'Mutlak vekillik' meselesine dair yazdığım, yarı eleştirel, yarı analiz yazılarımdan sonra, bana en sık yapılan itirazlardan birisi de şöyle: "Onlar (yani abiler) Bediüzzaman'ı gören, onunla bulunan, ondan ders alan 'ilkler' sınıfındandırlar. İlkler başkadır. Sahabe, nasıl ki, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamı görmekle ümmet içinde ilk ve üst bir konumdadır; Bediüzzaman'ı görenler de Nurcular içinde ilk ve üst bir konumdadırlar. '(...) sohbette insibağ ve in'ikâs vardır.' Yazılarınızda bu sırrı yakalayamamanız üzücü." İnanın, cümleler değişse de, pekçok kişi aynı perspektiften yaklaşıyordu meseleye. Bunlardan birisine şaka yollu şöyle itiraz ettim: "Aman, bunu 'sevmeyenlerimiz' duymasın! Yoksa bize 'Bediüzzaman'ı Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın yerine koyuyorsunuz' diye saldırırlar." Diğer birisine ise daha ciddi şekilde şunu teklif ettim:
"Bu teşbihinizde hata var. Benzetilen ve benzeyen arasındaki kıyaslanmazlığı ıskalıyorsunuz. Bediüzzaman, bir varis-i nebi olsa da (ki buna can u gönülden inanıyorum) nuru velayettir, kurbiyet-i ilahiyeye bakar. Nübüvvetin nuru başkadır, akrebiyet-i ilahiyedendir. Eğer böyle bir kıyaslama yapacaksak, sahabeye bakmak yerine, ilk müceddid olduğu rivayet edilen Ömer b. Abdülaziz (k.s.) başta olmak üzere Mevlana Halid-i Bağdadî'ye (k.s.) kadar müceddidler kervanına bakmalıyız. Onlarda muamele nasıl olmuş? Analiz etmeliyiz. Acaba onlarda da ilk olanlar tabii olarak üst ve sorgulanmaz vekiller olarak mı muamele görmüşler? Hak verirsiniz ki: Benzetmeye yakışan, benzerine bakmaktır. Bediüzzaman'ın, müceddid olması hasebiyle, benzeri ise diğer müceddidlerdir, Allah Resulü değil."
Tabii bunu söyleyince iki tavırla karşılaşıyorsunuz: Muhatabınız eğer ehl-i insafsa, bu sorgulamanın 'daha evvel hakkında düşünmediği bir alana tekabül ettiğini' kabul ediyor, düşünmeyi vadediyor. Ama yeni soruları sevmeyen bir tipse, cevabı hazır: "Sen de nurcuların Abdülaziz Bayındır'ısın."
Bir keresinde sadece beni değil, böyle sorgulamaları sever bir grubu da itham etmişlerdi aynı şekilde: "Siz de nurcuların Mutezilesisiniz." Eh, anlıyorum onları da. Sorulara mantıklı cevaplar aramaktansa, ezberlerine sarınıp uyumak daha kolaydır. Cevap aramak emek ister, zahmet ister, mesai ister. Hazır cevapların üzerinde yan gelip yatmak varken yenilerine ne gerek var? Ezberi bozulan her insanın ilk tepkisi, biraz da bu yüzden, öfkedir zaten. Öfkedir, çünkü onu yeni bir mesaiye mecbur etmişsinizdir. Rahatın terki, ehl-i hamiyetten olmayana, zordur.
Bu meselede sahabeyle kurulan benzerlik bir yandan da bana ironik geliyor. Zira irşadına maşuk olduğumuz kişinin 'sonraki hiçbir neslin sahabe ile kıyaslanmayacağına dair' bir eseri de var: 27. Sözün Zeyli. "Sahabeler hakkındadır..." ifadesiyle başlayan bu eserin her parçası şunun altını çiziyor: Ümmetin geri kalanıyla sahabiler arasında fazilet veya konum açısından kıyaslama yapılamaz. Onlar eşsizdir. Durumları farklıdır.
Yazılarımı eleştirirken, ilklerden olmanın ehemmiyetini, aynı eserden alıntıladıkları; "Çünkü, sohbette insibağ ve in'ikâs vardır..." cümlesine dayandıran bu kardeşlerin, o cümlenin, mezkûr eserde sahabe için söylendiğine dair bilgileri bulunmuyor mu acaba? Yani kullandıkları amacın tam tersi bir şekilde, ehl-i velayetten olanların (veya velayet ehlinin yanında bulunanların) Allah Resulünün yanındakilerle kıyaslanamayacağının altı çizilmiyor mu orada? Peki, o cümle nasıl birden bire tam tersi bir amaçla kullanılabiliyor?
Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları) isimli eserinde okurları iki sınıfa ayırır: 1) Metinleri kullananlar. 2) Metinleri yorumlayanlar. Kullananlar pragmatisttir. Metinleri işlerine geldiği gibi bükerler. Ki ben buna Gülen hakkında yazdığım Siyer-Bükücü başlıklı yazılarda bir nebze değindim. Diğerleri ise metinlerin onları götürebileceği bilgi miktarını arttırmaya çalışırlar. İki grup arasındaki nüansı şöyle tarif eder Eco:
"Bulunan şey, metnin metinsel tutarlılığına ve bunun ardındaki özgün bir anlam sistemine bağlı olarak söylediği şey midir, yoksa alıcıların kendi beklenti sistemlerine bağlı olarak buldukları şey midir?" Yukarıyla bağlayarak ifade etmem gerekirse: Siz o cümleyi sahabeyi diğerlerinden ayırmak için mi kullanıyorsunuz? Yoksa sahabeyle diğerleri arasında benzerlik kurabilmek için mi? Ayırmak için kullanıyorsanız metnin sistematiğine uygun harekettir ve yorumdur. Ama benzetmek için kullanıyorsanız, bu metnin sistematiğine uymaz ve yaptığınız şeye de ancak 'beklenti sisteminiz için metni kullanmak' denir. İronik bulduğum bir anlamda bu.
Biraz daha detaya girersem, mesela Bediüzzaman orada pekçok 'sebep' ve 'hikmet' çerçevesinde (sebep ve hikmet, eserdeki bölümlerin başlıklarıdır aynı zamanda) sahabeyle ümmetin geri kalanı arasında benzerlik kurulmasının imkansızlığı ifade ederken; takipçileri aynı eserden yaptıkları tırnaklamalarla bir benzerliği savunmaktadırlar. "Nasıl ki, Allah Resulünün etrafındakiler, ilkler, farklıdır. O zaman Bediüzzaman'ın etrafındakiler ve ilkler de farklıdır."
Birisinin kitabını okuyup tam tersini söylemek böyle olsa gerek. Halbuki Bediüzzaman orada ne çok başkalığın altını çizer! Bazılarını sayarsam: Sohbet-i nebeviye başkadır. O zamandaki inkılab-ı azîm-i İslamî'nin şartları başkadır. Yalana ve gerçeğe bakış, aralarındaki mesafe başkadır. Hakikate uyanıklığın derecesi başkadır. Marziyat-ı ilahiyeyi kelamından anlamaya konsantre oluşun derecesi başkadır. Kurbiyet/akrebiyet denkleminde konum başkadır... vs. Benzerliğin kurulmasını engelleyen bir sürü başkalık vardır.
Ben bu yazıyı yazmayı tasarlarken, bir abim enteresan bir komplo teorisinden bahsetti bana: Nurcuların ümmetten koparılıp ayrı bir grup olmaya yönlendirilmesi projesi. Gülen ve takipçileriyle şiddetlenen, ama ondan öncesinde de Nurcular içinde telkin edilen birşey, bir tuzak olduğunu söylüyordu bunun. Gülen'in siyer anlatımı hakkında yazdığım 'Siyer-Bükücü' yazılarımda bu ucundan yakalıyordum bunu, ama proje olarak, bir komplo teorisi olarak düşünmemiştim. Gülen'in, Efendimizin (a.s.m.) "Kardeşlerime selam olsun!" diye başlayan bir hadisini sürekli kendisine ve etrafındakilere dönük okuması gibi; Nurcuların mühim bir kısmı da sahabiler ve kendi aralarında doğrudan bağlantılar kuruyorlar aslında. "Onlar dostlarıydı, biz ahirzamandaki kardeşleriyiz!" tarzı, aradaki bütün geleneği ve müceddidî mirası görmezden gelen bir okuma bu. Bu, başlarda iyi niyetli olsa bile, sonradan zıvanadan çıkanlar olabiliyor. Mesela benim gibi birisi Yenibosna'da gittiği bir sohbette şunu işitebiliyor: "Eğer Kur'an Türkçe gelseydi, Risale-i Nur olurdu." Saçmalığın daniskası.
Evet, ben bu cümleyi şu kafamdaki kulaklarla işittim. Çok şükür ki, bu Nurcular arasında ancak birkaç meczubun söylediği birşey. Ama bir adım ötesinde, sahabe ve kendi aralarında kurulan sağlıksız benzerlikler farklı aşamalarda pekçok Nurcuda var. "Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez." Nurcuların belki bu yönden de bir özeleştiri yapmaları lazım. Biz ümmet içinde seçkin/üst bir sınıf değiliz. Hakkını verebildiğimiz kadar müminiz, müminler içinde. İman ve Kur'an hepimizin davası. Mutlak vekillik meselesinden başlamak üzere bütün vekillik/seçilmişlik davaları bu noktada riskli. Sahabenin biricikliği üzerine bir eseri okuyup, tefekkür edip, sonra 'ikinci bir biriciklik' davasına girmek doğru birşey mi?
24 Ekim 2014 Cuma
23 Ekim 2014 Perşembe
Ateistler nasıl argüman üretir?
'Parça' ve 'bütün' üzerine konuşmaya bir süre daha devam edelim istiyorum. Bunu istememin sebebi, serinin başından beri dikkat çekmeye çalıştığım gibi, 'hakikat' denilen o karşıkonulmaz ve tadına doyulmaz şeyin parçalardan ziyade bütüne yakın olması.
Evet. Kanaatimce: Muhakemat'taki "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir" ifadesinin verdiği derslerden birincisi 'varlıkta hayrın asıl olduğu'ysa, ikincisi de bu 'aslın küllîde görünmeye daha yatkın olduğu'dur. Farklı bir şekilde söylersek: Tebeî olan şer cüz'î'de görünmeye daha yatkındır. Yani cüz'î insanı yanıltmaya daha yatkındır. Fakat resmin bütünü bu yanılgı ihtimalini azaltır. Parçanın mutlaklaştırılması/genelleştirilmesi bu noktadan bakınca tehlikeli ilüzyonlara/aldanışlara sebebiyet verebilir.
Hakikat, bir renge garkolmak değil, bütün renkleri kuşatmaktır. Veya hepsine yukarıdan bakmaktır. Veya hepsinden hissedar olmaktır. Denge de zaten, parça üzerinde değil, bütünün kuşatıcılığıyla ve merkezini tesbit edebilmekle yakalanabilir. (Denge konulu fizik derslerini hatırlayalım liseden.) Risale-i Nur'da muvazene, muvazene-i şeriat, Kur'an'ın muvazenesi gibi ifadeleri arattığınızda ortaya çıkacak metinleri bu pencereden okumanızı da isterim. Çok ilginç şeyler söyleyecektir size.
Bu yazıyı okurken Ehl-i Sünnet mabeyninde 'imam' unvanını almaya layık görülmüş kişilerin 'daha kuşatıcı' kişiler olduğunu anımsamanızı isterim. Örneğin: Tüm mezhep imamları aynı zamanda çok sağlam bir hafızaya, bu hafızayla birlikte çok sayıda hadis ezberine ve pekçok İslamî ilimde yetkinliğe sahip kişilerdir. Salt bu ezber gücü dahi aynı mesele hakkında söylenmiş neredeyse tüm hükümleri kafalarında tutabilmelerine ve onun kuşatıcılığıyla, ifrat ve tefrite kapılmadan, dengeli/bütüncül içtihadda bulunabilmelerine imkan sağlamıştır. Allah hepsinden razı olsun. Zaten o bütüncül insanların gidişiyle âlemde 'mutlak müçtehid' de kalmamıştır.
Hatta, bunun bir adım ötesinde, belki aynı hadiseyi iki veya daha çok raviden dinlemekle onların perspektif zenginliklerine de sahip oldukları söylenebilir. Nihayetinde demek istediğim: 'İçtihadın sağlamlığı' ile de 'kuşatıcılık' arasında bir bağ var. Ümmetin kabulünü bir sağlamlık emaresi sayarsak (ki saymalıyız, ama anlık değil, zamana yayılmış olarak) bugün en çok müntesibi olan imamlar, aynı zamanda, hakikati en iyi kuşatan imamlardır. Hakikati kuşatamadığını düşündüğü bâtıl ekolleri ise, ümmet, zaman içinde bünyesinden atmıştır. Mutezilenin Abbasi desteğine, Cebriyenin Emeviye himayesine rağmen ümmet içinde beklediği rağbeti bulamaması bu türdendir. Bütüne uygun düşmeyenler, anlık parlamalar yaşatıp göz alsalar da, süreç içinde bütün tarafından dışlanır.
Peki bu denge nereden geliyor? Bu soruya cevap arayalım şimdi. Evvelemirde şunu biliyoruz: Bütünün bilgisi 'parçanın mutlaklaştırılmasına' engel olur. Yani ona bir sınır koyar ve gerçeğin tamamıymış gibi davranmamaya zorlar. Bu noktada hemen Münazarat'ta geçen bir soruyu ve mürşidimin ona verdiği cevabı da hatırlayalım:
"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. 'Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.' (Mâide Sûresi, 51) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir."
Görüldüğü gibi, Bediüzzaman, Kur'an'ın bir ayetinden (ve yine o ayete yönelmiş parçalı bir bakıştan) neşet eden bir soruyu, muhataplarını 'bütüne bakmaya davet ederek' cevaplamaktadır. Burada mürşidimin bütünlüğe üç seviyede baktırdığını düşünüyorum ben:
1) Dinin tamamına baktırarak gayrimüslim insanları sevmeye müsaade eden parçalarına dikkatimizi çeker: "Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!" 2) İnsanın bütünlüğüne bakmamızı ister ve küfrün onda bir parça olduğuna ve belki sirayet etmediği yerler de olabileceğine işaret eder: "Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez." 3) Zamanın bütünlüğüne dikkatimizi çeker ve ondaki değişimin 'dostluk' algımızda yaptığı oynamaya bakmamızı salık verir:
"Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır."
Bir nefes alıp şöyle bir parantez daha açalım: Parçanın mutlaklaştırılması aynı zamanda bir tuzak olarak da kullanılabilir. İnternetteki ateist paylaşımlarda göz gezdirirken farkettiğim birşey var: Kur'an, din veya Allah üzerine yapılan itirazların tamamı aslında birer parçada boğulma. Dinin bütünlüğünden habersiz bireylerin, bir ayeti mutlaklaştırarak Kur'an'ın veya şeriatın tamamını ondan ibaret gösterme çabası yapılanlar. Mesela: Tevbe sûresinin 5. ayetini, yani, "Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz..." manasını "İşte İslam böyle emrettiği için bugün IŞİD var. Ve onlar tuttuklarının kafasını kesiyorlar!" şeklinde anlayıp oradan vurmaya çalışıyorlar.
Halbuki biz açıkça biliyoruz: Aynı İslam'ın, gayrimüslim hukukunu da tanımlayan, yani onların varlığını tanıyan bir içeriği olduğu için egemen olduğu topraklarda başka din mensupları da huzurla yaşayabilmişler. Yani İslam tarihi, gayrimüslimlerin katli tarihi değil, aksine farklı din mensuplarının beraber yaşayabilme tarihi. Sair dinlerin mensuplarına bunun imkanını öğretmenin tarihi. Aleyhissalatuvesselamın döneminden tutun ta Osmanlı'ya kadar her karede bu barışın izleri var.
Siz bu bütünlüğü görmeden tek ayetle bütünü açıklamaya çalışırsanız, işte bu, 'parçanın mutlaklaştırılması' tehlikesini ortaya çıkarıyor. Bugün IŞİD, bünyesindeki insanları etkilemek için bunu yaptığı gibi, din karşıtı olanlar da İslam'ı etkisizleştirmek için aynısını yapıyorlar. Âdeta düşman ikizler gibi hareket ediyorlar. Bediüzzaman'ın ahirzamanda Kur'an'ın ve sünnetin bütünlüğüne, muvazenesine, dengesine bu denli çok vurgu yapması, tüm yaşananlar eşliğinde, bugün bize daha bir anlamlı görünmüyor mu? Ezcümle: "Onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler." Mesele zaten o bütünlükte bakabilmelerinde. Parçalarda boğulmamalarında. Biz buna karşı savaşıyoruz.
Evet. Kanaatimce: Muhakemat'taki "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir" ifadesinin verdiği derslerden birincisi 'varlıkta hayrın asıl olduğu'ysa, ikincisi de bu 'aslın küllîde görünmeye daha yatkın olduğu'dur. Farklı bir şekilde söylersek: Tebeî olan şer cüz'î'de görünmeye daha yatkındır. Yani cüz'î insanı yanıltmaya daha yatkındır. Fakat resmin bütünü bu yanılgı ihtimalini azaltır. Parçanın mutlaklaştırılması/genelleştirilmesi bu noktadan bakınca tehlikeli ilüzyonlara/aldanışlara sebebiyet verebilir.
Hakikat, bir renge garkolmak değil, bütün renkleri kuşatmaktır. Veya hepsine yukarıdan bakmaktır. Veya hepsinden hissedar olmaktır. Denge de zaten, parça üzerinde değil, bütünün kuşatıcılığıyla ve merkezini tesbit edebilmekle yakalanabilir. (Denge konulu fizik derslerini hatırlayalım liseden.) Risale-i Nur'da muvazene, muvazene-i şeriat, Kur'an'ın muvazenesi gibi ifadeleri arattığınızda ortaya çıkacak metinleri bu pencereden okumanızı da isterim. Çok ilginç şeyler söyleyecektir size.
Bu yazıyı okurken Ehl-i Sünnet mabeyninde 'imam' unvanını almaya layık görülmüş kişilerin 'daha kuşatıcı' kişiler olduğunu anımsamanızı isterim. Örneğin: Tüm mezhep imamları aynı zamanda çok sağlam bir hafızaya, bu hafızayla birlikte çok sayıda hadis ezberine ve pekçok İslamî ilimde yetkinliğe sahip kişilerdir. Salt bu ezber gücü dahi aynı mesele hakkında söylenmiş neredeyse tüm hükümleri kafalarında tutabilmelerine ve onun kuşatıcılığıyla, ifrat ve tefrite kapılmadan, dengeli/bütüncül içtihadda bulunabilmelerine imkan sağlamıştır. Allah hepsinden razı olsun. Zaten o bütüncül insanların gidişiyle âlemde 'mutlak müçtehid' de kalmamıştır.
Hatta, bunun bir adım ötesinde, belki aynı hadiseyi iki veya daha çok raviden dinlemekle onların perspektif zenginliklerine de sahip oldukları söylenebilir. Nihayetinde demek istediğim: 'İçtihadın sağlamlığı' ile de 'kuşatıcılık' arasında bir bağ var. Ümmetin kabulünü bir sağlamlık emaresi sayarsak (ki saymalıyız, ama anlık değil, zamana yayılmış olarak) bugün en çok müntesibi olan imamlar, aynı zamanda, hakikati en iyi kuşatan imamlardır. Hakikati kuşatamadığını düşündüğü bâtıl ekolleri ise, ümmet, zaman içinde bünyesinden atmıştır. Mutezilenin Abbasi desteğine, Cebriyenin Emeviye himayesine rağmen ümmet içinde beklediği rağbeti bulamaması bu türdendir. Bütüne uygun düşmeyenler, anlık parlamalar yaşatıp göz alsalar da, süreç içinde bütün tarafından dışlanır.
Peki bu denge nereden geliyor? Bu soruya cevap arayalım şimdi. Evvelemirde şunu biliyoruz: Bütünün bilgisi 'parçanın mutlaklaştırılmasına' engel olur. Yani ona bir sınır koyar ve gerçeğin tamamıymış gibi davranmamaya zorlar. Bu noktada hemen Münazarat'ta geçen bir soruyu ve mürşidimin ona verdiği cevabı da hatırlayalım:
"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. 'Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.' (Mâide Sûresi, 51) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir."
Görüldüğü gibi, Bediüzzaman, Kur'an'ın bir ayetinden (ve yine o ayete yönelmiş parçalı bir bakıştan) neşet eden bir soruyu, muhataplarını 'bütüne bakmaya davet ederek' cevaplamaktadır. Burada mürşidimin bütünlüğe üç seviyede baktırdığını düşünüyorum ben:
1) Dinin tamamına baktırarak gayrimüslim insanları sevmeye müsaade eden parçalarına dikkatimizi çeker: "Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!" 2) İnsanın bütünlüğüne bakmamızı ister ve küfrün onda bir parça olduğuna ve belki sirayet etmediği yerler de olabileceğine işaret eder: "Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez." 3) Zamanın bütünlüğüne dikkatimizi çeker ve ondaki değişimin 'dostluk' algımızda yaptığı oynamaya bakmamızı salık verir:
"Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır."
Bir nefes alıp şöyle bir parantez daha açalım: Parçanın mutlaklaştırılması aynı zamanda bir tuzak olarak da kullanılabilir. İnternetteki ateist paylaşımlarda göz gezdirirken farkettiğim birşey var: Kur'an, din veya Allah üzerine yapılan itirazların tamamı aslında birer parçada boğulma. Dinin bütünlüğünden habersiz bireylerin, bir ayeti mutlaklaştırarak Kur'an'ın veya şeriatın tamamını ondan ibaret gösterme çabası yapılanlar. Mesela: Tevbe sûresinin 5. ayetini, yani, "Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz..." manasını "İşte İslam böyle emrettiği için bugün IŞİD var. Ve onlar tuttuklarının kafasını kesiyorlar!" şeklinde anlayıp oradan vurmaya çalışıyorlar.
Halbuki biz açıkça biliyoruz: Aynı İslam'ın, gayrimüslim hukukunu da tanımlayan, yani onların varlığını tanıyan bir içeriği olduğu için egemen olduğu topraklarda başka din mensupları da huzurla yaşayabilmişler. Yani İslam tarihi, gayrimüslimlerin katli tarihi değil, aksine farklı din mensuplarının beraber yaşayabilme tarihi. Sair dinlerin mensuplarına bunun imkanını öğretmenin tarihi. Aleyhissalatuvesselamın döneminden tutun ta Osmanlı'ya kadar her karede bu barışın izleri var.
Siz bu bütünlüğü görmeden tek ayetle bütünü açıklamaya çalışırsanız, işte bu, 'parçanın mutlaklaştırılması' tehlikesini ortaya çıkarıyor. Bugün IŞİD, bünyesindeki insanları etkilemek için bunu yaptığı gibi, din karşıtı olanlar da İslam'ı etkisizleştirmek için aynısını yapıyorlar. Âdeta düşman ikizler gibi hareket ediyorlar. Bediüzzaman'ın ahirzamanda Kur'an'ın ve sünnetin bütünlüğüne, muvazenesine, dengesine bu denli çok vurgu yapması, tüm yaşananlar eşliğinde, bugün bize daha bir anlamlı görünmüyor mu? Ezcümle: "Onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler." Mesele zaten o bütünlükte bakabilmelerinde. Parçalarda boğulmamalarında. Biz buna karşı savaşıyoruz.
22 Ekim 2014 Çarşamba
Mutlak vekilliğe serzenişler 2: Faziletlerinin mi esiriyiz?
“Güzel bir söz, bir affediş, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Sizin bağışlarınıza Allah’ın ihtiyacı yoktur; O kullarına yumuşaklık ve müsamaha ile davranır." Bakara sûresi, 263
Bence ıskalanan birşey: Bediüzzaman sadece bir istibdatla mücadele etmemiştir. İki istibdatı birden karşısına almıştır. Bunlardan birisi, bildiğimiz siyasal istibdattır ve genellikle elinde maddi topuz olanın baskısını ifade eder. Maddi güç/otorite suistimalidir. Fakat ikinci istibdat, gücünü daha manevî kaynaklardan alan, genellikle de dinî referanslarla beslenmiş görünen bir baskılama içerir. İkisinin ortak özelliği; bireyi meşru dairede irade beyan edemez hale getirmesidir. Birisi kolluk kuvvetlerinin korkusuyla yapar bunu, diğeri mistik kuvvetlerinin. Birincisinin örneği çok olduğundan ben doğrudan ikincisine örnek vereceğim. Mesela Münazarat'ta geçen; "Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz..." sualine verdiği cevap, Bediüzzaman'ın bu ikinci istibdata vurduğu bir tokattır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Bu noktada, Bediüzzaman'ın mesleğini tasavvuf ekolüne değil de sahabe ekolüne daha yakın görmesi, yine sahabiler arasındaki eşitler arası dengeye/kardeşliğe duyduğu bir hayranlık ve aynı zamanda tasavvufun hiyerarşik yapısına yaptığı bir eleştiri olarak görülebilir:
Peki, neden kudsî kuvvetleri bid'a rüzgarlarına karşı dayanamıyor? Ben bu noktada manevî istibdadın 'susturuculuğunu' ana etken olarak görüyorum. Yani toplulukların kaymasını engelleyen şey; içlerinden birilerinin diğerinin yanlışını eleştirebilme ve uyarabilme yeteneğidir. Bir grup aidiyetine sahip olan insanların, eğer bu grup içindeki fertleri iradesizleştiriyorsa, o zaman yalnızca en yukarıdaki aklın yoldan çıkmasıyla hep beraber yoldan çıkmaları mümkün olabilir. Hiyerarşide en yukarıda olan ismin, pederane mürşid tavrıyla; "Ben böyle olmasına hükmettim!" demesi ve evladane takipçilerin; "Efendi böyle buyurdu!" deyip Kur'an ve sünnet mizanlarına vurmadan emirleri içselleştirmesiyle bu kırılma çabuk meydana gelebilir. Halbuki mürşidin 'eşitler arasında birinci' olarak görüldüğü ve doğruluğunun ondan evvel Allah'ın ihsan ettiği diğer mürşidlerle (Kur'an, sünnet, kainat, fıtrat ve vicdan) sınandığı bir düzlemde, mürşid de asıl dengesini bulur.
Bediüzzaman'ın bir mürşid olarak dinleyenlerine karşı tavrı böyledir. Onlarda uyandırmak istediği şey; koşulsuz itaat değil, akıllarını ağalarının ceplerine koymamalarıdır. Bu noktada, Metin Karabaşoğlu abinin Yenişafak gazetesine verdiği 30 Ocak 2014 tarihli röportajda şunları söylemesine şaşırılmamalıdır:
Bazıları bu beyanı suizanlarıyla suistimal etmeye çalışsa da burada dikkat çekilmeye çalışılan şey açıktır: Kemalist vesayet dindarlar açısından sadece maddi istibdat tehlikesini içerirken; Gülenist vesayet, eğer iktidarı ele geçirirse, iki topuzu birden kullanabilir. Hem maddi istibdat hem manevi istibdadı bir arada uygulayabilir. Bu ise Bediüzzaman'ın toplumdan gidermek için mücadele verdiği öcüleri geri çağırmak olur. İkisinin birden dirilmesi, sadece birinin gelmesinden daha tehlikeli olur elbette. Her eleştirinizde, sanki kendi güvenlik şirketleriymiş gibi, başınızın üstüne 'gayretullahı' kaldıran bu oluşumun eline bir de kolluk kuvvetlerini geçirdiğini düşünün. Korkutuyor olmalı.
Burada bir nefes alalım ve biraz başa dönelim: "Vesayetler nereden besleniyor?" sorusuna bir cevap arayalım. Bence vesayetlerin en çok beslendiği şey Allah'tan gayrısına karşı duyulan korkudur. Bu korku da iki çeşittir. 1) Vereceği zarardan korkma. 2) Faydasını kaybetmekten korkma. Birincisi götürüsüne, ikincisi getirisine bakar. Birincisi kuvve-i gadabiyenin suistimalidir, ikincisi kuvve-i şeheviyenin. Bu noktada maddi vesayet veya istibdat daha çok bu dünyada verebileceği zararlarla korkutur ve kaybettireceği menfaatlerle ürkütür sizi. Ancak manevi istibdat, bu dünyayı da bir tokatlama alanı olarak görmekle birlikte, daha çok ahiretiniz ile korkutur sizi. İradesine boyun eğmezseniz ahirette başınıza gelecek zararlar veya kaçıracağınız faydalar ile büker iradenizi. Maddi vesayet kalbin içini çok sınamazken manevi vesayet sürekli psikolojik bir baskı uygular. Kolluk kuvvetlerinin olmayışını, mistik kuvvetleriyle doldurur. Cennetin yolunu zorlaştırmak, imanı şeyhin/efendinin eteklerine tutunmadan kalpte tutulamayacak birşey gibi göstermek, bireyi üste ihtiyacını daha ziyade hissetmesini sonuç verir. Maddi vesayet aynısını 'muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada önderin yolunu takip etmenin zorunluluğu' ile yapmaya çalışır.
Maddi vesayet de kalbin peşini bırakmaz, ama kolluk gücü yetmez olduğunda yapar bunu. Mesela "Atatürk vatanı kurtardı" veya "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı bir söylem, dolayısıyla Atatürk'e muhtaç olduğunu(!) ihtar etmektir sana. Gülenist vesayet bunu "Hizmetin ekmeğini yediniz. Bu ülkede herkesin kursağında hizmetin ekmeği vardır. Hizmet bu ülkenin dünya çapındaki tek başarısıdır. Gülen bu ülkeye şu kadar hizmet yapmıştır. Hizmet olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu" tarzı bir borçlandırmayla başarmaya çalışır.
Birinci örnekte borçlanılan Atatürk yerine şimdi Gülen Örgütü (bazen de Gülen'in kendisi) geçmiştir. Ve siz, başta Bediüzzaman'a sorulan soruda olduğu gibi, artık onların faziletlerinin esirisinizdir. Madem şu kadar okulları vardır, madem bu kadar başarılı olmuşlardır, o halde onlar kadar başarılı olmayanlar onlara boyun eğmek zorundadır. Halbuki Bediüzzaman'ın bu gibi manevi istibdatlara yönelik cevabı açıktır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Tam bu noktada biraz daha geriye gidiyorum: Geçtiğimiz ay; "Mutlak Vekillik Eleştirileri 1: Müminler Seçse Daha İyi Olmaz mı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Bediüzzaman'ın vekalet anlayışının ardından bir oligarşi bırakmak olamayacağını, zira bu anlayışı kendi metinleriyle bağdaştıramayacağımızı söylemiştim. Vekaleti postnişinlik gibi algılamanın, Nur ekolünü, tasavvuf ekolüne döndürmek tehlikesi içerdiğini belirtmiştim. O yazıma gelen tepkilerden birisi (bir twit) şöyleydi: (@abdullahbarla): "Yazıyı kaleme alan nurlar ıcın çile çekmiş mı bilemiyorum. Ancak biraz cerbezeli ve cüretkar bir yazı yazmış."
Aslında ben bu tepkileri daha evvel Gülenistleri eleştirirken de almıştım. Eleştirebilme hakkının ancak onlar kadar çile çekmeye, hizmet etmeye, okul açmaya, holding sahibi olmaya vs. bağlı olduğunun altını çizen bir yaklaşımdı bu. Bir nevi fazilet esirliği istiyordu benden. Mutlak vekillik eleştirim sonrasında benzer tepkilerin Nurcular içinden de bolca geldiğini görünce şaşırmadım. Zaten bu canavarı besleyen, bizdeki yanlışlar değil miydi? Biz 'mutlak vekilliği' zorlama tevillerle külliyata dayandırıyorduk, Gülen kendi vekilliğini daha mistik öğelere yaslıyordu. Ama sonuçta herkes hiyerarşinin üstünü ve astın suskunluğunu istiyordu, hem de hiyerarşinin olmadığı bir meslekte. Cevabım ise şu: Ardından eziyet gelen sadakalarınız sizin olsun.
Bence ıskalanan birşey: Bediüzzaman sadece bir istibdatla mücadele etmemiştir. İki istibdatı birden karşısına almıştır. Bunlardan birisi, bildiğimiz siyasal istibdattır ve genellikle elinde maddi topuz olanın baskısını ifade eder. Maddi güç/otorite suistimalidir. Fakat ikinci istibdat, gücünü daha manevî kaynaklardan alan, genellikle de dinî referanslarla beslenmiş görünen bir baskılama içerir. İkisinin ortak özelliği; bireyi meşru dairede irade beyan edemez hale getirmesidir. Birisi kolluk kuvvetlerinin korkusuyla yapar bunu, diğeri mistik kuvvetlerinin. Birincisinin örneği çok olduğundan ben doğrudan ikincisine örnek vereceğim. Mesela Münazarat'ta geçen; "Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz..." sualine verdiği cevap, Bediüzzaman'ın bu ikinci istibdata vurduğu bir tokattır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Bu noktada, Bediüzzaman'ın mesleğini tasavvuf ekolüne değil de sahabe ekolüne daha yakın görmesi, yine sahabiler arasındaki eşitler arası dengeye/kardeşliğe duyduğu bir hayranlık ve aynı zamanda tasavvufun hiyerarşik yapısına yaptığı bir eleştiri olarak görülebilir:
"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."
Peki, neden kudsî kuvvetleri bid'a rüzgarlarına karşı dayanamıyor? Ben bu noktada manevî istibdadın 'susturuculuğunu' ana etken olarak görüyorum. Yani toplulukların kaymasını engelleyen şey; içlerinden birilerinin diğerinin yanlışını eleştirebilme ve uyarabilme yeteneğidir. Bir grup aidiyetine sahip olan insanların, eğer bu grup içindeki fertleri iradesizleştiriyorsa, o zaman yalnızca en yukarıdaki aklın yoldan çıkmasıyla hep beraber yoldan çıkmaları mümkün olabilir. Hiyerarşide en yukarıda olan ismin, pederane mürşid tavrıyla; "Ben böyle olmasına hükmettim!" demesi ve evladane takipçilerin; "Efendi böyle buyurdu!" deyip Kur'an ve sünnet mizanlarına vurmadan emirleri içselleştirmesiyle bu kırılma çabuk meydana gelebilir. Halbuki mürşidin 'eşitler arasında birinci' olarak görüldüğü ve doğruluğunun ondan evvel Allah'ın ihsan ettiği diğer mürşidlerle (Kur'an, sünnet, kainat, fıtrat ve vicdan) sınandığı bir düzlemde, mürşid de asıl dengesini bulur.
"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Bediüzzaman'ın bir mürşid olarak dinleyenlerine karşı tavrı böyledir. Onlarda uyandırmak istediği şey; koşulsuz itaat değil, akıllarını ağalarının ceplerine koymamalarıdır. Bu noktada, Metin Karabaşoğlu abinin Yenişafak gazetesine verdiği 30 Ocak 2014 tarihli röportajda şunları söylemesine şaşırılmamalıdır:
"Kemalist vesayetle Gülenci vesayet arasında tercih yapmak zorunda kalsam, Kemalist vesayeti tercih ederim. Çünkü Kemalist vesayet bana dindar olduğum için baskı uyguluyor. Oysa Gülenci vesayet, kendisinden farklı bir duruş sergilemem dolayısıyla, benim dindarlığımı da sorgulamaya açar, imanımı, itikadımı sorgular."
Bazıları bu beyanı suizanlarıyla suistimal etmeye çalışsa da burada dikkat çekilmeye çalışılan şey açıktır: Kemalist vesayet dindarlar açısından sadece maddi istibdat tehlikesini içerirken; Gülenist vesayet, eğer iktidarı ele geçirirse, iki topuzu birden kullanabilir. Hem maddi istibdat hem manevi istibdadı bir arada uygulayabilir. Bu ise Bediüzzaman'ın toplumdan gidermek için mücadele verdiği öcüleri geri çağırmak olur. İkisinin birden dirilmesi, sadece birinin gelmesinden daha tehlikeli olur elbette. Her eleştirinizde, sanki kendi güvenlik şirketleriymiş gibi, başınızın üstüne 'gayretullahı' kaldıran bu oluşumun eline bir de kolluk kuvvetlerini geçirdiğini düşünün. Korkutuyor olmalı.
Burada bir nefes alalım ve biraz başa dönelim: "Vesayetler nereden besleniyor?" sorusuna bir cevap arayalım. Bence vesayetlerin en çok beslendiği şey Allah'tan gayrısına karşı duyulan korkudur. Bu korku da iki çeşittir. 1) Vereceği zarardan korkma. 2) Faydasını kaybetmekten korkma. Birincisi götürüsüne, ikincisi getirisine bakar. Birincisi kuvve-i gadabiyenin suistimalidir, ikincisi kuvve-i şeheviyenin. Bu noktada maddi vesayet veya istibdat daha çok bu dünyada verebileceği zararlarla korkutur ve kaybettireceği menfaatlerle ürkütür sizi. Ancak manevi istibdat, bu dünyayı da bir tokatlama alanı olarak görmekle birlikte, daha çok ahiretiniz ile korkutur sizi. İradesine boyun eğmezseniz ahirette başınıza gelecek zararlar veya kaçıracağınız faydalar ile büker iradenizi. Maddi vesayet kalbin içini çok sınamazken manevi vesayet sürekli psikolojik bir baskı uygular. Kolluk kuvvetlerinin olmayışını, mistik kuvvetleriyle doldurur. Cennetin yolunu zorlaştırmak, imanı şeyhin/efendinin eteklerine tutunmadan kalpte tutulamayacak birşey gibi göstermek, bireyi üste ihtiyacını daha ziyade hissetmesini sonuç verir. Maddi vesayet aynısını 'muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada önderin yolunu takip etmenin zorunluluğu' ile yapmaya çalışır.
Maddi vesayet de kalbin peşini bırakmaz, ama kolluk gücü yetmez olduğunda yapar bunu. Mesela "Atatürk vatanı kurtardı" veya "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı bir söylem, dolayısıyla Atatürk'e muhtaç olduğunu(!) ihtar etmektir sana. Gülenist vesayet bunu "Hizmetin ekmeğini yediniz. Bu ülkede herkesin kursağında hizmetin ekmeği vardır. Hizmet bu ülkenin dünya çapındaki tek başarısıdır. Gülen bu ülkeye şu kadar hizmet yapmıştır. Hizmet olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu" tarzı bir borçlandırmayla başarmaya çalışır.
Birinci örnekte borçlanılan Atatürk yerine şimdi Gülen Örgütü (bazen de Gülen'in kendisi) geçmiştir. Ve siz, başta Bediüzzaman'a sorulan soruda olduğu gibi, artık onların faziletlerinin esirisinizdir. Madem şu kadar okulları vardır, madem bu kadar başarılı olmuşlardır, o halde onlar kadar başarılı olmayanlar onlara boyun eğmek zorundadır. Halbuki Bediüzzaman'ın bu gibi manevi istibdatlara yönelik cevabı açıktır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Tam bu noktada biraz daha geriye gidiyorum: Geçtiğimiz ay; "Mutlak Vekillik Eleştirileri 1: Müminler Seçse Daha İyi Olmaz mı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Bediüzzaman'ın vekalet anlayışının ardından bir oligarşi bırakmak olamayacağını, zira bu anlayışı kendi metinleriyle bağdaştıramayacağımızı söylemiştim. Vekaleti postnişinlik gibi algılamanın, Nur ekolünü, tasavvuf ekolüne döndürmek tehlikesi içerdiğini belirtmiştim. O yazıma gelen tepkilerden birisi (bir twit) şöyleydi: (@abdullahbarla): "Yazıyı kaleme alan nurlar ıcın çile çekmiş mı bilemiyorum. Ancak biraz cerbezeli ve cüretkar bir yazı yazmış."
Aslında ben bu tepkileri daha evvel Gülenistleri eleştirirken de almıştım. Eleştirebilme hakkının ancak onlar kadar çile çekmeye, hizmet etmeye, okul açmaya, holding sahibi olmaya vs. bağlı olduğunun altını çizen bir yaklaşımdı bu. Bir nevi fazilet esirliği istiyordu benden. Mutlak vekillik eleştirim sonrasında benzer tepkilerin Nurcular içinden de bolca geldiğini görünce şaşırmadım. Zaten bu canavarı besleyen, bizdeki yanlışlar değil miydi? Biz 'mutlak vekilliği' zorlama tevillerle külliyata dayandırıyorduk, Gülen kendi vekilliğini daha mistik öğelere yaslıyordu. Ama sonuçta herkes hiyerarşinin üstünü ve astın suskunluğunu istiyordu, hem de hiyerarşinin olmadığı bir meslekte. Cevabım ise şu: Ardından eziyet gelen sadakalarınız sizin olsun.
20 Ekim 2014 Pazartesi
Esma engel olur mu?
Bu tam yazı gibi olmayacak. Daha çok ders notu gibi. Hatta o da değil. Daha silik birşey. Bir okumadan aklımda kalanları koyacak bir yer arıyorum. O bakınma, bakınmalar, işte bu yazıdır. Şöyle bir yerden konuşmaya başlayalım: Cenab-ı Hakkın şuunatına dair olan tefekkürümü, kimi zaman, esmasına dair olan tefekkürümden daha fazla önemsiyorum. Şuunat, daha evvel de bir yazıda belirttiğim gibi, Cenab-ı Hak ile daha bir Ehadiyet zemininde, daha bir sen-ben'li (tabirim mazur görülsün) tefekkür üretebildiğimiz bir zemin. Esma bana öyle gelmiyor. Esmada bir resmiyet var. Esmada Vahidiyet var. Araya hâlâ eşya giriyor. En azından düşüncesi.
Süreci şöyle özetleyeyim: Eşyaya bakıyorum. Eserden fail buluyorum. Sonra o faile eserdeki fiilini anlatır bir isim koyuyorum. Onu kendi âlemimde (bu sürecin şahidi olarak) Allah'a ait kılıyor ve yoluma devam ediyorum. Veya önceden ismi biliyor ve izlerini kainatta arıyorum. Bulduğumu o isim namına işaretleyip geçiyorum. Bir delil daha elde etmiş oluyorum. Allah beni affetsin. Bir yönüyle sanki mekanikleşiyorum.
Risale-i Nur'u ilk tanıdığım dönemlerde bu esma tefekkürü aklımı başımdan alırdı. Hiç görmediğim bir dünya, hiç tadına bakmadığım bir sofraydı. Öyle hırsla yerdim ki! 99 esma yetmemeye başladı. Kur'an'ın beyanıyla bütün güzel isimler Allah'ın olduğuna göre, ben de sahibime Ahmedce güzel isimler bulabilirdim. Bir tane bulmuştum hatta: "Bilmekle bitmeyecek olan." Ben şu 'bilmenin ebediyeti' dediğim şeyden öyle bir lezzet alıyorum ki tarif edilmez. Cennette ebedî kalmaktan daha çok lezzet veriyordu. Belki zaten cennetteki edebiyetin müjdecisi bu oluyordu. Öyle ya! Bilinecek olan sonsuzsa bilecekleri de sonsuz olmalıdır. Yahut da mürşidimin dediği gibi: "Bakinin ayine-i zişuuru baki olmak lazım gelir."
Şimdilerde ise esma tefekkürüm bir engel sanki. Allah'ı daha fazla bilmeme engel oluyor. 'Hâşâ' diyeyim. Çünkü gerekir buraya. Horgörmeyin beni. Niyetim kötü değil. Bediüzzaman da 33. Söz'de esmadan öte marifet yolları olduğunu öğretmiyor mu? Mesela: Sıfat. Mesela: Şuunat. Neden herkes esmadan bahsediyor da sıfat ve şuunat pek öyle medar-ı bahs olmuyor? Bunu soruyorum kendime. Belki tehlikesinden. Evet, ifade edilirken tereddüde sevk edecek, Bediüzzaman'ı bile 'tabir edemediğimiz' demeye mecbur edecek bir dile gelmezlik sözkonusu. Kabul. Ama yine de vazgeçmemiz gerekir mi? Güzel bir koridor açmış mürşidim bence. Yürünesi bir koridor. Kaçınmamak gerek. Mesela şu yerde:
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye' tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudât mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesrûriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
Bu metinde benim ilk dikkatimi çeken şey, yukarıda da sen-ben'li demekle dokunmaya çalıştığım, şuunatın insandaki duygulara bakan tarafıdır. Ne demek bu? Şu demek: Esma tefekkürü daha aklî bir zeminde, daha matematiksel bir 'bak-keşfet-ilan et' marifeti içerirken, şuunat tefekkürü daha kalbe/duygulara yakın 'bil-zannet-ümit et' marifeti içeriyor. Hatta çoğu zaman, duygusal bağlamda yaşadıklarımıza bir ismi ile teselli bulduğumuzda, aslında kastettiğimiz şey Allah'ın şuunatı oluyor. Yani o ismin arkasında görünen şuunatı. ("Ben kulumun zannı üzereyim" hadis-i kudsîsini de anımsayalım burada.)
"Allah kulunu darda bırakmaz!" dediğimizde bunun eşyaya bakan yönünü el-Bâsıt (bolluk veren) ismi karşılıyorsa, Hak Tealaya bakan yönünü de 'darda bırakmanın Allah'ın şanına yakışmadığı' veya 'darda kalana yardım etmenin Allah'ın şanından oluşu' karşılıyor. Buna, bir adım ötesinde, şöyle de diyebiliriz: Darda kalmışa yardım etmekte Allah'ın bir 'lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye'si var.
Yani Cenab-ı Hak, tabir-i caizse, darda kalana yardım etmekten bir lezzet-i münezzehe alıyor. Beşerin lezzeti gibi değil. Ondaki kusurlardan mukaddes ve münezzeh. Zaten bu tenzih ve tesbih kelimeleri yalnızca Allah'ın fiillerinin ve Zat'ının kusurlardan beri olduğunu ilan etmek için değildir. Aynı zamanda Allah'ın fiilerinin ve isimlerinin insanın kendisinde/kendisince algıladığı fiilerinin ve isimlerinin cinsinden olmadığını da unutmamamız içindir. Bilmesi başkadır (Alîm). Yapması başkadır (Halık). Sevmesi başkadır (Vedûd). Bizim arızalarımızdan/sınırlarımızdan münezzehtir. Biz kısıtlıyız. Kendi dünyamızdan ene vasıtasıyla yaptığımız kıyaslamalarla küçük küçük Onu anlamaya çalışıyoruz. Bunun eşya/fiil dairesindeki kıyaslarını esma tefekkürü temsil ediyorsa hissediş boyutunu da şuunat temsil ediyor.
Bir sürü şey söyledim. Fakat aslında yazıya başlarken şuna değinmek istiyordum: Mekke normalde ne ziraat yapılabilecek, ne rahat yaşanabilecek, ne de hayvan beslenebilecek bir yer. İnsanın yaşamak için en son seçeceği yerlerden. Çöle yakın, sıcak, üstelik zemini kayalık da. Ama Allah hidayet güneşini oradan yükseltmiş. Sonra yetim olmak, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'yetim-i Ebu Talib' deyip kafirlerin dalga geçmesinden anlıyoruz, o devirlerde bir zayıflık ve aşağı olma vesilesi, ama Allah nurunun anahtarlarını bir yetim sultanın ellerinden bize ulaştırıyor. Araplar o dönemde belki bedevilikte en ileri milletler. Lakin Roma ve Sasani gibi kadim medeniyetlere meydan okuyacak nizam oradan çıkmış.
Bunun dışında Kur'an'a baktığınızda görüyorsunuz ki: Firavun'un yakınları da Hz. Musa'nın (a.s.) İsrailoğullarından çıkışını şöyle yadırgıyorlar: "Kavimleri bize köle iken bunlara mı iman edeceğiz?" Yine İsrailoğulları Hz. Meryem'in rüçhaniyetini böyle kabullenemiyorlar. "Ama o kadın!" diyorlar. Bunun İslam tarihinde de bir sürü örneği var. Mesela: Bediüzzaman'ın Kürtlerin içinden çıkması da bazı Türkler için imtihan değil mi? Türklere muhabbeti de yine bazı Kürtler için imtihan olmuyor mu?
Eşya tefekküründe bile buna benzer 'dokunuş'lar görebiliyorum ben. İncir çekirdiğinden koca incir ağacının çıkması mesela. Ve buradan Allah'ın şuunatına dair şöyle bir çıkarımda buluyorum: Allah, tabir-i caizse, bizi 'şaşırtmayı' seviyor. Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye... Hangisini seçersek seçelim. Allah'ın kullarına hayret ettirmeyi sevdiğini hissediyoruz buradan. Bu hayret ettirme öyle birşey ki, Rahman isminin de, Kahhar isminin de, diğer bütün isimlerin de tecellilerine tesir ediyor. Bütün esmada izleri okunuyor. Firavun'un boğuluşu ne kadar hayret edilesi ise, Hz. Musa'nın kurtuluşu da o derece hayret edilesi. Herbirinde başka bir ismin hayretli tecellisi.
Hem Aleyhissalatuvesselamın meşhur bir duası da şöyle değil mi: "Allahım hayretimi arttır!" Elbette, kullarına hayret ettirmeyi seven, sanatına daha çok hayret edenleri daha çok sever. Kullarını gülümsetmeyi seven, gülümseyenleri, 'tebessümü sadaka bilenleri' daha çok sever. Yukarıda hani sen-ben'li bir tefekkürden bahsettim ya. İşte kastettiğim böyle birşeydi. Allah'ın şuunatını görüyorsun ve daha fazla sevmesi için neyi/nasıl yapmalı ona bakıyorsun. (Bunu da en çok sünnet-i seniyye öğretiyor.) Kendi kusurlu duygularından Allah'ın münezzeh şuunatına yol buluyorsun. İşte, Allah beni affetsin, esma tefekküründe bu sıcaklığı yakalayamıyorum ben.
Süreci şöyle özetleyeyim: Eşyaya bakıyorum. Eserden fail buluyorum. Sonra o faile eserdeki fiilini anlatır bir isim koyuyorum. Onu kendi âlemimde (bu sürecin şahidi olarak) Allah'a ait kılıyor ve yoluma devam ediyorum. Veya önceden ismi biliyor ve izlerini kainatta arıyorum. Bulduğumu o isim namına işaretleyip geçiyorum. Bir delil daha elde etmiş oluyorum. Allah beni affetsin. Bir yönüyle sanki mekanikleşiyorum.
Risale-i Nur'u ilk tanıdığım dönemlerde bu esma tefekkürü aklımı başımdan alırdı. Hiç görmediğim bir dünya, hiç tadına bakmadığım bir sofraydı. Öyle hırsla yerdim ki! 99 esma yetmemeye başladı. Kur'an'ın beyanıyla bütün güzel isimler Allah'ın olduğuna göre, ben de sahibime Ahmedce güzel isimler bulabilirdim. Bir tane bulmuştum hatta: "Bilmekle bitmeyecek olan." Ben şu 'bilmenin ebediyeti' dediğim şeyden öyle bir lezzet alıyorum ki tarif edilmez. Cennette ebedî kalmaktan daha çok lezzet veriyordu. Belki zaten cennetteki edebiyetin müjdecisi bu oluyordu. Öyle ya! Bilinecek olan sonsuzsa bilecekleri de sonsuz olmalıdır. Yahut da mürşidimin dediği gibi: "Bakinin ayine-i zişuuru baki olmak lazım gelir."
Şimdilerde ise esma tefekkürüm bir engel sanki. Allah'ı daha fazla bilmeme engel oluyor. 'Hâşâ' diyeyim. Çünkü gerekir buraya. Horgörmeyin beni. Niyetim kötü değil. Bediüzzaman da 33. Söz'de esmadan öte marifet yolları olduğunu öğretmiyor mu? Mesela: Sıfat. Mesela: Şuunat. Neden herkes esmadan bahsediyor da sıfat ve şuunat pek öyle medar-ı bahs olmuyor? Bunu soruyorum kendime. Belki tehlikesinden. Evet, ifade edilirken tereddüde sevk edecek, Bediüzzaman'ı bile 'tabir edemediğimiz' demeye mecbur edecek bir dile gelmezlik sözkonusu. Kabul. Ama yine de vazgeçmemiz gerekir mi? Güzel bir koridor açmış mürşidim bence. Yürünesi bir koridor. Kaçınmamak gerek. Mesela şu yerde:
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye' tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudât mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesrûriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
Bu metinde benim ilk dikkatimi çeken şey, yukarıda da sen-ben'li demekle dokunmaya çalıştığım, şuunatın insandaki duygulara bakan tarafıdır. Ne demek bu? Şu demek: Esma tefekkürü daha aklî bir zeminde, daha matematiksel bir 'bak-keşfet-ilan et' marifeti içerirken, şuunat tefekkürü daha kalbe/duygulara yakın 'bil-zannet-ümit et' marifeti içeriyor. Hatta çoğu zaman, duygusal bağlamda yaşadıklarımıza bir ismi ile teselli bulduğumuzda, aslında kastettiğimiz şey Allah'ın şuunatı oluyor. Yani o ismin arkasında görünen şuunatı. ("Ben kulumun zannı üzereyim" hadis-i kudsîsini de anımsayalım burada.)
"Allah kulunu darda bırakmaz!" dediğimizde bunun eşyaya bakan yönünü el-Bâsıt (bolluk veren) ismi karşılıyorsa, Hak Tealaya bakan yönünü de 'darda bırakmanın Allah'ın şanına yakışmadığı' veya 'darda kalana yardım etmenin Allah'ın şanından oluşu' karşılıyor. Buna, bir adım ötesinde, şöyle de diyebiliriz: Darda kalmışa yardım etmekte Allah'ın bir 'lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye'si var.
Yani Cenab-ı Hak, tabir-i caizse, darda kalana yardım etmekten bir lezzet-i münezzehe alıyor. Beşerin lezzeti gibi değil. Ondaki kusurlardan mukaddes ve münezzeh. Zaten bu tenzih ve tesbih kelimeleri yalnızca Allah'ın fiillerinin ve Zat'ının kusurlardan beri olduğunu ilan etmek için değildir. Aynı zamanda Allah'ın fiilerinin ve isimlerinin insanın kendisinde/kendisince algıladığı fiilerinin ve isimlerinin cinsinden olmadığını da unutmamamız içindir. Bilmesi başkadır (Alîm). Yapması başkadır (Halık). Sevmesi başkadır (Vedûd). Bizim arızalarımızdan/sınırlarımızdan münezzehtir. Biz kısıtlıyız. Kendi dünyamızdan ene vasıtasıyla yaptığımız kıyaslamalarla küçük küçük Onu anlamaya çalışıyoruz. Bunun eşya/fiil dairesindeki kıyaslarını esma tefekkürü temsil ediyorsa hissediş boyutunu da şuunat temsil ediyor.
Bir sürü şey söyledim. Fakat aslında yazıya başlarken şuna değinmek istiyordum: Mekke normalde ne ziraat yapılabilecek, ne rahat yaşanabilecek, ne de hayvan beslenebilecek bir yer. İnsanın yaşamak için en son seçeceği yerlerden. Çöle yakın, sıcak, üstelik zemini kayalık da. Ama Allah hidayet güneşini oradan yükseltmiş. Sonra yetim olmak, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'yetim-i Ebu Talib' deyip kafirlerin dalga geçmesinden anlıyoruz, o devirlerde bir zayıflık ve aşağı olma vesilesi, ama Allah nurunun anahtarlarını bir yetim sultanın ellerinden bize ulaştırıyor. Araplar o dönemde belki bedevilikte en ileri milletler. Lakin Roma ve Sasani gibi kadim medeniyetlere meydan okuyacak nizam oradan çıkmış.
Bunun dışında Kur'an'a baktığınızda görüyorsunuz ki: Firavun'un yakınları da Hz. Musa'nın (a.s.) İsrailoğullarından çıkışını şöyle yadırgıyorlar: "Kavimleri bize köle iken bunlara mı iman edeceğiz?" Yine İsrailoğulları Hz. Meryem'in rüçhaniyetini böyle kabullenemiyorlar. "Ama o kadın!" diyorlar. Bunun İslam tarihinde de bir sürü örneği var. Mesela: Bediüzzaman'ın Kürtlerin içinden çıkması da bazı Türkler için imtihan değil mi? Türklere muhabbeti de yine bazı Kürtler için imtihan olmuyor mu?
Eşya tefekküründe bile buna benzer 'dokunuş'lar görebiliyorum ben. İncir çekirdiğinden koca incir ağacının çıkması mesela. Ve buradan Allah'ın şuunatına dair şöyle bir çıkarımda buluyorum: Allah, tabir-i caizse, bizi 'şaşırtmayı' seviyor. Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye... Hangisini seçersek seçelim. Allah'ın kullarına hayret ettirmeyi sevdiğini hissediyoruz buradan. Bu hayret ettirme öyle birşey ki, Rahman isminin de, Kahhar isminin de, diğer bütün isimlerin de tecellilerine tesir ediyor. Bütün esmada izleri okunuyor. Firavun'un boğuluşu ne kadar hayret edilesi ise, Hz. Musa'nın kurtuluşu da o derece hayret edilesi. Herbirinde başka bir ismin hayretli tecellisi.
Hem Aleyhissalatuvesselamın meşhur bir duası da şöyle değil mi: "Allahım hayretimi arttır!" Elbette, kullarına hayret ettirmeyi seven, sanatına daha çok hayret edenleri daha çok sever. Kullarını gülümsetmeyi seven, gülümseyenleri, 'tebessümü sadaka bilenleri' daha çok sever. Yukarıda hani sen-ben'li bir tefekkürden bahsettim ya. İşte kastettiğim böyle birşeydi. Allah'ın şuunatını görüyorsun ve daha fazla sevmesi için neyi/nasıl yapmalı ona bakıyorsun. (Bunu da en çok sünnet-i seniyye öğretiyor.) Kendi kusurlu duygularından Allah'ın münezzeh şuunatına yol buluyorsun. İşte, Allah beni affetsin, esma tefekküründe bu sıcaklığı yakalayamıyorum ben.
19 Ekim 2014 Pazar
Parçalarda boğulmak 2
"Kâfir olanlara gelince:
'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler." Bakara sûresi, 26. ayetten.
Öncelikle; parçanın ve bütünün birbirinin bütün özelliklerine kefil ve sahip olmadıklarını gösteriyor. Yani bütün, parçaların birleşiminden fazlası olduğu gibi tamamen zıttı birşey de olabilir. Mesela küçük küçük (kimine göre) şerler bir araya geldiğinde, parçaların tamamı (kimilerine) şer gibi görünüyor olsa da, bütünün ortaya çıkardığı hakikat hayır olabilir. Bediüzzaman, Muhakemat'ta altını çizdiği bu hakikati, yıllar sonra telif ettiği diğer eserlerde daha da detaylandırıyor. Mesela şeytanın hilkatinin ve imtihanın hikmetinin anlatıldığı yerlerde, şerri yaratmanın şer olmadığını izah ettiği yerlerde. Hilkatteki hayrın bütün neticelere baktığını, şer algısının ise neticelerden yalnız birisine saplanıp kalma ve diğerlerine karşı körleşmeyle olduğunu ortaya koyuyor. Mesela ateş, beşere çok faydalar sağlıyor. Fakat birisinin suistimaliyle veya dalgınlığıyla bir yeri yansa, bu, ateşi külliyen şer yapmaz. Bilakis, onun kesbi/kazanması/istimali nedeniyle ona şer görünür, hakikatte ise ateşin hilkati hayırdır.
Bediüzzaman'ın 'parçada boğulmak' noktasında dikkatimizi çektiği ikinci şey ise; parçanın bütünün tamamını temsil etmediği. Ancak bu seferkinde tamamen zıttı olmasına gerek yok. Aksine, bütünün her yerine homojen veya heterojen şekilde yayılmış olarak bulunabilir bu hasiyet. Fakat yine de tamamının bundan ibaret olduğu söylenemez. Mesela yine "Hayat bir cidaldir" diyenlere itiraz ettiği yerde Bediüzzaman cidalin/mücadelenin hiç olmadığını söylemiyor kainatta. Ki varlığa baktığımızda bir mücadeleye de şahit oluyoruz. Birileri veya birşeyler birbirine karşı baskın gelmek için bir kavga veriyorlar. Bunu inkâr edemeyiz. Ancak şunun altının çizilmesi gerektiğini gösteriyor bize Bediüzzaman Hazretleri: Hayat, mücadeleden ibaret değildir.
"Nübüvvetin hayat-ı içtimâiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut tâ nebâtât hayvanâtın imdadına ve hayvanât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taâmiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muâvenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede; felsefenin hayat-ı içtimâiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zâlim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sû-i istimâllerinden neşet eden düstur-u cidâl nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, 'Hayat bir cidâldir' diye, eblehâne hükmetmişler."
Gördüğünüz gibi, cidalin varlığı değil, 'yalnız bir kısım'ın tasarrufundan bütüne dair yapılan "Hayat cidaldir" çıkarımı hatalı Bediüzzaman'a göre. Ki bu Kur'an ekseninde de böyledir. Allah varlığı hayır üzerine yaratmıştır. Hayır ise yardımlaşma, kerem, ikram üzerinedir. Ve hayır her zaman galiptir. Eğer şerrin galip olduğu bir âlemde yaşasaydık, mutlaka bir noktada hiçliğe yuvarlanmıştık.
Bu noktada hemen kurgusal alana bir eleştiri yapmak istiyorum. Kurgusal alandan kastım: Edebiyat, sinema, tiyatro, televizyon vs. (Bir yönüyle bilim de bu alana dahil. Sınırlılığıyla.) Firavun'un sihirbazları gibi ipi yılan gösterebildiğimiz o alan. Kurgusal alan, kendinin de gerçek olduğu iddiasıyla bizim dünyamızda, epey de kendisine nazar ettiğimiz, ikinci bir gerçeklik algısı oluşturuyor. Daha doğrusu: varlık algısı. Örneğin; kahramanın başına ne geleceği kaderin değil, senaristin ve yönetmenin ellerinde olan bir sinema yapıtında ortaya konan hayat, bu hayatı 'hayatın tek yansıma biçimi' olarak gören insanlarda şiddetli bir algı bozulmasına neden oluyor bence.
Nasıl? Mesela peşpeşe on tane Emrah filmi izleyen bir insan hayatın kahredilesi, isyan edilesi ve yakıp yıkılası bir acılar yumağı olduğunu düşünebiliyor. Peşpeşe on tane Sır Kapısı, Kalp Gözü, Sırlar Dünyası benzeri program izleyende de oluyor buna benzer bir kırılma. Sıradışı dokunuşlar bekliyor hayattan hep. Yine peşpeşe on tane aşk filmi izleyenin (hadi bunlar Bollywood yapımları da olsun) evliliğe bakışı muhtemelen epey bir standart üzerine çıkmış oluyor. Olmayacak, olsa bile çok zor farkedilecek tesadüfler, sürprizler, seçimler ve onların eşliğinde gerçekleşen bir aşk/evlilik. Bunun günlük hayatta bir insanın karşısına çıkma olasılığı nedir? Çok zayıf olduğunu içimizde bir yerde hepimiz biliyoruz. Fakat bu kurgusal alan, yani bulaşık beşer elinin oynattığı ilizyon, hepimizin varlığın geneli adına yaptığımız çıkarımları etkiliyor. Hassaten anahaber bültenlerinin ve hatta belgesellerin. Eşyayı Allah Resulünün duasında olduğu gibi 'olduğu gibi göstermeye' değil, 'rating aldığı şekilde göstermeye' çalışan medya, cüzi olanı, külli olana galip getirebiliyor. Zaten vurgu da bu değil midir? Vurgu, azı çoğa galip getirme sanatıdır. Cerbeze de en çok bununla yapılır.
İman, bir kalbe girip çalışabilmek için doğru bir varlık algısı ister. En azından varlık algınızla oynamaya açık olmanızı. Kur'an sûreleri içinde defalarca bizi varlığa tekrar bakmaya, tekrar tekrar bakmaya davet eder. "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" gibi pekçok soru ayetinin ardında zımmi bir emir vardır: "Hadi, baksana!" Ama sadece NASA'dan gelen bilgilerin oynanmış kurgusuyla değil, kendi kafanla ve gözlerinle de bak. Bugünlerde göğe bakmak yerine, gökbilim ile ilgili belgesellere bakmayı tercih ettiğimiz ortada. Kendi yeğenimden biliyorum. Çıkıp dünyayı keşfetmek yerine, dünyayı bilgisayarından seyretmeyi seviyor. Neden yeğenim? Ben de şimdilerde biraz öyleyim aslında.
Bediüzzaman'ın siyaseti terk etmek arkasından 'gazete okumayı bırakmasını' özellikle zikretmesi, daha sonra radyo ile dünya savaşını dinlemekten cemaatle namazı terkedenleri eleştirmesi, biraz da bu kurgulanmış varlık algısına yaptığı bir eleştiri bence. Bilgiyi yöneten, bilgiyi ondan alan herkesin varlık algısını da yönetebiliyor. Vurgularla, cerbezelerle, deccalî bir perspektiften cenneti cehennem, cehennemi cennet göstermekle şerri hayra galip kılıp üzerine imanın bina edileceği varlık algısını raydan çıkarıyor.
Haşir Risalesi'ne geleyim. Orada Bediüzzaman'ın 'hakikatler' bahsinde üzerine imanı bina ettiği kanunlar, eğer siz varlığı öyle algılamıyorsanız, size nasıl tesir edebilir? Bu yüzden Bediüzzaman öncesinde doğru varlık algısını içeren hikayeler anlatıyor bize. Varlık algımızı hikayelerle düzelttikten sonra üzerine hakikatleri bina ediyor. Hem bu noktada bir parantez daha açayım: Kur'an neden bize Tevrat'ı veya İncil'i okumamızı veya başka kitaplara bakmamızı değil de varlığa bakmamızı öğütlüyor? Varlık daha bozulmamış, beşer eli karışmamış/kurgulanmamış, olduğundan olabilir mi? Ondan çıkarılacak yorumlar daha dengeli olduğundan?
Milan Kundera'nın Jacques ve Efendisi oyununda geçen bir diyalog vardır, çok severim. Jacques, Efendisine der: "(...) bana yol göstermenizi istiyorum. Buyrun!" Efendi cevap verir: "Buyuracağım buyurmasına da ilerisi ne taraf?" Jacques'ün cevabı manidardır: "Ben size bir sır vereyim en iyisi, hem de büyük bir sır. Kadim zamanlardan kalma en büyük numarası insan evladının. Neresi biliyor musunuz ilerisi, nereye dönersen, işte orası ilerisi."
İşte modern zamanların dinî tartışmaları içinde de birazcık bu var. Mesela diyelim, dindarlıkla mesafeli birisi, hadi biraz daha ilerisi, inançsız birisi; sizinle din konusunda tartışmaya başladığında hemen 'tesettür' gibi, 'çok eşlilik' gibi, 'kader' gibi bahisleri açıyor. Oradaki kendi varlık algısıyla sizi mat etmeye gayret ediyor. Bir nevi parçada boğmaya çalışıyor sizi. Kendince sorunlu bulduğu parçada. Kendi ilerisinde. Halbuki Bediüzzaman'ın hem Kader Risalesi'nin başında, hem Mirac bahsinde altını çizdiği birşeydir: İman, sonrakiler önce konuşularak veyahut parça bütünün tamamının yerine geçerek konuşulacak birşey değildir. Parçalarda boğmak, şeytanın da küfrü kalbimize yerleştirmeye çalışırken kullandığı bir silah.
17 Ekim 2014 Cuma
Halit Ertuğrul'un Zaman röportajı ve twitter hesabı üzerine bir savunma: "O hesap kendisinindir."
"Bu iftirayı
işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda
bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?" Nûr sûresi, 12
Halit Ertuğrul Hoca, yıllarca kitaplarına hem editörlük, hem mizanpaj, hem bir nevi kendisinde yayınevinde asistanlık yaptığım bir isimdi. Ben geçtiğimiz sene Nesil Yayınlarından ayrılana kadar da fiilen böyle devam etti. (Öyle ki, arkadaşlarım bana Halitolog diye takılırlardı.) Fazla detaya lüzum yok. Yayınevinde, kendisi de misafir edilerek, yapılan toplantılardan birisinde yönetim olarak Ertuğrul Hoca'nın sosyalmedyayı daha iyi kullanabilmesi için destek olma kararı alınmıştı. Ve o noktada bana da Ertuğrul Hoca daha aktif kullanmaya alışana kadar sosyalmedyada destek olma görevi verilmişti. Pekçok korsan Halit Ertuğrul hesabı vardı. Onlarla uğraşmak yerine sıfırdan yeni bir tane açtık: @erturul_halit Ve ben, uzun bir süre Halit Hocamdan aldığım bilgilere göre bu hesaptan twitler attım. Onun programlarından gönderdiği fotoğrafları paylaştığım gibi, atmamı istediği twitleri de attım. Bunun dışında kitaplarından yaptığım alıntıları da paylaşıyordum. Sonra, Halit Hoca da iyice ısınınca twitter'ı kullanmaya, hesabı kendisine devrettim. O günden sonra twitleri kendisi attı, paylaşımları kendisi yaptı, ben bir daha karışmadım.
Bugün Zaman gazetesindeki röportajını görünce şok oldum. "Sosyal medyada hayli aktifsiniz?" sorusuna şöyle cevap veriyordu Halit Hoca: "Gördüklerinizin hiçbiri ben değilim. Şu an adıma açılmış birçok Twitter ve Facebook hesabı var. Bir tanesi çok aktif, epey takipçisi var. Ve üslubu bana o kadar çok benziyor ki, sanki beni çok iyi tanıyan biri gibi. Çok rica ettim bırakması için ama bırakmıyor. Bazılarını mahkeme kararıyla kapattırabildik."
Öncelikle, röportajlarda bazen böyle şeyler olduğu için, bir yazım yanlışı veya yanlış anlama olabileceğini düşündüm bunun. Sonra mezkur twitter hesabında şöyle bir twit gördüm: "Muhterem kardeşlerim. Bir okuyucumun yönettigi bu hesap artık bana devrolmuştur." Bugün atılmış. Hatta bazı takipçileri tekrar tekrar soruyorlar, o da yine böyle cevap veriyor. "Bir okurum takip ediyordu. Röportajdan sonra bana devretti!" Şaşırdım! Bu sefer, "Acaba bu hesap başkasının mı?" diye iyice geçmişine baktım. Benim attığım twitlerin durduğunu gördüm. Yani hesap o hesap, bir karışıklık yok ve ben Halit Hoca'ya devrettim! Peki neden Halit Hoca böyle birşey söylüyordu?
Ne hikmeti var bunun bilmiyorum. Fakat yanlış. Doğrusu bunu söylemekle beni de töhmet altında bıraktı. Bilenler arayıp sormaya başladı: "Sen o hesabı onun için kurmadın mı? Devretmedin mi?" Zira o hesabı açtığımı, adına twit attığımı o günlerde benimle beraber çalışmış, bugün de hâlâ Nesil çatısı altında çalışan/çalışmayan pekçok arkadaşım bilir. Hatta bunun şakasını bile yapardık aramızda. Şimdi sanki ben o hesabı gizlice kurmuş, ondan habersiz işletmiş ve sonra da ona devretmemişim gibi birşey oldu. Halbuki o dönem benimle çalışan herkes şahittir ki, devrettim ve bunu herkese de haber verdim. Zaten yazılan twitlerin tashih ve imlasından anlaşılır. Halit Hocayla kullanımlarımız birbirine benzemiyor. Şimdi, hangi niyetle söylemiş olursa olsun, Halit Hoca'nın bu ithamı/çamuru sosyalmedyadan işin aslını beyan ederek temizlemesini bekliyorum. Ve bunu beklemek hakkım. Çünkü kendisi tek gücü samimiyeti/güvenilirliği olan bir meslekte bulunuyor. Ben de aynı meslekteyim. Üstelik o, yazdığı metinlerin de 'yaşanmış hikayeler' olduğunu söylüyor. Yalan bu mesleğin de, iddianın da altına yakışacak birşey değildir.
16 Ekim 2014 Perşembe
Parçalarda boğulmak (1): Kon-Tiki'nin 'gör' dediği
"Birşeyin hüsün ve cemali, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarda görünmez." İşaratü'l-İ'caz'dan.
Bu konuya dair daha evvel de birşeyler karaladığımı hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar yazmakta zarar yok. Hatta çoğu zaman tekrar yazmak, yeniden bakmak, geliştirmek ve/veya düzeltmek anlamına geliyor. Aynılık, eşyanın değil, insanın problemi. Yoksa Heraklitos'un dediği gibi: "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz." Farklılık detayda ve detaylar arasındaki ilgiyi farkedişte kendini gösteriyor. Tefekkürse detay avcılığı.
Çoğu zaman yazarken aklıma geliyor yeni şeyler. Demek, yazmak da bir dua, tıpkı düşünmek gibi. Aynanı parlatıp bekliyorsun güneş yansısın diye. Elinden gelen yalnız bu: Müsait olmak. Ve 'yazı ile tefekkür' de tıpkı 'üstlerindeki göğe bakmak' gibi. "Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır" diyor Aleyhissalatuvesselam. Kendi adımak konuşayım: Hakikate dair bir saat düşünebildiğim, kafa/kalp yorduğum, birşeyler ürettiğim zaman ancak yazdığım zaman. Başka vakitler aklımı o kadar uzun bir süre aynı şey üzerinde tutamıyorum.
'Tefekkür detay avcılığı' dedim, fakat tam o da değil. Düşünmek daha çok 'daha önce görülmemiş olanı görmek' şeklinde resmediliyor bizde. Bu kişisel anlamda 'daha önce görmediğimi göreyim' niyetiyle olabildiği gibi, daha yüksek seviyede, 'benden önceki insanların daha önce görmedikleri şeyi ilk ben göreyim' şeklinde de olabilir. Birincisi öğrenme. İkincisi keşfetme.
Birincisinde kendi yolculuğundur üzerinde bilmekle yol aldığın. İkincisinde insanlık yolculuğudur üzerini adımladığın. Fakat bu 'bilmek' hevesi, 'düşünmek' ameliyesi bizi detaylara müptela kılıyor. Parçalara, sonra daha küçük parçalara, sonra en küçük parçalara müptela oluyoruz. Boğulmak gibi. Bitimsiz bir yolculuk.
Detay demek kesret demek. Artması demek eşyanın. Yani görülenin, işitilenin, hissedilenin, düşünülenin. Modern bilimin şöyle bir dayatması var: Bütünün anlamına dair keşifler bitmiş gibi davranıyor. O yüzden modern zamanlar detaylara sürüklüyor aklımızı. Detay, detay, daha çok detay! Daha çok branş, daha çok alt dal, daha küçük satırlar. Sonunda öyle bir bilmek seviyesine erişiyoruz ki birimizin bildiğini başkası bilmiyor. Bütüne ve anlamına karşı yabancılaşıyoruz. Detaylarda boğuluyoruz. Çünkü detaylar bizi 'bilme' noktasında sınıflara ayırmış oluyor. Tıpkı Cahiliye kavmiyetçiliği gibi bir branşlaşmamız var.
Thor Heyerdahl, 1947'de, beş arkadaşıyla birlikte Kon-Tiki ismini verdiği salla Pasifik'i aşışını anlattıktan sonra kitabının son kısmında şöyle bir modern bilim eleştirisi yapıyor:
"Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya. Onların derinlerden çıkardıkları küçük ayrıntılar olmasaydı hiçkimse, yüzeyde rahatça oturup parçaları biraraya getirerek tarih öncesi zamanda Pasifik okyanusu üzerinde yolculuk yapıldığını kanıtlayamazdı."
Parçaların fatihi onlardı. Fakat bütünü ancak Heyerdahl görebildi. Eleştirisinin devamında şunun altını çiziyor Heyerdahl: Bilimadamları, bilimi masalarında yapıyorlar, sahanın bütünlüğü içinde sınamaya çalışmıyorlar. Bütün sahadadır. Bütünlük ise sahada görünür.
Kendisi de zaten 101 gün süren yolculuğunu bir türlü bilim camiasında kabul görmeyen tezini isbatlamak için yapıyor. Polenezya adalarında yaşayan insanların Peru'dan göçtükleri tezi. Onun gösterdiği etimolojik/arkeolojik bütün delilleri elinin tersiyle iten bilimadamları hep şunu söylüyorlar:
"O zamanlar gemi yoktu. Sadece sallar vardı. Sallarla Pasifik Okyanusu aşılamaz." Bunu dogmatik bulan Thor Heyerdahl, büyük riskler aldığı bir maceraya girişiyor ve başarısıyla bilim dünyasını sarsıyor. Kitabının son kısmında dediği gibi: "Bilim dogmalara savaş açarak ortaya çıktı. Ama şimdi kendi dogmalarını üretiyor. Buna karşı da mücadele verilmeli." Herman Hesse'nin Siddhartha'da sandalcıya söylettiği gibi: "O kadar aramışsın ki bulmaya vaktin olmamış." Aramak bulmanın duasıdır. Lakin vermek yine Allahın iradesinde. "Her arayan bulamaz amma, bulanlar ancak arayanlardır" demiyor mu İbn-i Arabî (k.s.)? Demek aramak da bulmayı mecbur kılmıyor.
Parçalarda boğulmak diyorum ben buna. Mucizat-ı Kur'aniye'nin sonunda Bediüzzaman'ın verdiği 'gavvas/dalgıç ve hazine' örneği de bir parçada boğulma ihtarı içeriyor aslında, Mevlana'nın (k.s.) verdiği 'fil ve karanlıkta el yordamıyla onu tarif edenler' misali de. Ki o örneğin ardından Bediüzzaman çok korkutucu bir uyarı da yapıyor:
"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid'aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."
Yani ne eline gelen zümrüdü hazinenin ta kendisi sanman doğru, ne de filin eline gelen yerini filin tamamı sanman. Uzmanlaşmak böyle tehlikeli bir körlük de içerebiliyor. Heyerdahl'ın dediği gibi: "Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor." Heyerdahl bu yolculuğu başardı. Çünkü bütünü sınamaya cesareti vardı. Diğerleri olamaz diyorlardı çünkü masalarından kafaları hiç kaldırmamıştılar.
Parçada boğulmak aslında Bediüzzaman'ın sadece gavvas ve hazine örneğinde değil, çok yerde bizi uyardığı birşey. Mesela Mesnevi'de, şurada diyor ki: "(...) Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."
Ve yine Muhakemat'ta dikkatimizi çekiyor ki:
"Kim birşeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir."
'Bir lokma, bir kelime' veya bir branş; 'birşeyde çok tevaggul etme' veya uzmanlaşma; ifadeler değişiyor ama aslında söylenen şey aynı sanki: "Bütün, parçaların toplamından fazlasıdır." Belki biraz da bu nedenle Nemrud'un ölmek ve diriltmek bahsinde parçada boğulduğunu gören Hz. İbrahim (a.s.) onu yaşamın bütününe doğru çekiyor: "Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!" Güneş doğmadan ölmek/diriltmek mümkün olabilir mi? Bu sorgulama üzerine Nemrud'un halet-i ruhiyesini şöyle tarif ediyor Kur'an: "Şaşırdı kaldı!" Çünkü bütüne baktırılmayı beklemiyordu. Hz. İbrahim'i güya detaylardaki cerbezesinde boğacaktı. Ama İbrahim (a.s.) yüzü bütüne dönüktü. Hazer etti, dikkatle bastı. Bir lokma, bir dane içine çekilerek boğulmadı. Buradan nicedir anlamaya çalıştığım bir metne daha kapı buldum. Alıntılayayım:
"Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur."
Bu bahiste âfâkî tefekkür, ötende olana dair, eşyaya dair tefekkürse eğer; o vakit icmalî yapmaktan kasıt, bütüncül bakışı kaybetmeden yoluna devam etmek olabilir. Tefekkürde derinleşmemek değil, o yanlış anlamadır, derinleşsen de yüzünü bütünden ayırmamadır. İcmal bir yönüyle bütün demektir çünkü. Bütünün tamamını kuşatandır özet. Nefsî tefekkürde tafsilat ise, ben bunu biyolojimizi/kimyamızı düşünmek değil, ruh ve kalp haritamızı temaşa etmek olarak görüyorum, zaten sen âlemin misal-i musağğarı, yani bir özeti olduğun için, 'o özet sana bütünü unutturmayacaktır, tafsilatlı gidebilirsin' dersi gibi geliyor bana.
Bu da yazının sonuna aldığım bir not olsun. "Niye bu meseleyi kurcalıyorsun?" derseniz, cevabım şu: Âfâki tefekkürü 'derine inmemek' gibi düşünürsek, o vakit Zerre Risalesi gibi eserleri nereye koyarız? Veya mesela: "Bediüzzaman eşya tefekküründe derine inmemiştir" diyebilir miyiz? Bana bu tarz kolaydan sonuca gitmeler yanlış geliyor.
Bu konuya dair daha evvel de birşeyler karaladığımı hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar yazmakta zarar yok. Hatta çoğu zaman tekrar yazmak, yeniden bakmak, geliştirmek ve/veya düzeltmek anlamına geliyor. Aynılık, eşyanın değil, insanın problemi. Yoksa Heraklitos'un dediği gibi: "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz." Farklılık detayda ve detaylar arasındaki ilgiyi farkedişte kendini gösteriyor. Tefekkürse detay avcılığı.
Çoğu zaman yazarken aklıma geliyor yeni şeyler. Demek, yazmak da bir dua, tıpkı düşünmek gibi. Aynanı parlatıp bekliyorsun güneş yansısın diye. Elinden gelen yalnız bu: Müsait olmak. Ve 'yazı ile tefekkür' de tıpkı 'üstlerindeki göğe bakmak' gibi. "Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır" diyor Aleyhissalatuvesselam. Kendi adımak konuşayım: Hakikate dair bir saat düşünebildiğim, kafa/kalp yorduğum, birşeyler ürettiğim zaman ancak yazdığım zaman. Başka vakitler aklımı o kadar uzun bir süre aynı şey üzerinde tutamıyorum.
'Tefekkür detay avcılığı' dedim, fakat tam o da değil. Düşünmek daha çok 'daha önce görülmemiş olanı görmek' şeklinde resmediliyor bizde. Bu kişisel anlamda 'daha önce görmediğimi göreyim' niyetiyle olabildiği gibi, daha yüksek seviyede, 'benden önceki insanların daha önce görmedikleri şeyi ilk ben göreyim' şeklinde de olabilir. Birincisi öğrenme. İkincisi keşfetme.
Birincisinde kendi yolculuğundur üzerinde bilmekle yol aldığın. İkincisinde insanlık yolculuğudur üzerini adımladığın. Fakat bu 'bilmek' hevesi, 'düşünmek' ameliyesi bizi detaylara müptela kılıyor. Parçalara, sonra daha küçük parçalara, sonra en küçük parçalara müptela oluyoruz. Boğulmak gibi. Bitimsiz bir yolculuk.
Detay demek kesret demek. Artması demek eşyanın. Yani görülenin, işitilenin, hissedilenin, düşünülenin. Modern bilimin şöyle bir dayatması var: Bütünün anlamına dair keşifler bitmiş gibi davranıyor. O yüzden modern zamanlar detaylara sürüklüyor aklımızı. Detay, detay, daha çok detay! Daha çok branş, daha çok alt dal, daha küçük satırlar. Sonunda öyle bir bilmek seviyesine erişiyoruz ki birimizin bildiğini başkası bilmiyor. Bütüne ve anlamına karşı yabancılaşıyoruz. Detaylarda boğuluyoruz. Çünkü detaylar bizi 'bilme' noktasında sınıflara ayırmış oluyor. Tıpkı Cahiliye kavmiyetçiliği gibi bir branşlaşmamız var.
Thor Heyerdahl, 1947'de, beş arkadaşıyla birlikte Kon-Tiki ismini verdiği salla Pasifik'i aşışını anlattıktan sonra kitabının son kısmında şöyle bir modern bilim eleştirisi yapıyor:
"Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya. Onların derinlerden çıkardıkları küçük ayrıntılar olmasaydı hiçkimse, yüzeyde rahatça oturup parçaları biraraya getirerek tarih öncesi zamanda Pasifik okyanusu üzerinde yolculuk yapıldığını kanıtlayamazdı."
Parçaların fatihi onlardı. Fakat bütünü ancak Heyerdahl görebildi. Eleştirisinin devamında şunun altını çiziyor Heyerdahl: Bilimadamları, bilimi masalarında yapıyorlar, sahanın bütünlüğü içinde sınamaya çalışmıyorlar. Bütün sahadadır. Bütünlük ise sahada görünür.
Kendisi de zaten 101 gün süren yolculuğunu bir türlü bilim camiasında kabul görmeyen tezini isbatlamak için yapıyor. Polenezya adalarında yaşayan insanların Peru'dan göçtükleri tezi. Onun gösterdiği etimolojik/arkeolojik bütün delilleri elinin tersiyle iten bilimadamları hep şunu söylüyorlar:
"O zamanlar gemi yoktu. Sadece sallar vardı. Sallarla Pasifik Okyanusu aşılamaz." Bunu dogmatik bulan Thor Heyerdahl, büyük riskler aldığı bir maceraya girişiyor ve başarısıyla bilim dünyasını sarsıyor. Kitabının son kısmında dediği gibi: "Bilim dogmalara savaş açarak ortaya çıktı. Ama şimdi kendi dogmalarını üretiyor. Buna karşı da mücadele verilmeli." Herman Hesse'nin Siddhartha'da sandalcıya söylettiği gibi: "O kadar aramışsın ki bulmaya vaktin olmamış." Aramak bulmanın duasıdır. Lakin vermek yine Allahın iradesinde. "Her arayan bulamaz amma, bulanlar ancak arayanlardır" demiyor mu İbn-i Arabî (k.s.)? Demek aramak da bulmayı mecbur kılmıyor.
Parçalarda boğulmak diyorum ben buna. Mucizat-ı Kur'aniye'nin sonunda Bediüzzaman'ın verdiği 'gavvas/dalgıç ve hazine' örneği de bir parçada boğulma ihtarı içeriyor aslında, Mevlana'nın (k.s.) verdiği 'fil ve karanlıkta el yordamıyla onu tarif edenler' misali de. Ki o örneğin ardından Bediüzzaman çok korkutucu bir uyarı da yapıyor:
"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid'aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."
Yani ne eline gelen zümrüdü hazinenin ta kendisi sanman doğru, ne de filin eline gelen yerini filin tamamı sanman. Uzmanlaşmak böyle tehlikeli bir körlük de içerebiliyor. Heyerdahl'ın dediği gibi: "Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor." Heyerdahl bu yolculuğu başardı. Çünkü bütünü sınamaya cesareti vardı. Diğerleri olamaz diyorlardı çünkü masalarından kafaları hiç kaldırmamıştılar.
Parçada boğulmak aslında Bediüzzaman'ın sadece gavvas ve hazine örneğinde değil, çok yerde bizi uyardığı birşey. Mesela Mesnevi'de, şurada diyor ki: "(...) Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."
Ve yine Muhakemat'ta dikkatimizi çekiyor ki:
"Kim birşeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir."
'Bir lokma, bir kelime' veya bir branş; 'birşeyde çok tevaggul etme' veya uzmanlaşma; ifadeler değişiyor ama aslında söylenen şey aynı sanki: "Bütün, parçaların toplamından fazlasıdır." Belki biraz da bu nedenle Nemrud'un ölmek ve diriltmek bahsinde parçada boğulduğunu gören Hz. İbrahim (a.s.) onu yaşamın bütününe doğru çekiyor: "Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!" Güneş doğmadan ölmek/diriltmek mümkün olabilir mi? Bu sorgulama üzerine Nemrud'un halet-i ruhiyesini şöyle tarif ediyor Kur'an: "Şaşırdı kaldı!" Çünkü bütüne baktırılmayı beklemiyordu. Hz. İbrahim'i güya detaylardaki cerbezesinde boğacaktı. Ama İbrahim (a.s.) yüzü bütüne dönüktü. Hazer etti, dikkatle bastı. Bir lokma, bir dane içine çekilerek boğulmadı. Buradan nicedir anlamaya çalıştığım bir metne daha kapı buldum. Alıntılayayım:
"Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur."
Bu bahiste âfâkî tefekkür, ötende olana dair, eşyaya dair tefekkürse eğer; o vakit icmalî yapmaktan kasıt, bütüncül bakışı kaybetmeden yoluna devam etmek olabilir. Tefekkürde derinleşmemek değil, o yanlış anlamadır, derinleşsen de yüzünü bütünden ayırmamadır. İcmal bir yönüyle bütün demektir çünkü. Bütünün tamamını kuşatandır özet. Nefsî tefekkürde tafsilat ise, ben bunu biyolojimizi/kimyamızı düşünmek değil, ruh ve kalp haritamızı temaşa etmek olarak görüyorum, zaten sen âlemin misal-i musağğarı, yani bir özeti olduğun için, 'o özet sana bütünü unutturmayacaktır, tafsilatlı gidebilirsin' dersi gibi geliyor bana.
Bu da yazının sonuna aldığım bir not olsun. "Niye bu meseleyi kurcalıyorsun?" derseniz, cevabım şu: Âfâki tefekkürü 'derine inmemek' gibi düşünürsek, o vakit Zerre Risalesi gibi eserleri nereye koyarız? Veya mesela: "Bediüzzaman eşya tefekküründe derine inmemiştir" diyebilir miyiz? Bana bu tarz kolaydan sonuca gitmeler yanlış geliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...