14 Mart 2015 Cumartesi

Şeriat hepimizin iyiliği için geliyor

“(...) hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez. O insana biner.”
Mektubat’tan.

VICE’ı izleyenleriniz oldu mu bilmem. Ben beğenmedim. Fakat bütün o kurugürültünün içinde Dedektif Roy’un (Thomas Jane) bir tesbiti düşündürdü beni. Özet geçeyim önce: VICE adlı bir kurgu şehirde insanımsı robotlar ‘robotluklarını bilmeden’ yaşıyorlar. Her sabah uyandıklarında aynı gün başlıyor onlar için. Bir de bu şehre ücret ödeyerek giren hakiki insanlar(!) var. Hakikiler robotlara istediklerini yapmakta serbestler. Zaten ödedikleri bedel bunun için. Öldürüyorlar, işkence ediyorlar, aşağılıyorlar vs. Bütün bunları yaşayan robot ertesi güne tamir edilmiş olarak başlıyor. (Hafızası da sıfırlanıyor.) Ziyaretçiler de zulümleriyle tatmin olmuş bir şekilde yaşamlarına dönüyorlar.

Olanlardan rahatsız bir isim var: Dedektif Roy. Kurgu yaşam alanının varlığından mutlu değil. Bir suçluyu yakalamak için VICE’a izinsiz giriyor. Tam da bir kadın robotu döverken derdest ediyor adamı. Âmiriyle de kavgalı. O soruyor: “Orada ne yaptıklarından sana ne?” Roy cevap veriyor: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.” Yakaladığı adamın hikâyesini anlatıyor sonra. Adam şehirde bir kadını döverek öldürmüş. Roy, Julian Michaels’ın (Bruce Willis) aksine, VICE’ın kötülük arzusunu tatmin ederek insanların dışarıda zararsız hale gelmelerini sağladığına inanmıyor. Ona göre, burada kötülük işleme serbestisi kazananlar, dışarıda daha tehlikeli bir hale geliyorlar.

Eski Said eserlerini okuyanlar bilirler. O metinlerde ‘hürriyet’ genelde bir terkiple kullanılır. Takyid edilir. Mutlak bırakılmaz. Meşrutiyet ‘meşrua’ olduğu gibi hürriyet de ‘şer’iye’dir. Dinin sınırları her koşulda gözetilmesi gereken bir mihenktir mürşidime göre. “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.” Hatta hürriyet bu metinlerde ikiye ayrılmış gibidir. Bir tanesinin adı ‘hürriyet-i mutlak’tır ve kötülenen bir hürriyet çeşididir: “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.”

Başka bir yerde ise bu ikili ayrımın altını daha kalın çizer: “Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.”

İşte tam bu noktada birşeyi daha derinlikli konuşmamız gerektiğini düşünüyorum arkadaşım. Nedir? Açayım: Bazen aynı kelimeleri kullanıyoruz da aynı manaları kastetmiyoruz. Mesela: Bize okullarda öğretilen hürriyet tanımı nasıldır? “Başkasına zarar vermediğin sürece istediğini yapabilirsin.” Peki Bediüzzaman yukarıda nasıl tarif etti hürriyeti? “Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” Gördünüz ya. Burada araya bir de nefs girdi. Yani insan ne nefsine zarar verebilme hakkına sahiptir ne de başkasının özgürlük alanına girmeye.

Bu tanımı nereden çıkarıyor peki? Elbette Kur’an ve sünnetten. Yani ehl-i sünnet çizgisinden. İslamî metinlerde insanın nefsine zulmünden o kadar bahis var ve zulmetmemesi yönünde o kadar nehiy bulunuyor ki; ister istemez; Kur’an’ın tanımladığı özgürlüğün ‘sadece başkasını’ değil, ‘insanın kendi nefsini de’ gözettiğini anlıyorsunuz. (Günahlardan men edilişimiz de biraz buna bakıyor elbette.) Kur’an’daki yasakların bir kısmı başkasının hukukuna tecavüzü engellediği gibi, diğer bir kısmı da, insanın nefsine ettiği zulmü engelliyor. Nisâ sûresi 110’nun kısa bir mealine bakalım mesela: “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır.” Yahut da Zümer sûresi 53’e: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”

Demek ‘nefsine zulmetmemek’ Kur’an’ın emri. O halde bir mü’min özgürlük tanımını ‘nefsine zarar vermeme’ uyarısı hesaba katmadan yapamaz. Tam da bu noktada özgürlük talepleri ortasından çatlıyor. Dindar olanlarımız bu tanımı Bediüzzaman’ınkine daha yakın düşünüyor. Özel hayatta da sınırları tayin yetkisinin Allah’a ait olduğunu kabulleniyor. Sekülerlerimizse diğer özgürlük tanımına taraftar. Bu yüzden kürtaj ile ilgili bir tartışmada dindar insanlar “O bebeğin canını almaya ne hakkınız var?” derken sekülerlerimiz şöyle bağırıyor: “Benim bedenim benim kararım!”

Şu da var ki arkadaşım: Özgürlük tanımlarının altında ‘mülk algımızın niteliği’ de görünür oluyor. Müslüman için varlık Allah’ın mülkü olduğundan tasarruf yetkisini büsbütün kendisinde göremez. Ama seküler bir insan, mülkü zaten Allah’a bırakmayıp kendisine aldığından, istediği tasarrufu yapmaya kendinde hak görebilir. “Pornoma dokunma!” diye pankart açabilir mesela. Eşcinselliği savunabilir. Enseste dahi meşruiyet sahası açabilir.

Peki bu kadar laf kalabalığını neden yaptım ben? İki nedenden. Birincisi: Özgürlük hakkında konuşurken imanımızın gerektirdiği tanım farklılıklarını unutmamamız için. İkincisi: Kur’an’ın nefse dair koyduğu yasakların aslında ister istemez toplumu da ilgilendirdiğini aklımızda tutmamız için.

Roy’un endişesine geri dönelim. O haksız mıydı? Bence değildi. Eğer isimlerin yerlerini değiştirirsek ve VICE’ı orada yaptıklarımızdan sorumlu tutulmadığımız bireysel/nefsî hayatımız, şehri ise toplumsal hayat gibi düşünürsek, tıpkı Roy’un endişe ettiği gibi VICE’da pornosuna dokundurmayanlar şehirde tecavüze yeltenebilir. Çünkü insan hakikaten Roy’un gördüğü gibidir: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.”

Bunun pozitivist bir eğitimle tedavi edilebilir yanı yoktur. Tek çaresi: O insanı nefsine karşı haddi aşmaktan sakındırmakla toplum hayatını da korumaktır. Kendi sokağında sürat yapmaması dersi almış bir sürücünün otobanda hız sınırını aşması elbette daha zor olacaktır. Fakat ne yazık ki, bizim sekülerlerimiz ikincisine veryansın ederken, birincisine dair her düzenlemeyi “Şeriat geliyor!” korkusuyla bastıyorlar. Günah işleme serbestilerini kamu yararından ayırabileceklerini sanrılıyorlar. Elbette bu bir yanılsama. Onlara diyelim ki: Evet, şeriat geliyor, ama sizin de iyiliğiniz için geliyor. (1400 küsur sene önce de iyiliğimiz için inmişti.) Çünkü Allah hiçbirimizin kötülüğünü istemiyor.

“Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizaptır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. İşte, medeniyet-i hazıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bahusus Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.”

Hatırlarsınız: Kamuoyu birçok elim cinayetin ardından İslam’ın “Kısasta hayat vardır!” hükmünü hatırlattılar. Doğru. Elbette kısasta hayat var. Ama ondan önce takvada da hayat var. Tesettürde de hayat var. Namazda da hayat var. İmanda da hayat var. Yeter. Yeter. Yeter. Özgüvenle dile getirilmeli artık: Şeriatta da hayat var. Onun herbir detayının bir koruyucu hekimlik içerdiğini, bizi bir uçurumun kenarından çevirdiğini, terbiye ettiğini öğrenmeye daha kaç can feda edeceğiz? Modern hukukun ceza sistemi hangi suçun kökünü kazıyabildi? Kazıyamaz. Kazıyamayacak. Çünkü başlangıç noktasını yanlış ayarlıyor. İnsanın terbiyesi takvasından başlar. İşte şeriat bize, modern hukukun rağmına, bu bütünlüğü hatırlatıyor. Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bize yeniden rüşdümüzü ilham etsin. Âmin.

13 Mart 2015 Cuma

Olmasa yazar mıydın yaraların?

“Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?”
Paul Auster, Kış Günlüğü’nden.


Yazmakta zorlandığımda arkadaşım bizzat ‘yazmak’ hakkında yazmaya başlarım. Mercek altına alınmak sanki tüm sükûnetini alır kalemimin. Tembelliği gider. Hamamböceği gibi kaçışmaya başlar. Unutulmayı arar. Bir yığın sûret bırakır ardında mürekkebbalığı misali. Evet. Öyle olur. Eylemi tarif ederken ben eylem bende eylenir. Yani hem oyalar hem oyalanır. Eğlenir. “Kün feyekün!” sırrını tefekküre bir pencere bulurum buradan. Elhamdülillah. Demek bazen ‘demek’ ile ‘olmak’ yaklaşır. Demek olmak olur. Olmaksa demek. Varlığın bilemediğimiz hangi katmanında emir ile varoluş yakınlaşır. Eylemin kendisi tezekküründe saklıdır sanki. İsmini anınca gelir. Tefekkür Halık Teala’nın pek sevdiği bir duadır. Bir şefaatçidir.

Yazmak, yazmak, yazmak. Bu da âdemiyet dergâhından bir zikirdir. Böyle zikrederken ben, bir de bakarım ki, yazmak dileğim gerçekleşmiş. Duam kabul olmuş. Maşaallah. Şükrolsun. Fakat o da ne? Başladığım yerde olmadığım gibi yolda da değilim. Düpedüz aşure karıştırmışım kalemimle. Ötüşümü daldan dala taşırmışım. Taştan taşa vurmuşum akarsu gibi. Zaten beni denemelere âşık eden başka nedir? Kâşifler çağına erişememiş, harikalar diyarı görememiş, kervanı göçmüş kendisi dağlar başında kalmış garibin beyaz kağıt üzerinde teselli bulması. Kendinden önce kurulmamış cümleler kurduğunu sanarak avunması. Bu sadedde demez mi mürşidim:

“Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.” Demek açlık tokluk yaratamaz. Aça tokluk ancak bahşedilir. Tokluk iddia edene ise açlık bile lütfedilmez.

Öyle ya. Üzerine basılmamış toprak kalmadı belki yeryüzünde. Fakat, hiç teessüf, daha kalemin dokunmadığı kalpler var. Kanatılmamış yaralar, kurulmamış cümleler var. Duyulmamış çağrışımlar, denenmemiş terkipler var. Kurulmamış bağlar var arkadaşım. Kurulmamış bağlar var. Hem de o kadar çok ki onlar. Herkes aynı kitabı okuduğu halde hiçkimse bitiremiyor.

Nasıl da heyecan sarıyor böyle söyleyince. Denizler mürekkep olsa bitmeyecek bu yazma/keşfetme işi. Cennete yakışır bir amele benziyor sonsuzluğuyla. Hem de sonsuzluğundan haber veriyor cennetin. Çünkü madeni biz değiliz. Evet. Aynen. Kalemi tutmakla mülk senin mi sandın? Mülk senin olsaydı böyle münkabız zamanlar yaşamazdın. Yoksunluğunu tatmazdın. Hakiki malik mülkünde acze düşmez. Yaratandır herşeyin asıl sahibi. Yaratabilendir. Bir özellik zatî ise sonsuzdur. Emanetçinin sıkıldığı zamanlar olur. Yoksunluk buhranları yaşar. Zaten o ‘tasarrufta rahat olmamasından’ tanınır. Çoban sorumluluğundaki sürü hakında sahibinden izinsiz tasarrufta bulunamaz. el-Emin olmak bu yüzden peygamber hüneri. Fıtrî takvasındaki salabeti ismete varmış. Başlarken nasıl emanetçiymiş. Öyle de bitirmiş. Hiç tereddüt etmemiş. İnsanlığın çobanı o tutulmuş. Biraz da bu nedenle sünnet-i seniyyeden yana şüpheye düşme arkadaşım. Bil ki: Sünnetinden şüphe edilecek kişi insanlığa peygamber tutulmazdı.

Nerede kalmıştık? Hah. Münkabız olduğum zamanların da bazı alametleri var: Silip tekrar yazmak herkesin yaşadığı türden. Tekerrür herkeste var. Onu tanırlar. Bir diğeri, eğer bilgisayarda yazıyorsanız, yazdığınız fontuyla, puntosuyla, satır aralığı veya sayfa düzeniyle oynamak. Bazı olur, konu güzelce gelir hatırınıza da, dökülmesinin zamanı gelmemiştir. Ritim henüz yakalanmamıştır. Dalgaya binememişsinizdir. Yoksa kıvam bulmak mı demeli ona? Parçaları toplamak mı? Bilemedim şimdi. Ancak vakt-i merhunu gelince boca edilir parmaklarınızdan.

Şunu da derim ki arkadaşım: “Bunu yazacağım inşaallah!” deyip karar vermek de bir nevi duadır. Zamanına gönderilmiş bir mektuptur. Samimiyseniz tekrar sizi bulur. Kabul olur. Siz başka işlerle meşgulken bile ikinci bir beyin (belki de o bir melek) mesele üzerinde çalışır. Delillerini toplar. Tecrübelerini depo eder. Dalgasını kollar. Destek olabileceğini düşündüğü şeyleri çeker alır hayattan. Seçe seçe kullanır. Bir yazının ortaya çıkış süreci asla yazıldığı zamanla sınırlandırılmamalıdır bu yüzden. Bu zan hatadır. Arkadaşım, yapılması değil, adanılması gereken işler bunlar. Ayçiçeğinin güneşe baktığı gibi bakmaya mecburuz el-Hâdî olan Allah’ın hidayet nuruna. Rüşdümüzün ilhamını beklemeye mecburuz. Yazmanın köksalma süreci filizlenmesinden daha uzun sürer. Şu eşikte sabır şarttır arkadaşım:

“(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. (...) Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir.”

Yaralarımız bize lazım arkadaşım. Çünkü onlar sayesinde ısrar sahibi oluyoruz. Kanadıkları zaman yazılarımız oluyor. Ve şifaları için bekliyoruz. Aciz kendisini yarasından tanıyor. Fakir kendisini yarasından tutuyor. Üstelik nakış gibi de birşeyler şunlar. Bizi ‘ben’ sahibi yapıyorlar. Beni can sahibi kılıyorlar. Şahsımıza münhasır desenler oluşturuyorlar. Herbirimiz kendi yaramızla imzalıyoruz yazdıklarımızı. Kendi kalıbımızla şekillendiriyoruz dileklerimizi. Karışmıyoruz. Karıştırmıyoruz. Hatta arkadaşım, Hazret-i Mevlana Celaleddin dermiş ki, “Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir.” Kabuklarını kaldırıp da cevap ver bakalım: Öyle midir?

11 Mart 2015 Çarşamba

Mutluluk 'dikkat edildiğini' mi bilmektir?

“İçimden ona şöyle bağırmak geldi: Beni fark etsene! Ben de senin gibi uyanığım. Ben de acı çekiyorum. Duy beni! Duy beni!” Stefan Zweig, Kadın ve Doğa öyküsünden.

Herşeye karşı o kadar telaşlıyız ki arkadaşım. Delik kovada kar tanesi biriktirmeye çalışanlar gibi. Hatta daha da beteri: Avuçlarıyla güneşten ışık toplayanlar gibi. Geçiciler aklımızı başımızdan almış. Uğraşmaktan dikkat etmeye zaman kalmamış. Yok, hâşâ, zaman var da şuur kalmamış. Rahmet/hikmet izlerine farketmeden yaşıyoruz. Bu hastalık insanlardan, insanlar kim yahu, kendimden nasıl giderilir bilmiyorum. Karamsar değilim. Hak Subhanehu’yu tanıyan karamsar olamaz. Ama endişeliyim. Baharı getiremiyorum. Bu sonuncu kış olmasın sakın?


Merakımız kalmamış. O olsa herşeyin çaresi var. Aç olan elbet rızkına gelecek. Fakat şimdilerde açlık da hissedilmiyor ki. Şeylerin varlığıyla değil ötesinin gerekliliğiyle sorunları var. ‘Mana-i İsmî’ sanki yetiyor. ‘Mana-i Harfî’ aranmıyor. Hakkında konuşmak bile başlarını çevirmelerine, daralmalarına, yanlış yerde oldukları hissine kapılmalarına sebep oluyor. Arayan birisine cevapları sunabilmek, bir ‘acaba’ bırakmak en azından, kolay. Fakat önemsemeyenlerle nasıl başedeceğiz? İlgiyi doğru adrese nasıl çevireceğiz? Nehrin yüzeyindeki süprüntüleri bırakıp gözlerini nasıl güneşe çevirecekler? Küçük şeylere karşı bu yoğun alaka, tantana, baştançıkma, sarhoşluk en büyük hakikate karşı kopkoyu bir ilgisizliği netice veriyor. Geçiciler o kadar cicili-bicili ki sonsuzluğu unutturuyor.

Bunun diğer adı arkadaşım bela çağırmaktır. Çünkü bela ilgiyi süprüntülerden alır. Bela fabrika ayarlarına dönüştür. Bela asl-ı insanı çağırıştır. Ama o zaman da yalnız kötüler zarar görmez ki! Sırr-ı imtihan gereği musibetler herkese isabet ederler. Böylece hakeden de haketmeyene karşı “Bana geldiği ne belli?” deyip kaçabilir. Böyle böyle seçimlerle cehennemi hakettiğini isbat edebilir. Sınavımız böyle. Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz.

Yahu Allah âdemoğluna her zaman lazım değil mi? Değil gibi. Öyle olduğunu düşünmeden düşünüyorlar. Kastetmeden kastediyorlar. Düşünmemeleri içinden düşündükleri çıkıyor. Nihayetinde şer yokluksaldır. Mürşidim de diyor: “Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir.” İlgisizlikleri ‘öyle düşündükleri düşüncesine’ vücud veriyor işte. Bir emr-i itibari gibi. Varlığının yokluğundan yokluğunun varlığı çıkıyor.

Herşey o kadar çok ve çabuk olup bitiyor ve o kadar sebep sebep içinde ki arkadaşım. Hepsinin ardında Müsebbibü’l-Esbab olanı aramak cidden bir dikkat işi. Bir durmak işi. Odaklanma işi. Zaten dikkat önce ‘zaman ayırma’dır. Yani dikkat edeceğin şeye zamanının birazını ayırmak zorundasın. Zaman ayırmadığın anlar ki ona dikkat etmiyorsun. (Bu hep böyle değil midir?) Zamanı anlara bölebildiğin gibi ilgini/yönelişlerini de dikkatlere bölebilirsin. “Uyandım. Önce şuna dikkat ettim. Sonra şuna dikkat ettim. Sonra şuna...” İbadetler de aslında bizden böylesi bir dikkatli zamanlar istiyor. Allah kulluğumuzu onlarla ölçüyor.

Eşler arasındaki ilişkiyi ele alalım. Bazen boşanmaya kadar giden ‘ilgisizliği’ nasıl farkediyorlar? Zaman ayıramamaktan değil mi? Yalnızlık, eğer dikkatli bir yöneliş yoksa, beraberken de yaşanılan değil midir? İnsanın bir başınalığı cismen öyle olduğu anlamına gelmez her zaman. Kendisine dair ‘dikkatli bir yönelişin olmadığını düşündüğü’ anlamına gelir. Dikkatli bir yöneliş ve ancak bunun sonucu olabilecek bir ‘anlaşılma ve önemsenme hissi’ yoktur onun hayatında yani. Söylenmek istenen budur. Başını yastığa koyup ağlayan eş de okul sıralarına “Çok yalnızım!” cümlesini karalayan genç de aslında bunun altını çizer: “Bana kimse dikkatle yönelmiyor.” Bu dikkatin ölçüsü başka başka olabilir. Ancak şu kesindir: İkinci birşey arada olmayacak. Dikkatte asgarî bunu arıyoruz.

Eşini dinlerken televizyon izleyen birisinin “Senin için çalışıyorum” demesinin neden inandırıcı gelmediğini buradan anlayabiliriz. Onlar, yaratılmış olmanın açlığı olarak, ‘dikkatli bir yöneliş’ bekliyorlar. Bir detay farkındalığı, belki bir değişikliğin farkedilmesi, o gün alınan bir giysinin ayrımına varılması, neşelerinin-hüzünlerinin yüzlerinden okunması, bu onlara hayatın bir köşesine atılmadıklarını/unutulmadıklarını ve hep dikkate değer bulunduklarını düşündürüyor.

Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, içimize Allah’ın koyduğu bir açlık bu. Aleyhissalatuvesselamın dahi Duha sûresinde “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da...” şeklinde teselli edilmesi manidar değil mi? Kur’an’da Allah’ın ‘unutmaz’ oluşu, yani dikkatten ıskalamaz oluşu, hatta herşeyi en ince detayına kadar bilir oluşu, sık aktarılan bir bilgidir. Bence bu da bir devadır kalbimize. Evet. Öyle. Dikkat çekmek istiyoruz hepimiz. Farklı biçimleriyle dikkat çektikçe içten içe tatmin yaşayan açlarla dolu sokaklar. Saçlar, giysiler, tavırlar. İnsanın inkârı hiçbir olguyu hayatından çıkarmaya yetmemiştir. Ancak şekli değişmiştir.

Ve yine alıntılamadan geçemeyeceğim bir ayet bu konuya dokunan: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir.” Kocası hakkında şikayette bulunan bir kadının zikri geçen ayette ‘işitilmenin’ hususiyetle ve hikmetle zikri, kadınların işitilmeye/dikkate hassasiyetleri de düşünülünce, daha bir manidar değil mi? Allahu’l-a’lem kaydıyla ekleyelim bunu da.

Aslında hepimiz bir Ehadiyet açlığı yaşıyoruz. Bir Allah’ın, tüm isimleri ve sıfatlarıyla, birebir muhatap olunabilecek bir dikkatle (kelimelerin kifayet etmediği bir alanda tereddütle kullanıyorum) bizimle muhatap olduğunu bilmek zorundayız. Buna açız. “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder...” derken Bediüzzaman’ın da altını çizdiği şey bu bence.

Birisinin dikkat ettiğini, dinlediğini, sızılarımızı işittiğini ve dolayısıyla bize değer verdiğini bilmeye ihtiyacımız var arkadaşım. Fakat bu ihtiyacı nasıl tekrar hatırlayacağız? Dikkat çekici felaketlerin gelmesini mi bekleyeceğiz? Ki aile meselelerinde de süreç böyledir. Dikkatsizlik her işte felaketi getirir. Varlık dikkat üzere kurulmuş gibi. Bir ism-i Kayyum sırrı sanki bu. İnsan-insan ilişkilerini de dikkat ayakta tutuyor. Varlık-varlık ilişkilerini de. Allah da kainattaki düzeni bize anlatırken ‘zatına uyuklama arız olmadığını’ vurgulamıyor mu Bakara sûresinde? “O’ndan başka ilah yoktur; O, Hayydir, Kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama...” Aleyhissalatuvesselamın hayatın hiçbir anını ıskalamayan dualarına dikkat et arkadaşım. Yine böyle bir teenni dersini barındırmıyor mu? Allah’ı hatırladığın, rızasını aradığın, rahmetini dilediğin her dakika sonsuzca varoluyor. Çünkü dikkat neyin adına gösterilirse ondan tereşşuh etmiş bir varlık katıyor.

7 Mart 2015 Cumartesi

Karanlık neden yazdırır?

“İlhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun içinde birşey şekilleniyordu.” Virginia Woolf, Deniz Feneri’nden.

Biliyorsun arkadaşım: Mürşidim, sepeplerin yalnızca birer perde, hakikî tesirinse Allah’tan olduğunu sıkça vurgular. Çünkü tevhidin gereği budur. İşte onlardan birisi şöyle: “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Eh, evet, buradaki ‘perde’ tâbirini de biz genelde ‘pencere perdesi’ şeklinde düşünüyoruz. Ve oradan hareketle diyoruz ki: Esbap asıl yaratıcı olan Allah’ın tevhid ve celalini örten bir perdedir. Doğrudur da bu aslında. Fakat bu yazıda seni Bediüzzaman’ın bir başka kullanımına da uyandırmak istiyorum: “Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.”

Sinema perdeleri. Mürşidimin metinlerinde o kadar sık kullanılır ki bu ifade bir kavramlaştırma yapıldığını düşünmeden edemezsiniz. Peki ‘sinema perdesi’ diğer perdeyle, hani şu pencerelerimizi örtenle, ne nüanslar içeriyor olabilir? Yahut da şöyle bir sualle başlayalım: Biz pencerelerde perdeyi ne için kullanıyoruz? Göstermesi için mi? Saklaması için mi?

Cevabınızın ikincisine hakverir olduğu tahmin ederim. Evet, biz, evlerimizdeki perdeleri bir gizleme aracı olarak kullanıyoruz. Ve onu engelleyici olarak düşünüyoruz. Peki ya sinema perdesi? O da öyle mi? İşte aynı kelimede ters takla atılan yer. Sinema perdesi, adaşının aksine, daha iyi gösterebilmek için kullanılıyor. Yani yansıtılanın görünebilmesi perdenin fonksiyonunu iyi icra etmesine bağlı.

Burada esbabın perdeliğini, yani aklın nazarındaki perdeliğini, bir ‘engelleyici/saklayıcı’ olarak düşünürseniz şöyle bir durum çıkar ortaya: Allah kendisini hem saklamış hem bilinmek istemiştir. Arayana buldurur bu düzeni imtihanın vesilesi kılmıştır. Denilmiyor mu: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim.” Elhamdülillah. Peki bilinmek isteyen saklanmayı da neden istesin? Neden esbabı bir perde olarak araya çeksin?

Üstelik ne izzetin ne de azametin şanı ‘görünmemek’tir. Yüce olanın daha şiddetli bir görünürlük seviyesine de sahip olduğunu Bediüzzaman “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl...” gibi ifadelerinde beyan ediyor. Demek buradaki gizleniş görünmemekten değil çok görünmekten. Varlığının mutlaklığından dolayı belki de algılayamaz duruma geliyoruz Onu. Aczimizden, sınırlılığımızdan, mahlukiyetimizden dolayı başaramıyoruz. İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle olmadığı hiçbir yer görmüyoruz ki, kıyaslayalım da, “Burada yok da şurada var!” diyebilelim. Hâşâ. “Dalalet vehmîdir!” derken yine altı çizilen birşey bu: İnkâr edenler Allah’ı yoketmiyorlar. Hâşâ. Yokolduğunu vehmediyorlar.

İşte “Allahu’l-alem!” kaydıyla derim ki arkadaşım: Aklın nazarındaki bu perdelik, örtü germek değil, sınırlılığından dolayı bir kolaylık serpiştirmektir. Çünkü akıl parçalayacıdır. Ufaklığından dolayı meraklandığını parçalara ayırmaya bayılır. Küçük küçük lokmalarla yutar herşeyi. Gıdım gıdım ilerler. Parçalarda boğulmayı da o kadar sever ki. Nihayetinde bütüne körleşmesi de mümkündür. Bu ikircikli yanıyla da imtihana muhatap kılınmıştır. Perdesi kendisidir. Allah’ın Esmaü’l-Hüsna’sını kuşatamayışıdır. Dikkatince ilerleyip gafletince geri kalmasıdır.

Hem şunu da diyeyim mi: Labratuvara sokamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söyleyenler aslında parçalayamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söylemiş oluyorlar arkadaşım. Yani kuşatılamayanın reddi sözkonusu. Zaten böylesi bir inkar özünde kuşatamamaktır. “Nazarımda yoktur!” demektir. Yokluğunu isbat değildir. Çünkü mutlak bir yokluk isbat edilebilir birşey değildir. Mutlağı kuşatamayan insan, mutlak bir yokluğu nasıl görebilir/kuşatabilir de, görmediğinin olmadığını iddia eder? Mutlak yokluk da labratuvara sokulabilir birşey değildir ki.

Özetle: Esbap perdesinin sırf bir ‘örtücü’ olarak değil bir ‘gösterici’ olarak da görevlendirildiğini düşünüyorum. Perde ama aklın yavaş yavaş ilerleyebilmesi için bir perde. Bütünü kuşatamayan beşere parçalardan bulabilmesi için serpiştirilmiş kolaylıklar onlar. Elbette vazifelerini yaparken parçalara âşık nefse bir kurtarıcı(!) körlük de sağlıyorlar. Bahane oluyorlar. Say ki arkadaşım: Hak Teala iki daire arasına geçişin şiddetini yumuşatacak bir sistem koymuş. Çünkü insanın perdenin önüyle de arkasıyla da bir ilişkisi var. İkisinden de hisseli bir varlığı var. Hem bedeni hem ruhu var. Hem kalbi hem nefsi var. Soğuyan sütün kaymağı gibi bir berzah esbab. Görmek istemeyene körlük oluyor. Görmeyi arzulayana ayna.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir.”

Oradan oraya okumalar yapabilmemizi sağlayacak bir perde. Hatta bizzat bu okumaları daha yapabilmemiz için konulmuş bir perde. Özünde bir gösterici. Saklayıcı değil. “Hiçbirşey yoktur ki, Onu övüp tesbih etmesin!” sırrı. Zaten böyle bir perdede kesafet/karanlık engelleyici değil göstericidir. Sinema perdesi ne kadar kesif olursa üstünde yansıyan ışığı/görüntüyü o kadar güzel gösterir. Bediüzzaman bu kesafet-aynalık arasındaki ilişkiye de cennetle ilgili bir metninde şöyle dikkat çekiyor:

“(...) nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat masnuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizana çekecek âletler cismaniyettedir.”

İşte, arkadaşım, ‘Karanlık yazdırır’ diyenler belki bu yüzden böyle söylüyor. Yarasına bakmayan devayı anlayamaz. Canı acımayan teselliyi bilmez. Gecesine bakmayan gündüzü farkedemez. Zıttın aynalığı böyle birşey. Varlık gelsin, şereflendirsin, kalsın diye kurulmuş yokluk konakları. Birşeyler birşeylere perde olduğu zaman illa engel olmak zorunda değil. Sen de günah işlediğin zaman hata ediyorsun, ama evet, o hatalardan kaçışların, Allah’a sığınışların, tevbelerin içinde güzel isimler, aklının nazarında ‘gösterici bir perde’ olacak şekilde, yansıyor. Kesif olsan da sende hakikat görünüyor. Ne yücedir Rabbimizin bağışı. Bizzat güzel olmayanlar bile ‘neticesi itibariyle güzel’ olabiliyor. “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı...” hadisini bir de böyle düşün isterim arkadaşım. Fakat, ah, biz de parçayız. En doğrusunu bütünün sahibi bilir. İyisi mi, el-Hâdi ismine sığınalım da, kendi karanlığımızda kaybolmayalım.

5 Mart 2015 Perşembe

Aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit

"(...) ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma..." Âl-i İmran, 188.

Yazarı, okurunu aradan çıkardıkça, metinleri okumak güçleşiyor. Yahut da tam tersi: Yazar, okurunun gözüne girmeye çalıştıkça, metinle arası açılıyor. İki türlüsünü de gördüm. Okuru büsbütün unutmak iyi birşey değil, bu belli. Çünkü kendinle yetinmek de bir tuzaktır, İblisin düştüğü. Erke dönergeci değildir hilkatimiz. Bu bir kayboluş ki, kurtaracak bir diğeri de kalmıyor. Belki de bu yüzden Allah yüzümüzü 'ötekimize' dönük yaratmış. Dışımızda bir kıyas/beğeni arayışıdır şu. Tutanacak birşey. Kendilik zindanında boğulmamanın yolu. Gülmek için gülümseyen yüzler görmeye muhtacız. Nihayetinde okunmak istemeyen neden yazsın? 'Bilinmek isteyen gizli hazinenin' tecellisi hepsi...

"Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir."

Okunmak istiyorsan, okurunu kendinden daha aşağıda düşüneceksin. Aşağılık değil, aşağı. Onu sırtında taşıyacaksın bir nevi. Kendin ot yesen de ona süt vereceksin. Kur’­an'da, Cenab-ı Hakkın insanın fehmine ve lisanına tenezzül etmesi, be­şerin cümleleriyle (ama elbette yine beşerden öte) konuşması gibi. Bu bir rahmet tecellisi olduğu kadar da bir ders. el-Hadî olan Allah'ın kullar içinde bu bayrağa talip olanlara verdiği bir nasihat. Sen de okurunun dimağını tahmin edip ona göre konuşacaksın, yazacaksın. Hidayet, fildişi kulelerden aşağılara bağırmakla olmaz. Onların lisanına ve fehmine karışmakla olur. Peygamberlerin Kur'an'da zikredilen bir özelliğidir. "Size 'içinizden' öyle bir peygamber geldi ki..."

Fakat bu faydacılık bir noktadan sonra ayağına taş koymaya da başlıyor. Bu sefer de hayaline yetişmiyor metinlerin. Yine bir tereddüt sarıyor bedenini. O vakit şöyle bir ölçü olmalı belki yazdıklarında: Okurunun gözüne girmeye çalıştığın yerler de olsun, okurundan ötesiyle konuştuğun zamanlar da. Bütün muhataplarını bir anda bitirenlerden olma. Geniş bakanlardan ol. Belki bu, sorunumuza bir kurtuluştur. Bir nevi müteşabihat dersi. Herkesin anlayacağı yerler ve ancak ehlinin anlayacağı şeyler...

Nasihat alırken ‘veren el’ olarak insanları değil, kitapları tercih ederim. İnsanlar; güzel sözlerin nakli sırasında da, o sözlerin temsilini yaparken de sorunlu varlıklardır. (İlla takva veya ismet ile korunmuş olsun.) Güzel bir söz, sırf söyleyenin söyleme biçiminden dolayı kötü bir hale gelebilir. Buna benzer bir şekilde; kem bir söz de; söyleyenin, söylerken takındığı tavır nedeniyle hakettiğinden fazla tesirli olabilir. Öyleyse sözün hakkını vermek için aradan insanları bir miktar çıkarmak gerek. Hakikatin ‘hakikat’ olduğu için kabulu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Veren elin alan elden üstünlüğü kabul edildikçe sadakayı almak kolaylaşır. İnsan üstü gördüğünün ihsanından alınmaz, alır. Aşağısında varsaydıkları altın da getirse, izzetine yediremez, mesafe koyar.

"Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. "

Hatta daha fazlası var: Yazarı bile unutmak gerekiyor bazen metinlerini okurken. Yahut ötesine geçmek gerekiyor. Onu bir nakilci gibi görmek, onun ardında el-Hadî olanın kokusunu duymak gerekiyor. (Makam-ı reşha bu.) Önemli olan söylenen sözün kıymetiymiş ve söz kıymetini hakikatinden, hakikat kıymetine Cenab-ı Hakk'tan alırmış gibi düşünmek gerekiyor. Elbette sözün kıymetini etkileyecek söyleyenler var. Ama bunların sayısı az. Çok azdır söylediğinin veya yazdığının ağırlığını değiştirebilecek kadar güçlü bir isim/irade taşıyan. Çoğu tam tersi bir etki yapıyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Neden onları merak edelim? Sözdeki hakikat kavranmadığında belki onlara da bakılmalı. Benim düşüncemse şöyle: Eğer damarına dokunmayacak bir nasihat ve tam haklı/hak­verdiğin bir söz işitmek istiyorsan, okuyacaksın. Çünkü hayatları kelamlarını yalanlamayan mübarekler, 'güzel atlara binip' gittiler. Şimdi aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit nal izleriyiz biz.

1 Mart 2015 Pazar

Dönecek bir yerimiz olması ne güzel!

“Onlar kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını, döneceklerini düşünen ve kabullenen kimselerdir.” (Bakara sûresi, 46.)

Dönecek bir yerimiz olması ne güzel arkadaşım! Elhamdülillah. Bu ehlullaha tehdit değil müjdedir. Şeb-i arus için yapılan ilandır. Davettir. Müjdelerse hayatı daha yaşanılır kılıyor. Kuşlar bile yuvasıyla mutlu oluyor biliyorsun. Bir yerlere/şeylere ait olma, kaybolduğunda tekrar oraya varma, hafızanda bir adres, kulağında tanıdık ses, unutamadığın yüz, sırtını aynı duvara verme, aynı minareyi arama meraklı gözlerle, aynı ezanı işitme günde beş vakit, aynı Rable yapılan beş akit, savrulup gitmediği ve gitmeyeceği hissi veriyor insana. 

Tutunamayanlar’dan değilsin yani. Bir yere aitsin. Bağlısın. Boşlukta değil yörüngedesin. Evet. Ait olmak bağlı olmaktır. Bir kulp var sapasağlam belli ki. Belki kopmayacak bir halat. Urvetü’l-vüska. Zaman, mekan, madde ve hareket aynı özden besleniyorsa; yani ki Einstein haklıysa eğer; bu sevinilmesi gereken birşey. ‘Batıp gidenlerden’ değilsin demek ki arkadaşım. Çok şükür. Kelebek ömürlü değilsin. Bir beka kokusu var âleminde.

Savrulmak fenadır. Faniliği hatırlattığından can yakar. İçe oturur. Azap olur vicdanda. Sancır. Ağrır. Tutunmaksa iyidir. Huşû verir. Sükûnet sağlar. Rahatlatır. Yoksa pek bir kararsızız. Ben öyleyim en azından arkadaşım. Nerede durduğumdan emin olamıyorum her zaman. O kadar sık boşluğa düşüyorum ki. Yağmurlu havalar, mezarlık ziyaretleri, uzun otobüs yolculukları, kaybolduğum sokaklar, kaybolmayan anılar. İster vehim değin ister delilik. Okumayı, dinlemeyi, yazmayı kararsız olduğum zamanlarda “Hâlâ çemberin içinde miyim?” sağlamasını yaptırdığı için severim. Bir çeşit sağlamadır bu. Evet. Doğrudur. Kendine kalmanın sevinilesi bir güvensizliği vardır. İsim aratır. ‘Bismillah’ söyletir. Bireyken insan hataya daha müsaittir. Fakat ümmet, nass-ı hadisle bildirilmiştir ki, dalâlet üzere birleşmez. Müstakim başkaları zincir değildir bu açıdan bakarsan. Ben’i sınama araçlarıdır.

Dönecek bir yerimiz olması ne güzel! Yolun başı tanıdık. Sıcacık. Ana kucağı gibi şefkatli. Sıla diyorlar ona. Sıla-yı Rahîm. Rahîmiyetle bağlanması ayrıca manidar değil mi? Demek aidiyetin de sana özel/Rahimî bir bağış. Rahman içre Rahîmiyet tecellisi. Iskalanmadığını hissettiren bir dikkat. Seviyorum birşeylere ait olmayı. Yolumu ne zaman kaybetsem tekrar oraya dönüyorum. Hatırlıyorum. Tutunuyorum. Aksaray’a sırtını vermek gibi İstanbul’da. İstasyon caddesini ezberlemek gibi Sivas’ta. Tanıdıklık da bir aidiyet yani. Oralı yapıyor seni. Ülfetsiz sevilmez nimet. Hatta cennet. Mürşidim de diyor ki bu sadedde:

“Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.”

Bir vakit seninle olmuş. Aşinalık buradan. Tıpkı Vezir Ayaz’ın elbisesi gibi. Ve giyip aynanın karşısında dediği gibi: “Ey Ayaz, bir zamanlar bunları giyen bir köleydin, ne olduğunu unutma!” Aranızda bir irtibat/intisap var. “İman bir intisaptır!” diyor ya Bediüzzaman. Bence yine bundan. Aidiyetine göre değeri var insanın. Menzilin yolunun kıymetini belirliyor. Döneceğin yer kadar saadetlidir yolculuğun. Bedenin dünyalı olabilir. Tamam. Ama ruhun fanilik toprağından yaratılmadı. Yüzyıl da dolaşsan sırf eve döneceğin için seyahat güzeldir. Bana sorarsan namaz da öyle. Ki Kur’an kendini bize iki şekilde de tarif ediyor: ‘Sapasağlam kulp’ ve ‘kopmayacak halat.’ İkisi de aidiyet. İkisi de intisap.

Dönülecek olan güzelleştikçe güzelleşiyor bekleyiş. Vahiyde o kadar çok ve sık vurgulanıyor ki bu dönüş! Namaz güniçi kayboluşlarda döndüğün yolbaşı. Kur’an fikrin duracağı yeri şaşırdığında döndüğün yer. Acz insanlığının başlama noktası. Fakr yola çıkarken omzuna vurduğun yük. Hac ilk dedenin (a.s.) bastığı toprak. Oruç ilk açlığına dönüş. Dikkat ediyor musun: Değerli ne varsa hayatında yolunun başına bağlanmış. Sanki bir noktadan bir noktaya gitmiyor da daire çiziyorsun. Ve ne kadar letafetle Kur’an diyor: “Onlar ki, kendilerinin gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve ancak O’na döneceklerine inanırlar.” Mü’minleri bahtiyar kılan sahi bu mu sahi arkadaşım? İçimizdeki cennetin özü bu mu?

“Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor.” 

O vakit sen de dinle bu satırlara nazar eden arkadaşım: Terhis olan gideceği yeri bilmez mi? Ayrılıktan mutlu olması varacağı yeri bilmesinden ileri gelmez mi? Evet. Elhamdülillah. Bu gidiş meçhule değil. Memlekete. Sevdiklerine. Aslına. Hem tezkerende yaptıkların da kaydoldu. Kaybolmayacak. Avuçlarını sıkmana gerek yok. Dişlerin gıcırdamasın. Göğsün daralmasın. Gözlerin her gidende buğulanmasın. Unutulmayacak yerde varlığın artık. Hem bunu anlatırken şunu da hatırladım: Askerlik dönüşünde musırrane sormuştu birisi: “Üstadın ‘terhis’ demekle neyi kastettiğini anladın mı şimdi?” Biraz anlamıştım. Şimdi biraz daha anladım. Fakat bu anlamak da acayip birşey arkadaşım. Hiç bitmiyor ki!

27 Şubat 2015 Cuma

Aşk da bir tutunma şeklidir

"Bir ismim olduğunu anladıktan sonra herşeyin bir ismi olduğunu anlamam çok da zor olmadı." Daniel Quinn, İsmail'den...

Arkadaşım, hakikaten 'bilme'yle 'tutunma' arasında ilgi olduğunu düşünüyorum, şaka değil. Üstelik bilmenin aracı olan herşeyle de bağlantılı bu tefekkürüm. Mesela duyma da bir tutunma şeklidir bana göre. Okuma da, yazma da, tatma da, hatırlama da, bakma da... Tutunma nasıl olur? İnsan kendisine tutunamaz. İlla dışınızda birşeylere tutunmak zorundasınız. Çünkü tutunma boşluğa-yokluğa kayıştan, dengesizlikten, kayboluştan korunmak içindir. Peki dışımızdaki dünya sırf bedenen tutunabileceğimiz şeylerden mi ibaret?

Fazlası mana yönünde var. ‘Anlama tutunma’sı insanın elinden çok daha fazladır. Ki o da ancak tutunulacak şeyleri 'anlamlandırmayla' olur. Yani hikmetini bilmekle. Şeyleri zihnimizde dosyalayarak, bir işaret bırakarak belki üzerlerine, belki de isim takarak sîretlerine, tuttuğumuzu sanırız. ‘Bilmek’ bir tutunma şeklidir bu yönüyle. Meraklandığını tanımlarla hapsetmek ister insan. Ebediyyen saklamak ister. Çünkü bu da onun açısından bir ‘varlık artımı’dır. Bir yeni vücuddur. Evet, arkadaşım, bilmek de bir tür beka arayışıdır. Düşerken kalmaya çalışmaktır.

"Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir, 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"

Evet. Kaybolmak huzursuzluktur. Merakımız tutunma arzumuzdur. Âdemoğlu kayboluşunu merakıyla tedavi eder. "Hadi!" der mesela, "Nedenleri-niçinleri çöz bakalım! Çözemezsen huzur yok. Nerede olduğumuzu bilmiyorum çünkü. Çöz ki bir yere koyayım. Yerini bilerek yerimi bileyim. Yerimi tarif için başka şeylerin de nerede durduğunu bilmem lazım."

Âdem aleyhisselamın ‘talim-i esma’ sınavından beri insan ilmi 'ismini bulmakla' başarıyor. Merakını giderişi o şeyin ismini bilmekle, tekrar gördüğünde çağırmakla ve çağrıştırdıklarını hatırlamakla oluyor. Her ilim dalının isimlendirmesi ayrı. Matematik formülleriyle başarmaya çalışır. Ressam sûretleriyle. Edebiyat tasvirleriyle.

Ancak isimler meselesinde bir de paradigma ayrımı var. Merkezde kimin olduğu ile ilgili birşey. Biraz da varlığa 'manidar mektup' nazarıyla bakıp-bakmadığınızla ilintili son durum. Eşyanın zaten sahip olduğu (veya üzerine yaratıldığı) isimleri mi 'bulup' öğreneceğiz? yoksa kendimiz mi ona isimler takacağız? Yol ayrımı burada eleveriyor kendisini.

Birincisinde bizler sadece okuyucuyuz. İsimleri koyan Allah'tır. Ki varlığı da esmasının tecellisi olarak yaratmıştır. İkincisinde merkezde biz oluyoruz. Eşya karşımıza (güya) isimlendirilmemiş olarak çıkıyor. Anlamsızı anlamlı kılan biziz(!) sanrılıyoruz. "Bu bana ilmimle verildi!" diyoruz mesela. Bu alanda 'fennî bir nam' takmakta serbestiz. Çünkü varlık boş kutucuklardan ibaret. 'Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı' sanıyoruz. Kutucuklar dolmuş oluyor. Bu da yalancı bir mutluluk veriyor. Yanlışla da olsa 'bilmek' bir çeşit tutunma çünkü. Hayale bile olsun tutunmaya çalışır insan. Çölde seyahat eden için serap da bir tür ferahtır.

"Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine; ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: 'Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir.'"

İşte bu boşluk, tutunma, bilme, merak etme bahsinde ism-i Kayyum'un hakikatine doğru gittiğimizi düşünüyorum. Allah'ın varettikten sonra başıboş bıraktığını düşünmek ism-i Kayyum'u anlamadığımızın delilidir. Hatta varlığımızın devamı için nasıl bir 'zatî vücud' sahibine muhtaç olduğumuzu da anlamadığımızı gösterir. Birgün atomaltı parçacıkların da altına insek, yokluğun varlığımızdan galip olduğunu farketsek, hatta enerji dalgasından ibaret kalsak, o zaman arızînin nasıl rüzgar önünde yaprak, nasıl Kayyum olan Allah'a muhtaç olduğunu anlayacağız. Hatta anlayacağız ki: Bütün açlıklar aslında bu isme duyulan açlığın sızıntılarıdır. Belki bizdeki boşluk hissi de en çok bu açlıktan besleniyor.

"Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at ki rahat olasın."

Var edilişimizin bir kereye mahsus değil, her kereye muhit, her anımıza yayılmış tekrar be tekrar bir varediliş olduğunu anlasak, o zaman bu Hayy'dan Hû'ya gidişler ve Hû'dan Hayy'a dönüşler içinde, semada gözkırpan yıldızlar gibi, bir varolup bir yok olduğumuzu, varlığımızın bir sinema şeridi gibi akan karelerden ibaret olduğunu, fakat şerit hızla dönerken bu varlığı kare kare değil, akan bir şerit gibi bir bütün olarak gördüğümüzü; buna önce varlık, sonra mekan, sonra zaman dediğimizi; her ne kadar böyle yaşıyor olsak da içten içe bu karelerin arasındaki kopukluğa, yani boşluğa dair bir altşuura vakıf olduğumuzu; kopuşları ve kayboluşları hissettiğimizi ve tutunmak istediğimizi... Anlarız. Bence, depresyondan tutun intihara kadar, bizi karanlıktan karanlığa sürükleyen bütün kayboluşların beslendiği ana kayboluş, bu fena korkusudur.

Yıldızlararası/Interstellar (2014) filminde Brand’in (Anne Hathaway) kalbindeki aşkla kainattaki çekim kuvvetini ilişkilendirdiği bir yer vardı. Ve Cooper (Matthew McConaughey) çekim kuvveti yoluyla üst bir boyuttan kızına mesaj gönderiyordu. İman gözüyle te’vil edersek sanki şunu söylüyordu film: "Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, cezbeler, cazibeler, ezelî bir hakikat-i cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir."

Yani 2014'te bir film diyordu ki: "Bence kalbindeki çekim gücü/aşk; aslında yerçekiminin, hatta evreni kapsayan kütle çekim yasasının bir parçası olabilir. O çekim gücü vasıtasıyla daha üst boyutta birisi seni doğruya doğru yönlendirmeye çalışıyor olabilir. Bu çekim güçleri varlığını devam ettirmene yönelik bir görevi, evrenin en makro sahnesinden kalbindeki en mikro alana kadar, sağlıyor olabilir." Biz de diyoruz ki: Eee, ism-i Vedûd var ya: "İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler."

Yine yukarıdaki ism-i Kayyum bahsine dönersem: Yaratılmışlığın arızî vücudunun, devamı için muhtaç olduğu zatî vücud sahibine, yani Vacibü'l-Vücud'a, tutunmak istemesinden daha doğal ne var? Var olan, varlığını devam ettirmek istemesinden ötürü, varlığını muhtaç olduğu Samed'e tutunmak istiyor. Kur'an'ın tarifiyle hepsi biliyor: "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna."

Herşey yüzünü Ona dönmek istiyor. Herşey birşeye tutunmaya çalışıyor. Herşey düşüyor. Evet. Bu açıdan bakınca: Kalbimizde yanan aşk da, ayağımızı tutan yerçekimi de, evreni ayakta tutan çekim yasası da varolanların var edene doğru hissettikleri bir kavuşma isteğinin yansıması olamaz mı? Fakat, arkadaşım, herkes neyin üzerinde varolduysa önce ona doğru çekiliyor. Ben toprağın üzerinde yaratıldım. Toprak çekiyor. Dünya güneşin sinesinden koptu. Güneşe doğru çekiliyor. Güneş sinesinden koptuğu şeye cezbe içinde. Furkan da buyuruyor: "O halde kim tağutu reddedip Allah'a inanırsa sağlam kulpa yapışmıştır."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...