7 Eylül 2015 Pazartesi

Kendisiyle yarışan sonuncu da olsa birincidir

"Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu -ravi dedi ki: Veya kuru otu- yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir." (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1664)

Hırsın gözünde hayat 'çıkması hiç bitmeyen bir merdiven' gibi. Her adımında bir lezzet var. Doğru. Fakat her adımın öncesinde tadılan bir hasret ateşi de var. Lakin her adımın ardından gelen bir yoksunluk duygusu da var. Çünkü her adımın 'bir öncesi/sonrası' var. Hem bu yoksunluk hissi tek yöne doğru da değil. Yani sadece yukarıya duyulan bir açlıktan bahsetmiyoruz. İnsanız. Bastığımız her yere bağlanıyoruz. Geride bıraktığımız basamağı da özlüyoruz ister istemez. Tıpkı ülser bir holding patronunun iştahla soğan ve ekmek yiyen inşaat işçisine imrenmesi gibi.

Yahut da herşeyi hakkıyla yaşadığını sanrılayan bir ihtiyarın gençlik albümüne bakıp (bütünü bir yoksunlukmuşçasına) iç çekmesi gibi. Sonu gelmiyor bu yarışın. Geriye doğru da yarışılıyor ileriye koşulurken. Çünkü elde edilen de elde kalmıyor. Mücadeledeki sürtünmeden, yani daha yukarıya duyduğumuz özlemden, hem de yanısıra çektiğimiz 'geçilmek korkusu'ndan yanıyoruz. Mürşidim bir yerde diyor: "Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar."

O zaman yarışmanın ne anlamı var? İnsan, birşeyde/şeylerde yarışır ki, kazanmak mümkün görünür onda/onlarda. Kazanılan elde kalır. Gitmez. Bizim hırsla girdiğimiz yarışlarda kazanmak diye birşey de yok. Güzelin daha güzeli, daha güzelinse daha daha güzeli var. Daha daha güzel olansa daha daha güzel kalamıyor, eskiyor. Çirkinleşiyor. Zâtı çelikten olup zamana direnebilse, sende ülfet peyda ediyor, sıradanlaşıyor. Yani, güzelliği sönmezse, tazeliği sönüyor. Arkadaşım. Böyle bakınca daha net görüyorsun: Fani olanda hırs bir fazilet değil düşkünlük. Susuz insanların daha fazla deniz suyu içmekte yarışması gibi. Dünyaya tamahımız bu bizim.

Baksana şuraya. Tıpkı burada anlatıldığı gibi değil mi halimiz: "Bir zat, bir biçareyi, bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır."

Azmetmekle hırs göstermek arasındaki nüansa gelirsem: Ben en çok 'ötekine' bakışından tanırım 'berikini.' Bence azim 'ötekini hesaba katmadan gösterilen gayret'tir. Aldırmadığı sürece başarılıdır. Yarışılan kimse yoktur onda. Belki sadece insanın kendisi. Arzusu. İhlası. Bir başkasını hesaba katmaz. Bir başkasına çekememezlik yapmaz. Kıskanmaz. Bahsini işitse, "Mübarek olsun!" der. Kavgası onunla değildir çünkü. Bir bütünün parçaları olduklarının farkındadır. Aynı bütüne hizmet ettiklerinin farkındadır.

Bütünün sahibi olmaya çalışmıyordur. Parçası olmaya çalışıyordur. Yükün payına düşenine sevdalıdır. Tamamını taşımaya müştak değildir. (Güzel olmaya çalışmıyordur. Güzele dair olmaya çalışıyordur.) Hayrın vücuda gelişi bir bütünlük işidir. Kavgası kendisiyledir. Bütüne liyakatiyledir. Mürşidim de bu sadedde der: "Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez..." veya "Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz..."

Kendisiyle yarıştığı için kaybeden olmaz. Kendisiyle yarışanın kaybedişi olmaz. Kaybetmediği için hırsa mâden olacak gıptayı/kıskançlığı duymaz. İnsan salt kendisiyle yarışıyorsa sonuncu da olsa birincidir. Bu yüzden azmin yıpratıcılığı yoktur. Hırs ise yıpratır. Kendisini öteki üzerinden tanımlayan hırs, ulaşamadığı herşeye ve geçemediği herkese düşmandır. Hırsın olduğu yerde ihlas olamaz. Çünkü ihlasın bir yüzü de istikamete bakar. İstikamet ise 'bütünle uygun adım' yürümektir. Ne çok hızlı, ne çok yavaş. Mü'min, eğer istikamette kalamıyorsa, sırf çok gayret sarfettiği için ihlaslı sayılmaz. Bu da bizi azmin sınırlarına götürüyor yine.

Arkadaşım, azimli insan, dünyanın hiyerarşisini bozmaya çalışan insan değildir. İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle 'gıpta damarını tahrik etmeye' çalışan değildir. Bütünün diğer parçalarını yerlerinden etmeye, yerlerinden soğutmaya, başkasının imtihanı olmaya özeniyor değildir. Yerini hiyerarşi içinde değil, kendi içinde arar. Sahip olmaya değil, parçası ve şahidi olmaya çalışır. Ortaya koyduğu başarıyı da aynı bütünün parçalarıyla kıyaslayarak izah etmez. Allah'tan gayrısının 'aslolmadığının' farkındadır.

Asla dair olduysa, asıl olana işarette bulunduysa, ihlaslı bir an-ı seyyale yetecektir sonsuz olmaya. Ötekinin gıptasından/takdirinden çok kendisinin kemali önemlidir. Zaten yine mürşidim demez mi: "Halbuki, hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Öyle ya, başkasına kıyasla başarılı olan, mezarda kendisini kıyaslayacak kimse bulamaz. İyisi mi, arkadaşım, kıyasla güzel olmayan şeyleri biriktir. Caner Kut ağabeyin Medeniyet Tasavvurları'nda söylediği gibi yap: "Sanatçının ihlası biraz da kendi içine çekilmesiyle ilgilidir."

5 Eylül 2015 Cumartesi

Çöplüğün generali nasıl halife-i arza dönüşecek?

"Onların Rableri katındaki mükafatı, temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu Rabbinden korkan kimseyedir." (Beyyine sûresi, 8)

Arkadaşım, imanla şükrün arasını açıyoruz, hata yapıyoruz. Şükrü, 'imanın kendisine' yapılacak birşey gibi değil, 'hazza müteveccih'miş gibi tarif ediyoruz. (Nimet ile imanı da birbirinden koparmış oluyoruz böylece. Şükür, imandan kopuk, ayrıca yapılması gereken bir görev gibi duruyor.) İmanın kendisinin nasıl bir nimet olduğu ise bu 'nimetler kesreti' içinde görünürlüğünü yitiriyor. Nimet tanımımız kalbin (ve de şubesi olan aklın) diyarından uzaklaşarak hazzın diyarına yaklaşıyor. Tadılanın nimet olduğunu takdir eden mantığımız akla gelenin de (en az onun kadar) nimet olduğu düşüncesinden uzaklaşıyor. Çünkü aklın alanını nimet alanından farklı bir yerde konumlandırıyor. Kalbin alanını nimet alanından farklı bir yerde yerleştiriyor. Dışımız Onun (c.c.) oluyor yalnız. İçimiz yine bizim(!) kalıyor. "Oraya akanlar hariç..." diyor nefsimiz, "bana ne verdiyse nimettir."

Hatırlayalım: Karun'un şirki gizliydi. Karun, Allah'a başkasını değil, kendisini ortak koşmuştu. Onun "Bu bana ilmimle verildi!" derken kastettiği "Bunu tam olarak O verdi sayılmaz. Ben de kazandım! Ben de birşeyler yaptım!" demek değil miydi? (Zekat emrine muhatap olduğuna göre Karun inançlı biliniyordu da.) Çünkü o servetini elde ediş sürecinde istifade ettiği akıl/emek alanını 'bağış' diyarından çıkarmıştı. Onun dünyasında bağış, aklın, kalbin ve iradenin çabasından hariçte kalan bölgeyi temsil ediyordu. Belki bir anda da olmadı bu kayış onda. Yavaş yavaş inşa etti şeytan bu tanımları. Tıpkı Mesnevî-i Nuriye'de bize aktarılan süreç gibi:

"Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

İmanın, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakikî nimet yapan ve bütün zîşuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran' oluşu tam da bu süreçte gerçekleşir. İman, başta kendin olmak üzere, herşeyi Allah'a intisablı/bağlantılı bir şekilde tarif etmektir çünkü. Küfür nasıl 'hariçte bırakmakla' ilerlerse, iman da tam tersi bir şekilde 'daire içine almakla' fonksiyonunu yürütür. Yani, sahiplenile sahiplenile şirke düşülür, elden çıkara çıkara iman edilir. Bu bir açıdan da şu demektir: Küfür bütünün anlamını parçalarken, iman, parçayı 'bütünün anlamına' çağırır.

Ali Şeriatî'nin de İslam Bilim isimli kitabında güzelce ifade ettiği gibi, tevhid ve küfür, birbiriyle barışmayacak iki farklı 'algılayış biçimi'dir. İman eden varlığı farklı algılamaya başlar. Küfre düşen şahitliklerini daha farklı algılar. Ortamızdaki nesne değişmese de bizim ona dair yorumlarımız değişir. Çünkü mü'min varlığı ötesiyle birlikte tanımlar. Küfrün böyle bir şansı yoktur. Herşeyi buranın içinde, varlığına inandığı gerçekliğin boyutları üzerine kapanmış olarak, sınırlı imkanlarla anlamlandırmak zorundadır. Bu açıdan, Kur'an'da imanın gaybla bağlanması, mü'minlerin 'gayba iman edenler' olarak övülmesi, onların sahip olduğu bu hazineye (yani varlığın şahid olunandan ötesine sahip oluşuna) bir vurgudur aynı zamanda.

Mürşidim 'imanın nimetiyetine' çok vurgu yapıyor. Hatta bu gözle dikkat edilse, metinlerinde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisinin 'imanın nimetiyet ciheti' olduğu görünüyor. Bunun anlamı biraz da şu: İman bizzat hayatı güzelleştiren birşey. Dünyayı anlamsızlıktan, bir çöplük olmaktan, yokluğa gitmekten kurtaran birşey. Nimet demek de aslında bu demek. Birşey hakkında nimet dediğimizde kastettiğimiz onun hayırlı yani vücudî (varlıksal) oluşu. Vardenin varedişine uyumlu oluşu. O uyumla 'büyük anlama' katılışı. Bizi sonsuzluğun parçası kılışı.

Bize birşeyler katışı. Zenginleştirişi. Aleyhissalatuvesselamın buyurduğu; "Din kolaylıktır..." hadisi, genelde 'amellerin hafifliği' ile tevil edilse de aslında iman, daha ameller hesaba katılmadan, yaşamı/yaşamayı kolaylaştırandır. İmanın verdiği bakış açısı hem gönül huzuru, hem akıl ferahıdır. "Kadere iman eden, kederden emin olur!" diyen güzeller de buna işaret etmiştir. Bu noktada, arkadaşım, özellikle 23. Söz'ün ifade etmek istediğim şeye güzel bir delil olduğu kanaatindeyim:

"İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Sanma söyleyeceklerim bu kadar. Şuna güzel bir örneğim de var. Okuduğum bir kitaptan. İsmi: Çöplüğün Generali. Bu romandaki birkaç satır, dünyayı, yalnız maddesiyle anlamlandırmaya çalışmanın nasıl 'değersizleştirici' birşey olduğunu gösteriyor. Şöyle söylüyor doktor karakterimiz romanda: "Bazen yaptığım işin, bütün bu ameliyatların, bu yaşam kurtarma saplantısının neye yaradığını düşünüyorum da... Yaşamın kendisi bu kadar acımasızsa onu uzatmaya çalışmak neye yarar?" Uzağa gitmeyelim. Aslında bu sorgulama intiharın da arkasında yatan gerekçeden haber veriyor: Yanlış olanın uzatılmaması.

Kullandığı ifadelerden pek de inançlı olmadığını anladığımız yazarın, yine aynı roman içinde, sık sık 'hayatın acımasızlığına ve anlamsızlığına' vurgu yapması, imanın 'şükrü bizzat hakeden' birşey olduğunu göstermeye yetmiyor mu? Çünkü birşeye şükretmek bir açıdan da o şeyin varlığından razı olmaktır. Razı olmak ise doğru bulmak ile mümkündür. Doğru bulabilmek içinse o şeyin kendisinden başka şeylere (onu anlamlı kılabilecek bir gayba mesela) bağlanmasına ihtiyacımız vardır. Zira o şey bazen bizzat 'çirkin' görünür de güzelleşmek için 'neticelere' ihtiyaç duyar.

Zübeyir Tercan ağabeyin Holografik Bakış'taki enfes misaliyle: Bir insanın kesilmesini anlamlandırabilmek oranın ameliyathane olduğunu bilebilmekle mümkündür. Allah'ın yarattıklarından razı olabilmek onun Esmaü'l-Hüsna'sına inanmakla mümkündür. Ona hakkıyla iman etmeyense, yarattığına belki katlanır/direnir, ama razı olamaz. Tıpkı Yunus Emre'nin işaret ettiği gibi: "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü." İman da zaten bu 'ötürü'nün farkına varmak değil midir? Hatta meşhur ayet-i kerimenin mealinden istifade ile şöyle de diyebiliriz: "Onlar ki 'ötürüye' iman ederler."

Lafı çok uzattım. Sizi de sıktım. Mürşidimin bir sözüyle bitirmiş olayım: "İman bir intisabdır." Yani: Elhamdülillah. İmandan sonra hiçbirşeyin artık 'kendi başına' kalma tehlikesi yoktur. İmandan sonra herşey Allah ile (ve dolayısıyla birbiriyle de) bağlanırlar. Ve, ne mutlu bize, kendi başına kalmayanlar yarım da kalmazlar.

4 Eylül 2015 Cuma

Molla Fethullah (k.s.) neye hayret etti?

Yazarak yaşamayı isterdim. Bir roman kahramanı gibi. Detayların tümünün farkında olarak. Yaptığım herşey kalemime uğramış olarak. Dinlenmiş olarak. Durulmuş olarak. 'Neden?' dersen: Konuşurken aptallaştığımı hissediyorum. Yazarken sanki daha zekiyim. Parmaklarımın ucundan akarken kelimeler, aldıkları yolun uzamasından mıdır nedir, daha bir kıvamlarını buluyorlar. Daha bir istikametli çıkıyorlar. Daha bir arkalarında duruyorum onları sahiplenirken.

Ancak bunu 'daha çok düşünmek' gibi tarif etmek de istemem. Çünkü, yalan olur, bir deneme-yanılma yaşıyor değilim. Birkaçının içinden bir tanesini seçiyor değilim. Onu koyuyor, şunu kaldırıyor, değilim. (Bunu 'hiç yapmıyorum' desem, o da yalandır.) Konuştuğum kadar hızlı yazıyorum çoğu zaman. Sadece yazarken herşeyin akıp gitmesi daha kolay oluyor. Bölünmüyor. Kirlenmiyor. Karışmıyor. Kızışmıyor. Kızdırılmıyor. Üstelik dilim gibi kalemim sürçmüyor. (Hele bir de yeterli duygusal yoğunluğa/ızdırara erişmişsem.) İçimde en güzel cümleleri fısıldayan yer neresiyse, elhamdülillah, oranın sesini duyuyorum yazarken.

Konuşurken karşısında konuştuklarım o netliği bastırıyor. Acele ediyor ve istikametimi yitiriyormuşum gibi hissediyorum. Yahut bana öyle geliyor. Hani, hızlı sürerken bisikleti, dengede durmak daha kolaydır derler. Hiç sürmedim ya. Diyenlerin yalancıyım. Hem benzer hem farklı birşey bu söylediğim işte.

Ağzımdan çıkan cümlelerden çoğu zaman pişmanlık duymuşumdur. Hakikatsiz olmasalar bile 'daha güzel olabileceklerini' düşünmüşümdür. Süratli ve ayakta kalabilmek için kimbilir nelerden nelerden kısmışımdır. Yazarken bu daha az olur. Eski yazılarımı şöyle bir gözden geçirsem fikrim değişir mi? Herhalde değişir. Her yazar eski metinlerinden tuhaf bir rahatsızlık duyar. Hatta metinlerini düzeltmek, bir başkasının metinlerini düzeltmekten daha büyük bir eziyettir, yazanı için. Metinlerle arasındaki mesafe arttıkça, yani onları yazdığı zaman diliminden uzaklaştıkça bugün, metinleriniz de sizden uzaklaşır. Tamam. Bir yabancının yazdıkları gibi olamazlar asla. Fakat yine de bir parça yabancılaşırlar. Ya çok seversiniz onları. Yahut da nefret edersiniz. Nötr kalmanız imkansızdır.

Bunun çaresini bulamadım. O yüzden kendi yazılarımı, özellikle üzerlerinden uzun zaman geçmişse, reddediyorum. Sadece okumayı değil yargılamayı da reddediyorum. Bir hatam gösterilse tevil etmeye çalışmıyorum. (İnsanın kendinden kurtulmaya çalışması ne kadar ağır yük! Benimse kalbim zayıftır. Büyük iddiaların yükünü kaldıramaz.)"O zamanki Ahmet böyle bir halt yemiş olabilir!" diyorum. Çok şükür. Yazdığı her metni kaplumbağa kabuğu gibi beraberinde taşıyanlardan değilim. Eskilerinden alıntılar yapan insanları takdir ederim ama taklit etmem. Öyle olabilecek bir hafızaya sahip değilim. Bunun da bana bağışlanmış bir nimet olduğunu düşünürüm. Eskiden ne söylediğimi hatırlamamak aynı mesele hakkında farklı düşünebilmeme de imkan sağlar. Eskinin bağlayıcılığından/hazırcılığından kurtarır beni. Bence, bu açıdan, hafıza ile yorum gücü arasında ters bir orantı vardır. Genel için söylüyorum bunu.

Evet, özetlersem, teorimin temeli şu: Yorum gücü yüksek olan insanların hafızası daha zayıf olur ve tekrar tekrar bakması gerekir aynı şeye. "Ne söylemiştim?" diyemeyeceği için "Tekrar ne söyleyebilirim?" demek zorunda kalır. Her bakışında 'şey' ona daha farklı birşey daha söyler. Bu, onu ve yorumlarını daha zengin kılar. Hafızası güçlü olanlarsa başkalarının o mesele hakkında daha önce ne söylediğini ve kendisinin daha önce ne düşündüğünü hatırlarlar. İyi de hatırlarlar. Bu bir kolaylıktır. İkinci kez zihni yormayı gerektirmez. Lazımdır. Ayakları istikamette tutar. Fakat böylece hafıza ancak 'tekrar-ı nazarla' veya 'dikkat-i nazarla' gelişebilecek olan yorum yeteneğinin düşmanı olur. Herkeste böyle olur demiyorum. Ama çoğunlukla böyle olduğunu düşündürdü tecrübelerim.

Tarihçe-i Hayat'ta da geçen, Molla Fethullah Efendi'nin (k.s.), Bediüzzaman'ı, (daha gençlik çağında) hem zekası hem hafızası itibariyle imtihan edip ikisinde de kuvvetli olduğunu görünce söylediği; "Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir!" cümlesini biraz da böyle anlarım.

Bediüzzaman'ın, hem 'yorumlayışta' hem de 'ezberleyişte' birden iyi oluşunun, ikisinin arasındaki mezkûr uyumsuzluk nedeniyle, Molla Fethullah Efendi'yi (k.s.) hayrete düşürdüğünü düşünürüm. Ki kendisi de bir nakil şaheseri olan Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin sonunda şöyle der: "Hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kîle suretiyle gitmemiştim..." En nihayet şu önemli detayın altını çizerek bitirelim: Bunlar ancak beni esir alabilecek yorumlardır. "Kesinlikle böyledir!" diyemem. En doğrusunu ancak Allah bilir. Rabbim, o güzellerin şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin bizi.

3 Eylül 2015 Perşembe

Renkler de kitaba dahil

Bunu bana bir yaprak hatırlattı arkadaşım. Hayattan ölüme renkten renge bürünen bir yaprak. Yeşilden sarıya, sarıdan kahverengiye, kahverengiden toprağa. Renklerin öğreticiliği... Unutamam. Hintçe bir ilahînin (Kûnfeyekûn) ilk cümlesiydi. Şöyle diyordu Allah'a: "Ey boyacı! Ey boyacı!" Öyle kalbime dokundu ki! Seslenen benmişim gibi geldi. Öyle demekle kastettiğinin Allah olduğunu hemen anladım. Tıpkı bir sevenin sevdiğinden bahsedildiğinde anlaması gibi. Dedim içimden: "Bu Malikimden (c.c.) bahsediyor." Yanlış hatırlamıyorsam yazılışı şöyleydi kelimenin: 'Rangrezâr.' Sonra, bu farkedişin/çağrışımın sırrını da çözdüm Bakara sûresindeki bir ayet ile. Hani ne güzel buyuruyor: "Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak Ona kulluk ederiz."

Demek ki; Kur'an, kavmi/lisanı ne olursa olsun, müslümanlar arasında ortak bir dil inşa ediyor. Sadece kelimelerin benzerliği itibariyle değil, bir müslümanın öyle demekle neyi kastettiğini farketmek noktasında da bir ünsiyet oluşuyor aranızda. Neşet Ertaş merhumun 'gönülden gönüle bir yol' dediği şey. Bir aşinalık. Bir ruh/kalp benzerliği. Çağrışım kardeşliği. Bu çok güzel birşey. Kardeşlik de ancak böyle bir zeminin varlığında 'bahsedilebilir' oluyor. Çünkü ancak 'gönlü kardeş olunca' muhatabın 'neyi kastettiğini' anlayabiliyor insan. Gönüller konuşmadıktan sonra lisanlar bile harbediyor.

Bazı gönül ehli 'kuşdili' diyorlar buna. Dilinden değil halinden anlamak. Hz. Süleyman'ın (a.s.) kuşdili bilmesini böyle tevil ediyorlar. "Hz. Süleyman gönül dilini bilirdi. Lisana ihtiyacı yoktu." Derviş Yunus da öyle demiyor mu: "Süleyman kuş dilin bilir dediler./Süleyman var Süleyman'dan içeri." Bu düşünce bizim türkülerimize de bir ölçüde sirayet etmiştir. Hani vardır: "Vay dili dili, kuş dili dili, Mevlam kulu, sevdim seni." Türkü bahsi açıldı. Başka bir ezgiyi hatırlattı. Erkan Oğur, Yüzün Gördüm Dedim'de ne diyordu? Hatırlayalım: "Biz Allah'ın boyasıyla boyanmışız. Allah'tan daha güzel boyası olan kim?"

Bakıyorum. Şaşırıyorum. Hayran oluyorum. Allah'ın birbirine yakıştıramayacağı renk yok gibi geliyor. Hani diyorlar ya bazen "Şu renk bu renge, bu renk şu renge uymaz!" Peh! Öyle birşey yok bence. (Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Bir zerrenin bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir.") O tastamam modacıların haltetmesi. Allah dilerse, hepsini birbirine uyduruyor, hepsini güpgüzel yakıştırıyor, hepsine 'maşaallah' dedirtiyor. En biraraya gelmez renklerin ve tonların, ancak Onun şanı olan bir kompozisyonla, birbiriyle pekala uyuştuğuna şahit oluyorsunuz varlığa bakınca. Hem "Rûm sûresinde farketmeye çağrıldığımız biraz da bu sanki..." diyorsunuz: "Onun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için dersler vardır."

Bir ders alıyorsunuz Allah'ın birbirine yakıştırdığı renklerin güzelliğine bakarken. Yakışmaz sandıklarınızı yakışmış görürken. Boyacının büyüklüğüne şahit oluyorsunuz. Size birşeyler anlattıklarını farkediyorsunuz. Hikmetini bilmek barışmaktır. Barışıyorsunuz onlarla. Ki o insanı da renk renk, lisan lisan, fıtrat fıtrat yaratmadı mı? Hepimizi bir dünyaya yakıştırmadı mı? Renklerimizi bu hayata yakıştırmayan bizleriz. Birbirimizin renklerini beğenmeyen bizleriz. İçimizdeki renklerle savaşan bizleriz. Mürşidimden bir alıntıyla bitireyim en nihayet: "Bak, şu semâvâtın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et. Göreceksin ki, herbiri üstünde Şems-i Ezelînin taklit kabul etmez turraları vardır." Yani arkadaşım demem o ki: Renklerinle barış. Çünkü yalnızca 'harfler' değil 'renkler' de kitaba dahil.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Kalbin mehre alışsın

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik!' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût sûresi, 2)

Şunu farkettim arkadaşım: Yol, onu bir kere seçtikten sonra, sahibini kendisine mecbur eder. Şartlarını dayatır. Yani 'gitmek istediğin yere' veya 'görmek istediğin şeye' göre katlanman gereken kuralları olur. Kurallarından vazgeçersen yoldan da vazgeçersin. Dağa tırmanmanın mehri yorgunluktur. Suda yürümenin bedeli ıslaklıktır. Bulutların duvağını yükselerek açarsın. Denizlerin tenine alçalarak dokunursun. Yol aslında nedir peki? Yol bir tür bedeldir. Menzilin bedelidir. Varmanın kaporasıdır. Hatta duasıdır.

Manzara denilen en mukavemetsiz şey bile seyrinize kendisini bedelsiz bırakmıyor. Emek istiyor. Gayret istiyor. Dikkat istiyor. Hatta en güzel manzaraların bedeli en zor yollar. 'Gidilmez' denilen yerlere gittikçe, 'Çıkılmaz' denilen yerlere çıktıkça, 'Varılmaz' denilen tepelere vardıkça alıyorsunuz ücretinizi. Ayaklarınız yola bir nevi 'yüz görümlüğü' takıyor. Hem dağcılık da ancak buradan bakınca anlaşılabilecek bir sevdadır. Başka gözlerin aşinası olmadığı harikalara varabilmek için dağcı bir bedel öder. Bizden daha fazlasını ödemeye hazırdır her zaman. Daha azimlidir. Daha cüretkârdır. Daha sebatkârdır. Allah sebatında sabredenleri muvaffak eder.

Sadece zaman/zahmet olarak değil hem de. Ümit ve korku olarak da bedel ödemeye hazırdır. Dağcının yaşadığı kazalar, salgıladığı adrenalin, döktüğü ter, gösterdiği dikkat, aldığı tedbir, mahrum kaldığı rahatlık ve serbestlik... Bunların tamamı 'şahidi olunacak manzaranın' bedelidir. Çıkacağı makamın istediğidir. Ve artık, dağcı, maksadına ulaşmıştır.

Gözleri 'gözlerimizin asla şahit olmadığı' bir dünyaya şahit olmuştur. Dünyamızın 'daha yukarısından' ve 'daha çoğuna' bakmıştır. 'Kalb-i beşere hutur etmeyen' şeylere dokunmuştur. Mürşidimin tabiriyle 'hiç ender hiç' iken 'bütün mevcudatı umumen' elde etmiştir. Biz, yani aşağıdakiler, ancak onun çektiği fotoğraflarla ve hayalimizle yetiniriz şahitliğini anlayabilmek için. Neden? Ödenmesi gereken bedelden kaçıyoruz çünkü. Mehrini vermediğimiz manzara da bize duvağını açmıyor.

Tasviri çok mu uzattım arkadaşım? Doğrudur. Tamam. Sadede geleyim: Ben bu kadar şeyi sana neden anlattım? Anlattım, çünkü dağcı, manzara ve yol arasındaki ilişki benim takvayı da anlamamı sağlıyor. Kur'an buyuruyor: "Akıbet takva sahiplerinindir!" Bu ayet-i kerime bana dağcının zirveye ulaştığı anı hatırlatıyor. Takva manzarası güzel bir yola ödenmesi gereken dikkat bedelidir. Düşünsene! Allah'ın rızasını istiyorsun. Cennet istiyorsun. Hem bu dünyada hem ahirette selamet istiyorsun.

Nasıl bedelsiz elde edeceksin? Öyle kıymetli şeyleri bedelsiz verirler mi? Öyleyse dikkat edeceksin. Az şey istemiyorsun. Arzunda ciddi isen bedeli 'dikkat' olacak. Bazen de çile çekeceksin tıpkı dağcının çektiği gibi. Herkesin evinde oturup rahatça televizyon izlediği zamanlarda sen yolla boğuşacaksın. Oruç tutacaksın mesela. Aç kalacaksın. Günde beş vakit namazın olacak. Talim yapacaksın. En sıcak vakitlerde bile örtüneceksin. Tenin zararlardan korunacak. Dilin, en öfkeli anlarında bile, bir sınırı geçemeyecek. Duracak. Ne kadar albenili dursalar da günahkâr eğlencelerden uzak kalacaksın. Küçük görme. Bakarsan ciddi bedeller bunlar. Düzlükte yaşanacak bir hayattan vazgeçiyorsun sen.

Birşeye niyet ettin çünkü. Bir manzaraya talip oldun. Aşağılar yetmez göründü sana. Sonsuzluğa talip oldun. Az şey değil. Hiç az şey değil. Zerresin ama Şems-i Sermed'i istiyorsun artık. Hiç ender hiçsin ama bütün mevcudatı umumen istiyorsun. 'Bedelini sevmek' başka şey amma, sormadan edemiyorum arkadaşım, nasıl 'bedel ödememeyi' beklersin? Nasıl zahmetlerden alınır, Allah'a gönül koyarsın, nazlanırsın? Talip olan sensin. Bu dünyayla yetinemeyen sensin. Allahsız bir hayatın boşluğundan yakınan sensin. Fanilikten usanan sensin. Sevdiklerini kaybetmekten yanan sensin.

Nasıl bütün bunlardan kaçmak için girdiğin bir yoldan yakınırsın? Kendin diledin onu oysa. Böyleyken halimiz, Bediüzzaman'ın, Mevlana Celaleddin-i Rûmî'den (Allah ikisinin de şefaatine nail eylesin bizi) alıntıladığı gibi değil midir? Hani o 'Kalubela gününü' pek güzel tasvir eder ve der: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Bela/Evet' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." Evet arkadaşım. O halkaya katılmadan dağı tırmanamazsın. Tek başına dağcılık olmaz. İz lazım. Tecrübe lazım. Dost lazım. Sonra Derviş Yunus'un (k.s.) tarif ettiği gibi olur halimiz: "Göçtü kervan, kaldık dağlar başında..."

1 Eylül 2015 Salı

Tavuğu verirken kazı aklından bile geçirmemek veya ihlas

"Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet sûresi, 11)

Bir park yerindesin. Sağında solunda seninkinden başka araba yok. Belki bir tatil günü ve orası da işyerin. Arabalara ayrılmış bölümler var. Bölümler dediysem duvarlar/kilitler değil, çizgiler. Çizgiler ve belki en fazla numaralar. Elinde güç olmayan sınırlar. Senin bölümün hangisidir biliyorsun. Oraya parketmek zorunda değilsin. Arabayı parketmek zorunda bile değilsin. Öylece bırakabilirsin. Ama yapamıyorsun. İçinden bir ses 'doğru olanı yapmanı' hatırlatıyor. Dedim ya: Bir tatil günü. Yoğunluk yok.
Belki senden başka parkedecek araba bile yok. Arabanı nizamî parketmen o gün için doğru/zorunlu olmayabilir. Ama hayır. Sen yine de nizamî olanı tercih ediyorsun. İçinde bir yer sızlıyor. Dişağrısı gibi. Deli ediyor seni. Bundan dolayı ödüllendirilecek falan değilsin. Aksini yaparsan ceza görecek değilsin. Park yerinde elinde sopayla kimse beklemiyor. İçinde bir yer var, susturamadığın. O seni mecbur ediyor böyle yapmaya. Ve sen onun sıkıntısını gidermekle ödülünü pekala almış oluyorsun. Doğru olanı yapmaktan daha büyük ödül var mı? "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur..." Biliyorsun.

"Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar..." Sagopa'nın bir şarkısında geçiyordu. Kafana takılmıştı. Ve daha geçen gün okuduğum Piano Piano Bacaksız tokatlamıştı vicdanının yüzünü: "Namuslu olmak insanın doğal halidir..." Halbuki ben de onu bir ihsanmış gibi algılıyordum başkalarına. Fazladan birşey. Dünyaya 'o bunu haketmeksizin' kattığım bir güzellik. Tamamiyle benden. Yukarıdan bir bağış, biraz da kibirle. Kendimi 'veren el' gibi görüyordum onları yaparken. İbadet ederken bile Allah'a bağış yapar gibiydim. "Bugün dört rekat fazladan kıldım. İki sayfa fazla Kur'an okudum. Şu kadar sadaka/zekat verdim. Şöyle şöyle yardımlar ettim. Eh, epey fark attım diğer müslümanlara. Herhalde cehenneme gitmem!" Bunların tamamı kafanda dolanırken hissettiğin şey, hiç yalan söyleme şimdi, kibirdi. İyi birisi olmak istiyordum, ama bunu ihsan eder gibi istiyordum. Halbuki gerçekten iyi birisi olsaydım bunun iyi birisi olmak olduğunu bilmeyecektim. Korkum gitmeyecekti. Akıbetimden emin olmayacaktım. Bu bana 'olmazsa olmaz' gibi gelecekti. Kendimde bir 'ilerilik' görmeyecektim onları yapmakla.

"Kim olsa aynı şeyi yapardı!" Ah, ne güzel cümleydi o. Fakat ben onu kullanırken bile 'kim olsa aynı şeyi yapmayacak ancak ben yaparım' diye düşünüyordum. Âdettendi onu söylemek. Nakşibendîce ne 'terk-i hesti' ne de 'terk-i terk'i becerebilmiştim. İkisini de hatırlıyor. İkisini de arşivliyor. İkisiyle de gizli gizli övünüyordum. İyilik oradaydı. Yapmıştım işte onu. O zaman ben iyilerdendim. Allah'ı esir almıştım (hâşâ) onunla. Nazlanmaya hakkım vardı. Benden başkası yapamamıştı çünkü onu. Ben yapmıştım.

Sonra bir İşaratü'l-İ'caz okuması ve rastladığım bir ihlas tarifi rahatsız etti toz konduramadığım egomu: "İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." Yani hiçbir şeyi düşünmememek yapmaktan başka. Ne 'ne olduğunu' ne 'ne olacağını' ve ne de 'nasıl bir kemale erdiğini' onunla. "Bana seni gerek seni..." diyebilmek cenneti düşünmeden. İyiliği sadece iyilik olduğu için, hatta iyilik olduğunu bile bilmeden, namusluluğun doğal/fıtrî halimiz olduğunu düşünerek yapmak onu. İkinci bir niyet karışmadan. Ötekinin de menfaat ihtimalini tartmadan/ikirciklenmeden hak olanı seçmek. Şer ile hayır arasında kaldığında, şerre olabilirlik kapısının açık olduğundan bile haberdar olmamak. Böyle olabilir mi bir insan?

Olurmuş meğer. Hz. Aişe annemiz anlatıyor: "Bir adam, Resulullah aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın...' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala Hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Şimdi anlıyorum, mürşidimin, hakiki kemal hakkında neden şöyle söylediğini: "(...) hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Yani kim/ne diyecek diye bakmadan iyi olmak. "Bana ne getirecek?" veya "Bana ne zararı dokunacak?" demeden iyi olmak. Tavuğu verirken kazı aklına bile getirmemek. Gelse de memnun olmamak. O meziyet zatının bir özelliği olduğu için öyle olmak. Şıklardan doğruyu seçmek değil, diğer şıklardan haberdar bile olmamak. Doğru o olduğu için ve doğrudan başkası kaçınılmaz olduğu için öyle olmak. Sanıyorum Allah Resulü efendim de Hz. Aişe anneme bunu söylemek istiyordu. Ve arkadaşım, arabayı parkeden adam da bize bunu söyledi. Sen de işittin. Ben de yazdım. Çünkü yazmak doğrusuydu.




[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

Depresyonun da bir hikmeti var

"Zamanın gereği buydu; çocukları sahip olduklarıyla görüntülemek, sonra belki de seyrek bakılacak bir albüme gömmek..." Sevinç Çokum, Gece Kuşu Uzun Öter kitabından.

Bazen hayat böyle birşeymiş gibi geliyor: İtinayla üstüste koymaya çalıştığın taşlar. Çok da hassaslar. Çok da uğraşıyorsun denk gelsinler diye. Dik dursunlar diye. Fakat işin biter bitmez ilk korkularını unutuyorsun. Asla yıkılmayacaklarını sanıyorsun. Kendini ve onları polattan görüyorsun. Çok güveniyorsun kendine ve onlara. Lakin hiç öyle değil. Hiç öyle değilsin. Bir üflemekle yıkılmaları mümkün. Bir üflemekle yıkılman mümkün. Bir hayalkırıklığı yetiyor dağlarını devirmeye.

Yine de hırsla ve yeniden taşları üstüste koymaya çalışıyorsun. Çünkü nefsin var. Nefsin seni hayata bağlar. Karınca kadar düşkünsün biriktirmeye. Biriktirdikçe daha güçlü olduğunu sanıyorsun. Aslında 'yitirme ihtimalini' de arttırıyor bu halin. Ne kadar çok yanın, malın, ilgin varsa o kadar çok canın var. Hangisine dokunulsa canın yanar. Sahip olmak, bu açıdan, varlığını büyütmektir. Sana dokunulabilecek yerleri genişletmektir. Yeni cepheler açmaktır zaten zorlandığın savaşta.

Kendine, kendi bedeninin çilesi yetmezmiş gibi, yeni bedenler/mülkler ekliyorsun. "Benim de olsun!" dediğin ne varsa can yarası. Hep kanayası. Olası varsa da can yakası. Yoksa zaten lebaleb elem. Her tahayyül bir 'farkedilmiş vuslat ihtimali' ve her gerçekleşmeyen ihtimal bir tür ayrılık. Yine de başka birşey yapmayı bilmeyiz. Dursak o da iyi gelmiyor sanki. Meşguliyeti bir uyuşturucu gibi kullanıyoruz. Meşgul olmak hayatta kalmamızı sağlıyor. Kulaç atmak suyun yüzeyinde tutuyor.

Anların 'şahitliğine' değil 'sahipliğine' talibiz. Bu yüzden yükümüz çok geliyor. Hem hayatı hakkında düşünerek yaşamak da çok zor. Romanlardaki gibi inceden inceye yaşanan hayatlarımız yok bizim. Bir duvarı bir sayfa tasvir etmekmiş, sevdiğini on sayfa anlatmakmış, hatırlamakmış ne giydiğini/söylediğini her defasında... O kadar vaktimiz yok bir kere. Ahirzamandayız. Herşey hızlandı. Dokunup geçmeliyiz. Dokunup geçmeliyiz. Hafızamızda yer kalmadı. Dün ne yediğimizi unutmalıyız. Her çiçekten bir parmak bal alıp, her güneşin altında bir an ısınıp, bir diğerine, fazlasına koşmalıyız.

Yanılgının kökü şurada belki: Daha çok anda varolmak daha çok varolmak gibi geliyor. Sanki o anlar bizde kalmışlar gibi. Bir an-ı seyyaleye razı olamıyoruz. Çünkü diğer bir yanımızla da hissediyoruz: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Allah'ı bilelim-bilmeyelim, rızasını arayalım-aramayalım, o tekrarı arıyoruz biz de. Domino taşlarının birbirlerine devrilmesi gibi geçiyor günlerimiz.

Tekrar nedir? Tekrar sen aynı iken şahitlerinin değişmesidir. Önceliğinin sonralığa taşınmasıdır. Arızînin bekasıdır. Daha çok yerde varolmak bu yüzden sonsuzluk gibi geliyor. Yaşadığımız anları tutabildikçe, yakaladıkça selfie selfie, kaydettikçe bir yerlere, iz bıraktıkça bir yerlerde, emin oluyoruz tekrar tekrar varolduğumuza. Bundan bir tür rahatlama yaşıyoruz. Albümlere bakmak da yok artık. Bitti. Bakılması gerekenler tekrar bakılmayacak kadar çok birikti çünkü. Paylaşır, şahidi kılar, geçeriz. Kendimize geri dönecek vakti bile bulamayız.

Çok apar topar bir hayat bu. Depresyona gebe. Ve bir yanıyla da modern insandaki boğulma hissinin neden arttığını anlatıyor. Hapsedildikçe varlığın dört duvar içine elinden bu apar topar hayat alınıyor. Meşguliyetin uyuşturucu etkisi çekiliyor ellerinden. Duruyorsun. Yani bir sen, bir zaman, bir de dikkatin. Zamanın geçmediğine belki de ilk kez şahit oluyorsun. Zaman açılıyor. Zaman uzuyor. Zaman ona dikkat edildikçe yavaşlıyor. Demek ki depresyonun da bir hikmeti var. Durduruyor seni.

Ömrümüz nasıl da çarçabuk geçti? Çünkü dikkat etmedik. Çocuğumuz ne çabuk büyüdü? Çünkü dikkat etmiyorduk. Daha fazlasını yapabilir miydik? Ona da bir cevabım yok. Ama bir hatamı biliyorum. Onu ya boşverdim yahut da çok fazla tutmaya çalıştım. Halbuki aynayla meşgul olmayı bırakmalı ve tutana bakmalıydım. Yapamadım. Çok kaviydi nedenlerim. "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah'a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur."

Bazen ayna öyle güzel oluyor ki 'sadece yansıttığını' unutuyor insan. Cazibesine kapılıyor. Onda köreliyor. Gayrısına körleşiyor. Belki sen de öyleydin arkadaşım. Yüzümü çeviremeyince ben, bir kahr içre lütf ile, yani tecelli-i Zat-ı Zülcelali ve'l-İkram ile kırılman mukadder oldu. Gönlümle vermeyince ben, yine iyiliğim için, kırılarak alındı. Güzelliğine küsemedim. Çirkinliğine küstürüldü. Mevlana Celaleddin-i Rûmî (k.s.) efendim de böylelerin halini şöyle anlattı: "Evliyaya tuzak olan hayaller ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...