17 Mart 2015 Salı

Neşeyle yozlaştırmak suçtur!

“O (Allah) Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar, kâfirlerle beraber oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisa sûresi, 140)

Eskiler çok güleni de güldüreni de sevmezlerdi. ‘Cıvık’ (Sivas’ta o ‘k’ hırıltılı bir ‘h’ye yakın söylenir) lakabının hakkında fısıldanması kaçınılmazdı. (Ben de hakkımda söylendiğini işitmişimdir.) Sonraları bu meseleye dair hadis-i şeriflerin de varolduğunu öğrendim. Canımın çok yandığını anımsıyorum. Zira yapı olarak hem gülmeyi hem de güldürmeyi seven birisiyim. Halimi tarif etmek için şöyle bir bilgi vereyim: Çocukları vazgeçirmek için ‘kızgın yüz’ yapmam istendiğinde (çaresiz anneler genelde en yakındaki ‘amca’dan talep ederler bunu) beceremiyorum. Yine gülesim geliyor.

Annem de bu durumun erkekler için bir zaaf oluşturduğunu düşünürdü. Fakat kırkımın kenarındayım artık. Denizim karar buluyor. Sessizlik neşeyi bastırıyor. Kahkahalar tebessüm kadarcık kalıyor. Çocuklarını oyalamamı-eğlendirmemi isteyen komşular da yok. Yaşlanmak eskisi kadar sık gülmemek ve güldürememek mi? Sanırım bir tarafı da öyle.

Büyümek biraz da geniş açılardan bakmaktır dünyaya. Evet. Artık hem Aleyhissalatuvesselamın hem de eskilerin sözlerini daha farklı bir düzlemde kavrıyorum. Güldürmenin potansiyel tehlikelerine dokunabiliyorum çünkü. Mizah ile yapılanın, daha doğrusu yanlış ellerdeki mizah ile yapılanın, kem sonuçlarını görebiliyorum. İstikametsiz mizah her türden kudsiyete yapılmış bir saldırıdır.

Gülünen şey eğer iyilikse mahzunlaşıyor. Yitiriliyor. Çekingenleşiyor. Çünkü utanılıyor artık ondan. Salt Charlie Hebdo, Leman veya Gırgır ile ilgili değil bu sözlerim. Herşeyin bu ellerde ciddiyetini yitirmesiyle ilgili. Bir de işin şu tarafı var: Güldürmek bir meşrulaştırma aracı da aynı zamanda. Gülünen şey eğer kötülükse masumlaşıyor. Sadece aldırılmaz olmakla kalmıyor, seviliyor da.

Mesela Kardeş Payı dizisinde yapılan (hatırımda kaldığıyla) o espri: Hilmi’ye eski karısı; “Sabahtan beri bana asılıyor musun sen?” diye sorduğunda Hilmi’nin verdiği cevap: “Patronunum ben senin. En doğal hakkım. Türkiye’nin bütün dizilerinde ve Yeşilçam’da bize böyle öğrettiler.” Bunun şakası bile tuhaf geliyor bana. Geçilmemesi gereken bir çizgi geçilmiş gibi. Bir kötülüğe gülünmüş gibi. İyiliğe gülersen/alay edersen azalır. Kötülüğe gülersen/alay edersen artar. Nisâ sûresinde demiyor mu: “Yoksa siz de onlar gibi olursunuz...”

Demek onlar gibi olmanın sınırı ‘onların güldüğüne gülmek’tir.

Yaptığı şeyin meşruiyeti üzerinden herşeyi bu güzel amaca(!)malzeme kılabileceğini düşünüyor komedyen. Sinizmin insanı deforme etmesi. Argo tabiriyle ‘yalama’ yapması. Sınırlarını belirsizleştirmesi. İsimleri fıkra malzemesi olmuş tarihî şahsiyetlerin kaçı ciddiye alınıyor artık? Kaç gülünesi iyilik bugün de yapılıyor? Yedi Kocalı Hürmüz’den beri kime böylesi birşey ‘iğrenç’ gelir?

Ahirzamanda cennet sûretinde cehennem ve cehennem sûretinde cennetler olacağından bahsedilir hadis-i şeriflerde. Galiba mizah da işte bu ilizyonun araçlarından birisini oluşturuyor. Tabii sadece mizah değil bunu yapan. Ama mizah bunlar içinde en arkayı dolaşanı, en sessizce iş yapanı, en dost yüzlü görüleni. Zira, modern zamanlarda en çok açlık hissettiğimiz şey, neşe. Gaflet neşesiz çekilmez.

Şimdi emeği geçenlere sorsan elbette işyeri tacizlerini hoş görmediklerini ve kınadıklarını beyan ederler. Samimiyetlerine inanıyorum da. Fakat işyeri tacizini gülünecek hale getirmekle ‘duyarlılıkları uyuşturmak’ bir vebal değil mi?

Neyi alaya alıyorsunuz en iyi niyetlerle? Bir sorunun tatlıya bağlanması için onu alaya alırsınız mesela. Yani küçültmeye çalışırsınız: “Ne var ki canım eşek demekte? Sen de bana eşek de. Hatta bak sesini çıkarıyorum: Aaaiii!” Yahut da içinizdeki yaraları kapatmak için kullanırsınız onu. Derdinizi alaya alırsınız. Alay edilince dertler de küçülür. Musibetin yüzüne gülünce o da sanki tebessüm eder.

Böylesi şaklabanlıklar tepkiyi azaltmak içindir. Peki, Tecavüzcü Coşkun üzeriden tecavüzü, Nuri Alço üzerinden gazoza ilaç atıp ırza geçmeyi ‘gülünesi’ kılan komedyenlerimiz, böyle şeylerden eskisi kadar nefret edilmemesinden de mesuliyet duyacaklar mıdır? En nihayet mürşidimin roman ve tiyatro üzerinden modern (m)edeniyete yaptığı eleştiriye varıyorum:

“Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: ‘Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.’ Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez.”

İşte modern medeniyetle ilgili her sanat kolunun ikirciği bu: Bir kemliği hem özendiriyor, masumlaştırıyor, karşıtlığını törpülüyor; hem de zahiren “Yapma!” diyor. Hatta “Yapma!” deyişte öyle de öne koşuyor ki, sanıyorsunuz suçlu yalnız sizsiniz, onlar ismet sahibidirler. Hatta melektirler. İnternette, ünlülerin güzel reflekslerle çektikleri sosyal sorumluluk videolarına bakın, bir de bir şekilde pay sahibi oldukları sanat ürünlerini düşünün. Bediüzzaman’ın burada neyi kastettiğini daha iyi anlayacaksınız. Ve şunu da anlayacaksınız: Birşeye karşı olmak yalnıza “Ben karşıyım!” demekten ibaret değildir. Tutarlı olanı fiilen tekzibdir. Ciddiye almakla başlar, buğzetmekle yaşar, tedbirli davranmakla kendini ifade eder.

Yani ki arkadaşım: Samimiyetimiz ciddiyetimiz kadardır. Ve alay edemediklerimiz kadar ciddiyiz. İslamî metinlerde kötülenen bunun karşıtıdır. Neşeli olmak suç değildir. Neşeyle yozlaştırmak suçtur.

15 Mart 2015 Pazar

Sövmeyi normalleştirmek

“İşte bir bahçeye rastgeldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, ‘Herşeyin iyisine bak!’ kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.” Sekizinci Söz’den.

Bir vakitler, televizyon programlarında konu ‘sinemada cinselliğe’ gelirse, konuşan kişi özür diler gibi şöyle derdi: “Elbette cinselliğin hayatın parçası olduğunu kabul ediyorum.” Böyle sahnelerde oynamamışlar kendilerini ‘affettirebilmek’ için aynı cümleyi kullanırken, başarıyla(!) canlandırmışlar da üzerinden meşruiyet çıkarırlardı: “Cinsellik hayatımızın bir parçası.” Ve siz de ekranınızın karşısında şöyle düşünürdünüz: “Üreme sisteminin faaliyetlerini ‘hayatının bir parçası’ olarak teşhir etmeyi mantıklı görenler, umarım bir gün boşaltım sistemiyle ilgili de benzer noktaya gelmezler...” Umarım gelmezler. Umarım!

Şimdilerde iş biraz daha cinsellikten uzaklaşarak (herhalde cinsellik istedikleri kadar normalleşti artık) küfür meselesine yaklaştı. (Az ilerisinde de LGBT sapıklıkları yeralıyor.) Hayvan isimleri içeren argoların bile sansürlendiği Kemal Sunal filmlerinden, bugün, sin-kaflı küfürlerin havada uçtuğu sinema ve televizyon yapımlarına ulaştık. (Sanatta ne büyük yükseliş! AB’ye alınmayışımıza haksızlık denmez de ne denir artık?) Karşısındakinin yedi ceddine dümdüz giden esas oğlan/kızlarımız setten çıktıktan sonra mikrofon uzatıldığında; “Aaa, niye etmeyecekmişiz canım? Hayatın parçası bunlar. Sokaktaki insan da ediyor!” diyebiliyorlar. Şu sözleri işitince insan ister istemez mürşidimin ettiği nasihati de hatırlıyor:

“Hem deme: ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

‘Sokakların meşrulaştırıcılığı’ üzerine yürüyen bir sanat. Hatta bir hayat. Bir sosyoloji. Bir toplum mühendisliği. ‘Herkes gibi olmak’la ‘doğrusunu yapmayı’ ayıramayan bir terakki yanılgısı. İdealini ‘sokak’ olarak görüyor. Bunu kesinlikle sorgulatmıyor. Ne hayret ki eskiden sokaktan ziyade ev sahib-i kemaldi. Hatta sokak ehli olanlara iyi gözle bakılmazdı. ‘Sokak serserisi, sokaklarda sürtüyor, sabah-akşam sokaktasın...’ vb. terkipleri hatırlayalım. Bunların hepsi sokak hayatını tenkid içeren tabirlerdi. ‘Amaçsızlığa’ veya ‘eğitimsizliğe’ yahut ‘tembelliğe’ veyahut da ‘günahkârlığa’ gönderme yaparlardı.

Hadi, dindarlığımızın kanı acıdır, adına konuşmamız sanat camiasının hoşuna gitmez. Onu şimdilik bir kenara bırakalım. Şöyle soralım: Sokağın idealleştirilmesi sanat için ne kadar doğru? Yahut da şu suali tevcih edelim önce: Sokak aslında kimden oluşuyor? Küfür edenlerin de olduğu doğru. Ama yalnız onlardan mı ibaret? Sokakta bir de bu küfürlerden hoşnutsuz bir grup var. Evet. Öyle. Küfürlere şahit olduğum kadar, otobüslerde veya insanların toplu bulunduğu yerlerde, küfürbaz insanları uyaranlara da rastlıyorum. Fakat bu sanatın gözü nasıl birşeyse ikinciler asla batmıyor.

Bu kötülüğe seçici-geçirgen algının geldiği noktada dizilerin bile iki versiyonu olmaya başladı. Bir versiyonda küfürler, RTÜK abiyi susturacak kadar, sansürlenirken diğer versiyonda bütün küfürler korunuyor. Bir de şöyle bir acayiplik var: Küfürler öyle bir kıvama geldi ki sokağın öğreteceği birşey kalmadı. Hatta hayretten damakları şaklıyor gençlerin. Lahana yaprağı gibi günışığı görmemiş yeni küfürler öğrenebilirler ancak. Ne de olsa bu çamurlukları çalışanlar senarist. Daha profesyonelce/sanatlı sövüyorlar birbirlerine. İrticalen değil düşüne düşüne küfür ediliyor onlarda.

Otuzlu yaşlarımda olmama rağmen (ve küfür edilen ortamlarda da bulunmuşluğuma rağmen) ben bile ünlülerin ulaştığı başarıyı(!) hayretle izliyorum. Askerde ‘komutanın ettiği küfürü üzerine değil üniformaya alınmak’ diye bir tabir vardı. Küfürü daha ‘katlanılır’ kılmak için kullanıyordu erler bunu. (Psikolojik bir savunma tekniği.) Onlara göre küfür edilen kendileri değil üniformaydı. Acaba bu ünlüler de küfürleri üzerlerine değil de oynadıkları karakterlere alınarak mı rahatlıyor? Nasıl aşabiliyorlar?

Bütün bunlar bizi şu sorgulamaya götürmek zorunda: ‘Kötülük’ ondan utanılacak ve mümkün mertebe teberri edilecek birşey mi? Yoksa gerçeğin ta kendisi muamelesi görüp nümayişle duyurulacak birşey mi? Sinema/dizi sektörünün geldiği durumda ‘tedavi etmek’ yerine ‘yarayla övünmeyi’ tercih ettiği ortada. Fakat anlamıyorum. Böyle bir sanat bizi nasıl bir zirveye taşıyacak? Bir genç, kendi ebeveyninin yanında başka birisinin anasına-babasına sövdüğünde veya en nihayet kendi anasına-babasına sövdüğünde, zirveye ulaşacak mıyız? En iyi küfür dalında bir Oscar’ımız olacak mı mesela? Böyle bir bataklığın peşinde miyiz yoksa?

İster istemez mürşidimin şu sözlerini hatırlıyorum: “Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.”

‘Sövmeyi normalleştirmek’ nasıl bir kemal içeriyor cidden merak ediyorum. Nereye varılacak bu eğitimle? Bu sanatın hakikat arayan bir felsefesi var mı? Sadece dindar olarak değil insan olarak merak ediyorum. Sokakların gerçekliği ondaki her sefaleti taşımakla mı kemal katacak? Veya buradan nasıl bir yüceliğe varılacak ki, artık küfür edenler etmekten utanmaz, ama biz uyarmaya utanır olduk? Dönüp dönüp bu meseleyi konuşasım var. Zira bazı şeyleri tartışmamak onları normalleştirmekle neredeyse eşanlamlı. İşte bugün cinsellik, hatta eşcinsellik, hususunda geldiğimiz tehlikeli eşik. Buğzumuzu sinemizde tutarak bu günahların yayılmasından başka neye hizmet ettik? Halbuki elimizle-dilimizle karşı koymanın yollarını arasaydık daha somut bir duruşumuz olacaktı. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüştümüzü yeniden ilham eylesin. Âmin.

14 Mart 2015 Cumartesi

Şeriat hepimizin iyiliği için geliyor

“(...) hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez. O insana biner.”
Mektubat’tan.

VICE’ı izleyenleriniz oldu mu bilmem. Ben beğenmedim. Fakat bütün o kurugürültünün içinde Dedektif Roy’un (Thomas Jane) bir tesbiti düşündürdü beni. Özet geçeyim önce: VICE adlı bir kurgu şehirde insanımsı robotlar ‘robotluklarını bilmeden’ yaşıyorlar. Her sabah uyandıklarında aynı gün başlıyor onlar için. Bir de bu şehre ücret ödeyerek giren hakiki insanlar(!) var. Hakikiler robotlara istediklerini yapmakta serbestler. Zaten ödedikleri bedel bunun için. Öldürüyorlar, işkence ediyorlar, aşağılıyorlar vs. Bütün bunları yaşayan robot ertesi güne tamir edilmiş olarak başlıyor. (Hafızası da sıfırlanıyor.) Ziyaretçiler de zulümleriyle tatmin olmuş bir şekilde yaşamlarına dönüyorlar.

Olanlardan rahatsız bir isim var: Dedektif Roy. Kurgu yaşam alanının varlığından mutlu değil. Bir suçluyu yakalamak için VICE’a izinsiz giriyor. Tam da bir kadın robotu döverken derdest ediyor adamı. Âmiriyle de kavgalı. O soruyor: “Orada ne yaptıklarından sana ne?” Roy cevap veriyor: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.” Yakaladığı adamın hikâyesini anlatıyor sonra. Adam şehirde bir kadını döverek öldürmüş. Roy, Julian Michaels’ın (Bruce Willis) aksine, VICE’ın kötülük arzusunu tatmin ederek insanların dışarıda zararsız hale gelmelerini sağladığına inanmıyor. Ona göre, burada kötülük işleme serbestisi kazananlar, dışarıda daha tehlikeli bir hale geliyorlar.

Eski Said eserlerini okuyanlar bilirler. O metinlerde ‘hürriyet’ genelde bir terkiple kullanılır. Takyid edilir. Mutlak bırakılmaz. Meşrutiyet ‘meşrua’ olduğu gibi hürriyet de ‘şer’iye’dir. Dinin sınırları her koşulda gözetilmesi gereken bir mihenktir mürşidime göre. “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.” Hatta hürriyet bu metinlerde ikiye ayrılmış gibidir. Bir tanesinin adı ‘hürriyet-i mutlak’tır ve kötülenen bir hürriyet çeşididir: “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.”

Başka bir yerde ise bu ikili ayrımın altını daha kalın çizer: “Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.”

İşte tam bu noktada birşeyi daha derinlikli konuşmamız gerektiğini düşünüyorum arkadaşım. Nedir? Açayım: Bazen aynı kelimeleri kullanıyoruz da aynı manaları kastetmiyoruz. Mesela: Bize okullarda öğretilen hürriyet tanımı nasıldır? “Başkasına zarar vermediğin sürece istediğini yapabilirsin.” Peki Bediüzzaman yukarıda nasıl tarif etti hürriyeti? “Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” Gördünüz ya. Burada araya bir de nefs girdi. Yani insan ne nefsine zarar verebilme hakkına sahiptir ne de başkasının özgürlük alanına girmeye.

Bu tanımı nereden çıkarıyor peki? Elbette Kur’an ve sünnetten. Yani ehl-i sünnet çizgisinden. İslamî metinlerde insanın nefsine zulmünden o kadar bahis var ve zulmetmemesi yönünde o kadar nehiy bulunuyor ki; ister istemez; Kur’an’ın tanımladığı özgürlüğün ‘sadece başkasını’ değil, ‘insanın kendi nefsini de’ gözettiğini anlıyorsunuz. (Günahlardan men edilişimiz de biraz buna bakıyor elbette.) Kur’an’daki yasakların bir kısmı başkasının hukukuna tecavüzü engellediği gibi, diğer bir kısmı da, insanın nefsine ettiği zulmü engelliyor. Nisâ sûresi 110’nun kısa bir mealine bakalım mesela: “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır.” Yahut da Zümer sûresi 53’e: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”

Demek ‘nefsine zulmetmemek’ Kur’an’ın emri. O halde bir mü’min özgürlük tanımını ‘nefsine zarar vermeme’ uyarısı hesaba katmadan yapamaz. Tam da bu noktada özgürlük talepleri ortasından çatlıyor. Dindar olanlarımız bu tanımı Bediüzzaman’ınkine daha yakın düşünüyor. Özel hayatta da sınırları tayin yetkisinin Allah’a ait olduğunu kabulleniyor. Sekülerlerimizse diğer özgürlük tanımına taraftar. Bu yüzden kürtaj ile ilgili bir tartışmada dindar insanlar “O bebeğin canını almaya ne hakkınız var?” derken sekülerlerimiz şöyle bağırıyor: “Benim bedenim benim kararım!”

Şu da var ki arkadaşım: Özgürlük tanımlarının altında ‘mülk algımızın niteliği’ de görünür oluyor. Müslüman için varlık Allah’ın mülkü olduğundan tasarruf yetkisini büsbütün kendisinde göremez. Ama seküler bir insan, mülkü zaten Allah’a bırakmayıp kendisine aldığından, istediği tasarrufu yapmaya kendinde hak görebilir. “Pornoma dokunma!” diye pankart açabilir mesela. Eşcinselliği savunabilir. Enseste dahi meşruiyet sahası açabilir.

Peki bu kadar laf kalabalığını neden yaptım ben? İki nedenden. Birincisi: Özgürlük hakkında konuşurken imanımızın gerektirdiği tanım farklılıklarını unutmamamız için. İkincisi: Kur’an’ın nefse dair koyduğu yasakların aslında ister istemez toplumu da ilgilendirdiğini aklımızda tutmamız için.

Roy’un endişesine geri dönelim. O haksız mıydı? Bence değildi. Eğer isimlerin yerlerini değiştirirsek ve VICE’ı orada yaptıklarımızdan sorumlu tutulmadığımız bireysel/nefsî hayatımız, şehri ise toplumsal hayat gibi düşünürsek, tıpkı Roy’un endişe ettiği gibi VICE’da pornosuna dokundurmayanlar şehirde tecavüze yeltenebilir. Çünkü insan hakikaten Roy’un gördüğü gibidir: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.”

Bunun pozitivist bir eğitimle tedavi edilebilir yanı yoktur. Tek çaresi: O insanı nefsine karşı haddi aşmaktan sakındırmakla toplum hayatını da korumaktır. Kendi sokağında sürat yapmaması dersi almış bir sürücünün otobanda hız sınırını aşması elbette daha zor olacaktır. Fakat ne yazık ki, bizim sekülerlerimiz ikincisine veryansın ederken, birincisine dair her düzenlemeyi “Şeriat geliyor!” korkusuyla bastıyorlar. Günah işleme serbestilerini kamu yararından ayırabileceklerini sanrılıyorlar. Elbette bu bir yanılsama. Onlara diyelim ki: Evet, şeriat geliyor, ama sizin de iyiliğiniz için geliyor. (1400 küsur sene önce de iyiliğimiz için inmişti.) Çünkü Allah hiçbirimizin kötülüğünü istemiyor.

“Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizaptır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. İşte, medeniyet-i hazıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bahusus Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.”

Hatırlarsınız: Kamuoyu birçok elim cinayetin ardından İslam’ın “Kısasta hayat vardır!” hükmünü hatırlattılar. Doğru. Elbette kısasta hayat var. Ama ondan önce takvada da hayat var. Tesettürde de hayat var. Namazda da hayat var. İmanda da hayat var. Yeter. Yeter. Yeter. Özgüvenle dile getirilmeli artık: Şeriatta da hayat var. Onun herbir detayının bir koruyucu hekimlik içerdiğini, bizi bir uçurumun kenarından çevirdiğini, terbiye ettiğini öğrenmeye daha kaç can feda edeceğiz? Modern hukukun ceza sistemi hangi suçun kökünü kazıyabildi? Kazıyamaz. Kazıyamayacak. Çünkü başlangıç noktasını yanlış ayarlıyor. İnsanın terbiyesi takvasından başlar. İşte şeriat bize, modern hukukun rağmına, bu bütünlüğü hatırlatıyor. Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bize yeniden rüşdümüzü ilham etsin. Âmin.

13 Mart 2015 Cuma

Olmasa yazar mıydın yaraların?

“Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?”
Paul Auster, Kış Günlüğü’nden.


Yazmakta zorlandığımda arkadaşım bizzat ‘yazmak’ hakkında yazmaya başlarım. Mercek altına alınmak sanki tüm sükûnetini alır kalemimin. Tembelliği gider. Hamamböceği gibi kaçışmaya başlar. Unutulmayı arar. Bir yığın sûret bırakır ardında mürekkebbalığı misali. Evet. Öyle olur. Eylemi tarif ederken ben eylem bende eylenir. Yani hem oyalar hem oyalanır. Eğlenir. “Kün feyekün!” sırrını tefekküre bir pencere bulurum buradan. Elhamdülillah. Demek bazen ‘demek’ ile ‘olmak’ yaklaşır. Demek olmak olur. Olmaksa demek. Varlığın bilemediğimiz hangi katmanında emir ile varoluş yakınlaşır. Eylemin kendisi tezekküründe saklıdır sanki. İsmini anınca gelir. Tefekkür Halık Teala’nın pek sevdiği bir duadır. Bir şefaatçidir.

Yazmak, yazmak, yazmak. Bu da âdemiyet dergâhından bir zikirdir. Böyle zikrederken ben, bir de bakarım ki, yazmak dileğim gerçekleşmiş. Duam kabul olmuş. Maşaallah. Şükrolsun. Fakat o da ne? Başladığım yerde olmadığım gibi yolda da değilim. Düpedüz aşure karıştırmışım kalemimle. Ötüşümü daldan dala taşırmışım. Taştan taşa vurmuşum akarsu gibi. Zaten beni denemelere âşık eden başka nedir? Kâşifler çağına erişememiş, harikalar diyarı görememiş, kervanı göçmüş kendisi dağlar başında kalmış garibin beyaz kağıt üzerinde teselli bulması. Kendinden önce kurulmamış cümleler kurduğunu sanarak avunması. Bu sadedde demez mi mürşidim:

“Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.” Demek açlık tokluk yaratamaz. Aça tokluk ancak bahşedilir. Tokluk iddia edene ise açlık bile lütfedilmez.

Öyle ya. Üzerine basılmamış toprak kalmadı belki yeryüzünde. Fakat, hiç teessüf, daha kalemin dokunmadığı kalpler var. Kanatılmamış yaralar, kurulmamış cümleler var. Duyulmamış çağrışımlar, denenmemiş terkipler var. Kurulmamış bağlar var arkadaşım. Kurulmamış bağlar var. Hem de o kadar çok ki onlar. Herkes aynı kitabı okuduğu halde hiçkimse bitiremiyor.

Nasıl da heyecan sarıyor böyle söyleyince. Denizler mürekkep olsa bitmeyecek bu yazma/keşfetme işi. Cennete yakışır bir amele benziyor sonsuzluğuyla. Hem de sonsuzluğundan haber veriyor cennetin. Çünkü madeni biz değiliz. Evet. Aynen. Kalemi tutmakla mülk senin mi sandın? Mülk senin olsaydı böyle münkabız zamanlar yaşamazdın. Yoksunluğunu tatmazdın. Hakiki malik mülkünde acze düşmez. Yaratandır herşeyin asıl sahibi. Yaratabilendir. Bir özellik zatî ise sonsuzdur. Emanetçinin sıkıldığı zamanlar olur. Yoksunluk buhranları yaşar. Zaten o ‘tasarrufta rahat olmamasından’ tanınır. Çoban sorumluluğundaki sürü hakında sahibinden izinsiz tasarrufta bulunamaz. el-Emin olmak bu yüzden peygamber hüneri. Fıtrî takvasındaki salabeti ismete varmış. Başlarken nasıl emanetçiymiş. Öyle de bitirmiş. Hiç tereddüt etmemiş. İnsanlığın çobanı o tutulmuş. Biraz da bu nedenle sünnet-i seniyyeden yana şüpheye düşme arkadaşım. Bil ki: Sünnetinden şüphe edilecek kişi insanlığa peygamber tutulmazdı.

Nerede kalmıştık? Hah. Münkabız olduğum zamanların da bazı alametleri var: Silip tekrar yazmak herkesin yaşadığı türden. Tekerrür herkeste var. Onu tanırlar. Bir diğeri, eğer bilgisayarda yazıyorsanız, yazdığınız fontuyla, puntosuyla, satır aralığı veya sayfa düzeniyle oynamak. Bazı olur, konu güzelce gelir hatırınıza da, dökülmesinin zamanı gelmemiştir. Ritim henüz yakalanmamıştır. Dalgaya binememişsinizdir. Yoksa kıvam bulmak mı demeli ona? Parçaları toplamak mı? Bilemedim şimdi. Ancak vakt-i merhunu gelince boca edilir parmaklarınızdan.

Şunu da derim ki arkadaşım: “Bunu yazacağım inşaallah!” deyip karar vermek de bir nevi duadır. Zamanına gönderilmiş bir mektuptur. Samimiyseniz tekrar sizi bulur. Kabul olur. Siz başka işlerle meşgulken bile ikinci bir beyin (belki de o bir melek) mesele üzerinde çalışır. Delillerini toplar. Tecrübelerini depo eder. Dalgasını kollar. Destek olabileceğini düşündüğü şeyleri çeker alır hayattan. Seçe seçe kullanır. Bir yazının ortaya çıkış süreci asla yazıldığı zamanla sınırlandırılmamalıdır bu yüzden. Bu zan hatadır. Arkadaşım, yapılması değil, adanılması gereken işler bunlar. Ayçiçeğinin güneşe baktığı gibi bakmaya mecburuz el-Hâdî olan Allah’ın hidayet nuruna. Rüşdümüzün ilhamını beklemeye mecburuz. Yazmanın köksalma süreci filizlenmesinden daha uzun sürer. Şu eşikte sabır şarttır arkadaşım:

“(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. (...) Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir.”

Yaralarımız bize lazım arkadaşım. Çünkü onlar sayesinde ısrar sahibi oluyoruz. Kanadıkları zaman yazılarımız oluyor. Ve şifaları için bekliyoruz. Aciz kendisini yarasından tanıyor. Fakir kendisini yarasından tutuyor. Üstelik nakış gibi de birşeyler şunlar. Bizi ‘ben’ sahibi yapıyorlar. Beni can sahibi kılıyorlar. Şahsımıza münhasır desenler oluşturuyorlar. Herbirimiz kendi yaramızla imzalıyoruz yazdıklarımızı. Kendi kalıbımızla şekillendiriyoruz dileklerimizi. Karışmıyoruz. Karıştırmıyoruz. Hatta arkadaşım, Hazret-i Mevlana Celaleddin dermiş ki, “Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir.” Kabuklarını kaldırıp da cevap ver bakalım: Öyle midir?

11 Mart 2015 Çarşamba

Mutluluk 'dikkat edildiğini' mi bilmektir?

“İçimden ona şöyle bağırmak geldi: Beni fark etsene! Ben de senin gibi uyanığım. Ben de acı çekiyorum. Duy beni! Duy beni!” Stefan Zweig, Kadın ve Doğa öyküsünden.

Herşeye karşı o kadar telaşlıyız ki arkadaşım. Delik kovada kar tanesi biriktirmeye çalışanlar gibi. Hatta daha da beteri: Avuçlarıyla güneşten ışık toplayanlar gibi. Geçiciler aklımızı başımızdan almış. Uğraşmaktan dikkat etmeye zaman kalmamış. Yok, hâşâ, zaman var da şuur kalmamış. Rahmet/hikmet izlerine farketmeden yaşıyoruz. Bu hastalık insanlardan, insanlar kim yahu, kendimden nasıl giderilir bilmiyorum. Karamsar değilim. Hak Subhanehu’yu tanıyan karamsar olamaz. Ama endişeliyim. Baharı getiremiyorum. Bu sonuncu kış olmasın sakın?


Merakımız kalmamış. O olsa herşeyin çaresi var. Aç olan elbet rızkına gelecek. Fakat şimdilerde açlık da hissedilmiyor ki. Şeylerin varlığıyla değil ötesinin gerekliliğiyle sorunları var. ‘Mana-i İsmî’ sanki yetiyor. ‘Mana-i Harfî’ aranmıyor. Hakkında konuşmak bile başlarını çevirmelerine, daralmalarına, yanlış yerde oldukları hissine kapılmalarına sebep oluyor. Arayan birisine cevapları sunabilmek, bir ‘acaba’ bırakmak en azından, kolay. Fakat önemsemeyenlerle nasıl başedeceğiz? İlgiyi doğru adrese nasıl çevireceğiz? Nehrin yüzeyindeki süprüntüleri bırakıp gözlerini nasıl güneşe çevirecekler? Küçük şeylere karşı bu yoğun alaka, tantana, baştançıkma, sarhoşluk en büyük hakikate karşı kopkoyu bir ilgisizliği netice veriyor. Geçiciler o kadar cicili-bicili ki sonsuzluğu unutturuyor.

Bunun diğer adı arkadaşım bela çağırmaktır. Çünkü bela ilgiyi süprüntülerden alır. Bela fabrika ayarlarına dönüştür. Bela asl-ı insanı çağırıştır. Ama o zaman da yalnız kötüler zarar görmez ki! Sırr-ı imtihan gereği musibetler herkese isabet ederler. Böylece hakeden de haketmeyene karşı “Bana geldiği ne belli?” deyip kaçabilir. Böyle böyle seçimlerle cehennemi hakettiğini isbat edebilir. Sınavımız böyle. Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz.

Yahu Allah âdemoğluna her zaman lazım değil mi? Değil gibi. Öyle olduğunu düşünmeden düşünüyorlar. Kastetmeden kastediyorlar. Düşünmemeleri içinden düşündükleri çıkıyor. Nihayetinde şer yokluksaldır. Mürşidim de diyor: “Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir.” İlgisizlikleri ‘öyle düşündükleri düşüncesine’ vücud veriyor işte. Bir emr-i itibari gibi. Varlığının yokluğundan yokluğunun varlığı çıkıyor.

Herşey o kadar çok ve çabuk olup bitiyor ve o kadar sebep sebep içinde ki arkadaşım. Hepsinin ardında Müsebbibü’l-Esbab olanı aramak cidden bir dikkat işi. Bir durmak işi. Odaklanma işi. Zaten dikkat önce ‘zaman ayırma’dır. Yani dikkat edeceğin şeye zamanının birazını ayırmak zorundasın. Zaman ayırmadığın anlar ki ona dikkat etmiyorsun. (Bu hep böyle değil midir?) Zamanı anlara bölebildiğin gibi ilgini/yönelişlerini de dikkatlere bölebilirsin. “Uyandım. Önce şuna dikkat ettim. Sonra şuna dikkat ettim. Sonra şuna...” İbadetler de aslında bizden böylesi bir dikkatli zamanlar istiyor. Allah kulluğumuzu onlarla ölçüyor.

Eşler arasındaki ilişkiyi ele alalım. Bazen boşanmaya kadar giden ‘ilgisizliği’ nasıl farkediyorlar? Zaman ayıramamaktan değil mi? Yalnızlık, eğer dikkatli bir yöneliş yoksa, beraberken de yaşanılan değil midir? İnsanın bir başınalığı cismen öyle olduğu anlamına gelmez her zaman. Kendisine dair ‘dikkatli bir yönelişin olmadığını düşündüğü’ anlamına gelir. Dikkatli bir yöneliş ve ancak bunun sonucu olabilecek bir ‘anlaşılma ve önemsenme hissi’ yoktur onun hayatında yani. Söylenmek istenen budur. Başını yastığa koyup ağlayan eş de okul sıralarına “Çok yalnızım!” cümlesini karalayan genç de aslında bunun altını çizer: “Bana kimse dikkatle yönelmiyor.” Bu dikkatin ölçüsü başka başka olabilir. Ancak şu kesindir: İkinci birşey arada olmayacak. Dikkatte asgarî bunu arıyoruz.

Eşini dinlerken televizyon izleyen birisinin “Senin için çalışıyorum” demesinin neden inandırıcı gelmediğini buradan anlayabiliriz. Onlar, yaratılmış olmanın açlığı olarak, ‘dikkatli bir yöneliş’ bekliyorlar. Bir detay farkındalığı, belki bir değişikliğin farkedilmesi, o gün alınan bir giysinin ayrımına varılması, neşelerinin-hüzünlerinin yüzlerinden okunması, bu onlara hayatın bir köşesine atılmadıklarını/unutulmadıklarını ve hep dikkate değer bulunduklarını düşündürüyor.

Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, içimize Allah’ın koyduğu bir açlık bu. Aleyhissalatuvesselamın dahi Duha sûresinde “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da...” şeklinde teselli edilmesi manidar değil mi? Kur’an’da Allah’ın ‘unutmaz’ oluşu, yani dikkatten ıskalamaz oluşu, hatta herşeyi en ince detayına kadar bilir oluşu, sık aktarılan bir bilgidir. Bence bu da bir devadır kalbimize. Evet. Öyle. Dikkat çekmek istiyoruz hepimiz. Farklı biçimleriyle dikkat çektikçe içten içe tatmin yaşayan açlarla dolu sokaklar. Saçlar, giysiler, tavırlar. İnsanın inkârı hiçbir olguyu hayatından çıkarmaya yetmemiştir. Ancak şekli değişmiştir.

Ve yine alıntılamadan geçemeyeceğim bir ayet bu konuya dokunan: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir.” Kocası hakkında şikayette bulunan bir kadının zikri geçen ayette ‘işitilmenin’ hususiyetle ve hikmetle zikri, kadınların işitilmeye/dikkate hassasiyetleri de düşünülünce, daha bir manidar değil mi? Allahu’l-a’lem kaydıyla ekleyelim bunu da.

Aslında hepimiz bir Ehadiyet açlığı yaşıyoruz. Bir Allah’ın, tüm isimleri ve sıfatlarıyla, birebir muhatap olunabilecek bir dikkatle (kelimelerin kifayet etmediği bir alanda tereddütle kullanıyorum) bizimle muhatap olduğunu bilmek zorundayız. Buna açız. “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder...” derken Bediüzzaman’ın da altını çizdiği şey bu bence.

Birisinin dikkat ettiğini, dinlediğini, sızılarımızı işittiğini ve dolayısıyla bize değer verdiğini bilmeye ihtiyacımız var arkadaşım. Fakat bu ihtiyacı nasıl tekrar hatırlayacağız? Dikkat çekici felaketlerin gelmesini mi bekleyeceğiz? Ki aile meselelerinde de süreç böyledir. Dikkatsizlik her işte felaketi getirir. Varlık dikkat üzere kurulmuş gibi. Bir ism-i Kayyum sırrı sanki bu. İnsan-insan ilişkilerini de dikkat ayakta tutuyor. Varlık-varlık ilişkilerini de. Allah da kainattaki düzeni bize anlatırken ‘zatına uyuklama arız olmadığını’ vurgulamıyor mu Bakara sûresinde? “O’ndan başka ilah yoktur; O, Hayydir, Kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama...” Aleyhissalatuvesselamın hayatın hiçbir anını ıskalamayan dualarına dikkat et arkadaşım. Yine böyle bir teenni dersini barındırmıyor mu? Allah’ı hatırladığın, rızasını aradığın, rahmetini dilediğin her dakika sonsuzca varoluyor. Çünkü dikkat neyin adına gösterilirse ondan tereşşuh etmiş bir varlık katıyor.

7 Mart 2015 Cumartesi

Karanlık neden yazdırır?

“İlhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun içinde birşey şekilleniyordu.” Virginia Woolf, Deniz Feneri’nden.

Biliyorsun arkadaşım: Mürşidim, sepeplerin yalnızca birer perde, hakikî tesirinse Allah’tan olduğunu sıkça vurgular. Çünkü tevhidin gereği budur. İşte onlardan birisi şöyle: “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Eh, evet, buradaki ‘perde’ tâbirini de biz genelde ‘pencere perdesi’ şeklinde düşünüyoruz. Ve oradan hareketle diyoruz ki: Esbap asıl yaratıcı olan Allah’ın tevhid ve celalini örten bir perdedir. Doğrudur da bu aslında. Fakat bu yazıda seni Bediüzzaman’ın bir başka kullanımına da uyandırmak istiyorum: “Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.”

Sinema perdeleri. Mürşidimin metinlerinde o kadar sık kullanılır ki bu ifade bir kavramlaştırma yapıldığını düşünmeden edemezsiniz. Peki ‘sinema perdesi’ diğer perdeyle, hani şu pencerelerimizi örtenle, ne nüanslar içeriyor olabilir? Yahut da şöyle bir sualle başlayalım: Biz pencerelerde perdeyi ne için kullanıyoruz? Göstermesi için mi? Saklaması için mi?

Cevabınızın ikincisine hakverir olduğu tahmin ederim. Evet, biz, evlerimizdeki perdeleri bir gizleme aracı olarak kullanıyoruz. Ve onu engelleyici olarak düşünüyoruz. Peki ya sinema perdesi? O da öyle mi? İşte aynı kelimede ters takla atılan yer. Sinema perdesi, adaşının aksine, daha iyi gösterebilmek için kullanılıyor. Yani yansıtılanın görünebilmesi perdenin fonksiyonunu iyi icra etmesine bağlı.

Burada esbabın perdeliğini, yani aklın nazarındaki perdeliğini, bir ‘engelleyici/saklayıcı’ olarak düşünürseniz şöyle bir durum çıkar ortaya: Allah kendisini hem saklamış hem bilinmek istemiştir. Arayana buldurur bu düzeni imtihanın vesilesi kılmıştır. Denilmiyor mu: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim.” Elhamdülillah. Peki bilinmek isteyen saklanmayı da neden istesin? Neden esbabı bir perde olarak araya çeksin?

Üstelik ne izzetin ne de azametin şanı ‘görünmemek’tir. Yüce olanın daha şiddetli bir görünürlük seviyesine de sahip olduğunu Bediüzzaman “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl...” gibi ifadelerinde beyan ediyor. Demek buradaki gizleniş görünmemekten değil çok görünmekten. Varlığının mutlaklığından dolayı belki de algılayamaz duruma geliyoruz Onu. Aczimizden, sınırlılığımızdan, mahlukiyetimizden dolayı başaramıyoruz. İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle olmadığı hiçbir yer görmüyoruz ki, kıyaslayalım da, “Burada yok da şurada var!” diyebilelim. Hâşâ. “Dalalet vehmîdir!” derken yine altı çizilen birşey bu: İnkâr edenler Allah’ı yoketmiyorlar. Hâşâ. Yokolduğunu vehmediyorlar.

İşte “Allahu’l-alem!” kaydıyla derim ki arkadaşım: Aklın nazarındaki bu perdelik, örtü germek değil, sınırlılığından dolayı bir kolaylık serpiştirmektir. Çünkü akıl parçalayacıdır. Ufaklığından dolayı meraklandığını parçalara ayırmaya bayılır. Küçük küçük lokmalarla yutar herşeyi. Gıdım gıdım ilerler. Parçalarda boğulmayı da o kadar sever ki. Nihayetinde bütüne körleşmesi de mümkündür. Bu ikircikli yanıyla da imtihana muhatap kılınmıştır. Perdesi kendisidir. Allah’ın Esmaü’l-Hüsna’sını kuşatamayışıdır. Dikkatince ilerleyip gafletince geri kalmasıdır.

Hem şunu da diyeyim mi: Labratuvara sokamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söyleyenler aslında parçalayamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söylemiş oluyorlar arkadaşım. Yani kuşatılamayanın reddi sözkonusu. Zaten böylesi bir inkar özünde kuşatamamaktır. “Nazarımda yoktur!” demektir. Yokluğunu isbat değildir. Çünkü mutlak bir yokluk isbat edilebilir birşey değildir. Mutlağı kuşatamayan insan, mutlak bir yokluğu nasıl görebilir/kuşatabilir de, görmediğinin olmadığını iddia eder? Mutlak yokluk da labratuvara sokulabilir birşey değildir ki.

Özetle: Esbap perdesinin sırf bir ‘örtücü’ olarak değil bir ‘gösterici’ olarak da görevlendirildiğini düşünüyorum. Perde ama aklın yavaş yavaş ilerleyebilmesi için bir perde. Bütünü kuşatamayan beşere parçalardan bulabilmesi için serpiştirilmiş kolaylıklar onlar. Elbette vazifelerini yaparken parçalara âşık nefse bir kurtarıcı(!) körlük de sağlıyorlar. Bahane oluyorlar. Say ki arkadaşım: Hak Teala iki daire arasına geçişin şiddetini yumuşatacak bir sistem koymuş. Çünkü insanın perdenin önüyle de arkasıyla da bir ilişkisi var. İkisinden de hisseli bir varlığı var. Hem bedeni hem ruhu var. Hem kalbi hem nefsi var. Soğuyan sütün kaymağı gibi bir berzah esbab. Görmek istemeyene körlük oluyor. Görmeyi arzulayana ayna.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir.”

Oradan oraya okumalar yapabilmemizi sağlayacak bir perde. Hatta bizzat bu okumaları daha yapabilmemiz için konulmuş bir perde. Özünde bir gösterici. Saklayıcı değil. “Hiçbirşey yoktur ki, Onu övüp tesbih etmesin!” sırrı. Zaten böyle bir perdede kesafet/karanlık engelleyici değil göstericidir. Sinema perdesi ne kadar kesif olursa üstünde yansıyan ışığı/görüntüyü o kadar güzel gösterir. Bediüzzaman bu kesafet-aynalık arasındaki ilişkiye de cennetle ilgili bir metninde şöyle dikkat çekiyor:

“(...) nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat masnuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizana çekecek âletler cismaniyettedir.”

İşte, arkadaşım, ‘Karanlık yazdırır’ diyenler belki bu yüzden böyle söylüyor. Yarasına bakmayan devayı anlayamaz. Canı acımayan teselliyi bilmez. Gecesine bakmayan gündüzü farkedemez. Zıttın aynalığı böyle birşey. Varlık gelsin, şereflendirsin, kalsın diye kurulmuş yokluk konakları. Birşeyler birşeylere perde olduğu zaman illa engel olmak zorunda değil. Sen de günah işlediğin zaman hata ediyorsun, ama evet, o hatalardan kaçışların, Allah’a sığınışların, tevbelerin içinde güzel isimler, aklının nazarında ‘gösterici bir perde’ olacak şekilde, yansıyor. Kesif olsan da sende hakikat görünüyor. Ne yücedir Rabbimizin bağışı. Bizzat güzel olmayanlar bile ‘neticesi itibariyle güzel’ olabiliyor. “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı...” hadisini bir de böyle düşün isterim arkadaşım. Fakat, ah, biz de parçayız. En doğrusunu bütünün sahibi bilir. İyisi mi, el-Hâdi ismine sığınalım da, kendi karanlığımızda kaybolmayalım.

5 Mart 2015 Perşembe

Aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit

"(...) ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma..." Âl-i İmran, 188.

Yazarı, okurunu aradan çıkardıkça, metinleri okumak güçleşiyor. Yahut da tam tersi: Yazar, okurunun gözüne girmeye çalıştıkça, metinle arası açılıyor. İki türlüsünü de gördüm. Okuru büsbütün unutmak iyi birşey değil, bu belli. Çünkü kendinle yetinmek de bir tuzaktır, İblisin düştüğü. Erke dönergeci değildir hilkatimiz. Bu bir kayboluş ki, kurtaracak bir diğeri de kalmıyor. Belki de bu yüzden Allah yüzümüzü 'ötekimize' dönük yaratmış. Dışımızda bir kıyas/beğeni arayışıdır şu. Tutanacak birşey. Kendilik zindanında boğulmamanın yolu. Gülmek için gülümseyen yüzler görmeye muhtacız. Nihayetinde okunmak istemeyen neden yazsın? 'Bilinmek isteyen gizli hazinenin' tecellisi hepsi...

"Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir."

Okunmak istiyorsan, okurunu kendinden daha aşağıda düşüneceksin. Aşağılık değil, aşağı. Onu sırtında taşıyacaksın bir nevi. Kendin ot yesen de ona süt vereceksin. Kur’­an'da, Cenab-ı Hakkın insanın fehmine ve lisanına tenezzül etmesi, be­şerin cümleleriyle (ama elbette yine beşerden öte) konuşması gibi. Bu bir rahmet tecellisi olduğu kadar da bir ders. el-Hadî olan Allah'ın kullar içinde bu bayrağa talip olanlara verdiği bir nasihat. Sen de okurunun dimağını tahmin edip ona göre konuşacaksın, yazacaksın. Hidayet, fildişi kulelerden aşağılara bağırmakla olmaz. Onların lisanına ve fehmine karışmakla olur. Peygamberlerin Kur'an'da zikredilen bir özelliğidir. "Size 'içinizden' öyle bir peygamber geldi ki..."

Fakat bu faydacılık bir noktadan sonra ayağına taş koymaya da başlıyor. Bu sefer de hayaline yetişmiyor metinlerin. Yine bir tereddüt sarıyor bedenini. O vakit şöyle bir ölçü olmalı belki yazdıklarında: Okurunun gözüne girmeye çalıştığın yerler de olsun, okurundan ötesiyle konuştuğun zamanlar da. Bütün muhataplarını bir anda bitirenlerden olma. Geniş bakanlardan ol. Belki bu, sorunumuza bir kurtuluştur. Bir nevi müteşabihat dersi. Herkesin anlayacağı yerler ve ancak ehlinin anlayacağı şeyler...

Nasihat alırken ‘veren el’ olarak insanları değil, kitapları tercih ederim. İnsanlar; güzel sözlerin nakli sırasında da, o sözlerin temsilini yaparken de sorunlu varlıklardır. (İlla takva veya ismet ile korunmuş olsun.) Güzel bir söz, sırf söyleyenin söyleme biçiminden dolayı kötü bir hale gelebilir. Buna benzer bir şekilde; kem bir söz de; söyleyenin, söylerken takındığı tavır nedeniyle hakettiğinden fazla tesirli olabilir. Öyleyse sözün hakkını vermek için aradan insanları bir miktar çıkarmak gerek. Hakikatin ‘hakikat’ olduğu için kabulu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Veren elin alan elden üstünlüğü kabul edildikçe sadakayı almak kolaylaşır. İnsan üstü gördüğünün ihsanından alınmaz, alır. Aşağısında varsaydıkları altın da getirse, izzetine yediremez, mesafe koyar.

"Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. "

Hatta daha fazlası var: Yazarı bile unutmak gerekiyor bazen metinlerini okurken. Yahut ötesine geçmek gerekiyor. Onu bir nakilci gibi görmek, onun ardında el-Hadî olanın kokusunu duymak gerekiyor. (Makam-ı reşha bu.) Önemli olan söylenen sözün kıymetiymiş ve söz kıymetini hakikatinden, hakikat kıymetine Cenab-ı Hakk'tan alırmış gibi düşünmek gerekiyor. Elbette sözün kıymetini etkileyecek söyleyenler var. Ama bunların sayısı az. Çok azdır söylediğinin veya yazdığının ağırlığını değiştirebilecek kadar güçlü bir isim/irade taşıyan. Çoğu tam tersi bir etki yapıyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Neden onları merak edelim? Sözdeki hakikat kavranmadığında belki onlara da bakılmalı. Benim düşüncemse şöyle: Eğer damarına dokunmayacak bir nasihat ve tam haklı/hak­verdiğin bir söz işitmek istiyorsan, okuyacaksın. Çünkü hayatları kelamlarını yalanlamayan mübarekler, 'güzel atlara binip' gittiler. Şimdi aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit nal izleriyiz biz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...