“Kim kendisiyle Allah arasındaki işleri ıslah ederse insanlarla arasındaki işler konusunda Allah ona yeter.” (el-Câmi’ li-Ahkami’l-Kur’ân)
Yazdıklarımız, bir yönüyle dışarıya açılan kapılarımız, bir yönüyle esir alıcı duvarlar. Özellikle özümüze dokunan şeyler yazıyorsak kendimizi de bir parça esir alıyoruz demektir arkadaşım. Evet. Öyle. Nefsinden bahsetmek daha bir dikkatli olmaya mecbur eder insanı. Neden? Zira, öteki hakkında yazdığımız şeyler yalansa, mutlaka bir yerlerde yakalanırız. Mihenge vuruluruz. Sınanırız. Sıbğalanırız. Ötemizi bilmekte yalnız değiliz çünkü. Yani tek bilen değiliz. Dünya bilgisi az-çok herkese açıktır. Sır tutulmaz kolay kolay âfâkta. Tasannu yapılmaz. Yapılamaz. Yapanın da yüreğinde bir yakalanma endişesi herdaim asılı durur.
Fakat, dikkatini çekti mi, hakkında konuştuğumuz şey kendimizsek imtihan çetinleşiyor. Çünkü yakalanmamız daha zormuş gibi geliyor. “Yalan söylesek bile kimse anlamaz(!) İçimizin şahidi yalnız biziz(!)” sanıyoruz. Sanrılıyoruz. Şaşırıyoruz. O yüzden kalemin ucunu en çok böylesi metinlerde kaçırmaya yatkınız. Mübalağaya meyyaliz. Tasannuya eğilimliyiz. Eh, hayat da böyle yalın yalın çekilmez, kahvemizi birazcık köpürtmek isteriz. Hatta bazen daha iyi birisi olma arzusu gibi masum birşey dahi beyanın samimiyetine taarruz eder.
Halbuki ‘ben’i hakkında yalan söyleyenin yakalanması daha fenadır. Perişanlığı daha bir perişanlıktır. Bu neden böyledir? Belki şundan: Ötesi hakkında yalan söyleyenin cehaleti (veya hatasını elverir başka bir özrü) onu kurtarabilir. Affedilmesini sağlayabilir. Fakat kendisi hakkında yalan söyleyen yakalandığında hatası bilişsel değil ahlakî bulunur. Alnına hemen 'kezzap' damgası vurulur. Çünkü kendini bilmeme şansı yoktur. Özrü yoktur. Sığınacağı bir dam yoktur.
Böyle birisini tanımıştım. O kadar çok kendisi hakkında yalan söylüyordu ki yüzüne çarpmak hiçkimsenin içinden gelmiyordu. Konuşması, tartmak için çaba sarfetmeye değmez, bir gürültüydü bizim için. İçerdiği hükümlere de inanılmıyordu. Ve kendisi de, bu kadar sık söylediği halde, farkedildiğinin farkında değildi. Kurnazlık yapıyordu güya. Ve inanın başardığını sanıyordu. Fakat hakkın kurnazlığa ihtiyacı olur mu? Kurnazlık, daha kullanıldığı anda, sahibinin üzerine soru işareti koyar.
Ne hakkın ne de sâlim aklın kurnazlığa ihtiyacı yok. "En büyük hile hilesizliktir..." derken mürşidimin de altını çizdiği bu sanırım. Doğru, yarışmaya, kazanmaya ve kıvırmaya mecbur olmayandır. Çünkü zaten muhatabının tasdikine muhtaç olduğunu düşünmez. Yanlış ile arasındaki kategorisel farklılığa dikkat çekmesi yeterlidir onun için. "Ben doğruyum, o yanlış, bitti." Güzelliğini kendi üzerinden tarif eder. Ötesi üzerinden değil.
Yanlışa baskın gelmek, kalabalıkları peşinde sürüklemek, her zaman rağbet edilir olmak, bunlar hakikatin görevi değildir. Doğru ‘doğru kalmakla’ görevlidir yalnız. Bu açıdan "Hasbunallah!/Allah bize yeter!" ifadesi, sırf bir teselli olmaktan öte, bir düstur-u istiğnadır da. Tıpkı Âl-i İmran sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Bir kısım insanlar mü’minlere: 'Düşmanlarınız size karşı asker topladılar, sakının onlardan!' dediklerinde, bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler."
‘Mış gibi’ olana hakkın yanında duranların ihtiyacı yok. Olmamalı. Hak ‘hak’ olduğunu ispat etmek için varlığından başka birşeye muhtaç değildir. Anımsayalım: "Şahit olarak Allah yeter!" meali Kur'an'da pek sık geçen bir manadır. Bu manadaki ihtar şahitlikler konusunda bir istiğna da öğütler. Evet. Hakikat Allah'tan başkasının şahitliğine ihtiyaç duymayandır.
Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, en çok yarışırken kaybediyoruz. Yarışmayı kaybetmesek bile masumiyetin kaybını yaşıyoruz. Hatta ilk olarak yarışmanın kendisi ihlasımızı incitiyor. Haksa haklılığında yarışmayan birşey. ‘Allah’ derken de kastettiğimiz başkasına yaslanmaya ihtiyaç duymayan bir ilah değil mi? Yaslanan birşeye ‘Allah’ denilebilir mi? Delilleri biz, Onun hak oluşuna birşeyler katmak için değil, nefsimizi ikna etmek için kullanıyoruz. Biz yaslanıyoruz yani delile. Kayyum olan Allah'ı yaslamıyoruz. Hâşâ. Demem o ki arkadaşım: Bu yönüyle delil de bizim ihtiyacımız. Samed olan Rabbimiz delile muhtaç değil. Tefekkürümüze yeni mârifetler bahşedildiğinde böbürlenmeye hakkımız yok. Ona birşey bağışlamış olmadık ki. Bilakis. Bağışlanan yine biziz. Elhamdülillah.
9 Şubat 2015 Pazartesi
8 Şubat 2015 Pazar
Düş ama düşkünleşme yalnızlığına...
“Tek bir solucan bile, sırf varlığıyla, nasıl da sıfırlıyor tüm kibirli iddiaları...” Yiğit Bener, Öteki Kâbuslar’dan.
Güneşin yeryüzünü kaplayıp kuşatması ‘Vahid’in tecellisine misaldir. Herbir şeffaf parçada aksinin bulunması da ‘Ehad’in tecellisine. Başlarken bir itiraf: Nurcular olarak ‘Ehadiyet’e dair konuşmayı ayrıca severiz. Neden? Çünkü Ehadiyet tefekküründen marifete ulaşmanın ‘Vahidiyet’ tefekkürüne kıyasla daha ‘kolay/suhuletli’ olduğunu düşünürüz. Yani, Vahidî yol ‘küllü kuşatabilecek kadar güçlü bir fikir’ gerektirirken, Ehadî yol ‘küllî olanı sezmeye yeter bir basiret’ ister. Zevkli gelir. Mürşidim bu sadedde diyor ki:
“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor.”
Fakat bu yazıda, Ehadiyet tefekkürüne duyduğum aşkın rağmına, kendimce bir endişeme dikkat çekmek istiyorum. Belki kendimde de kabuklarını gördüğüm bir yarayı azıcık arzetmek arzuluyorum. “Nedir bu endişe a telaşesi bol çocuk?” derseniz cevaben derim ki: Ehadiyet’in, Allah’ı tanımaktaki pratikliğinin yanında, gölgesindeki seyyahları ‘niyazdan naza geçirmeye’ meyyal bir yapısı var. Nasıl? Açayım. Mesela: Teşhis ettiğin biricikliği yanlış yorumlayabilirsin. Allah’ın ‘sana özel’ tecellileri aramaya kodlandığın bir düzlemde bu ‘sana özel’in aynı zamanda ‘senin özelliğin’ anlamına geldiğini sanabilirsin. Üzerindeki has sanatı ‘seçilmişliğinin kanıtı’ sanrılayabilirsin. İblis gibi “Beni ateşten onu topraktan yarattın!” diyebilirsin. Bu yanlış inanışla Allah’a karşı kem iddialarda, hafazanallah, bulunabilirsin. Meleklere hocayken şeytanlara malzeme olabilirsin.
Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Tüm mütekebbir iddialar buradan besleniyor bence. (Allahu’l-a’lem.) İnsan kendisindeki arızî biriciklikle Allah’ın hakiki biricikliğini karıştırıyor. ‘Olmasa da olur’ ile ‘Olmazsa olmaz’ı ayıramıyor. Parıltıyla güneşi farkedemiyor. Yani, Ehadî bir keşfediş Vahidî bir haddini bilmeyle dengelenmezse, vartalara yuvarlanmak mümkünleşiyor. Bütünü unutmak parçayı varlığında sarhoş ediyor.
Evet. Doğru. Sen özelsin. Kendin olmakta biriciksin. Ama biricikliğin seni vazgeçilmez kılmaz. Yaratılış cihetiyle sair mahlukatın üstüne çıkarmaz. Bunu bilmelisin. Kibrinin kulağını çekmelisin. Çünkü Allah’ın yalnızca senin Rabbin değil Rabbü’l-âlemin’dir. Ve yaratılan ‘zorunlu kalınan’ değildir. Ancak yaratan alternatifsizdir. Ancak o ‘Olmazsa olmaz’dır. Ki Vacibü’l-Vücud ve Vücub-u Vücud gibi kavramlar biraz da buna bakıyor. Yani: ‘Olmazsa olmaz olan yalnız O’dur (c.c.).’ Tıpkı 17. Lem’a’da dendiği gibi:
“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”
Mü’min dillerinin bal u şekeri Fatiha’nın da bu sırla başlaması ‘dengeyi daha yolun başında ders almak’ açısından ayrıca hikmetli. Evet. İman ‘elitik bir kibir alanı’ değildir. “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir.” Çünkü Allah sadece senin Rabbin değildir. O Rabbü’l-alemîndir. Yani âlemler Rabbidir. Sense o âlemler içinde yalnızca bir âlemsin. Dünya senin merkezinde dönmüyor. Tek murad edilen sen değilsin. Sebeplerden bir sebepsin. Nedenlerden bir nedensin. Kullardan bir kulsun. Biriciklik sanrın daha başlarken elinden alınıyor ki haddini bilesin.
“Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. (...) Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.”
İkincisi: Yine yalnızlığın elimizden alınışı ile yapılan, ama bu defa had bildirmeyen, aksine duvar kıran bir teselli. Fatiha’nın hatırlatması buna da muvaffak oluyor. Çünkü böylelikle ‘Rabbi Allah olan herşeyle’ bir kardeşlik oluşuyor aramızda. Benim Rabbim, senin de Rabbin, onun da Rabbi, herşeyin Rabbi... O halde çokluk içinde tekliğimizden korkarak yaşamamalı. O çokluğun sahibi bir. Dizginleri hep Onun elinde. Hareketleri hep Onun kontrolünde. Onlar da bizim durumumuzda. Demek biz bu durumda da yalnız değiliz. Her yolun acemisi ‘tek aceminin kendisi olmayışıyla’ teselli bulur. Fatiha yolun başında “Endişelenme, üzülme, daha neler neler bu yolda senle beraber...” demekle de bir mutluluk sağlıyor. Ötekine olan korkumuzu alıyor. Ötekisizlikten gelen korkuyu da...
Üçüncüsü: Bir de bundan ötede, Rabbü’l-âlemin hakikatinin ihtarı içinde, bir diğer had bildiriş var ‘bilme’ yönüyle. Elhamdülillah. Yani, âleminde yansıyanlardan hareketle tanıdığın Allah’ın sırf marifetinden ibaret olmadığını, daha yarattığı âlemler sayısınca aynaları, delilleri ve şahitleri bulunduğunu, bu yönüyle ‘bilme’ noktasında da bir nihayet kibri duymaman gerektiğini görmen dersi var. Şöyle özetleyeyim bunu da: Hakikat asla ‘benbenciler’in malı olamayacak! Şimdi baştan beri söylemeye çalıştıklarımı toparlayayım arkadaşım: Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnızca ‘senin’ değil. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani sen ‘yalnız’ değilsin. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnız senin ‘bildiğin kadar’ değil. Bu da benim Rabbü’l-âlemin tefekkürüm. Ama bitirirken birşeyi daha kulağına küpe etmeliyim arkadaşım: “Rabbü’l-âlemin” tefekkür ettiğimden ibaret de değil. Payını aramayı unutma.
Güneşin yeryüzünü kaplayıp kuşatması ‘Vahid’in tecellisine misaldir. Herbir şeffaf parçada aksinin bulunması da ‘Ehad’in tecellisine. Başlarken bir itiraf: Nurcular olarak ‘Ehadiyet’e dair konuşmayı ayrıca severiz. Neden? Çünkü Ehadiyet tefekküründen marifete ulaşmanın ‘Vahidiyet’ tefekkürüne kıyasla daha ‘kolay/suhuletli’ olduğunu düşünürüz. Yani, Vahidî yol ‘küllü kuşatabilecek kadar güçlü bir fikir’ gerektirirken, Ehadî yol ‘küllî olanı sezmeye yeter bir basiret’ ister. Zevkli gelir. Mürşidim bu sadedde diyor ki:
“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor.”
Fakat bu yazıda, Ehadiyet tefekkürüne duyduğum aşkın rağmına, kendimce bir endişeme dikkat çekmek istiyorum. Belki kendimde de kabuklarını gördüğüm bir yarayı azıcık arzetmek arzuluyorum. “Nedir bu endişe a telaşesi bol çocuk?” derseniz cevaben derim ki: Ehadiyet’in, Allah’ı tanımaktaki pratikliğinin yanında, gölgesindeki seyyahları ‘niyazdan naza geçirmeye’ meyyal bir yapısı var. Nasıl? Açayım. Mesela: Teşhis ettiğin biricikliği yanlış yorumlayabilirsin. Allah’ın ‘sana özel’ tecellileri aramaya kodlandığın bir düzlemde bu ‘sana özel’in aynı zamanda ‘senin özelliğin’ anlamına geldiğini sanabilirsin. Üzerindeki has sanatı ‘seçilmişliğinin kanıtı’ sanrılayabilirsin. İblis gibi “Beni ateşten onu topraktan yarattın!” diyebilirsin. Bu yanlış inanışla Allah’a karşı kem iddialarda, hafazanallah, bulunabilirsin. Meleklere hocayken şeytanlara malzeme olabilirsin.
Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Tüm mütekebbir iddialar buradan besleniyor bence. (Allahu’l-a’lem.) İnsan kendisindeki arızî biriciklikle Allah’ın hakiki biricikliğini karıştırıyor. ‘Olmasa da olur’ ile ‘Olmazsa olmaz’ı ayıramıyor. Parıltıyla güneşi farkedemiyor. Yani, Ehadî bir keşfediş Vahidî bir haddini bilmeyle dengelenmezse, vartalara yuvarlanmak mümkünleşiyor. Bütünü unutmak parçayı varlığında sarhoş ediyor.
Evet. Doğru. Sen özelsin. Kendin olmakta biriciksin. Ama biricikliğin seni vazgeçilmez kılmaz. Yaratılış cihetiyle sair mahlukatın üstüne çıkarmaz. Bunu bilmelisin. Kibrinin kulağını çekmelisin. Çünkü Allah’ın yalnızca senin Rabbin değil Rabbü’l-âlemin’dir. Ve yaratılan ‘zorunlu kalınan’ değildir. Ancak yaratan alternatifsizdir. Ancak o ‘Olmazsa olmaz’dır. Ki Vacibü’l-Vücud ve Vücub-u Vücud gibi kavramlar biraz da buna bakıyor. Yani: ‘Olmazsa olmaz olan yalnız O’dur (c.c.).’ Tıpkı 17. Lem’a’da dendiği gibi:
“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”
Mü’min dillerinin bal u şekeri Fatiha’nın da bu sırla başlaması ‘dengeyi daha yolun başında ders almak’ açısından ayrıca hikmetli. Evet. İman ‘elitik bir kibir alanı’ değildir. “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir.” Çünkü Allah sadece senin Rabbin değildir. O Rabbü’l-alemîndir. Yani âlemler Rabbidir. Sense o âlemler içinde yalnızca bir âlemsin. Dünya senin merkezinde dönmüyor. Tek murad edilen sen değilsin. Sebeplerden bir sebepsin. Nedenlerden bir nedensin. Kullardan bir kulsun. Biriciklik sanrın daha başlarken elinden alınıyor ki haddini bilesin.
“Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. (...) Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.”
İkincisi: Yine yalnızlığın elimizden alınışı ile yapılan, ama bu defa had bildirmeyen, aksine duvar kıran bir teselli. Fatiha’nın hatırlatması buna da muvaffak oluyor. Çünkü böylelikle ‘Rabbi Allah olan herşeyle’ bir kardeşlik oluşuyor aramızda. Benim Rabbim, senin de Rabbin, onun da Rabbi, herşeyin Rabbi... O halde çokluk içinde tekliğimizden korkarak yaşamamalı. O çokluğun sahibi bir. Dizginleri hep Onun elinde. Hareketleri hep Onun kontrolünde. Onlar da bizim durumumuzda. Demek biz bu durumda da yalnız değiliz. Her yolun acemisi ‘tek aceminin kendisi olmayışıyla’ teselli bulur. Fatiha yolun başında “Endişelenme, üzülme, daha neler neler bu yolda senle beraber...” demekle de bir mutluluk sağlıyor. Ötekine olan korkumuzu alıyor. Ötekisizlikten gelen korkuyu da...
Üçüncüsü: Bir de bundan ötede, Rabbü’l-âlemin hakikatinin ihtarı içinde, bir diğer had bildiriş var ‘bilme’ yönüyle. Elhamdülillah. Yani, âleminde yansıyanlardan hareketle tanıdığın Allah’ın sırf marifetinden ibaret olmadığını, daha yarattığı âlemler sayısınca aynaları, delilleri ve şahitleri bulunduğunu, bu yönüyle ‘bilme’ noktasında da bir nihayet kibri duymaman gerektiğini görmen dersi var. Şöyle özetleyeyim bunu da: Hakikat asla ‘benbenciler’in malı olamayacak! Şimdi baştan beri söylemeye çalıştıklarımı toparlayayım arkadaşım: Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnızca ‘senin’ değil. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani sen ‘yalnız’ değilsin. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnız senin ‘bildiğin kadar’ değil. Bu da benim Rabbü’l-âlemin tefekkürüm. Ama bitirirken birşeyi daha kulağına küpe etmeliyim arkadaşım: “Rabbü’l-âlemin” tefekkür ettiğimden ibaret de değil. Payını aramayı unutma.
7 Şubat 2015 Cumartesi
Ben neden Nihat Hatipoğlu’cu değil de Ebubekir Sifil’ci oldum
“Nitekim içinizden size ayetlerimizi okuyan, kötülüklerden arındıran, Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara sûresi, 151)
Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.
Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.
Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.
Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.
Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.
Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:
“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”
Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.
Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.
Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.
Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.
Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.
Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.
Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.
Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:
“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”
Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.
Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.
6 Şubat 2015 Cuma
Parçalarda boğulmak 8: Şirk parçalamaktır
"Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." Hac sûresi, 31.
20. Söz'ü düşünürken farkettiğim birşey. Belki çok matah bir yazı olmayacak, ama bir yerlere not almalıyım. Sonra uçuyor... Hz. Âdem ve İblis kıssasında görülmesi gereken yanlardan birisi bence. (Her farkındalık bir Ramazan başı sayılır, hilali gören görmeyenlere söylesin derim.) Kıssayı hatırlarsak: Hz. Âdem'deki sırra/hikmete bütün melekler secde ettiği halde şeytan etmiyor. Bunun anlamı nedir? Bediüzzaman, 20. Söz'de bu kıssanın ardında da büyük bir düstur-u küllînin, bir kanun-u umumînin ucunun saklı olduğunu söylüyor:
Bir süredir 'parçalarda boğulmak' başlıklı yazılar yazdığım ve parça ile şerrin, bütün ile hayrın arasındaki bağlantıları kolladığım için; bu kıssa da bana başka bir gülümsedi sanki. Her dikkat yeni bir penceredir. Zamanı an'lara böldüğümüz gibi farkındalığımızı da 'dikkat'lere bölebiliriz. Seriyi okuyanlar anımsayacaklar, yolculuğumuz Muhakemat'ta geçen "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlesinden başlamıştı. Bediüzzaman, Yeni Said döneminde yazdığı eserlerde de bu cümleye yakın şeyler söylüyor:
Yalnız burası değil, daha evvel de alıntıladığım pekçok yerde Bediüzzaman, zihne gelen şüpheleri dağıtmak için bütüne yönlendiriyor bizi. Bütüne baktırmakla rahat ettiriyor fikrimize. Mesela son farkettiklerimden birisi, Vahdetü'l-Vücud meselesi:
Bazı isimlerde garkolup diğerlerine bakmazsan yine bundan ortaya çıkan bir dengesizlik oluyor demek ki. Şimdi başa dönelim, ben Hz. Âdem efendim ile İblis kıssasında yeni ne gördüm, onu diyeyim: Dikkat ediyor musun? Hz. Âdem'e bütün melekler secde etti. Yani 'meleklerin bütünlüğü' ondan yanaydı. '(...) nev-i beşere kâinatın EKSER maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının BÜTÜN istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham' etti, öğretti bu kıssa. Fakat bir parça, bir cüzî, bir iblis, bu kaideye uymadı. Onunla da 'o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar' edilmiş oldu. Yani 'ekser/çoğunluk' insanın yanındaydı, 'ekall/azınlık' olan insana zarar vermeye yatkındı.
Aklıma geleni diyeyim, aklına yatarsa kabul et: İnsanın bütünlüğüne hizmet eden, insanı bütüne baktıran, insanlığın bütünlüğünü koruyan bence 'melekî'dir. İnsanın parçalanmasına hizmet eden, insanı parçaya boğan, insanlığın bütünlüğünü parçalayan da 'şeytanî'dir, mevadd-ı şeriredir. Mesela zehir, mesela içki, mesela faiz, mesela zina, mesela fitne, mesela gıybet, mesela uyuşturucu, mesela iftira, mesela israf, dahası haram kılınan herşey mevadd-ı şerireye girer; çünkü bütüne değil parçaya, parçalamaya hizmet eder onlar. Ama bütünlüğü korumaya hizmet eden herşey, ki zaten varlığın ekserisi bu bütünlüğün taraftarıdır, onlar da melekîdir ve seni hayra doğru götürür. (Mesela zekat, mesela evlilik, mesela adalet, mesela amel-i salih, mesela namaz, mesela sabır...) Yine yüzümüzü yukarıda yaptığımız alıntılardan birisine dönelim:
"Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu." Yani sen bütünlüklerin şahı, padişahı olan tevhid'in bütünlüğüne aykırı olarak neyi kullanırsan, o şerre hizmet eder. Tevhid bütünlüğünü koruyan herşey ise hayırdır. Bu yönüyle zaten şirk de parçalamaktır. En büyük parçalama hareketidir. Her bir günahın özüne insen onların da 'parçalayıcılar' olduğunu görürsün. Bak alkole, bak kumara, bak faize, bak zinaya... Hepsi toplumu da, insanı da, hayatı da, o hayatın saadetini de parça parça eden şeyler değil mi? İşte Hz. Âdem efendim ile İblis'in kıssası bana bunu da anlattı: Yüzü bütüne dönük olan insana hizmet eder, yüzü parçaya bakan İblis'in tuzağıdır.
20. Söz'ü düşünürken farkettiğim birşey. Belki çok matah bir yazı olmayacak, ama bir yerlere not almalıyım. Sonra uçuyor... Hz. Âdem ve İblis kıssasında görülmesi gereken yanlardan birisi bence. (Her farkındalık bir Ramazan başı sayılır, hilali gören görmeyenlere söylesin derim.) Kıssayı hatırlarsak: Hz. Âdem'deki sırra/hikmete bütün melekler secde ettiği halde şeytan etmiyor. Bunun anlamı nedir? Bediüzzaman, 20. Söz'de bu kıssanın ardında da büyük bir düstur-u küllînin, bir kanun-u umumînin ucunun saklı olduğunu söylüyor:
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Bir süredir 'parçalarda boğulmak' başlıklı yazılar yazdığım ve parça ile şerrin, bütün ile hayrın arasındaki bağlantıları kolladığım için; bu kıssa da bana başka bir gülümsedi sanki. Her dikkat yeni bir penceredir. Zamanı an'lara böldüğümüz gibi farkındalığımızı da 'dikkat'lere bölebiliriz. Seriyi okuyanlar anımsayacaklar, yolculuğumuz Muhakemat'ta geçen "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlesinden başlamıştı. Bediüzzaman, Yeni Said döneminde yazdığı eserlerde de bu cümleye yakın şeyler söylüyor:
"Hâşâ, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad BÜTÜN netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, HUSUSÎ netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; BÜTÜNÜ de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla BAZILARI yağmurdan zarar görse, 'Yağmurun icadı rahmet değildir' diyemez, 'Yağmurun halkı şerdir' diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle ONUN HAKKINDA şer oldu."
Yalnız burası değil, daha evvel de alıntıladığım pekçok yerde Bediüzzaman, zihne gelen şüpheleri dağıtmak için bütüne yönlendiriyor bizi. Bütüne baktırmakla rahat ettiriyor fikrimize. Mesela son farkettiklerimden birisi, Vahdetü'l-Vücud meselesi:
"Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar."
Bazı isimlerde garkolup diğerlerine bakmazsan yine bundan ortaya çıkan bir dengesizlik oluyor demek ki. Şimdi başa dönelim, ben Hz. Âdem efendim ile İblis kıssasında yeni ne gördüm, onu diyeyim: Dikkat ediyor musun? Hz. Âdem'e bütün melekler secde etti. Yani 'meleklerin bütünlüğü' ondan yanaydı. '(...) nev-i beşere kâinatın EKSER maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının BÜTÜN istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham' etti, öğretti bu kıssa. Fakat bir parça, bir cüzî, bir iblis, bu kaideye uymadı. Onunla da 'o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar' edilmiş oldu. Yani 'ekser/çoğunluk' insanın yanındaydı, 'ekall/azınlık' olan insana zarar vermeye yatkındı.
Aklıma geleni diyeyim, aklına yatarsa kabul et: İnsanın bütünlüğüne hizmet eden, insanı bütüne baktıran, insanlığın bütünlüğünü koruyan bence 'melekî'dir. İnsanın parçalanmasına hizmet eden, insanı parçaya boğan, insanlığın bütünlüğünü parçalayan da 'şeytanî'dir, mevadd-ı şeriredir. Mesela zehir, mesela içki, mesela faiz, mesela zina, mesela fitne, mesela gıybet, mesela uyuşturucu, mesela iftira, mesela israf, dahası haram kılınan herşey mevadd-ı şerireye girer; çünkü bütüne değil parçaya, parçalamaya hizmet eder onlar. Ama bütünlüğü korumaya hizmet eden herşey, ki zaten varlığın ekserisi bu bütünlüğün taraftarıdır, onlar da melekîdir ve seni hayra doğru götürür. (Mesela zekat, mesela evlilik, mesela adalet, mesela amel-i salih, mesela namaz, mesela sabır...) Yine yüzümüzü yukarıda yaptığımız alıntılardan birisine dönelim:
"Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu." Yani sen bütünlüklerin şahı, padişahı olan tevhid'in bütünlüğüne aykırı olarak neyi kullanırsan, o şerre hizmet eder. Tevhid bütünlüğünü koruyan herşey ise hayırdır. Bu yönüyle zaten şirk de parçalamaktır. En büyük parçalama hareketidir. Her bir günahın özüne insen onların da 'parçalayıcılar' olduğunu görürsün. Bak alkole, bak kumara, bak faize, bak zinaya... Hepsi toplumu da, insanı da, hayatı da, o hayatın saadetini de parça parça eden şeyler değil mi? İşte Hz. Âdem efendim ile İblis'in kıssası bana bunu da anlattı: Yüzü bütüne dönük olan insana hizmet eder, yüzü parçaya bakan İblis'in tuzağıdır.
2 Şubat 2015 Pazartesi
Bizi aldatan bizi kurtarır...
"Bizi aldatan bizi kurtarır..." diyor Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'da. Katılmamak elde değil. Benim de nicedir düşündüğüm birşeydir 'kandırılmanın' kanmak isteğiyle olan ilgisi. Biz bu fiili iki şekilde kullanıyoruz. Birincisi 'suya kanmak'ta olduğu gibi: Çok ihtiyaç duyduğumuz ve büyük ihtimal vuslat için çok da bekletildiğimiz birşeye ulaşmanın sonucu olarak; hem bedenimizin hem ruhumuzun onu elde ediş, ona sahip oluştaki şiddetini vurgulamak için seçtiğimiz bir kullanım bu.
"Suyu kana kana içtim..." Normal bir içmek değil bu. Ona olan ihtiyacınızın, 'olmasa da olur' seviyesinden 'olmazsa olmaz' noktasına geldiğini ifade ediyor. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur." Yahut da şunun gibi: "Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır." Demek cezbe, cazibe, değil hüsnüne bir iltifat; belki hüsne olan ihtiyacın tezahürüdür. Âşık olurken de veren el değilsin yine. Alan elsin. Hakkın naz değil niyaz.
"Ve hem 'Niçin duam kabul olmadı?' diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder."
İkincisi; daha meşhur olanı, bir yalana gerçekmiş gibi inanmak anlamına gelen kanmak. "Güzel gözlerine, şirin sözlerine kandım..." derken kullandığımız şekli bu. Fakat bu kanış, daha çok kandırılmayı içerse de (yani nisbet anlamında fail, nefsini temize çıkarmak adına, fiili kendisine değil cümlenin nesnesine yüklemeyi sevse de) aslında her kandırılma bir kanıştır. İnsan ancak inanmak istediği yalanlarla kandırılabilir. Bir yönüyle düşmek istediğimiz tuzakların mağduruyuz. Tıpkı Virginia Woolf'un altını çizdiği gibi; "Bizi aldatan bizi kurtarır..." çünkü. Peki, aldatan neyden kurtarır?
Sabırlı okuyucum, seni alıp Bediüzzaman'ın İkinci Lem'a isimli eserine götüreceğim. Orada 'günah psikolojisine' dair çok manidar analizlerde bulunuyor çünkü, Hz. Eyyub efendimin kıssasından hareketle. Diyor ki mesela: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." Ve devam ediyor: "O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor." Peki bu ısırma, bu yolculuk nasıl yaşanıyor dersen, cevabı da şu üç örnekte gizli:
Yani demem o ki; kurtulmak istiyorsun birşeylerden. Kurtulmak istiyorsun vicdanından, aklından, korkundan veya kendinden... Her aldatıcı, yani kandırıcı sendeki bu 'kanmak' arzusundan besleniyor.
Burada kanmayı iki türlü de anlayabilirsin. Canın o kadar çok meleklerin yokluğunu, cehennemin inkarını ve Allah'ın adem-i vücudunu istiyor ki; suya âşık olduğun gibi âşık oluyorsun bu ihtimale. Suya kanmak istediğin kadar ona da kanmak istiyorsun. Ve bu kanmak arzunu şeytan koklar koklamaz, vehmî emareler taşıyor.
"Dalâlet vehmidir..." diyor Bediüzzaman yine Sözler'de. Vehim ne demek? Olmadığı halde olmuş, oluyor, olacak gibi kabul ettiğin şeydir vehim. Tahayyül dairesinde bir vücuttur. Gerçek bir vücut değildir. Ama sen kurtulmak istiyorsun, hem o kadar istiyorsun ki, seni aldatan bile seni kurtarıyor. Şeytana kanıyorsun, günaha kanıyorsun, şüpheye kanıyorsun, fakat en nihayet kanmak istediklerine kanıyorsun.
En nihayet demem o ki: Canını yaksa da doğrudan kaçmamalısın. Yalanla kurtulmaya bakmamalısın. Gerçeğin peşin acılığı, yalanın 'ertelenmiş sancısından' yeğdir. Buraya kadar yolu beğendinse, iki şeyi daha bu yoldan yürüyerek tefekkür etmeni önereceğim sana. Birincisi, Tevbe sûresi 37. ayeti: "Ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir..." diye başlıyor. İkincisi, bir hadisi şerif, o da şöyle der: "Ertelemek şeytandandır." Bitirirken yalnız birşeye dikkatini çekeyim: Takva belki de bedeli ertelememektir.
"Suyu kana kana içtim..." Normal bir içmek değil bu. Ona olan ihtiyacınızın, 'olmasa da olur' seviyesinden 'olmazsa olmaz' noktasına geldiğini ifade ediyor. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur." Yahut da şunun gibi: "Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır." Demek cezbe, cazibe, değil hüsnüne bir iltifat; belki hüsne olan ihtiyacın tezahürüdür. Âşık olurken de veren el değilsin yine. Alan elsin. Hakkın naz değil niyaz.
"Ve hem 'Niçin duam kabul olmadı?' diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder."
İkincisi; daha meşhur olanı, bir yalana gerçekmiş gibi inanmak anlamına gelen kanmak. "Güzel gözlerine, şirin sözlerine kandım..." derken kullandığımız şekli bu. Fakat bu kanış, daha çok kandırılmayı içerse de (yani nisbet anlamında fail, nefsini temize çıkarmak adına, fiili kendisine değil cümlenin nesnesine yüklemeyi sevse de) aslında her kandırılma bir kanıştır. İnsan ancak inanmak istediği yalanlarla kandırılabilir. Bir yönüyle düşmek istediğimiz tuzakların mağduruyuz. Tıpkı Virginia Woolf'un altını çizdiği gibi; "Bizi aldatan bizi kurtarır..." çünkü. Peki, aldatan neyden kurtarır?
Sabırlı okuyucum, seni alıp Bediüzzaman'ın İkinci Lem'a isimli eserine götüreceğim. Orada 'günah psikolojisine' dair çok manidar analizlerde bulunuyor çünkü, Hz. Eyyub efendimin kıssasından hareketle. Diyor ki mesela: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." Ve devam ediyor: "O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor." Peki bu ısırma, bu yolculuk nasıl yaşanıyor dersen, cevabı da şu üç örnekte gizli:
"Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."
Yani demem o ki; kurtulmak istiyorsun birşeylerden. Kurtulmak istiyorsun vicdanından, aklından, korkundan veya kendinden... Her aldatıcı, yani kandırıcı sendeki bu 'kanmak' arzusundan besleniyor.
Burada kanmayı iki türlü de anlayabilirsin. Canın o kadar çok meleklerin yokluğunu, cehennemin inkarını ve Allah'ın adem-i vücudunu istiyor ki; suya âşık olduğun gibi âşık oluyorsun bu ihtimale. Suya kanmak istediğin kadar ona da kanmak istiyorsun. Ve bu kanmak arzunu şeytan koklar koklamaz, vehmî emareler taşıyor.
"Dalâlet vehmidir..." diyor Bediüzzaman yine Sözler'de. Vehim ne demek? Olmadığı halde olmuş, oluyor, olacak gibi kabul ettiğin şeydir vehim. Tahayyül dairesinde bir vücuttur. Gerçek bir vücut değildir. Ama sen kurtulmak istiyorsun, hem o kadar istiyorsun ki, seni aldatan bile seni kurtarıyor. Şeytana kanıyorsun, günaha kanıyorsun, şüpheye kanıyorsun, fakat en nihayet kanmak istediklerine kanıyorsun.
"O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder."
En nihayet demem o ki: Canını yaksa da doğrudan kaçmamalısın. Yalanla kurtulmaya bakmamalısın. Gerçeğin peşin acılığı, yalanın 'ertelenmiş sancısından' yeğdir. Buraya kadar yolu beğendinse, iki şeyi daha bu yoldan yürüyerek tefekkür etmeni önereceğim sana. Birincisi, Tevbe sûresi 37. ayeti: "Ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir..." diye başlıyor. İkincisi, bir hadisi şerif, o da şöyle der: "Ertelemek şeytandandır." Bitirirken yalnız birşeye dikkatini çekeyim: Takva belki de bedeli ertelememektir.
23 Ocak 2015 Cuma
Yükünü gemiye bırak
Öfkenin, hafızayla bir bağlantısı var galiba. Ne kadar öfkeli insan tanıyorsam, aynı zamanda hafızaları kuvvetli. Garip birşey bu. Gerçi yaşlanınca da insanların (hafızanın rağmına) aksileştiğini söylerler, ama bu bahsettiğim ondan farklı. Normal şartlarda, bir insan, ne kadar geçmişiyle birlikte yaşıyorsa, o kadar gergin oluyor. Mazisini arkada bırakamayanların geleceğe mirası, hiç geçmeyen bir agresiflik. Onlar, bir değişmez halet gibi, hep öfke taşıyorlar omuzlarında.
Sanıyorum bu biraz da kafalarında hep yaşayan kavgalar olduğundan. Onları geride bırakmadıkları için, gelecek yıllar, kalplerindeki kavga sayısını arttırmaktan başka işe yaramıyor. Bu şekilde nasıl mutlu olunabilir? Neşe, o kadar kalıcı değil çünkü. Zeval-i lezzetin de elemi var. Sen o elemin üstüne bir de zeval-i elemin lezzetinden de vazgeçiyorsun, iki kere kötü oluyor. Son bulmuş elemlerden, kötü olaylardan bile neşe almak yerine öfke devşiriyorsun. Şimdi sen nasıl mutlu olursun? Senin mutsuzluğun kendini mahkûm ettiğin bir hapistir.
Belki de bu yüzden tarih bilgisi iyi olan insanlar daha gergin. Onlarla konuşmak, başkalarıyla konuşmaktan daha zor. Benim seçici algımdan da olabilir bu: Açık oturumlarda en çok tarihçiler tartışıyorlarmış gibi geliyor. Yahut en azından tarih bilgisi iyi insanların çok kavga edesi var. Kafalarında kapatılmamış çok sayıda dosya olduğundan mı? Belki de.
En nihayet, unutmak da bir nimet. Geride bırakmak da bir nimet. Bu nimetin hakkını vermezseniz, Allah onu elinizden alır. Hiçbir şeyi unutamayan, geride bırakamayan, ama mutlu da olamayan tipler olursunuz.
Bunun bir kötü yanı daha var üstelik: Maziyi değiştiremezsiniz. Geleceğe dönük öfkelerin iradeye rol biçen bir yönü de var. Bir umut ışığı hep asılı ufukta. Ama geçmişle edilen kavgaların çaresi yok. Yenileceğin yerlerde savaşıyor, kıramayacağın duvarları yumrukluyorsun. Sabrını geçmişe saçıp dağıtıyorsun. İşte sen böyle böyle kendini mutsuzluğa mahkûm edersin. Kimsenin sana kötülük etmesine ihtiyacın kalmaz. Keşke biraz akıllansan da yükünü gemiye bıraksan.
Birşeyleri de arkanda bırakmalısın, hepsini birden kalbinde taşıyamazsın.
Sanıyorum bu biraz da kafalarında hep yaşayan kavgalar olduğundan. Onları geride bırakmadıkları için, gelecek yıllar, kalplerindeki kavga sayısını arttırmaktan başka işe yaramıyor. Bu şekilde nasıl mutlu olunabilir? Neşe, o kadar kalıcı değil çünkü. Zeval-i lezzetin de elemi var. Sen o elemin üstüne bir de zeval-i elemin lezzetinden de vazgeçiyorsun, iki kere kötü oluyor. Son bulmuş elemlerden, kötü olaylardan bile neşe almak yerine öfke devşiriyorsun. Şimdi sen nasıl mutlu olursun? Senin mutsuzluğun kendini mahkûm ettiğin bir hapistir.
Belki de bu yüzden tarih bilgisi iyi olan insanlar daha gergin. Onlarla konuşmak, başkalarıyla konuşmaktan daha zor. Benim seçici algımdan da olabilir bu: Açık oturumlarda en çok tarihçiler tartışıyorlarmış gibi geliyor. Yahut en azından tarih bilgisi iyi insanların çok kavga edesi var. Kafalarında kapatılmamış çok sayıda dosya olduğundan mı? Belki de.
En nihayet, unutmak da bir nimet. Geride bırakmak da bir nimet. Bu nimetin hakkını vermezseniz, Allah onu elinizden alır. Hiçbir şeyi unutamayan, geride bırakamayan, ama mutlu da olamayan tipler olursunuz.
"Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir. nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur."
Bunun bir kötü yanı daha var üstelik: Maziyi değiştiremezsiniz. Geleceğe dönük öfkelerin iradeye rol biçen bir yönü de var. Bir umut ışığı hep asılı ufukta. Ama geçmişle edilen kavgaların çaresi yok. Yenileceğin yerlerde savaşıyor, kıramayacağın duvarları yumrukluyorsun. Sabrını geçmişe saçıp dağıtıyorsun. İşte sen böyle böyle kendini mutsuzluğa mahkûm edersin. Kimsenin sana kötülük etmesine ihtiyacın kalmaz. Keşke biraz akıllansan da yükünü gemiye bıraksan.
"Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: 'Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.' O dedi: 'Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.' Yine ona denildi: 'Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek..."
Birşeyleri de arkanda bırakmalısın, hepsini birden kalbinde taşıyamazsın.
22 Ocak 2015 Perşembe
Bana herşey mucize...
Bu, bana çok olan birşey olduğu için hakkında yazacağım. En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor. (Üretim, çok kapitalist kaçsa da, durum bu.) Ama aksine yoğun zamanlar, o yoğunluğun şiddetinden kafamın karıştığı zamanlar ve onlar arasında bulduğum bir boşluk, bir dinleniş, bir yazarken dinleniş... İki sıkıntının arası bir cennet.
En güzel yazılarımın bana bağışlandığı odacıklar oluyor bu boşluklar. Yazmak işinin insanın iradesiyle ve rahatıyla doğru orantılı olmadığını, en azından iradenin ve rahatın 'iyi yazının' garantisi olmadığını buradan anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de ağır yaralar alıyor. Sanat arttıkça nesnede, Allah'ın uluhiyetinin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Daha yüksek sesle "Bu benim!" diyor.
Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinden zuhur eden harikalara 'mucize' denmesi, ümmetin onları bu isimle anması boşuna değil. "Bunu ben yapmadım. Bunu ben yapamam. Ben bunu yapmaktan acizim. Bu bir mucizedir..." dediğiniz şey mucizedir ancak. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça sayısı artar.
Abdurreşid Şahin abinin çok dikkat çektiği birşeydir: Allah'a tevhid ile iman etmek, Allah'a kelime-i tevhid ile iman etmek, aslında yaratılan herşeyin mucize olduğunu kabul etmektir.[1]
Tanımlarımızı kontrol edelim. Mümin için yalnız 'sıradışı olan' değildir mucize, mucize herşeydir, herşey mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Kelime-i tevhid de zaten bunu görenin/şahid olanın şahitliğinin ilanıdır. "Allah'tan başka ilah yoktur!" aynı zamanda şunun itirafıdır yani: "Ol'uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allah'ım, senin 'ol'ların, benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek 'ol' sahibi sensin."
Bediüzzaman'ın, mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz'in başa, tefekkürün sona gelmesi bu açıdan bakınca ne kadar anlamlı. Kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Ve tefekkür, aczini arttırmıyorsa; yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona tefekkür denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır, çünkü sıradanlaştırıcıdır.
Nereden başladık, nereye geldik? Aslında bana dair birşeyden bahsedecektim size. Ki biraz dokundum. Aynı şeye Virginia Woolf, Deniz Feneri romanında şöyle dokunuyor: "(...) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu."
Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman'ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: "(...) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?"
Evet, Allah'ı inayeti sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zahirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, aslında desenin de daha muhteşemleştiğinin/muhteşemleşeceğinin işareti. Bir kilimi düşünün yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani, desenin en girift ve harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.
Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı. Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu, çünkü nazarınız bir manzara-yı âlâ'yı kuşatmıyordu. Allah'ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanırsın. Depresyon da parçanın bu yaşadıklarıdır belki.
İnsanın karmaşıklığı, insanın sanatı. Arzın karmaşıklığı, arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor. O kadar girift bir hal alıyor ki, onun intizamı; sen onu adem-i intizam şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan görünmez oluyor.
'İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.' Bu ne demek biliyor musun? Kainat da bunun üzerine yaratılmış demek. İnsan da bunun üzerine yaratılmış demek. Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, harikanın ta kendisi! Ve başta da söylediğim gibi: En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor.
Şimdi şu hadise de birazcık yaklaşabildin mi: "İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır." Kim, ne kadar üretecekse; o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış.
[1] Bu içerikte bir dersini dinlemek için: http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-30-bolum-gercekten-mucize-var-mi-339.html
En güzel yazılarımın bana bağışlandığı odacıklar oluyor bu boşluklar. Yazmak işinin insanın iradesiyle ve rahatıyla doğru orantılı olmadığını, en azından iradenin ve rahatın 'iyi yazının' garantisi olmadığını buradan anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de ağır yaralar alıyor. Sanat arttıkça nesnede, Allah'ın uluhiyetinin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Daha yüksek sesle "Bu benim!" diyor.
Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinden zuhur eden harikalara 'mucize' denmesi, ümmetin onları bu isimle anması boşuna değil. "Bunu ben yapmadım. Bunu ben yapamam. Ben bunu yapmaktan acizim. Bu bir mucizedir..." dediğiniz şey mucizedir ancak. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça sayısı artar.
Abdurreşid Şahin abinin çok dikkat çektiği birşeydir: Allah'a tevhid ile iman etmek, Allah'a kelime-i tevhid ile iman etmek, aslında yaratılan herşeyin mucize olduğunu kabul etmektir.[1]
Tanımlarımızı kontrol edelim. Mümin için yalnız 'sıradışı olan' değildir mucize, mucize herşeydir, herşey mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Kelime-i tevhid de zaten bunu görenin/şahid olanın şahitliğinin ilanıdır. "Allah'tan başka ilah yoktur!" aynı zamanda şunun itirafıdır yani: "Ol'uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allah'ım, senin 'ol'ların, benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek 'ol' sahibi sensin."
Bediüzzaman'ın, mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz'in başa, tefekkürün sona gelmesi bu açıdan bakınca ne kadar anlamlı. Kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Ve tefekkür, aczini arttırmıyorsa; yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona tefekkür denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır, çünkü sıradanlaştırıcıdır.
"Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"
Nereden başladık, nereye geldik? Aslında bana dair birşeyden bahsedecektim size. Ki biraz dokundum. Aynı şeye Virginia Woolf, Deniz Feneri romanında şöyle dokunuyor: "(...) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu."
Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman'ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: "(...) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?"
Evet, Allah'ı inayeti sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zahirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, aslında desenin de daha muhteşemleştiğinin/muhteşemleşeceğinin işareti. Bir kilimi düşünün yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani, desenin en girift ve harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.
Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı. Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu, çünkü nazarınız bir manzara-yı âlâ'yı kuşatmıyordu. Allah'ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanırsın. Depresyon da parçanın bu yaşadıklarıdır belki.
"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz'üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami', en bedi', en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür'atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur."
İnsanın karmaşıklığı, insanın sanatı. Arzın karmaşıklığı, arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor. O kadar girift bir hal alıyor ki, onun intizamı; sen onu adem-i intizam şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan görünmez oluyor.
"Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."
'İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.' Bu ne demek biliyor musun? Kainat da bunun üzerine yaratılmış demek. İnsan da bunun üzerine yaratılmış demek. Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, harikanın ta kendisi! Ve başta da söylediğim gibi: En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor.
Şimdi şu hadise de birazcık yaklaşabildin mi: "İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır." Kim, ne kadar üretecekse; o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış.
[1] Bu içerikte bir dersini dinlemek için: http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-30-bolum-gercekten-mucize-var-mi-339.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...