaret var? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz.

6 Mart 2013 Çarşamba

Cadde-i kübra neresi?

On haftadır bir grup talebe, Metin Karabaşoğlu abiyle Ene Risalesi okumaları yapıyoruz. Amacımız; öncelikle Ene Risalesini anlamak. Fakat Ene Risalesinin merkezleştiği bir düzlemde külliyatı tarama imkanını da elde ediyoruz. Mesela tekrar be tekrar atıf yaptığımız metinlerden birisi; Lema­at’taki ‘dimağdaki meratip’ meselesi. ‘İnanma’ veya ‘bilgiyi işleme’ dereceleri olarak kendimce tarif ettiğim bu me­ratip, başka bir açıdan bakıldığında bilginin ahlaka/hale dönüşüm aşamalarını ifade ediyor kanaatimce.

Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad ola­rak sayılan bu mertebeler, doğru bir şekilde oturmazsa zihinde, külliyata, kısmen kör bakılmasına sebep aslında. Lemaat’ın devamında bu mertebelerin her birinin başka bir haleti (belki davranış şekli) olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, külliyat içinde kullanımıyla da bu farklılıkları hissettiriyor. Örneğin; Ene Risalesinde, enenin kendisinde bir rububiyet ‘tasavvur’ etmesini sorunlu görmezken, devamında buna ‘itikat’ etmesinin büyük bir sorun olduğunun altını çiziyor. (Bu nüansa uyanmamızı sağladığı için Metin abiye teşekkürler.)

Eğer iyi bir külliyat okuru olmak istiyorsanız, nüanslara uyanabilecek kadar hassas olmalısınız. Ve bazen bir kelimenin kuyruğunda ileri/geri taramalar yapabilmelisiniz. Bu okumalar esnasında böyle bir hassasiyet ufaktan oluştu bende. Kavramlar gözümde parlamaya başladılar. Mesela iki yazıdır anlamaya çalıştığım “Mahrem bir suale cevaptır” mektubunda da aynı metne yapılan atıflar ve bu atıflar içinde bir gariplik dikkatimi çekti.

Orada Bediüzzaman ‘tasavvur değil tasdiktir’ ifadesini kullanarak meratip içerisinde külliyatı yukarılara doğru çıkarırken; diğer taraftan da ‘iltizam değil iz’andır’ diyerek eserlerini aşağıya çekiyordu. Evet, yazılan Sözler, tasavvurlardan ibaret değildiler. Akılcı bir onaylamaya erişmiştiler. Fakat diğer taraftan Bediüzza­man, aksi yönde bir uyarıyı da yapıyordu peşisıra: “Bu metinler tasavvurdan yukarıdır. Fakat iltizam seviyesine çıkmaya zorlamazlar. Hedefleri önce tasdik, sonra iz’andır.”

Baktım, Lemaat’ta da tasdik ve iz’an peşpeşe geliyor. Yani birbirlerine bitişik aşamalar. Yalnız birinde akıl, diğerinde kalp var. “Peki” dedim kendime “Bediüzzaman eserlerini neden itikad dairesine kadar yükseltmiyor, hatta iltizamı bile yakıştırmıyor, iz’an’a çekiyor?”

Baktım ki, cevabı zaten aynı bahsin devamında varmış. Mesela orada tersten alırsanız diyor ki; “mezcine eğer olmaz muktedir” bu merte­belerden arızalar da ortaya çıkabilir. Mesela tahayyül safsataya ne­den olur. İltizam taassubu getirir. Fakat buna bedel, itikad ta­sal­lub (sağlamlık) belirtisidir. İz’an’ın getirisi imtisal olur. Tasdik de iltizama (taraftarlığa) götürür. Yani bunlardan bazılarının sıralamadaki etkileri tamamen pozitifken, bazılarının durumu biraz daha dengesizdir. Ama illa “mezcine eğer olmaz muktedir.”

Anladım ki; Risale-i Nur insanları akıllarıyla onay verdikleri (tasdik) ve tüm latifeleriyle inandıkları (iz’an) dairelerinde mücadele veriyor. Getirisi taassup olan bir iltizamı (ne kadar yüksek görünse de) aramıyor. Makam-ı tasdike çıkmayan kuru tasavvurlarla da işi yok! Ütopyalar da kurgulamıyor. O bir cadde-i kübra ki; herkesin istifade/kabul edebildiği bir bilgiyi tasdik ve iz’an ekseninde üretiyor, öğretiyor.

2 Mart 2013 Cumartesi

Neden her hayrın başı?

"Oysa sizin mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)

Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.

Ancak herşeye rağmen yine de bir girizgâh lazımdır. Kolay bir girizgâh... Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.

Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.

Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.

Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir anahtar, bir çilingir aleti mübarek... Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.

Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde "Ne kadar az anlamışım!" diyorlar. "İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?" Bunu benim gibi çokları söylüyor.

28 Şubat 2013 Perşembe

Vaazlar değil, kitaplar yetiştirir...

Yazı, benim için her zaman sözlü ifadeden daha kıymetlidir. Çünkü söz, düşüncelerimi sistemleştirmemi engeller. Yazarken yaşamam bu güçlüğü. Konuşurken ne anlattığımı tüm köşeleriyle hatırlamam güçtür. Bazen küçük bir müdahaleyle ne anlatacağımı unuttuğum bile olur. Yazarken öyle değil. Her ne anlatacaksam hepsi önümde hazır olur o zaman. Hem risk de azalır. Tekrar tekrar okurum yazdıklarımı sunmadan önce. Vermeye niyetlendiğim bilgileri sınayabilirim. Yanlış anlaşılabileceleri düzeltebilirim. Daha kalıcı olur yazı. Sonra tekrar bakabilirim. Bu yönleriyle yazmak hakikatin naklinde daha sıhhatli bir araç olmuştur benim için.

Hem ne yalan söyleyeyim, hakikati öğrenirken de yazılı eserleri tercih ederim. Hatiplerin sözlerine kitaplar kadar kıymet vermem. Çünkü bilirim; hatipler ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, o an boşaltırlar içlerindekileri. Hataya müsait anlarda aktarırlar malumatlarını. Ve ehl-i ilim, vaaz dinleyen cemaatlerden değil, okuyarak ilmi sinelerine nakşetmeye çalışan talebelerin içerisinden çıkar.

Bu yönüyle Bediüzzaman’ın yazıya ve okumaya olan düşkünlüğünü anlarım. Onun güçlü bir hatip olmasına rağmen Yeni Said döneminde insanlara hutbe vermekten kaçınmasını anlarım. Kendisinden hutbe bekleyen insanlara (Hanımlar Rehberi’nin başında belirttiği gibi) beklentilerini karşılamak yerine metinler/mektuplar göndermesini anlarım. Ziyaretine gelmek isteyenlere, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumalarını öğütlenmesini anlarım.

Hatta bunların ötesinde Hulusi Yahyagil, Sabri Halıcı, Hafız Ali gibi talebelerine eserlerini gönderdikten sonra hissettiklerini kendisine yazmalarını söylemesini anlarım. Bütün öğrencilerini birer müellif haline getirip birbirleriyle mektuplaşmalarını sağlamasını anlarım. Onlardan beğendiklerini lahika suretinde kendi eserlerinin içine katmasını anlarım. Hatta okumayazması zayıf talebelerini bile eserlerini çoğaltmaya yönlendirmesini—bir yazma pratiği olarak—anlarım. Bütün bunlardan anlarım ki; ahirzamanda yazı, sözden öne geçecek. Fikirler yazmak suretiyle muhataplarına tesir edecek.

Ve bunu bir yerden daha anlarım. “Mahrem bir suale cevaptır” mektubunda bir yerden... Orada (belki biraz da garip bulunabilecek bir bakış açısıyla) yazının öncelendiğini, sözlü anlatımın ötelendiğini anlarım. Nasıl mı anlarım? Şöyle:

“(...) Çünkü, ‘yazılan’ Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”

Evet, ben bu metni, sadece bir kelimeyi küçük harfle yazarak daha farklı anlarım: Yazılan sözler (ancak) tasavvur değil tasdiktir. Çünkü akıl işin içine karışmış ve onu sistemle kağıda dökülmeye zorlamıştır. Ve kağıda dökülürken herşey ister istemez bir tasdik sisteminden geçer, tartılır. Yazılan sözler (ancak) teslim değil, imandır. Çünkü insan ancak iman ettiği/tam anladığı şeyleri yazıya dökebilir. Kendi anlatacak seviyeye gelebilir. Ezberleri/teslim oldukları ise hep tekler kağıda dökülürken. Her sınavda kendini eleverir...

Yazılan sözler (ancak) marifetin ötesinde bir şahadettir, şuhuddur. Çünkü yazmak bilmenin ötesinde o bilişin itirafıdır, ifadesidir, şahid olmaktır. Aynı hakikatin kendi süzgeçlerimizden geçerek bizim şahitliğimizde, bizim sözcüklerimizle ifadesidir. O metin dahi bir şahitlik belgesidir. Yazılan sözler (ancak) iltizam değil, iz’andır. Çünkü bir gerekliliği değil, kalben iman edilmiş bir düşünceyi barındırır arkasında. Yazılan sözler (ancak) tasavvuf değil hakikattir. Çünkü hakikatin şe’ni daha elle tutulur olmaktır. Yazılan sözler (ancak) dava değil, daha içinde bir burhandır. Çünkü metin, sözden daha kavidir.

Ben o paragrafı zahir manası dışında bir de böyle anlarım. Ve Bediüzzaman’ın sonrasındaki paragraf içinde Sözler ile birlikte ‘yazdığım’ ifadesini kullanmasını anlamlı bulurum.

Hem birşey daha söyleyeyim mi? Her kim ki yazdıklarıyla değil hitabetiyle kalabalıkları etkilemeye çalışmıştır, onda genelin rağmına bir sistemsizlik hissederim. Ses tonu, anlatımı, kişisel karizmasıyla birşeyler yapmaya çalıştığını, hakikatteki boşluğunu onunla doldurmaya gayret ettiğini düşünürüm.

Bugün de en çok sesiyle (ve bazen fon müziğiyle de) oynayanlar yeni hakikatler keşfetmekten yoksun, menkıbeleri hoş bir sada ile anlatmaya meftun insanlar değil midir? Bence Risale-i Nur’un başarısının bir sebebi de müellifinin Yeni Said döneminde konuşmak yerine yazmayı seçmesidir. Ve talebelerini de yazmaya ve okumaya teşvik etmesidir. Hani şahsıma ait bir görüştür bu, herkes de kabul etmeyebilir. Fakat bana hep öyle gelir: Yazı, sözden kuvvetlidir. Ve de güvenlidir.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Bir tebliğ hatası olarak: Gıpta damarını tahrik ede ede tebliğ...

Mahrem kelimesinin sözlük anlamına baktığınızda küçük nüanslar dışında fark göremiyorsunuz. Genelde; ‘başkalarına söylenmeyen, gizli’ gibi anlamlara geliyor. Risale-i Nur içindeki kullanımlarında da benzer şeyler var: Her nerede bir ‘mahrem’ ifadesi geçiyorsa, hemen anlıyorsunuz ki; o mesele biraz özel/içsel bir meseledir. Her yerde bahsi uygun değildir. O meseledeki hakikate ulaşmak için metinlere belli bir yakınlığın—ve belki muhabbetin—hasıl olması gerekir. Yoksa yine doğru olur, fakat hikmetli olmaz. Ki belagat de hakikatin, muhatap ve zamanla uyumlu dile getirilmesidir.

Bugünlerde Barla Lahikası’ndaki “Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken de bunlar aklımdaydı. Orada, ‘bir talebesinin’ sorusuna cevap veren Bediüzzaman da mektubunun başına bu kaydın düşülmesini istemişti.

Damağımda aynı lezzeti bıraktı cevap ve soru... Fakat mahrem kavramı üzerine düşününce, yeni soru işaretlerim oldu bu sefer. Öyle ya, ben şimdiye kadar bu mahrem kaydını devrin idaresinin sakıncalı gördüğü eserlerin ‘daha tedbirli’ bir şekilde ulaştırılması için konulan birşey olduğunu düşünüyordum. Yani her ne ki, mahremdi; bir zamanlar yasaklı/siyasi bir eserdi. (Örneğin: 5. Şua ve Kevser tefsiri...) Şimdi şartlar değişmiş, mahremiyetten eser kalmamıştı. Peki kayıtlar hâlâ neden duruyordu? Ve daha önemlisi: Böylesi siyasetle alakasız bahislerde neden bu kayıt vardı?

Biraz sonra, yaşadığım örneklerden hareketle şuna uyandım: Böylesi mahrem kaydı olan bahisler, ne zaman her sınıftan insanın dahil olduğu bir platformda konuşulsa; orada bir rekabet hissi uyanıyordu. Risale-i Nur’un böylesi bahisleri, biraz daha yakınlık gerektirdiği için, yeni tanışanlarla (veyahut tanıyan ama muhabbeti yeterli seviyeye gelmeyenlerle) konuşulsa, onların bir kısmında arıza yapıyordu. Hatta çokları Risaleleri sevdikleri halde bunların konuşulmasından sıkılıyorlardı. Gönüllerindeki mürşidin üstünde bir makamı Risalelere atfetmemiz, onları rahatsız ediyordu.

Burada bir yanlışı daha tanımladım: Bazı acemi ama samimi talebeler, Risale-i Nur’a daha çok talebe kazandırmak için uğraşırlarken; eğer karşılarındaki dinî arkaplana sahip birisi ise, önce böylesi bahislerle tebliğe girişiyorlardı. Risale-i Nur’un faziletlerinin yüksekliğini, diğerlerini nasıl geride bıraktığını medar-ı bahis yaparak tebliğe başlıyorlardı. Bu yöntem, kalp kazanmaktan ziyade, kaybettiriyordu.

Mesela bu “Mahrem bir suale cevaptır” bahsi... Neredeyse bütün Hizmet Rehberleri’nde bulunan bu bahis, üzerindeki mahrem kaydı unutularak bir tebliğ aracı olarak kullanılıyordu. Ve belki çoklarda da aksi netice veriyordu. Risale-i Nur’u sevdirelim derken, soğutuyordu. Halbuki bizzat müellifinin kaydıyla bu, dairenin zaten içinde olanlara yapılan bir açıklamaydı. Dışarıdakilerle bu dille konuşmak doğru değildi. Hatırlarsak, böylesi bir amaçla yazdığı İhlas Risalesi’nde şöyle diyordu: “(...) kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.”

Böylece, bu bahisten hareketle bir hatamı daha teşhis etmiş oldum. Risale-i Nur’u anlatmaya bizzat Risale-i Nur’un ‘diğerlerinden yüksekliğini’ konuşarak başlamak, diğerlerine muhabbeti olanlar için ciddi bir yaralamaydı. Apaçık bir şekilde gıpta damarını tahrikti. Mahrem, mahrem olanlarla konuşulmalıydı. Ve mahremin bir diğer manası da ‘en yakın insanlar dairesi’ demekti.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...