"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.
Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."
Emre Dorman'ın attığı twiti okurken de aklıma bu bahis geldi nedense. Şöyle diyordu Dorman orada: "Hadis reddetmek peygamberi inkar etmek değildir. Kur'an'ı tek ölçü bilip peygamberimize atılan iftiraları reddetmektir." Yani ilgili beyanlarından Kur'an müslümanlığı rüzgarına kapılmış olduğunu anladığımız Dorman'ın aslında niyeti iyi, pek güzel, hatta pek şeker. Hadisleri reddediyor ki, Kur'an daha güzel anlaşılsın ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselama atılan iftiralar temizlenmiş olsun. Peki nübüvvetin öğretmenlik fonksiyonu? Boşver canım onu. Modern zamanlardayız. Süper zekalıyız. Biz hallederiz. Oh ne güzel... İnkar et rahatla. Ne kadar bilimsel bir metod öyle değil mi?
Fakat bir saniye! Bu ifade Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği tehlikeyi andırmıyor mu biraz? Yani yapılan şey görünüşte bir takdis/tenzih iken, hakikatte insanın kendi hevasının/fehminin sınırlarıyla birşeyleri sınırlandırması değil mi bu da? Mesela; Mutezile, Allah'ı kendi fehmince/idrakince temizlemek isterken aslında onun 'yaratışına' bir sınır koyuyor ve şirk koşuyor. Daha beter kirletiyor uluhiyet anlayışını... Peki, bizim iyi niyetli Emre Dorman'ımız acaba hangi çamları deviriyor Allah Resulünü temizlemek isterken? Düşünmek gerekmez mi üzerine?
Hani meşhur bir sözdür, bilirsiniz: "Kötülüğün yolları iyi niyet taşlarından örülmüştür..." denir. Ben bu haleti, o sözün anlattığına çok benzetiyorum. Böyleleri aslında bizi yaptıklarının neticeleriyle yüzleşmeye değil, bunu yapmaktaki amaçlarının güzelliğine meftun etmek istiyorlar. Aforizma aforizma avlıyorlar imanımızı. Tıpkı Hayvan Çiftliği'nde Orwell'ın güzelce tasvir ettiği gibi. Domuzlar, daha iyi bir gelecek için hayvanları bir devrime ikna ediyorlar, ama sonuçta devrimle elde edilen eskiden de kötü, beterin beteri bir düzen oluyor. İşte bizdeki Kur'an müslümanlığı meftunlarının da bizi razı etmek istedikleri ütopya bu. Hatta 1984 romanı tarif edilirken kullanılan ifadeyle: Karaütopya.
Prof. Dr. Orhan Çeker'in Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış kitabında hadis ve Kur'an arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı, çok beğendiğim bir ifadesi var: "Eğer hadisler olmazsa..." diyor Çeker, "Kur'an manevî tahrife açık hale gelir." Yani Kur'an'ın lafızlarının değil, ama o lafızlardan anlaşılması gerekenin tahrifi/bozulması ancak hadislerin inkârıyla mümkündür. Yoksa hadisler sizin ayaklarınızı/ellerinizi istikamet üzere bağlar. Kur'an'daki kelimeleri/cümleleri, onlarla kastedilenin ne olduğunu, size hayatın içinden örneklerle/anılarla söyler hadisler. Bu nedenle Kur'an'ın kalkanı gibi bir işlev görürler. Eğer niyetiniz Kur'an'ı tahrif etmekse, önce bu zıhra sataşmanız gerekir. Hadislere olan güveni kıramazsanız, Kur'an'ın mana ve tevilce tahrifini başaramazsınız. Belki kelime-i şahadette Allah'a imanın Resulüne imana bu derece bağlanmasının sırrı da budur. Ve nitekim Kur'an'da da sık sık hem Allah'a, hem Resulüne itaat edilmesinin gereği vurgulanır. (Sadece Kur'an'a değil.) Ehl-i sünnet âlimleri de hep bu yol üzere gitmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Konuya dair güzel bir izahı da Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları 2'de yapıyor:
"Bütün mesele, Sünnet'e söyletemediklerini Kur'an'a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur'an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi, muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid'at fırkaları, davalarını Kur'an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste 'kurtuluşa eren fırka'nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerine bulunduğu yolda yürümek olarak tayin ve tarif buyurmuştur."
Hadis inkarcıları, işte yine sırf bu nedenle, ehl-i ihtisas olmadıkları halde hadisler konusunda boru öttürmeye pek meyyaldirler. Hepsi serapa ehl-i fazilet insanlar olan hadis imamlarını ve başlıbaşına çok derinlikli/nitelikli bir ilim olan hadis ilmini küçük göstermek için yarışmaları da bundandır. Hatta bu insanların içine düştüğü en büyük sapkınlık, sened tahlilini öteleyip kendi akıllarıyla mana tahliline girişmeleridir.
Onların akıllarının ve Kur'an'dan anladıklarının tek miheng olduğu bir düzlemde konuşur da konuşurlar... Cür'etin bini bir para olur. "Bence hadis değil..." veya "Bana hadis gibi gelmiyor..." dışında hiçbir usulleri ve değerlendirme kıstasları yoktur aslında. Biraz üzerlerine gitseniz mesela: Bir hadisin hadis olduğuna karar verirken hangi standartlara dayanırlar? Neye göre ve ne göstergelerle karar verirler? Neye göre reddeder/kabul ederler? Hepsi bunların gözünde/zihninde duman olmuştur. Bazen olur, işlerine geldiğini düşündükleri için zayıf hadisleri en sahih hadislerden bile daha muteber gibi aktarırlar. Bazen de işlerine gelmiyor diye en sahih hadislere bile burun kıvırır, dudak bükerler. Tutarsızlıkların "Bana öyle geliyor/gelmiyor..." çizgisinde bir papatya falı tahlile dönüştürüldüğü bu ekol mensuplarından duyduğunuz hep şudur: "Sizi uydurulmuş dinden, indirilmiş dine çağırıyoruz."
Fakat ne tuhaftır ki; hiçbirinin indirilmiş dini de bir diğerine uymaz. Hepsine ayrı ayrı birşeyler inmiş gibi olur. Hadisleri inkar etmekle güya Kur'an bayrağı altında toplanmış(!) bu zümrenin, bu bayrak altında toplanmakla tevhide ulaştıklarını düşünmek de mümkün değildir. Bunların cemiyeti, duyduğu her ayeti başka taraflara çeken/farklı anlayan sağırlardan oluşmuş sağır sultanlar korosudur.
Emre Dorman okur başka anlar. Caner Taslaman okur başka anlar. Mustafa İslamoğlu okur başka anlar. Yaşar Nuri Öztürk okur başka anlar. Abdulaziz Bayırdır okur başka anlar. Hepsinin keyfine göre küçük küçük fıkıhçıkları oluşur. Böylece tamamen iyi niyetlerle Allah Resulünü ve Kur'an'ı tenzih etmeye çalışırken insan sayısınca dininiz olur. Çünkü Kur'an'ın etrafındaki mana koruyucuları yıkılmıştır. İsteyen, istediği lafzı, istediği lügatten, canının çektiği anlamı vererek, istediği gibi tahrif eder. Bir örnek vereyim: Bunlardan birisiyle konuşurken 'hadislere bu denli itimatsızsa/güvenmiyorsa namazlarını nasıl kıldığını' sormuştum mesela. Bana, namazda bizim olmazsa olmaz gördüğümüz her rüknün uydurma olduğunu, orada secde/rükû ile kastedilenin de aslında Allah'a saygı duymak olduğunu söylemişti. Varın siz düşünün gerisini: Böyle insanlarda dinden ne kalır?