11 Mayıs 2014 Pazar

Bir zaaf turnusolu olarak mehdiyet

"Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler." Emirdağ Lahikası'ndan.

Geçtiğimiz hafta, iki haftada bir çarşamba akşamları sürdürülen Siyer Okumaları'na katıldım. Metin Karabaşoğlu abinin Siyavuşpaşa Kültür ve Spor Merkezi evsahipliğinde yaptığı bu okumalar, hakikaten, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatına bakışımızda güzel açılımlara vesile oluyor. Zaten evvelemirde, bu okumalara başlarken, Metin abinin altını çizdiği gibi: Amaç; her kaynakta bulunan bilgileri, tekrar tekrar nakletmek değil. Amaç; her kaynakta bulunan bu bilgilerden, yeni bir yorum, yeni bir bakışaçısı, yeni bir zenginlik devşirebilmek. Bu amaçla yapılıyor Siyer Okumaları. Ve bence, amacına da ulaşıyor.

Allah Resulü'nün vahye hazırlık sürecini konuştuğumuz geçen hafta, dersin müdavimlerinden Âdem abinin güzel bir sorusuyla taçlandı. Dedi ki Âdem abi: "İki yıl boyunca yaşadığı bazı sıradışı şeylerden, Hira'daki tefekkürlerinden ve kendisine yalnızlığın sevdirilişinden hareketle Efendimizin nübüvvete hazırlandığından bahsediyoruz. Peki, şunu söyleyebilir miyiz? 'Allah Resulü peygamberlik vazifesini bekliyordu.' Yani buna muntazırdı. Zaten kendisine böyle bir görev verileceğinin farkındaydı."

Metin abinin, nübüvvetten önce ve sonra yaşananlardan hareketle, bu soruya verdiği cevap "Hayır!" oldu. Öncelikle dikkatimize, muvahhid bir şair olan Kuss b. Saide'nin, Efendimizin gençliğine denk gelen son hitabesini hatırlattı. Kuss b. Saide, orada, son peygamberin gelişinin yaklaştığına çok açık işaretlerde bulunmuş, kendisini dinleyen kalabalıkta bulunan Allah Resulü ise şöyle demişti: "Keşke ben de o peygambere yetişsem!" Ancak Ukaz panayırında, aynı kalabalıkta hazır bulunan bir diğer muvahhid şair Ümeyye b. Ebi's-Salt ise şöyle söylenmişti: "Herhalde o, ben olurum!" Çünkü kendisi Taif'in önde gelenlerinden olduğu kadar, dönemin entelektüellerinden de sayılabilecek bir simaydı.

Bu 'beklentisiz bekleyiş' içindeki genç, yani Allah Resulü, yıllar sonra nübüvvetle görevlendirildiğinde telaş etmiş; Hz. Hatice validemize "Beni örtün! Beni örtün!" demişti. Hatta bazı kaynaklarda cin çarpmasından veya kahin olmaktan korktuğunu ifade ettiği, ancak Hz. Hatice'nin muhteşem bir feraset ve şuunat-ı ilahî okumasıyla, 'kendisi gibi iyi birisinin böylesi bir kötülüğe uğratılmayacağı' konusunda kendisini ikna ettiği anlatılmaktaydı. Ancak diğer tarafta; nübüvvet bütün delilleriyle ortaya çıktığı ve ilan edildiği hengamda, cahiliye döneminde muvahhid bir şair olan Ümeyye b. Ebi's-Salt, Haşimoğullarının yetimine gelen bu görevi kaldıramamış; 'beklentili bekleyiş'i nedeniyle beklediğini bulamayan hırsına mağlup olup küfre sapmış ve Efendimize karşı mücadele etmişti.

Yıllar sonra bile, Amr ibnu'ş-Şerrîd'den naklolduğuna göre, Efendimizin onun şiirlerini okuttuğu, dinlediği ve sonra "Şiirleri müslim, ama kendisi kâfir..." beyanında bulunduğu aktarılıyordu kaynaklarda. Demek; bekleyiş içinde olma, daha doğrusu; bir liyakate dayanarak, muhtaç olduğunu ise hesaba katmayarak duyulan bir açlık, böylesi kötü sonuçlara varabiliyordu.

Allah ise muhtaç olduğunu düşünenlere ikram ediyordu; liyakati olduğunu düşünüp "Bu benim hakkımdı!" diye Rezzak-ı Kerîm'e karşı hak iddia edenlere değil. Belki Bediüzzaman'ın 18. Söz'deki şu ifadesi, biraz da bu açıdan tefekkür edilmeliydi: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bu noktada benim aklıma, nedense, Mehdiyete dair hadisler geldi. Beklentisizlik'le ilintili ve biraz da Mehdiyetle alakalı bir düşüncemi, aynı meselenin konuşulduğu bir ortamda açtım. Bana öyle geliyordu ki: Mehdiyetle ilgili hadislere iki şey için teşekkür edilmeliydi. 1) Ümmetin en ümitsiz zamanlarında bile 'Mehdiyi beklemekle' tekrar ümide kavuşturması. Yeis içinde bırakmaması. 2) İçinde 'beklentili olmaya dair bir zaaf' bulunanları, örümcek ağının sineği yakaladığı gibi yakalayıp tutması, sonra da ümmete onların asıl haletini fahşetmesi.

Hakikaten de içinde bir makam sevgisi, beklentisi olan; kendisini bu noktada sıfırlayamamış, acz mesleğini tam kuşanamamış ne kadar adam/âlim/şeyh/hoca/hocaefendi varsa, ahiri gidip Mehdiyette saplanmayla son buluyordu. Ya Mehdi olduğunu açıkça söylüyor, ya ima ediyor yahut da insanlara bunu dayatıyordu. Halbuki asıl muhlis hidayet vesileleri, bu vesilelik yüzlerine söylendiğinde bile kabul etmeyen kimselerdi. Bu yönüyle Mehdiyet de, külliyatta geçen 'bir asır sonra gelecek olan'lı metinler de tam bir turnusol kağıdıydı. Olmamışları, olmuşlardan ayırıyor ve ümmete de onların gerçek yüzünden haber veriyordu: "Bunların beklediği ve amaçladığı başka şeyler var! Dikkat edin!"

6 Mayıs 2014 Salı

"Evlat mı, devlet mi?"

"Neden tarih yazmağa kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul böyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha! Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır."[1]

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur." (Maide Sûresi: 32)
"Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.
Birinci Cümle: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir...
"[2]


Tarihi, yalnızca tarihçilere bırakmak bazen korkutucu sonuçlara götürüyor bizi. Zira tarihçi, bir bilimadamının sahip olması gereken vicdanî duruşa sahip değilse ve sorgulama anında ihtimallerin tamamına eşit mesafede durmuyorsa; kutsallık atfettiği şeyleri savunurken, başka kutsalları ayakaltı etmekten çekinmiyor. Mesela insanı. Mesela masumiyeti. Mesela adaleti. Evet, hikmet-i hükümeti konuşmaktan; ondan bağımsız olması gerekeni, yani apaçık hakikati konuşamaz oluyoruz. Bu da bizi, konjonktürel hazlarla, aslolanı her zaman görmezden gelen, bulunduğu çağın genel kabullerine hapsolmuş ve sorgulamadığı için de huzurlu/sıradan bireyler haline getiriyor. Ta ki, birisi çıkıp ezberlerimizi bozuncaya kadar. Öyle birisi olduğunda da tavrımız önceleri onu çürütmeye çalışma. Başaramazsak, görmezden gelme. Onu da başaramazsak, tevil etme. Hakikati esneterek çıkış yolları arama. Tıpkı Emeviye ve Cebriye örneğinde olduğu gibi.

Belki biliyorsunuz; kaderi, beşerin iradesini yok sayacak kadar, yani hayatı boyunca yaptıklarını, sırf Allah öyle emrettiği için, ister istemez, kaçınılmaz, hiçbir sorumluluk yüklenemez bir şekilde, hatalarını bile omuzlamaz bir anlayışla yorumlayan sapkın bir itikat anlayışıdır Cebriye. Emeviler zamanında ortaya çıkmıştır. En güçlü zamanlarını yine Emeviler zamanında yaşamıştır. Bu itikadî sapmanın Emevilerin en çok işine yarayan tarafı, belki de ortaya çıkarılış sebebi: Halifeliğin, kan emici saltanata evrildiği hengamda; başta Hz. Hüseyin’in ve ehlibeytin Kerbela’daki katli olmak üzere, daha pek çok zulmün Emevilerce içselleştirilmesini sağlamasıdır. 

Öyle ya, eğer bütün bunlar kaderde yazılıysa ve beşerin iradesi yoksa, o zaman böylesi zulümlerden Yezit ve diğer Emevî sultanları nasıl sorumlu tutulabilirler? Bunlar, ister istemez olacak şeylerdir. Kaçınılmazlardır. Kaçınılamadığına göre buradan Emevîlere bir eleştiri üretmek, onları sorumlu tutmak mümkün değildir. Onlar mecbur kaldıkları şeyi yapmışlardır.

Tarihin böylesi fıkha temas eden yerleri de var. Bu yüzden tarihi, tarihçilere bırakmak olmuyor. En azından tarihi, yalnızca tarihçilerin değil; fıkıhçıların da (hatta başka bilimdallarında uzman olanların da) konuşması gerekiyor. Farklı seslerin duyulması gerekiyor. Devleti önemseyen seslere bedel, insanı önemseyen seslerin de... İnsanî seslerin... 

Bu yüzden kendisi bir tarihçi sayılmayacak Bediüzzaman’ın, evlat katli meselesinde şöyle bir tesbitte bulunması bana çok anlamlı, vicdanî ve dinî geliyor: "Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hatta, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hatta, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor."

Görüldüğü gibi; Bediüzzaman burada ne ’padişahın dindarlığını’ reddediyor, ne de ’masum evlatlarını katlettiklerini...’ Hatta ’halife oldukları halde’ kaydını düşerek bu yaptıkları zulmün, onların durdukları yerle bağdaşmadığının altını da çiziyor. Fakat ne hazindir; Bediüzzaman’ın, bu masum katli meselesine bakışı gayet açıkken, hâlâ, bu ekolden beslendiğini söyleyen yazarlarımız, Osmanlıya ve hanedanına atfettikleri kutsallık ve kusursuzluk nedeniyle, tevillerle çıkış yolu arayarak hakikati incitebiliyorlar. Hakikati, yani bir yönüyle insanî olanı. İnsaniyet-i kübra olan İslamiyete uygun olanı... 

Bunlardan birisi de abonesi olduğum (ve bundan şikayetçi de olmadığım) Moraldünyası dergisinde okudum geçtiğimiz gün. Yavuz Bahadıroğlu imzalı yazı, daha başlık kısmıyla bile, ciğerime saplandı: "Evlat mı, devlet mi?" Allah böylesi bir seçim yapmak zorunda bırakmasın kimseyi. Fakat neden yol sadece iki? Bu da yeni bir Cebriye mi? İslamî olmayan saltanat düzeni ne zaman ümmetin başına geçse, hep böyle zor seçimlere mecbur mu edecek bizleri? Hz. Hüseyin hep mi kaçınılmaz olarak, devletin selameti için, katledilecek? Yezit, bütün yezitliğine rağmen, hep mi ’mecbur olan’ olacak?

Bu mecbur ediliş çok sineme dokunduğu ve yazar, ilerleyen bölümlerde, kendisi gibi düşünmeyenleri "Tabii, bana ne devletten, bana ne İslamiyetten de diyebilirsiniz, ancak bu gerçekçi olmaz" diyerek itham ettiği için, cevap yazmadan duramadım. Tarihçi değilim. Ama insanım. İnsanî olandan anlarım birazcık. Hocamdan da, hikmet-i hükümeti pek bilmeyen içimdeki insanı konuşturduğum için, hoşgörüyle bakmasını beklerim. Fakat her ne olursa olsun, evvelemirde; "Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez." Ben de edemem: 

1. Öncelikle; yazıda, tekrar tekrar, içinde kardeş katline cevaz bulunduğu iddia edilen, Bakara sûresinin 191. ayetini tam olarak alıntılayalım: "Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir." 

Görüldüğü gibi ayet-i kerime, yazı boyunca, Bahadıroğlu’nun kasettiği türden fitne potansiyeline karşılık birilerinin katlini değil; ’Mekke’den çıkaran, sizinle savaşan insanlara savaşmayı’ salık veriyor. Bu ayetin bütünü böyleyken ve nazil olduğu durumu da lafızlar gayet açık haber verirken, sağını solunu kesip oradan "İleride fitne çıkarabilir tehlikesiyle kardeş katletmek caizdir..." hükmüne varmak, cevaz bulmuş gibi kaynak aktarmak, bana tuhaf geldi. Bilmiyorum, okurlarıma da böyle geliyor mu? 

Üstelik ayet, yazı içinde bile istikrarlı bir şekilde meallendirilmiyor. Bir yerde "Fitneye sebep olmak adam öldürmekten beterdir" denilirken, diğer bir yerde "Fitne katilden daha şiddetlidir" diye meallendiriliyor. Sebep olmak nere, fitnenin bizzat kendisi nere? Fakat benim alıntıladığım Diyanet mealinde bu kısım şöyle: "Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır." Burada da, Asr-ı Saadet döneminde, kâfirlerin müslümanlara ettikleri zulümler kastediliyor. Bir potansiyel tehdit değil. Yapılmış şeyler. Üstelik ayetin sonu da şöyle: "Kafirlerin cezası böyledir." Osmanlı hanedanında isyan etmiş veya etmemiş tüm şehzadeleri önüme koyuyorum. Hangisi (hâşâ) kafir statüsüne giriyor da ayet onlara hitap ediyor? 

2. Yazar, daha başlarda kardeş katlinin bir tarihsel sorumluluk icabı olduğunu belirtiyor. Alıntılayayım: "Bir anlamda, tarihsel sorumluluklarının icabını yapmak için evlatlarını, kardeşlerini ve yeğenlerini katletmek gibi, acıtıcı ve yıpratıcı bir fedakârlığa imza atıyorlardı." (Bizi de en çok biz istemediğimiz halde yapılan fedakârlıklar esir alır.) Bir kere, sormadan yapamıyorum, ’göreceli’ bir tarihsel sorumluluk anlayışı, nasıl fıkhî zeminde karşılığı olan katl fiiline cevaz sağlayabiliyor? Dinî hükümlerin hangisi ’tarihsel sorumlulukla’ cevazlandırılabilir? Kur’an, hadis, icma ve kıyas dışında; bir de böyle tarihsel sorumluluk denen, haramı helal kılma gücüne sahip, bir cevaz kanalı mı var? Yine dikkatinizi çekerim: İş ’tarihsel sorumluluk’a kalırsa, Yezit de "Ben devletin selametini, tarihsel sorumluluğumu düşünerek Hz. Hüseyin’i katlettirdim" diyebilir. Tarihsel sorumluluk böyle her yöne esner birşey. Bakanın gözüne bağlı birşey. Fıkha ne derece zemin olabilir ki?

3. Bir de yazı boyunca yazarın yaptığı bir muğalataya dikkat çekmek istiyorum. Yazar, kardeş veya evlat katlinin tamamını isyan eden bireyler üzerinden örneklendiriyor. Mesela; I. Murad’ın oğlu Savcı Bey, Osman Bey’in amcası Dündar Bey, Musa Çelebi ve Düzmece Mustafa... Bunların tamamı isyana fiilen teşebbüs etmiş, yani potansiyel tehdit olarak kalmamış örnekler. Bunları misal olarak dizdikten sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın kardeş katli fermanını tırnaklayıp, onun çocuk yaşta katlettirdiği, hiçbir teşebbüste de bulunmamış masum biraderini anmamak, ancak hakikati yönlendirme ve renkli gösterme çabasıdır. Kardeş katlinde veya evlat katlinde asıl eleştirilen nokta zaten bu potansiyel tehditlerin katl sebebi sayılmasıdır. Yoksa isyan eden, ordu toplayan insanlar elbette bağy statüsü içinde değerlendirilebilir. Bizim eleştirdiğimiz nokta: İsyan etmemiş, sadece ’edebilir’ vehmiyle masumların katledilmesidir. Buna da yine Bediüzzaman’ın mahkeme savunmalarından bir örnek vermek istiyorum: 

"Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?"

İşte mezkur yazıda da tıpkı Bediüzzaman’ın burada itiraz ettiği gibi şu yöntem kullanılıyor: Savcı Bey ayaklandı, Dündar Bey ayaklandı, Düzmece Mustafa ayaklandı. Eeee? O zaman diğerleri de ayaklanır. Bunlar da şehzade ne de olsa! Tıpkı İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkancıyı mahkûm etmek gibi birşey bu da. Ne farkı var ki, buradan bir cevaz kapısı çıkarılabiliyor? Kaldı ki; Bediüzzaman’ın yine başka bir savunmasında dediği gibi: "Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz." Elinden bir günah ortaya çıkmadıktan sonra, ihtimalle insan cezalandırmak nasıl âdil olabilir? Tom Cruise’un Azınlık Raporu filmini anımsayalım.

4. Yazı içinde Ahmet Akgündüz Hoca’ya dayandırılan şöyle bir bilgi var: "İslam hukuku, hükümdara bir takım suçlar ihdas edebilme ve bunlara cezalar koyabilme salahiyeti tanımıştır, buna ta’zir denir. Padişah bir kimseyi bu çerçevede cezalandırabilir ve bu İslam hukukuna aykırı değildir. Siyaseten katl, yani devlet başkanının, devletin birliği ve milletin dirliği için yaşaması zararlı görülen kimseleri öldürtmesi de ta’zir cezalarındandır. Bütün monarşilerde olduğu gibi, İslam hukukuna göre de devlet başkanı yani padişah, yargı gücünü elinde tutar..." 

Tabii yazının başından itibaren şüpheci gittiğim için burada da ta’zir nedir diye internette biraz gezmek ihtiyacı hissettim. Bakın, ta’zir neymiş: "Ta’zîr (men etmek, engellemek): Ta’zir cezası yüce Allah’ın miktarını takdir ve beyan etmediği ve takdirini devlet başkanına ya da müctehid olan hakimlere bırakmış olduğu cezalar­dır. Çeşitli olup (azarlamak, kınamak, terbiye etmek, sopa), hâkimin dilediği kadar verilir. Otorite cezayı affedebilir. Cezaların miktarı zamana göre değişebilir." 

Yani sizin anlayacağınız ta’zir, hakkında kesin hüküm bulunmayan suçlara içtihadî olarak verilen cezaları kapsıyor. Yani ne suçsuzluk durumunda işliyor ne de ihtimallere ceza verebilme hakkı sağlıyor. Sadece Kur’an’da, sünnette hakkında kesin bir ceza olmayan noktalarda hüküm vermeye yarıyor. Buradan, yine altını çiziyorum, potansiyel/ihtimal suç tehdidine karşı, çok suistimal edilmesi mümkün, bir cezalandırma yöntemine meşruiyet bulmak nasıl mümkün oluyor? Kaldı ki, monarşiyle İslam hukuku arasında kurulan bağı da anlayamadım ben. Monarşi, İslamî bir rejim mi? Saltanat İslamî mi? Eğer öyleyse, saltanatı kötüleyen hadisleri nereye koyacağız? Bediüzzaman bile Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında olan savaşı ’saltanatın ve hilafetin savaşı’ olarak niteler. 

5. Bir de Hz. Ömer’den bir anekdotla alınan bir cevaz var ki; akıllara zarar. Neden böyle söylüyorum: Çünkü Hz. Ömer’in meşrebi aslında bu masum katline en aykırı meşreptir. Adalet-i mahzanın en sağlam uygulayıcılarından birisidir Hz. Ömer. Hatta daha sonra kendisini katledecek olan Firuz isimli kölenin açık tehditine maruz kalmış, "Vallahi bu köle beni tehdit etti" dedikten sonra "O halde katledelim" diyenlere. "Daha elinden bir cürüm sâdır olmadı ki..." cevabını vermiştir. Yazıda örnek verilen Nasr b. Haccac’ın sürgünü meselesi ise; yine Hz. Ömer’in altını çizdiği gibi, ortada ondan kaynaklı bir suç yoktur. Fakat Hz. Nasr, çok yakışıklı olduğu için bölgede kıskançlık ve fitne oluşmaktadır. Hz. Ömer de buradan hareketle, Hz. Nasr’ı hem kendisi hem de başkaları zarar görmesin diye oradan uzaklaştırmıştır. Hayat hakkını elinden almadığı gibi, kendisine bir zarar da vermemiştir. Ancak kardeş/evlat katli, geridönüşümü olmayan bir şekilde hayat hakkını insanın elinden almaktır. Nasıl bu olayla kıyaslanabilir?

6. Her neyse... Yazı çok uzadı. Son birşeye daha temas edip bitirmek istiyorum. Yazıda örnek verilen Cem Sultan ve II. Bayezid Han meselesi. Burada Cem Sultan’ın haksızlığının altı çiziliyor. Tamam, öyle olsun. Fiilen de isyana girişmiş zaten. Bağy sayılabilir belki. Peki ben Yavuz Hocama sormak istiyorum: Bu kardeş isyanlarında başarılı olanlar kahraman, başarısız olanlar hep suçlu mu sayılıyor? 

Yavuz Sultan Selim Han mesela, veliaht kendisi değilken, isyan edip babasıyla savaşsa ve başarsa kahraman; Cem Sultan, kardeşiyle savaşıp kaybetse isyankâr mı oluyor? (Amca haksız, yeğen haklı yani.) Hatta öyle ki; II. Bayezid kardeşlerine birşey yapmaması şartıyla onu tahta geçirmesine rağmen, kardeşlerini ve yeğenlerini tamamıyla katlettirebiliyor? Burada "el-hükmü li’l-galip: galip gelen her zaman haklıdır" düsturuyla mı hareket ediyoruz? Eğer öyleyse bilelim, çünkü ona da Bediüzzamanca bir itirazımız var. Bu kaidenin felsefenin kem bir kaidesi olduğunu Bediüzzaman Ene Risalesi’nde söylüyor.

Hülasa; şu kardeş katli meselesi ciğerimizi yakan bir mesele. Neden bu mevzuda padişahları günahlardan beri tutmaya çalıştığımızı doğrusu anlayamıyorum. Öyle kem bir kaide ki, bu; buradan çıkarılacak devlet menfaatine uygunluk hükmüyle tarih boyunca her türlü zulüm işlenmiş. Devletin menfaati denmiş; bireylerin masumiyeti, hakları hiçe sayılmış. Bütün bunlar yaşanmışken, tarafsızca tarihi anlatmak yerine, dinin içinden padişahlara referanslar bulmaya çalışma, onların bu yaptıklarını masumlaştırma, ne işe yarar? Şu işe yarar belki: Bugün şehzade katline meşruiyet bulursan, yarın tehcire de aynı mantıkla meşruiyet bulursun. Sonra Dersim katliamı da (madem isyan var) meşru hale gelebilir. İçlerinden biri isyan etti diye, devlet menfaati için, on masumu onlarla beraber katledebilirsin. (Potansiyel var çünkü.) PKK yüzünden bütün Kürtler, Asala yüzünden bütün Ermeniler suçlu olabilir. 

"Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor."

Bugün de en çok buradan darbe yiyoruz. Dindar hürriyetperverler, yine dindar devletseverler tarafından devlet menfaatinin gereklerine ikna edilmeye çalışılıyor. Halbuki hiç üçüncü yol aranmamış. Hep "Devlet mi, evlat mı?" denmiş. Ta ki, Sultan Ahmed’e kadar. Üçüncü yol aranmadan, nasıl insanlar böyle bir seçimle ve soruyla başbaşa bırakılıyor? Ben buna itiraz ediyor ve "Hakikatin yolu bu değil, hem Kur’an, hem sünnet böyle söylemiyor!" diyorum. Bediüzzaman’ı da şahit tutuyorum. Sesim ne Ahmet Akgündüz ne de Yavuz Bahadıroğlu kadar güçlü çıkar, ama olsun. Karınca safını belli eder. Christopher Hitchens’ın dediği gibi: "(...) zihin, kanıtlanması gereken şeyin varsayılması öğretilerek eğitilemez."

Not: Daha muhterem hocama, verdiği misalden hareketle; Hz. Hızır’ın beşerî kayıtların bir kısmından kurtulmuş ve nebî ferasetine sahip olduğunu; ancak siyasilerimizin ne böyle bir kayıtsızlığa, ne de böyle bir ferasete sahip olmadıklarını, ismetle korunmadıklarını; ayrıca tırnaklanan misale rağmen ululazm peygamberler içinde Hz. Musa’nın isminin geçtiğini, Hz. Hızır’ın makamca ondan geride olduğunu ve bu yüzden yolunun Hz. Musa’nın yoluna nazaran genel olmadığını hatırlatacaktım. Padişahlara (hâşâ) bir peygamberlik atfetmiyorsak, kardeş katline buradan nasıl bir cevaz çıktığını da hayretle soracaktım. Ama yazı çok uzadı. Birçok noktasına temas etmekten vazgeçtim. Cemil Meriç’ten bir alıntıyla bitirelim: "Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?" Ha, bu arada, yazının sonundaki adalet-i izafiye tarifi de yanlış. Doğrusunu bu yazının başında, Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde bulabilirsiniz.



[1] Anatole Franse’ın Penguenler Adası eserinden (Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabına yaptığı alıntıdır).
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat’tan.

4 Mayıs 2014 Pazar

Çocuklar yarış atı olmasın, müminler de öyle!

Âmir Han'ın hem yapımcılığını, hem yönetmenliğini, hem de oyunculuğunu yaptığı Taare Zameen Par (Yeryüzündeki Yıldızlar/Her Çocuk Özeldir) filmi, maalesef ülkemizde gösterime girmemiş filmlerden. Hindistan sinemasına, her nedense, kapalı Türkiye. (Yeni yeni bir ilgi oluşmaya başladı.) Hollywood kadar merakı yok Asyalı kardeşlerine. Fakat ben, elimden geldiğince, tanıdığım insanlara tavsiye ediyorum bu filmi. Özellikle çocuklarıyla sorunlar yaşayan ebeveynlere.

Ishaan isminde, öğrenme güçlüğü çeken bir çocuğun, ailesiyle ve okuluyla yaşadığı sorunları anlatan film; sadece duygusal değil, aynı zamanda çok da öğretici. İzlendikten sonra yalnız akılda değil, hayatta da kalan cinsten. Bakış açısı değiştiren cinsten. Hatta filmde, sıradışı bir resim öğretmenini canlandıran Âmir Han'ın, İshaan'ın babasına öfkesini ifade etmek için kullandığı: "O kadar yarıştırmayı seviyorlarsa çocuk değil, yarış atı yetiştirsinler!" cümlesi, etkisinden bugün bile çıkamadığım bir parçasıdır filmin.

Aynı cümleyi, dersane tartışmaları sırasında, Başbakan Erdoğan'ın ağzından duymak bu yüzden şaşırtmıştı beni. Sahada uygulanabilirliği, kesin yargı belirtmek açısından, biraz daha beklememizi gerektirmekle birlikte, bir ülkenin başbakanın şu cümleyi kurmuş olması başlıbaşına bir zenginlikti: "Çocuklarımız yarış atı olmasın!" Hayatı, başarılı olmaya mecbur gibi yaşayan bir çocuğun öğretim hayatı boyunca nasıl bir stres çektiğini biliyordum çünkü. Yaşamıştım. Ancak bir çocuğun dünyasında bu durumun nasıl bir rahatsızlık vesilesi olduğunu pek az veli tahmin edebilirdi. Pek çoğu sadece sonuçlarla ilgilenirdi.

Bu sebeple yeğenim Enes'in, gittiği anaokulunda, güzelce Kur'an okumayı öğrenmesine rağmen, arkadaşlarıyla yarışıyormuş gibi, sürekli bize okudukları sayfa rakamlarını karşılaştırmalı bir şekilde aktarması beni rahatsız etti. Bir kez de okulundan aldığımda kederli bulunca sordum: "Neden canın sıkkın kıvırcık bu kadar?" Cevabından anladığım kadarıyla yine böyle birşeyde arkadaşlarından geri kalıyordu ve bu da onda gerginlik yaratıyordu. Kendisine becerebildiğim kadar çocuk dilinde şunları söyledim:

"İnsanlarla yarışmaya çalışmazsan, mutsuz olmazsın. Böyle şeylerde etrafındaki insanları geçmek değil, yaptığın şeyden keyif almak ve Allah'ın sevgisini kazanmak önemlidir. Allah seni diğer insanları geçiyorsun diye değil, Onun sevgisini samimiyetle kazanmaya çalışıyorsun diye sever. Yarışma arkadaşlarınla. Biz senden onları geçmeni beklemiyoruz. Mutlu olmanı bekliyoruz." Fakat bu noktada can yakıcı olan sadece çocukların kendilerini yarış psikolojisine sokması değildi, eğitimciler de öğretimdeki faydayı arttırmak açısından böylesi yarışmalar yapıyorlardı. Ve bu, ister istemez, çocukları gerginliğin içine çekiyordu.[1]

Bu meseleyi, Karakalem grubunun mihmandarlığını yaptığı bir sohbet sırasında, tam da İhlas Risalesi'nde geçen "Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır..." cümlesini tefekkür ederken Metin Karabaşoğlu abiye aktardım. O da Enes'e yakın yaşlardaki kızı Enise ile yaşadığı bir misal üzerinden benzer bir şekva etti. Bir gün Enise (ki kendisi bizim sohbetlerimizin de neşesidir) "Galiba salavat yarışmasından ben sonuncu geleceğim" deyince Metin abi şu manada birşey söylemiş: "Böyle şeylerde yarışmak olmaz ki. Bazı olur birisinin okuduğu bir salavat, diğerinin okuduğu yüzbin salavat kadar Allah katında makbul olur."

Hakikaten de gerek hadis-i şeriflerden, gerekse başka dinî kaynaklardan aldığımız ders buydu: Allah, bazılarının azını diğerlerinin çoğundan makbul sayabilirdi. Bediüzzaman'ın kemiyet ve keyfiyet kıyaslaması içinde, külliyat boyunca yaptığı vurgu da hep bu keyfiyette ve keyfiteydi.[2] Fakat bizler, 'hayırda yarışmak' meselesini tamamen rakamsal bir düzleme çekip, hem karşımızdakinin 'gıpta damarını tahrik etmekten' çekinmiyorduk, hem de bu yolda hırs göstermeyi meşrulaştırıyorduk. Asr-ı Saadet alıntılarında bile sahabilerin böyle şeylerde birbirleriyle yarıştığı(!) anekdotlar üzerine yapılan vurgu (ki bu yarışın bizim yarış algımızla ne kadar uyuştuğu da analiz edilmiyordu) müminlerin de "O on verdi, ben onbeş vereceğim! O kırk topladı, ben kırkbeş toplayacağım!" tarzı, açık attırma usûlü himmet toplantılarında yardıma zorlanması, bu 'rekabet damarı' tahrikinden başka neydi?

Metin abi, orada, Sa'd bin Ebi Vakkas ile Allah Resulü arasında geçen; Allah Resulü'nün, herşeyini bağışlamak isteyen Hz. Sa'd'ı bundan vazgeçirip 'ailesini muhtaç bir halde bırakmamasını' tavsiye ettiği bir Asr-ı Saadet tablosunu nakletti bizlere. Buna ilaveten yine başka başka misallerden, Allah Resulünün genel yolunun, yani cadde-i kübrasının, herşeyini bağışlayanların herşeyini almak değil, onları hadd-i vasata davet etmek olduğunu söyledi. Herşeyini bağışladığında kabul ettiği bir kişi vardı. O da Hz. Ebu Bekir. Fakat nedense Hz. Ebu Bekir'in misali herkes tarafından biliniyordu da ötekileri kimse ümmette aktarmaya çalışmıyor, dengeyi gözetmiyordu.

Hülasa; benim bütün o müzakerelerimizden anladığım: Bugün her türlü dinî grup veya fert, ihlası kıracak derecede bir rekabetle hayır üzerinde yarışmayı, 'hayır üzerine hayırsız bir boğuşma' şeklinde anlıyorsa; bunun bize aktarılan dengesiz/algıda seçici Asr-ı Saadet anlatısından tutun; böyle 'yarıştırılarak' öğretilen din tedrisatına kadar geniş, tedavisi gereken bir arkaplanı vardı. Ve bu nedenle belki de bugün keyfiyeti merkeze alması gereken pek çok dinî hareket 'rakamlarıyla' övünüp duruyordu. Hatta bunlardan bir tanesi, belki bu kemiyete düşkünlüğündeki ihlaskırıcılıktan ötürü, hizmetlerini hem tüketmiş hem de maddi menfaatini kaçırmıştı. En nihayet: İhlas Risalesi'ni okumak kolaydı da, onun ışığında hayatı değiştirmek zordu.


[1] Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserini tam da bu konu üzerine bina etmiştir. Çok şeyler öğrendiğim ve okunmasını tavsiye ettiğim bir eserdir.
[2] Yazıyı bitirdikten sonra düşündüm: Belki de hadiste istenilen 'sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek kadar...' gizli sadaka verme nasihatinin bir tarafı da bu işin yarışmaya dönüşmemesi hikmetine bakıyor olabilirdi? Öyle ya, bir başkası senin ne kadar verdiği bilmezse, seninle neden ve nasıl yarışsın?

2 Mayıs 2014 Cuma

1 Mayıs, Taksim ve Ayasofya üzerine: İzzet ne zaman gerek?

Aldığım en güzel üslûp derslerinden birisidir Bediüzzaman'ın 31 Mart Olayları ardından Divan-ı Harp'te yargılanırken "Sen de şeriat istemişsin?" sorusuna karşı verdiği cevap: "Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!" Burada, dikkat ederseniz, talep edilen şeyden bir adımcık geri atmaz Bediüzzaman. Kendisine gelebilecek zarardan ötürü korkmaz. Taviz vermez. Takiyye yapmaz. Fakat şunu da yapmaz: Davanın haklılığına, üslûptaki sorun nedeniyle halel getirmez. Dava ile üslûbu birbirinden ayırır. Davanın hak olduğunun altını çizmekle birlikte üslûptaki sorunların şeriattanmış gibi anlaşılmasına engel olur. Amacın meşruiyeti ile üslûbun meşruiyeti arasındaki mesafeyi vurgular.

Bu metin benim için çok önemlidir, çünkü özellikle 'özgürlük' eksenli bütün tartışmalarda dindarların 'talebin meşruiyeti' ile 'üslûbun yanlışına' çekilmeye çalışıldığını gözlemlerim. O kadar çok örneği vardır ki bunun: Gezi olaylarında mesela 'ağaç kesmenin kötülüğü' gibi masum bir zemin üstünde 'kaldırım taşı söküp polise fırlatma' yanlışlığı yedirilmeye çalışılır dindarlara. Veyahut bir eylem sırasında (masum veya değil) bir evladımızın kaza eseri ölmesi üzerinden devlete/meşru hükümete topyekun bir başkaldırmanın yolları dayatılır. Bazen de bu saldırı dışarıdan değil, içeriden olur. 'Yolsuzluk' başlığını son günlerde büyük puntolarla kullanmaya başlamış bir grup, bunun yanlışlığı üzerinden bin nümayişle kendi kopardığı anarşi ve fitnenin meşruiyetine yollar arar. Dedim ya size, yöntem çoktur. Ama hepsinin istediği birdir: Amacın güzelliğine meftun edip araçlardaki sorunları görmezden gelmemizi sağlama. Bir nevi fikir ilizyonu, bir sihir.

Halbuki yine Bediüzzaman bir yerde der: "Gayrımeşru tarik, zıtt-ı maksuda gider." Doğruyu istemek yetmez tek başına her zaman. Doğruyu da 'doğru bir şekilde' istemek gerekir. Yoksa amacın tam tersi bir maksada götürür bizi. Bir masumun ölümü nedeniyle başlatılan eylemlerin başka masumların ölümüne sebep olması gibi. (Ki daha yeni yaşadık.) Karmaşa fasit bir dairedir. Sürekli kendini yiyerek beslenir, büyür; sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; başlarken hangi amaçla yola çıkıldığı bile unutulur.

Bu nedenle, ben, ne zaman "Yoksa sen özgürlüğe taraftar değil misin? Yoksa sen masumun ölmesine seviniyor musun? Yoksa sen polis şiddetini haklı mı buluyorsun? Yoksa sen yolsuzluklara taraftar mısın? Yoksa sen devletin baskısını destekliyor musun?" tarzı bütün baskılara aynı cümleyle direnirim: "Ben de özgürlük, ben de huzur, ben de temiz toplum, ben de mutluluk, ben de gelir eşitliği, ben de adalet isterim; ama ihtilalcilerin istediği gibi değil." Birşeyi ıskalıyorsunuz: Sizinle beraber olmayışımız, sizin istediğiniz şeyleri istemiyor olduğumuzdan değil (bazen bu da oluyor gerçi), sizin gibi istemeyişimizden kaynaklanıyor.

En yakın örneği; işte Taksim'de her 1 Mayıs'ta yaşananlar. Mekansal talep bağlamında söylüyorum: Bu ülkedeki dindar insanların Ayasofya'nın tekrar cami olmasından daha çok istediği birşey var mı? Müzeye çevrildiği günden beri yapılan, yazılan, söylenen, katlanılan şeyler ortada. Fakat ne zaman siz dindarların böylesi bir mekansal talep için insanları taşladığını, polislerle çatıştığını veya molotoflu saldırılar yaptığını gördünüz? Ne zaman mekansal bir talebi, topyekun milletin huzuruna tercih eden şeyler yaptılar, sorarım size?

Hal böyleyken, dindarlara üstperdeden racon öğretmek; devlet otoritesinin kölesiymiş, baskıdan hoşlanıyormuş, masum ölümlerine seviniyormuş, yolsuzluklara taraftarmış, iktidar yalakasaymış gibi ithamlarda bulunmak ne solun ne de bu sıralar kankalıklarını yapan Gülencilerin haddi değildir. Ve bunlarla musalaha diliyle de konuşulmaz. Argo tabir kullanacağım: Atarına atar, giderine gider yapılır. İzzetli olmak bir müslümana en çok böylesi zamanlarda yakışır. Alttan almaya gerek yok. Kur'an bize bunu öğretiyor: "Leküm diniküm veliyedin." Sizin dininiz size, bizimkisi bize. Siz bizim idealimiz değilsiniz. Üslûbunuz da meşru taleplerin iletilmesinde tek yol değil. Her şiddet eylemini tarafınızdan gördükten sonra durup durup "Ülkeyi kutuplaştırıyorlar!" diye söylenmeniz de sadece gülmemizi arttırıyor, başka birşey değil.

1 Mayıs 2014 Perşembe

O sizin korkaklığınız

"Tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki manevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz." 22. Mektup'tan...

Besim Tibuk, Cem Küçük'le söyleşilerinden oluşan "Finans Krizi mi, Mali Kriz mi?" isimli eserinde, 1929 buhranını değerlendirirken, kanaatimce bütün krizler için not alınması gereken şöyle bir tesbitte bulunuyor: "Finans piyasalarında bu tip olaylarda önemli olan 'finansman paniğini' önlemektir. Çünkü finans bir yerde, beyinde güvenle oluşuyor..." Devamında ise şöyle bir örnekleme de bulunuyor: "Alan Greenspan 1987'de ABD Merkez Bankası Başkanı oldu. Başkanı olur olmaz borsada büyük bir çöküş başladı. Ne yaptı Greenspan? Bütün bankalara 'Sizi istediğiniz kadar fonlayabilirim' diye faks çekti. O faksı geçince, bankalar ertesi gün hisse senetlerini çökmekten kurtardı. Çökme durdu. Yavaş yavaş piyasa kendini toparlardı. Aklıselim hakim oldu."

Kriz anları, yani bir yönüyle fitne zamanları. Fitne kelimesi köken olarak; madencilerin, doğada başka madenlerle karışık bir şekilde bulunan altını, ateş yoluyla ayırması işlemini karşılıyor. Fitnelemek buna deniliyor. Fakat bizde daha çok 'kargaşa' kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyor. Neyin, ne olduğunun anlaşılmadığı; kimin haklı, kimin haksız olduğunun karıştırıldığı zamanlar. Hatta Allah Resulü aleyhissalatu vesselam buyuruyor: "Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse; yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir."[1] Bediüzzaman, 11. Lem'a'da bu hadisi, sünnet-i seniyyenin pusula fonksiyonunu vurgulayarak yorumluyor. Karmaşa zamanlarında doğru yolu sünnetin gösterdiğini belirtiyor. Hatta bunu İmam-ı Rabbani'den yaptığı alıntılarla da destekliyor eserinde.

Benim oradaki izahlara ilave olarak hadisten anladığım şey: Fitne zamanı, insanların inandıkları hakikat uğruna ölmeyi de gözlerine daha kestirdikleri, bir nevi şehadet aradıkları bir dönem. Sanki hadis burada faziletin yanında şuna da vurgu yapıyor: "Böylesi karmaşa zamanlarında sonucu ölüm/şehitlik arayışı olan fiillere karışmaktansa, sünnetin çizgisini yaşayarak muhafaza etmek ve etraftakilere de yön gösterici olmak daha kıymetlidir." Tabii bu benim yorumum. Fakat şehitlik kıyaslamasını 'hikmetsiz' yapmadığını düşünmek de Efendimden aldığım hikmet derslerine uygun gibi geliyor.

Ancak nedendir bilinmez, fitne üzerine meşhur diğer bir hadisi de insanlar hep 'eylemsizlik' ekseninde yorumluyorlar. Tahmin ettiniz belki, ama yine de alıntılayayım: “Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.”[2]

İşte bu hadisi, birkaç istisna dışında tanıdığım bütün dindar insanlar, 'hiçbir şey yapmadan, saf tutmadan sonuçları beklemek' şeklinde algılıyorlar. Bu noktada takılıyorum. Çünkü gerek zikrettiğim sünnete ittiba ile ilgili hadisin, gerekse 'hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışındakilerin hüsrana uğrayacağını' bildiren Asr sûresinin kastettiğinin 'eylemsizlik' olmadığını düşünüyorum. Hatta Hz. Osman'ın (r.a.) evinin sarıldığı, güzel başının kana bulandığı fitne hengamında Hz. Ali'nin (r.a.) ve diğer sahabilerin eylemsiz oturmadıklarını, bilakis kendi çocuklarını muhafız dikip can güvenliğini bizzat korumaya çalışacak kadar işin içinde ve eylemde olduğunu biliyorum.

Bir noktaya da dikkatinizi çekerim bu arada: Fitneciler içinde de sahabilerden insanlar vardı. (Mesela Hz. Ebubekir'in oğullarından birisi de suikast niyetiyle eve girenlerdendi.) Ama Hz. Ali, onların varlığını "Yahu iki tarafta da dostlarım var, ben karışmayayım!" şeklinde yorumlamadı. Bilakis safını, Hz. Osman'ın yanını seçti ve onu müdafaa etti. Ravzatü'l-Ahbab'da anlatıldığına göre Hz. Osman'ın şehadetini duyduğunda, kapıda nöbette olan oğlu Hüseyin'in yanına öfke ve acıyla gitmiş; "Neden koruyamadınız?" diye karnına yumruk atmıştır.[3]

Buna ilaveten Metin Karabaşoğlu abinin üzerinde çok durduğu ve hatta bir Karakalem seminerinin teması yaptığı Hucurat sûresinin 9. ayeti de bize müminler arasındaki gerilimleri 'eylemsizlikle' geçiştirmeyi öğütlemez. Der ki: "Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever."

Hal böyle olunca, ben, yukarıdaki fitne zamanı hadisini de, başta Besim Tibuk'tan yaptığım alıntıda olduğu şekilde "Panik yapmayın!" tavsiyesi gibi anlıyorum. Hadisin her bir parçası, yürüyenin oturması, oturanın uzanması vs..., 'eylemsizliği' değil; paniksiz bir eylemliliğe karşılık geliyor bence. Nihayetinde hadis "Herkes yaptığı işi bıraksın, dursun!" demiyor. Sanki "Yavaşlayın!" diyor bir tatlı teşbih ile. Üstelik sünnete ittibaı tavsiye eden hadisle beraber düşünürsek, pozitif eylemlerin sürmesini tavsiye ediyor. Ki böyle olmasa, Hz. Ali gibi, ehl-i beytten olmakla sünnetin en büyük şahidi bir sahabinin, fitne dönemlerinden hiçbirisini eylemsizlikle geçirmemesini açıklayamazdık.

Ezberlerimizi sorgulamamız lazım. "Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır!"[4] ahlakında bir cesur Nebi'nin 'haksızlığın büyümüş boyutlarda yaşandığı' fitne zamanlardaki tavsiyesi "Susun, oturun!" olamaz.

Hatta kişisel bir tesbitimi söyleyeyim: Ben, böylesi zamanlarda paniği öğütleyen ve karmaşa dalgası oluşturmaya çalışandan anlarım haksızın kim olduğunu. Ortalığı sakinleştirmeye çalışan, hakkı ve sabrı tavsiye eden, itidal isteyenler ise genelde haklı olanlardır. Eylemin üslûbu ve sonucu, aynıyla fitnecinin tabiatından haber verir. Ve verdi. Ülkeyi beş ay içinde birbirine katıp, başaramayınca da hiçbir şey yapmamış gibi masum ayaklarına yatanlar, hepimiz tanıyoruz onları. Allah da biliyor. Evi kuşatanları da biliyor, evi savunanları da biliyor. Hiçbir şey yapmayıp oturanları da...


[1] İbni Adiy, el-Kâmil fi'd-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu'l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi'l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 7:282.
[2] Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.
[3] Ben bunu, Ramazan Balcı'nın Nesil Yayınları için yaptığı çalışmada okumuştum. Ramazan Balcı, eseri iki bölüme ayırmış ve her bölümü farklı isimle yayınlatmıştır. Eserin o baskıdaki ismi: En Sevgili'nin Dostları'dır.
[4] Bu söz hadis diye genelde anlatılıyorsa da kelam-ı kibar diyenler de var. Buraya okurumun da kesinlik belirterek bakmamasını istirham ederim. Kaynak bulamadım.

30 Nisan 2014 Çarşamba

Günahımı seviyorum

"Bütün sanatçılar aynı kaynaktan beslenir: İnsan kalbi. Çünkü farklılıklarımızdan çok benzerliklerimizi anlatır o bize." Maya Angelou, Kızıma Mektuplar'dan...

En tesirli yazılar itiraf ile başlayanlardır. İnsan, eğer özündeki insana dokunursa önce, itiraf ile insan olmak zemininde eşitlenirse herkesle (ki bizi en çok zaaflarımız eşitler), o zaman ürettiği de başkalarına tesir eder. Şöyle tarif edeyim: Sen yazdığında ne kadar insan olursan, okurunu da o kadar karşında insan bulursun. Yalnız empatiyle olmuyor bu. İtirafla da oluyor. Vaizlerin sözlerine tevbeyle başlamaları boşuna değil. Nefsini söylüyor önce, sonra nefsine söylüyor başarabilirse.

Kusurundan kurtulacaksın. Kusursuz olmakla değil ama, itiraf etmekle kurtulacaksın. Sahip çıktıkça alacak Rabbin onu omuzlarından. Sevaplarını terkettikçe verecek. Günahlarını, sahip çıktıkça sen, alacak, affedecek. Rabbin senden böyle bir aynalık bekliyor. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Sen de itiraf ile sorumluluğunu alacaksın. Payına düşeni yani. Sana düşeni. Tevbeni. Zaten senin olanı. Sen payına düşeni aldığında insanlar da senin metinlerinde paylarına düşeni alacaklar.

Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın sıklıkla söylediği (Buharî'de 15 ayrı hadiste geçer) "Nefsim kudret elinde olsan Allah'a yemin ederim ki..." meşhur kasemi/yemini bir ders vermeli. Bana verdi. Anladım ki: İnsan bir başkasına söz etmeden önce kendini ortaya koymalı. Fıtratının tüm köklerine inerek yüzleşmeli kendisiyle. Acziyle, fakrıyla ve düşkünlükleriyle... Önce kendisinden, ama tasannu ile kirlenmemiş kendisinden, başlamalı ki; bir başkasının özündeki insana varmalı. O bir başkasını kendisine dönmeye zorlamalı. Aynı olanı göstermekle bir ayna olmalı. Kabuktan konuşan kabuğa konuşur. Kalpten konuşan kalbe. Ve ancak nefsinı ıslah eden başkasını ıslah eder.

"Ve bu kasem gösteriyor ki; şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef'alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzî olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz."

Yalnız bu da değil arkadaşım. Bir de bu itirafın barıştırıcı bir yanı var. Bakara sûresi, Hz. Âdem efendimin kıssasını aktarırken, iki şeye dikkat çekiyor. 1) Dünyaya inerken 'birbirlerine düşman olarak' indiklerine. 2) Barışın (yalnız birbirleriyle değil bence varlıkla da barışın) tevbe ile gerçekleştiğine:

"Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti; Rabbi de onun tevbesini kabul etti."

O yüzden diyorum işte: Tevbe ettiğinde yalnız günahının affını istemiyorsun, aynı zamanda kendinle de barışıyorsun. Kusurlarının sen olduğuna, onlarla sen olduğuna ve onlarsız hikmetsiz kalacağına kanaat getiriyorsun.

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” hadisi belki biraz da buna işaret ediyor. İnsanı kıymetli kılan yanının, hakikatini inkâr eden bir mükemmellik arayışında değil, zaaflarıyla yüzleşip "Ben buyum Allahım, yardım et!" deyişinde yattığını gösteriyor.

"O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki; aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: 'Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.'"

Bu da ilginç birşey arkadaşım. Islah kelimesi, köken olarak sulhle/barışla kardeştir. O zaman hemen sormalı: İnsanları ıslah etmek, onları düzeltmek midir yalnız, yoksa Allah'la ve varlıkla onları barıştırmak mıdır? Cevabını bulmadan şunu da eklemeli: Kendisiyle barışık olmayan, başkasını nasıl barıştırır? Eh, neyse. Sonuçta ben de günahlarımı seviyorum. İşlediğim için değil ama, tevbe etmeme ve yalnızca bir insan olduğumu nefsime hatırlatmama vesile oldukları için.

28 Nisan 2014 Pazartesi

Çürümüş kalpleri kim diriltecek?

Bazen karamsarlığın eline düşüyor insan. Ne kadar ‘düşmemek lazım’ dese de, düşüyor. Nasihatler havada kalıyor. Umutsuzluk, iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter. Meleke halini almasın. Yoksa arada bir hüznün girdabına düşmek de yanlış değil. Allah, insana hayatı zıtlar arasında koşturarak öğretiyor. Bazen mutlusun, bazen hüzünlü; bazen iyimsersin, bazen kötümser; bazen neşe saçarsın; bazen öfke. Bunlar normal. Hepsiyle barışman lazım. Ama birşeye dikkat: Birisinde ‘mantıksız bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın.

İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe... Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?

Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun: Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?

Bazen "Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?" diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”

O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında, ümit etmeyi de bırakırsın.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...