Ebubekir Sifil Hoca'nın metinlerinde tekrar be tekrar dikkat çektiği birşey var. Risale-i Nur’da rastladığım bir ifadeyi anlamamı sağladığı için hakkında yazmadan geçemeyeceğim. Diyor ki: Kur'an-ı Hakîm'de geçen “hayatu'd-dunya” ifadesinin 'dünya hayatı' şeklinde çevrilmesi doğru değildir. Ya? Doğru olan 'dünya hayat' şeklinde çevrilmesidir. Neden? Çünkü oradaki 'dünya'nın 'hayat' kelimesine isim değil sıfat ilgisi vardır. Bu sıfat ilgisiyse ‘dünya’ kelimesinin kökeni olan 'denî/aşağı' ifadesiyle ilintilidir. Yani, hayatı 'dünya hayat' olarak tarif etmek, onu aşağılamadır aynı zamanda. Fakat 'dünya hayatı' denirken isim tamlaması şeklinde kullanılması 'dünya'daki sıfat vurgusunu gizlemektedir. Bu yüzden doğru kullanım 'dünya hayat' olmalıdır. Sıfatlığı hatırlanmalıdır.
Önemli bir detay. Zira çoğumuzun zihninde 'dünya' kelimesi artık küçümseyici bir mana içermiyor. Arapçaya vukufiyetimiz zaten yok. (Olanların da ne ölçüde ince anlamlara uyanık zihinlerle Kur'an'a muhatap oldukları tartışılır.) Bu yüzden, itiraf etmem gerekir ki, Ebubekir Hoca’nın mezkûr izahını ilk okuduğum dönemlerde ne demek istediğini anlayamadım. Eserlerinde aynı meseleyle tekrar be tekrar karşılaşınca durup düşündüm ve kastına vakıf oldum. Sonra Risale-i Nur'dan bir metin de fehmimi destekledi. Hatta şöyle diyeyim: İki metin biraraya gelince ancak kafamdaki ampul yandı. Peki o metin hangisiydi?
Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesi’nin verdiği uyduruk cezayı bir yerde şöyle zikreder: "(...) dünyaca bir büyüğün hatırı için yüzotuz risaleden beş-on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüzyirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız onbeş adama altışar ay ceza verebilmesi (...)" Haykırışları güçlüdür. Kendisine 'beygir hırsızı, kız kaçırıcı veya yankesici' gibi bir ceza verildiğini, eğer iddia edilen suçları işlemişse idam edilmesinin doğru olacağını, değilse serbest bırakılması gerektiğini ifade eder.
Nur talebelerine göre Bediüzzaman'ın burada 'dünyaca bir büyük' demekle kastettiği Mustafa Kemal'dir. (Devamında adını anar zaten.) Aldığı ceza da 1935 şartlarında mahkemeye yapılan baskının eseridir. Peki Bediüzzaman, hem de yaşanan haksızlıklara bu denli öfkeli olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal'i neden 'dünyaca bir büyük' diye anar? Size tuhaf gelebilir ama inanın burası benim kafamı epeyce meşgul etmişti. Şöyle düşünmüştüm doğal olarak: Negatif bir ifade kullanması gerekirken, Bediüzzaman, neden Mustafa Kemal'in ‘dünyaca büyük’ olduğunu zikretmektedir burada?
İşte, tam da bu noktada, Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkatimizi çektiğini detaya yöneliyoruz okuyucu. Neden? Çünkü bir müfessir hakkında konuştuğumuzu anımsamamız gerek. Yani Kur’an’ın diline hâkim birisiyle muhatabız. Evet. O dilde ‘dünya’ zaten bir küçümseme ifadesi. 'Dünyaca bir büyük' de hayatu'd-dunya'da olduğu gibi 'deni/aşağı bir varlıksallığa' karşılık geliyor. Yani, Allahu’l-a’lem, Bediüzzaman böylesi yerlerde diyor ki: 'Dünyevî kıstaslara göre bir büyük.' Bu ifadeyi kullandığı başka yerler de var. Onlarda da bu mananın izlerine rastlıyor gibiyim.
Mesela: "Sonra, o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler..." Yine mesela: "Ve Ankara'da, dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde, kemâl-i iştiyak ve takdirle Risale-i Nur'u yazıp okutturuyorlar." Ve yine mesela: "(...) küfür derecesine giren öylelerin zulümleri—büyük olduğu için—âhirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tâcil edilmez." Veyahut yine mesela: "(...) gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!"
'Bu kesinlikle böyledir' diyemem elbette. Ama Bediüzzaman'ın 'dünyaca büyük' ifadesini bir ‘takdir’ değil, bir ‘küçümseme’ veya en azından ‘katılmadığı büyüklüklerin ifadesi’ olarak kullandığını düşünüyorum. (Yani ancak seküler gözlere görünecek büyüklükler için kullanıyordu.) Hatta çoklukla istimal ettiğimiz 'dünyaca ünlü' gibi ifadelerin de ilk çıktıkları zaman böyle bir ayrımı kasıtla söylendiğini, fakat sonraki nesillerde 'dünya' kelimesinin bağlamından uzaklaşıldığı için, artık 'her açıdan öne çıkmış'a karşılık geldiğini zannediyorum. Allahu’l-a’lem. Eskiler ünlünün denîsini de âlîsinden ayırıyorlardı belki. Karıştırmıyorlardı. Biz ayıramıyoruz. Allah tekrar ayırabilmeyi nasip etsin.
11 Ocak 2016 Pazartesi
7 Ocak 2016 Perşembe
Mü'min 'yerelliğini' nasıl korur?
Sana Dinden Sorarlar’da dikkatimi çekmişti. Birisi, Ebubekir Sifil Hoca’ya, Bediüzzaman'ın Kur'an'la ‘tevhid-i kıble’ ettiğini söylemesi ve eserlerini yazarken yanında Kur'an'dan başka kitap bulundurmadığını mükerreren beyan etmesinden hareketle onda da 'hadis/sünnet inkarcılığı'na bir temayül bulunup bulunmadığını soruyordu. Hoca ise bu soruya Bediüzzaman'ın eserlerindeki sünnet vurgusuna dikkat çekerek cevap veriyordu. Sünnetin dindeki fonksiyonunu bu denli önemseyen bir âlimin ‘hadis/sünnet inkârcılığına’ temayülü bulunduğu söylenemezdi.
Mezkûr soru-cevap ilgimi çekmişti. Çünkü ben de 'hadis/sünnet inkarcıları' ile hasbelkader girdiğim tartışmalarda Bediüzzaman'ın bu tür ifadelerinin onlarca delil olarak kullanılmaya çalışıldığına şahit olmuştum. Hatta bu tarz ifadeleri argüman olarak kullananlar, bir şekilde Risale-i Nur'dan bir dönem ders almış, en azından Nurcular içerisinde bir süre bulunmuş insanlardı. Metinlere aşina oldukları belliydi. Tuhaf bir şekilde yeni girdikleri bu meymenetsiz yol için eski yolları olan (Acaba hiç 'yolları' olmuş muydu?) Nur talebeliğinden zorlama tevillerle malzeme kotarıyorlardı. Bir nevi Risale-i Nur metinleri içinde 'hadis/sünnet inkarcılığına' delil çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bu endişemi Kenan Demirtaş Hocama açtım. Kendisi de, sağolsun, bir programda mezkûr meseleye değinerek tevhid-i kıble etmenin aslında ne anlama geldiğini doyurucu bir şekilde izah etti. (İzlemek isteyenler için: https://youtu.be/LkvfIxc1aHA) Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının, mensubu olduğu ehl-i sünnet usûlüyle şekillenen bir bakış olduğunu, modernistlerin Kur'an Müslümanlığı(!) dediği şeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtti Kenan Hoca o programda. Elhamdülillah. Fakat bu vesileyle ben de Bediüzzaman'ın musırrane 'yanında sadece Kur'an bulunduğu' veya 'telifi sırasında yanında başka eser bulundurmadığı'na dair beyanlarını düşünmeye başladım. Hatta bu vurguyu, Emirdağ Lahikası'nda, Medine âlimlerine eser gönderirken de yapmasını ayrıca ilginç buldum:
"Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, 'Yüzotuz parça risalelerin menbaları me'hazları yalnız Kur'ân'dır!' diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür'atli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz."
Öyle ya, bir din âliminin en son ihtiyaç duyacağı şeydir, eserlerinde Kur'an'dan beslendiğini söylemek. Medine gibi bir yere kitap gönderirken hele. Mübarek beldenin âlimlerine bu vurguyla kitap göndermenin ne gibi bir anlamı olabilir? Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Benim bu sorulara kendimce bulduğum cevap şu arkadaşım: Bediüzzaman, seküler medeniyetin etkisiyle bid'alara müsaadekâr, hatta talip, ulema-i su'dan olmadığını; eserlerini yazarken de modernist/reformist hiçbir tesir altında kalmadığını; ehl-i sünnet mizanlarını sapasağlam koruduğunu bu 'etkilenmemişlik vurgusu'yla anlatmaya çalışıyor.
Türkiye gibi 'üzerinden Süfyan geçmiş' bir memlekette telif edilen eserler için yapılan bu vurgu, şu an boğuşmakta olduğumuz kalbi/kafası seküler medeniyetin zebunu olmuş, ama diliyle hâlâ İslamiyet adına beyanda bulunan kimseleri düşününce, daha bir anlamlı geliyor. Neden? Çünkü Bediüzzaman'da varlığını şiddetle hissettiğimiz İslamî ve ilmî izzeti de tekrar hatırlatıyor. Yani diyor ki: Din adına birşeyler ortaya koyacaksan yerelliğini kaybetmemeye dikkat et. Bunun bedeli ‘tecrid-i mutlak içinde yaşamak’ dahi olsa kaçınma.
Mü'minin yerelliği ise, modern zamanlarda bile, vahyi, selef-i salihînin duruluğunda ve ehl-i sünnet mizanlarından taviz vermeden, yani 'etkilenmeden' okumasıyla mümkündür. Müfessirin izzeti Kur’an’ı seküler bilimin veya sosyolojinin veya felsefenin mizanlarıyla bulandırmadan, kendi öz kaynaklarıyla/usûlüyle anlamaktır. Yoksa, yine kendisinin, mezkûr etkilenmişlikle eserler yazan bir doktor hakkında dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"
Arkadaşım, belki bu yazıdan sonra, Birinci Şua'daki şu paragrafa da bu gözle bakabilirsin: "Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." Evet. Risale-i Nur ne doğunun ne de batının söylemlerinden etkilenmeden, yani İslam’ın özbeöz evladı olarak, yazılmış bir eserdir. Ötede-beride birikmiş, eski inanışların eteklerinde taşınmış, bid’alarla bir ilgisi yoktur. Onunla muhatap olanların da bunun şuurunda olması gerekir.
İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin, “Bize doğudan iki fitne geldi!” deyip işaret ettiği bid’a fırkalar da hatırlanınca, Bediüzzaman’ın burada ‘şarkın malumatından’ demekle kastettiğinin ‘Benden önceki hiçbir âlimi takmadım!’ tarzı, hâşâ, bir beyan olmadığı açıktır. Elbette, Bediüzzaman ‘mürşidlerim’ dediği birçok İslam âliminden istifade etmiş, eserlerinde açıkça da isimlerini/eserlerini anmıştır. Maşaallah. Onun sakındığı ise İslam harici ‘doğu’ ve İslam harici ‘batı’dır. Onların etkisidir. Bulantısıdır. Yani Bediüzzaman’ın yazdığı eserler, yukarıda da beyan ettiğimiz üzere, özbeöz İslam’ın malıdır. Yoksa, hâşâ, o Kur’an’ı sözde Kur’an Müslümanları gibi usûlsüz okumaz. Onun Kur’an’ı anlama usûlü ehl-i sünnet ve’l-cemaatin usûlüdür, vesselam.
Mezkûr soru-cevap ilgimi çekmişti. Çünkü ben de 'hadis/sünnet inkarcıları' ile hasbelkader girdiğim tartışmalarda Bediüzzaman'ın bu tür ifadelerinin onlarca delil olarak kullanılmaya çalışıldığına şahit olmuştum. Hatta bu tarz ifadeleri argüman olarak kullananlar, bir şekilde Risale-i Nur'dan bir dönem ders almış, en azından Nurcular içerisinde bir süre bulunmuş insanlardı. Metinlere aşina oldukları belliydi. Tuhaf bir şekilde yeni girdikleri bu meymenetsiz yol için eski yolları olan (Acaba hiç 'yolları' olmuş muydu?) Nur talebeliğinden zorlama tevillerle malzeme kotarıyorlardı. Bir nevi Risale-i Nur metinleri içinde 'hadis/sünnet inkarcılığına' delil çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bu endişemi Kenan Demirtaş Hocama açtım. Kendisi de, sağolsun, bir programda mezkûr meseleye değinerek tevhid-i kıble etmenin aslında ne anlama geldiğini doyurucu bir şekilde izah etti. (İzlemek isteyenler için: https://youtu.be/LkvfIxc1aHA) Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının, mensubu olduğu ehl-i sünnet usûlüyle şekillenen bir bakış olduğunu, modernistlerin Kur'an Müslümanlığı(!) dediği şeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtti Kenan Hoca o programda. Elhamdülillah. Fakat bu vesileyle ben de Bediüzzaman'ın musırrane 'yanında sadece Kur'an bulunduğu' veya 'telifi sırasında yanında başka eser bulundurmadığı'na dair beyanlarını düşünmeye başladım. Hatta bu vurguyu, Emirdağ Lahikası'nda, Medine âlimlerine eser gönderirken de yapmasını ayrıca ilginç buldum:
"Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, 'Yüzotuz parça risalelerin menbaları me'hazları yalnız Kur'ân'dır!' diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür'atli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz."
Öyle ya, bir din âliminin en son ihtiyaç duyacağı şeydir, eserlerinde Kur'an'dan beslendiğini söylemek. Medine gibi bir yere kitap gönderirken hele. Mübarek beldenin âlimlerine bu vurguyla kitap göndermenin ne gibi bir anlamı olabilir? Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Benim bu sorulara kendimce bulduğum cevap şu arkadaşım: Bediüzzaman, seküler medeniyetin etkisiyle bid'alara müsaadekâr, hatta talip, ulema-i su'dan olmadığını; eserlerini yazarken de modernist/reformist hiçbir tesir altında kalmadığını; ehl-i sünnet mizanlarını sapasağlam koruduğunu bu 'etkilenmemişlik vurgusu'yla anlatmaya çalışıyor.
Türkiye gibi 'üzerinden Süfyan geçmiş' bir memlekette telif edilen eserler için yapılan bu vurgu, şu an boğuşmakta olduğumuz kalbi/kafası seküler medeniyetin zebunu olmuş, ama diliyle hâlâ İslamiyet adına beyanda bulunan kimseleri düşününce, daha bir anlamlı geliyor. Neden? Çünkü Bediüzzaman'da varlığını şiddetle hissettiğimiz İslamî ve ilmî izzeti de tekrar hatırlatıyor. Yani diyor ki: Din adına birşeyler ortaya koyacaksan yerelliğini kaybetmemeye dikkat et. Bunun bedeli ‘tecrid-i mutlak içinde yaşamak’ dahi olsa kaçınma.
Mü'minin yerelliği ise, modern zamanlarda bile, vahyi, selef-i salihînin duruluğunda ve ehl-i sünnet mizanlarından taviz vermeden, yani 'etkilenmeden' okumasıyla mümkündür. Müfessirin izzeti Kur’an’ı seküler bilimin veya sosyolojinin veya felsefenin mizanlarıyla bulandırmadan, kendi öz kaynaklarıyla/usûlüyle anlamaktır. Yoksa, yine kendisinin, mezkûr etkilenmişlikle eserler yazan bir doktor hakkında dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"
Arkadaşım, belki bu yazıdan sonra, Birinci Şua'daki şu paragrafa da bu gözle bakabilirsin: "Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." Evet. Risale-i Nur ne doğunun ne de batının söylemlerinden etkilenmeden, yani İslam’ın özbeöz evladı olarak, yazılmış bir eserdir. Ötede-beride birikmiş, eski inanışların eteklerinde taşınmış, bid’alarla bir ilgisi yoktur. Onunla muhatap olanların da bunun şuurunda olması gerekir.
İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin, “Bize doğudan iki fitne geldi!” deyip işaret ettiği bid’a fırkalar da hatırlanınca, Bediüzzaman’ın burada ‘şarkın malumatından’ demekle kastettiğinin ‘Benden önceki hiçbir âlimi takmadım!’ tarzı, hâşâ, bir beyan olmadığı açıktır. Elbette, Bediüzzaman ‘mürşidlerim’ dediği birçok İslam âliminden istifade etmiş, eserlerinde açıkça da isimlerini/eserlerini anmıştır. Maşaallah. Onun sakındığı ise İslam harici ‘doğu’ ve İslam harici ‘batı’dır. Onların etkisidir. Bulantısıdır. Yani Bediüzzaman’ın yazdığı eserler, yukarıda da beyan ettiğimiz üzere, özbeöz İslam’ın malıdır. Yoksa, hâşâ, o Kur’an’ı sözde Kur’an Müslümanları gibi usûlsüz okumaz. Onun Kur’an’ı anlama usûlü ehl-i sünnet ve’l-cemaatin usûlüdür, vesselam.
4 Ocak 2016 Pazartesi
Tevekkül aslında ne demek?
"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır." (Tevbe sûresi, 111)
Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile.
Mürşidimin 'iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder' demesindeki sır da budur. Allah'a Allah gibi iman ettikten sonra tevhide iman kaçınılmaz olur. Çünkü ortakları olan bir ilah, kusurlu bir ilahtır ve kusurlu olan zaten ilah olamaz. Tevhide iman etmek de herşeyin Onun kudretinde ve idaresinde olduğunu kabuldür. Bu da bizi 'en doğrusunu elbette O bilir' demeye zorlar. Neden zorlar? Çünkü herşey Onun idare ve tedbirinde ise elbette detaylara ve resmin geneline O daha hâkimdir ve atılacak adımların doğrusunu da yine en iyi O bilir. Bu da bizi bir eşiğe getirir: Teslimiyet eşiği... Fakat teslimiyet eşiğini konuşmadan önce başka bir metne daha atıf yapalım. Zira lazım olacak:
Kainatta var olan 'hayır' ve 'şer' Bediüzzaman'ın ifadelerinde kendisini vücudî/varlıksal ve ademi/yokluksal olarak bulur. Yani varlıksal olan hayır, yokluksal olan şerdir. Mesela 'adam öldürmek' yokluksal, 'iyileştirmek' varlıksaldır. Öldürdüğünde o adamın varlığına son vermiş olursun ki, bu yokluksal bir eylemdir. İyileştirdiğinde o adamın vücudunun devamına hizmet etmiş olursun ki, bu varlıksal bir eylemdir.
Tam da burada bir sıkıntı karşılıyor bizi. Bu iki şeyin ikisi de eylemseldir. Yani varlıksal olan da bir eyleme/fiile dayanır, yokluksal olan da bir eyleme/fiile dayanır. Yapmak da bir eylemdir. Yıkmak da bir eylemdir. Bu durum kimi zaman yokluksal ve varlıksal olanı karıştırmamıza sebep olur. Örneğin: Merhamet genelde varlıksal birşeydir. Fakat binlerce insanın katiline merhamet edip bağışlamak ve onun yenilerini işlemesine yol açmak varlıksal mıdır? Elbette değildir. Yine mesela, 'katl' için yokluksal/ademi bir eylem dedik. Peki, böylesi canavar bir insanı öldürmekle onun yenilerini öldürmesine engel olmak yokluksal mıdır? İşte hatlar en çok burada karışıyor. Ayetin devamında 'ölmek/öldürülmek' neden zikredilsin yoksa?
Tevekkülü bir müslüman tam da burada kuşanır. Varlıksalın yokluksala karıştığı, ikisinin de eylemselliğinden dolayı birbirinden ayıramaz hale geldiğimiz anlarda, biz, Allah'ı ve şeriatını kendimize vekil tayin ederiz. Vekil tayin etmek ne demektir? Ona ve seçimlerine teslim olmak demektir. Vekalet verdiğiniz avukat artık sizin adınıza işlemler yapar ve siz kendinizi onun ellerine bıraktığınızdan teslim olmuş olursunuz. Teslimin tevekkülü iktiza edişi buradandır. İyinin ve kötünün birbirine girdiği hususlarda biz kendimizi Allah'ın emir ve yasaklarının kollarına bırakarak tevekkül ederiz. Bu tevekkül, bizim 'göre'mize göre ademi veya vücudi görünen şeyleri terk edip, Onun bize "Şu ademidir! Şu vücududir!" buyurmasını kabuldür. Bu noktadan bakınca neden tevekkülün ilk tanımının bana eksik göründüğünü anlarsınız.
Risale-i Nur'da tevekkül kelimesi öyle yoğunluklu bir şekilde kullanılır ki, eğer salt birinci mana ile yetinirseniz çoğu yerde Bediüzzaman'ın niye öyle söylediğini anlayamazsınız. Hatta "Tevekkül Risalesi" demeyi sevdiğim Altıncı Söz'ün üzerine kurulu olduğu mantığı da kavrayamazsınız. Orada 'satmak' ile kastedilen nedir? İnsan Allah'a nasıl satar elindekini? Bütün bunları anlamak tevekkülü böyle genişlikte anlamakla mümkün. Çünkü "İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır."
Hangisi hayır? Hangisi şer? İkisinin de eylemsel olması bizi kandırıyor. Modern algılar 'doğru' ve 'yanlış' teşhislerimizi yerinden oynatıyorlar. Örneğin: Faiz varlığını arttırıyor görünebilir. Ama Allah zarar verdiğini söylüyorsa kesinlikle zarar veriyor. Tevhid ile iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Onun emrettiği gibi amel etmelisin. Ona satmalısın. Yine mesela: Sadaka da zahiren malını azaltıyormuş gibi duruyor. Fakat Allah arttırdığını söylüyor. Ona iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Ona satmalısın. Çünkü detaylara da, resmin geneline de hâkim olan O. Demek tevekkül, bir anlamda da, parçanın 'göre'sini terkedip Allah'ın emrine yapışmasıdır.
Şimdi ey okuyucu, eğer beni anladınsa, Kur'an'ın veya İslam'ın tarihselliğini savunanların, yani bazı hükümlerin zamanla değişmesi gerektiğini söyleyenlerin nerede takıldıklarını da anlamışsındır. Mesele binbeşyüz yıldır aynıdır. Yıldızböceği ile arı nüansıdır.
Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile.
Mürşidimin 'iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder' demesindeki sır da budur. Allah'a Allah gibi iman ettikten sonra tevhide iman kaçınılmaz olur. Çünkü ortakları olan bir ilah, kusurlu bir ilahtır ve kusurlu olan zaten ilah olamaz. Tevhide iman etmek de herşeyin Onun kudretinde ve idaresinde olduğunu kabuldür. Bu da bizi 'en doğrusunu elbette O bilir' demeye zorlar. Neden zorlar? Çünkü herşey Onun idare ve tedbirinde ise elbette detaylara ve resmin geneline O daha hâkimdir ve atılacak adımların doğrusunu da yine en iyi O bilir. Bu da bizi bir eşiğe getirir: Teslimiyet eşiği... Fakat teslimiyet eşiğini konuşmadan önce başka bir metne daha atıf yapalım. Zira lazım olacak:
"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Kainatta var olan 'hayır' ve 'şer' Bediüzzaman'ın ifadelerinde kendisini vücudî/varlıksal ve ademi/yokluksal olarak bulur. Yani varlıksal olan hayır, yokluksal olan şerdir. Mesela 'adam öldürmek' yokluksal, 'iyileştirmek' varlıksaldır. Öldürdüğünde o adamın varlığına son vermiş olursun ki, bu yokluksal bir eylemdir. İyileştirdiğinde o adamın vücudunun devamına hizmet etmiş olursun ki, bu varlıksal bir eylemdir.
Tam da burada bir sıkıntı karşılıyor bizi. Bu iki şeyin ikisi de eylemseldir. Yani varlıksal olan da bir eyleme/fiile dayanır, yokluksal olan da bir eyleme/fiile dayanır. Yapmak da bir eylemdir. Yıkmak da bir eylemdir. Bu durum kimi zaman yokluksal ve varlıksal olanı karıştırmamıza sebep olur. Örneğin: Merhamet genelde varlıksal birşeydir. Fakat binlerce insanın katiline merhamet edip bağışlamak ve onun yenilerini işlemesine yol açmak varlıksal mıdır? Elbette değildir. Yine mesela, 'katl' için yokluksal/ademi bir eylem dedik. Peki, böylesi canavar bir insanı öldürmekle onun yenilerini öldürmesine engel olmak yokluksal mıdır? İşte hatlar en çok burada karışıyor. Ayetin devamında 'ölmek/öldürülmek' neden zikredilsin yoksa?
Tevekkülü bir müslüman tam da burada kuşanır. Varlıksalın yokluksala karıştığı, ikisinin de eylemselliğinden dolayı birbirinden ayıramaz hale geldiğimiz anlarda, biz, Allah'ı ve şeriatını kendimize vekil tayin ederiz. Vekil tayin etmek ne demektir? Ona ve seçimlerine teslim olmak demektir. Vekalet verdiğiniz avukat artık sizin adınıza işlemler yapar ve siz kendinizi onun ellerine bıraktığınızdan teslim olmuş olursunuz. Teslimin tevekkülü iktiza edişi buradandır. İyinin ve kötünün birbirine girdiği hususlarda biz kendimizi Allah'ın emir ve yasaklarının kollarına bırakarak tevekkül ederiz. Bu tevekkül, bizim 'göre'mize göre ademi veya vücudi görünen şeyleri terk edip, Onun bize "Şu ademidir! Şu vücududir!" buyurmasını kabuldür. Bu noktadan bakınca neden tevekkülün ilk tanımının bana eksik göründüğünü anlarsınız.
Risale-i Nur'da tevekkül kelimesi öyle yoğunluklu bir şekilde kullanılır ki, eğer salt birinci mana ile yetinirseniz çoğu yerde Bediüzzaman'ın niye öyle söylediğini anlayamazsınız. Hatta "Tevekkül Risalesi" demeyi sevdiğim Altıncı Söz'ün üzerine kurulu olduğu mantığı da kavrayamazsınız. Orada 'satmak' ile kastedilen nedir? İnsan Allah'a nasıl satar elindekini? Bütün bunları anlamak tevekkülü böyle genişlikte anlamakla mümkün. Çünkü "İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır."
Hangisi hayır? Hangisi şer? İkisinin de eylemsel olması bizi kandırıyor. Modern algılar 'doğru' ve 'yanlış' teşhislerimizi yerinden oynatıyorlar. Örneğin: Faiz varlığını arttırıyor görünebilir. Ama Allah zarar verdiğini söylüyorsa kesinlikle zarar veriyor. Tevhid ile iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Onun emrettiği gibi amel etmelisin. Ona satmalısın. Yine mesela: Sadaka da zahiren malını azaltıyormuş gibi duruyor. Fakat Allah arttırdığını söylüyor. Ona iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Ona satmalısın. Çünkü detaylara da, resmin geneline de hâkim olan O. Demek tevekkül, bir anlamda da, parçanın 'göre'sini terkedip Allah'ın emrine yapışmasıdır.
Şimdi ey okuyucu, eğer beni anladınsa, Kur'an'ın veya İslam'ın tarihselliğini savunanların, yani bazı hükümlerin zamanla değişmesi gerektiğini söyleyenlerin nerede takıldıklarını da anlamışsındır. Mesele binbeşyüz yıldır aynıdır. Yıldızböceği ile arı nüansıdır.
"Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun."
2 Ocak 2016 Cumartesi
Mekke'nin Fethi neden her sene noele denk geliyor?
Tedirginliğin şu kısmına katılıyorum: İslam kimlik kodları konusunda hassas bir dindir. Diğer dinlerle karışmamak noktasında hassasiyet gösterir. Bu eşikten bakıldığında ‘noel kutlamaları’ konusunda gösterilen tepkiler doğru tepkilerdir. Elhamdülillah. Hamiyet-i diniyeden gelen tepkilerdir. Ve hamiyet-i diniyesi ölmemişler dışında kimse bu tepkilerden rahatsız olmaz. Meselenin katılamadığım tarafıysa daha çok bu ‘tepkilerin gösteriliş tarzı’yla ilgili. Bu hususta bir kısım müslümanlarca sergilenen zaafın tekfir kapısı gibi kullanılması ne kadar doğru bilemiyorum. Fakat üzerinden Süfyan geçmiş bir toprak parçasında ehl-i imana kendi kodlarına dönebilmesi için biraz daha hoşgörü gösterilmesi gerektiği düşüncesindeyim. İtmekten ziyade tutmaya bakmalı.
Bu insanların büyük bir kısmı dini eğitim almadan büyüdüler. Seküler eğiteçlerin/medyanın mutfağında pişirildiler. İçlerindeki İslam ateşi, bu topraklarda kaldığı kadarıyla kulaktan dolma, ebeveynlerinde kaldığı kadarıyla atalarından gelme. Belki bir pamuk ipliği kadar narinleşmiş. İncelmiştir. Kopabilir. Dikkatli olmalı. Tutmaya çalışmalı. "Yılbaşı kutlamak kafir olmaktır!" gibi sert çıkışlar yapınca bu insanlar dönüp müslüman olmayı mı, yoksa “Herçi bad abad!” deyip kafir olmayı mı seçerler, şüpheli. O yüzden eleştirilere empatinin/merhametin katık edilmesinin daha hikmetli olacağını düşünüyorum.
Fakat bu da 'Hassasiyetimizi yitirelim, eriyelim, sesimizi çıkarmayalım!' tavrı değildir. İlla istikametli olan yol bulunur. Hadiste buyrulduğu gibi ‘nefret ettirmeyen, sevdiren’ bir ihtar şekli mutlaka vardır. Biraz daha kollandığında kendisini bize gösterir. Allah arayanını muvaffak eder. Yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle "Yılbaşı kutlamak neden İslam'a aykırı olsun ki? Sonuçta İsa aleyhisselamın doğumu. O da bizim peygamberimiz yahu!" diyenler gibi hafifmeşrep takılmıyorum. Çünkü biliyorum: İslam kodlarında hassas bir dindir.
Selef-i salihînden tutun bugüne kadar, ulemanın, sembolik anlam içeren hususlarda "Öyle de güzel! Böyle de güzel!" demeyen; hatta Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca vb. gibi mübarekleri şapka-sarık ikileminde türlü çilelere göğüs germek zorunda bırakan duruşları; bu işlerin o kadar da 'domates biber herkese gider' tarzda olmadığını, yani üzerimize ‘liberal rahatlığı’ gelmemesi gerektiğini göstermektir. Evet. "İslam hoşgörü dinidir!" deyu İslamlığı kuş eden tavırlardan ben de rahatsızım. Üstelik hoşgörü ancak üstün asta gösterdiği bir durumdur. Ast üste hoşgörü gösteriyorsa bunu zılletle ayırmak güçleşir. Anglikan Kilisesi'nin sorularına cevap verirken Bediüzzaman'ın hiddetini anlamaya çalışalım:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!'"
Şu an türlü finansal/teknik imkanlarıyla hegamonyasını neredeyse bütün dünyaya dayatmış ve epeyce kabul ettirmiş Batı'ya karşı hoşgörü, kılıcını çıkarmış düşmana, "Boynuma doğru vur da paşam kolun çok yorulmasın!" demek gibi birşeydir. Eskiler bir hassasiyet gösterdiyse biz üç göstermek zorundayız. Çünkü zaten fizikî, teknik veya kültürel işgalleriyle anamızı ağlatmış durumdalar. Mazlum zalime hoşgörü gösterir mi? Göstermemeliyiz.
Bir de bu hoşgörü söyleminin ıskaladığı şöyle birşey var: İslam hiçbir zaman ucu sonuna kadar açık bir hoşgörü ile yaklaşmamıştır farklı din mensuplarına. Belirli kurallar, sınırlar ve uygulamalar vardır ki; eş-Şurutu'l-Ömeriyye'ye bakanlar bile bu sınırların keskinliğini görürler. Ebubekir Sifil Hoca bir yazısında şöyle der:
"Sözgelimi: Müslümanların diğerleriyle 'içiçe' yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle 'içiçe' yaşamamak, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Herşeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa 'şiar' özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir 'karışma'ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, 'kendileri olarak' var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle..."
Yılbaşı konusuna geri dönelim: Bu konuda gösterdiğimiz tepkilerde iğreti duran ikinci birşeyse miladi olarak aynı güne denk gelen Mekke'nin Fethi'ni kutlama formülüdür. Doğrusu bu formül bana çok ezik bir yöntem gibi geliyor. Zira, zaten o gün bir kutlama yapılması zorunluluğunu baştan kabul etmiş, hatta bu noktada mağlubiyet bayrağını sallamış gibi bir durum arzediliyor. "O çerez bir şekilde yenecek, kaçış yok, bari güzel bir niyetle yensin!" demenin başka şekli yani bir nevi. Bunun selef-i salihîn döneminden bugüne bir arkaplanı var mıdır bilemiyorum. Yani: Türkiye'de noel kutlanmaya başlayana kadar Mekke'nin Fethi'ni kutlamak kimsenin aklına gelmiş midir? Aleyhissalatuvesselam sene-i devriyelerinde birşeyler yapar mıydı? Sahabenin böyle bir âdeti var mıydı? Fıkıhta bir yeri var mıdır? Malumatım yok. Sadece 'duymadım ve okumadım' diyebilirim. Eğer varsa bana düşen çenemi kapamaktır.
Fakat yoksa şunu hatırlamak gerek: Mesele, Miladi takvime göre noele, yine miladi takvime göre Mekke'nin Fethi'yle karşı koymak meselesi değildir. Mesele, zamanı ‘hicri’ yerine ‘miladi’ takvime göre tayin etme meselesidir ki, işte, İslam'ın kimlik kodları diyebileceğimiz şeair ile temas eden yanı da budur.
Şunu kabul edelim: Zaman algımıza göre günlere, haftalara, aylara verdiğimiz değer de değişiyor. Bir anda olmuyor bu. Zamanla, nesil nesil, yavaş yavaş değişiyoruz. Misal: Zaten kendisi bir zaman ifadesi olan 'kurban bayramı'nı soruyor arkadaşınız: "Kurban bayramı ne zaman?" Acı birşeydir bu. Neden? Aslında sorduğu hicri takvime göre zaten belirli olan birşeyin miladi takvimde nereye isabet ettiğidir. Çünkü zaman algısı artık miladi takvime göre düzenlenmiş. Kodlanmıştır. Şekillenmiştir. Bunun nasıl feci birşey olduğunu anlatmak için şöyle bir karşı örnek vermek istiyorum: Bugün hiçbir genç "Çocuk bayramı ne zaman?" diye sorar mı? Sorsa buna gülünmez mi? İşte buna gülünüyor da "Kurban bayramı ne zaman?" diye soran gence gülünmüyor. Çünkü hakikaten biz de bilmiyoruz. Kurban bayramı bizim zamanımızda ne zamana isabet ediyor? Artık kurban bayramıyla aynı zaman diliminde değiliz ki.
Hicri ayları sayamıyoruz bile. Bildiğimiz meşhur üçlü: Receb, Şaban ve Ramazan. Ondan sonra teklemeye başlıyoruz. Halbuki dini yönden anlam ifade eden bütün zamanlar bu takvime göre. Dini günlerden (sanki dini olmayan gün varmış gibi) iyice yaklaşıncaya kadar haberdar olamıyoruz. Çünkü onlar miladi takvimde yoklar. Bekleyemiyoruz onları. Elbette o kağıt tomarının bir yerinde bunlara dair küçük notlar da yeralıyor ama mevzu o değil. Mevzu artık zaman tayininin kafamızda farklı bir takvim üzerine kurgulanmış olması. Birisi size soruyor mesela: "Mübarek geceler neden gündüzden başlamıyor?" Bilmiyor ki hicri takvimde günler geceden başlar. Çünkü ay takvimidir. (Perşembe akşamına cuma akşamı diye ayrıca hürmet eden kaç mübarek ihtiyar kaldı aramızda?) Sonra "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikere gülüyoruz. Spikerin ne suçu var? Zaman algısını yerinden o mu oynattı?
Bu konuda hepimiz kabulleniciyiz. Neden Türkçe ezan konusunda gösterilen tepki takvim konusunda gösterilmedi? Konuşmak lazım. Yarın için konuşmak lazım bunu. Çünkü hicri takvim de şeair-i İslamiyedendir. Bugün dinî cemaatler, vakıflar, gruplar, kurumlar dahi 'takvim sezonu' diye birşeye hazırlanıyorlar aylar önceden. Noele hazırlanmak değil bu. Ama aynı güne hazırlanmak. Dini mesajlar içeren miladi takvimler hazırlıyorlar. Hicri tarihler de var elbet bu takvimlerde, ama karınca duası gibi, küçük küçük. Eşiti bile değil miladi takvimin. Hangi kültürün hakim kültür olduğunu haber verir gibi. Dev puntolarla miladi, karınca duasıyla hicri...
Noelin ülkemizde giderek daha çok kişi tarafından kutlanmasıyla bu olayın çok ilgisi var. Yani gözünün önünde hergün namaz vakitleri için baktığın takvimin sayfaları azalıyor. Hutbelerde geldiği duyrularak camilerde dahi miladi takvim satılıyor. Sen de, ben de, hatta Mekke'nin Fethi'ni kutlayan dindar delikanlı da bir şekilde yılbaşına doğru kodlanıyoruz ve yeni yılın yaklaşmakta olduğunu biliyoruz. Yılın ilk gününden beridir hem de. Şimdi bütün bunları görmezden gelip salt noeli kutlayana çatmak ne kadar isabetli olabilir? Hasılı: Mesele, evvelemirde o gece neyi kutladığımız değildir, bir yıldır neyi bekliyor olduğumuzdur. Noel olmadan Mekke'nin Fethi aklımıza gelmiyorsa bizim de "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikerden farkımız yok. Sana daha acayibini söyleyeyim: Mekke'nin Fethi bu sene de noele denk geldi.
Bu insanların büyük bir kısmı dini eğitim almadan büyüdüler. Seküler eğiteçlerin/medyanın mutfağında pişirildiler. İçlerindeki İslam ateşi, bu topraklarda kaldığı kadarıyla kulaktan dolma, ebeveynlerinde kaldığı kadarıyla atalarından gelme. Belki bir pamuk ipliği kadar narinleşmiş. İncelmiştir. Kopabilir. Dikkatli olmalı. Tutmaya çalışmalı. "Yılbaşı kutlamak kafir olmaktır!" gibi sert çıkışlar yapınca bu insanlar dönüp müslüman olmayı mı, yoksa “Herçi bad abad!” deyip kafir olmayı mı seçerler, şüpheli. O yüzden eleştirilere empatinin/merhametin katık edilmesinin daha hikmetli olacağını düşünüyorum.
Fakat bu da 'Hassasiyetimizi yitirelim, eriyelim, sesimizi çıkarmayalım!' tavrı değildir. İlla istikametli olan yol bulunur. Hadiste buyrulduğu gibi ‘nefret ettirmeyen, sevdiren’ bir ihtar şekli mutlaka vardır. Biraz daha kollandığında kendisini bize gösterir. Allah arayanını muvaffak eder. Yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle "Yılbaşı kutlamak neden İslam'a aykırı olsun ki? Sonuçta İsa aleyhisselamın doğumu. O da bizim peygamberimiz yahu!" diyenler gibi hafifmeşrep takılmıyorum. Çünkü biliyorum: İslam kodlarında hassas bir dindir.
Selef-i salihînden tutun bugüne kadar, ulemanın, sembolik anlam içeren hususlarda "Öyle de güzel! Böyle de güzel!" demeyen; hatta Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca vb. gibi mübarekleri şapka-sarık ikileminde türlü çilelere göğüs germek zorunda bırakan duruşları; bu işlerin o kadar da 'domates biber herkese gider' tarzda olmadığını, yani üzerimize ‘liberal rahatlığı’ gelmemesi gerektiğini göstermektir. Evet. "İslam hoşgörü dinidir!" deyu İslamlığı kuş eden tavırlardan ben de rahatsızım. Üstelik hoşgörü ancak üstün asta gösterdiği bir durumdur. Ast üste hoşgörü gösteriyorsa bunu zılletle ayırmak güçleşir. Anglikan Kilisesi'nin sorularına cevap verirken Bediüzzaman'ın hiddetini anlamaya çalışalım:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!'"
Şu an türlü finansal/teknik imkanlarıyla hegamonyasını neredeyse bütün dünyaya dayatmış ve epeyce kabul ettirmiş Batı'ya karşı hoşgörü, kılıcını çıkarmış düşmana, "Boynuma doğru vur da paşam kolun çok yorulmasın!" demek gibi birşeydir. Eskiler bir hassasiyet gösterdiyse biz üç göstermek zorundayız. Çünkü zaten fizikî, teknik veya kültürel işgalleriyle anamızı ağlatmış durumdalar. Mazlum zalime hoşgörü gösterir mi? Göstermemeliyiz.
Bir de bu hoşgörü söyleminin ıskaladığı şöyle birşey var: İslam hiçbir zaman ucu sonuna kadar açık bir hoşgörü ile yaklaşmamıştır farklı din mensuplarına. Belirli kurallar, sınırlar ve uygulamalar vardır ki; eş-Şurutu'l-Ömeriyye'ye bakanlar bile bu sınırların keskinliğini görürler. Ebubekir Sifil Hoca bir yazısında şöyle der:
"Sözgelimi: Müslümanların diğerleriyle 'içiçe' yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle 'içiçe' yaşamamak, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Herşeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa 'şiar' özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir 'karışma'ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, 'kendileri olarak' var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle..."
Yılbaşı konusuna geri dönelim: Bu konuda gösterdiğimiz tepkilerde iğreti duran ikinci birşeyse miladi olarak aynı güne denk gelen Mekke'nin Fethi'ni kutlama formülüdür. Doğrusu bu formül bana çok ezik bir yöntem gibi geliyor. Zira, zaten o gün bir kutlama yapılması zorunluluğunu baştan kabul etmiş, hatta bu noktada mağlubiyet bayrağını sallamış gibi bir durum arzediliyor. "O çerez bir şekilde yenecek, kaçış yok, bari güzel bir niyetle yensin!" demenin başka şekli yani bir nevi. Bunun selef-i salihîn döneminden bugüne bir arkaplanı var mıdır bilemiyorum. Yani: Türkiye'de noel kutlanmaya başlayana kadar Mekke'nin Fethi'ni kutlamak kimsenin aklına gelmiş midir? Aleyhissalatuvesselam sene-i devriyelerinde birşeyler yapar mıydı? Sahabenin böyle bir âdeti var mıydı? Fıkıhta bir yeri var mıdır? Malumatım yok. Sadece 'duymadım ve okumadım' diyebilirim. Eğer varsa bana düşen çenemi kapamaktır.
Fakat yoksa şunu hatırlamak gerek: Mesele, Miladi takvime göre noele, yine miladi takvime göre Mekke'nin Fethi'yle karşı koymak meselesi değildir. Mesele, zamanı ‘hicri’ yerine ‘miladi’ takvime göre tayin etme meselesidir ki, işte, İslam'ın kimlik kodları diyebileceğimiz şeair ile temas eden yanı da budur.
Şunu kabul edelim: Zaman algımıza göre günlere, haftalara, aylara verdiğimiz değer de değişiyor. Bir anda olmuyor bu. Zamanla, nesil nesil, yavaş yavaş değişiyoruz. Misal: Zaten kendisi bir zaman ifadesi olan 'kurban bayramı'nı soruyor arkadaşınız: "Kurban bayramı ne zaman?" Acı birşeydir bu. Neden? Aslında sorduğu hicri takvime göre zaten belirli olan birşeyin miladi takvimde nereye isabet ettiğidir. Çünkü zaman algısı artık miladi takvime göre düzenlenmiş. Kodlanmıştır. Şekillenmiştir. Bunun nasıl feci birşey olduğunu anlatmak için şöyle bir karşı örnek vermek istiyorum: Bugün hiçbir genç "Çocuk bayramı ne zaman?" diye sorar mı? Sorsa buna gülünmez mi? İşte buna gülünüyor da "Kurban bayramı ne zaman?" diye soran gence gülünmüyor. Çünkü hakikaten biz de bilmiyoruz. Kurban bayramı bizim zamanımızda ne zamana isabet ediyor? Artık kurban bayramıyla aynı zaman diliminde değiliz ki.
Hicri ayları sayamıyoruz bile. Bildiğimiz meşhur üçlü: Receb, Şaban ve Ramazan. Ondan sonra teklemeye başlıyoruz. Halbuki dini yönden anlam ifade eden bütün zamanlar bu takvime göre. Dini günlerden (sanki dini olmayan gün varmış gibi) iyice yaklaşıncaya kadar haberdar olamıyoruz. Çünkü onlar miladi takvimde yoklar. Bekleyemiyoruz onları. Elbette o kağıt tomarının bir yerinde bunlara dair küçük notlar da yeralıyor ama mevzu o değil. Mevzu artık zaman tayininin kafamızda farklı bir takvim üzerine kurgulanmış olması. Birisi size soruyor mesela: "Mübarek geceler neden gündüzden başlamıyor?" Bilmiyor ki hicri takvimde günler geceden başlar. Çünkü ay takvimidir. (Perşembe akşamına cuma akşamı diye ayrıca hürmet eden kaç mübarek ihtiyar kaldı aramızda?) Sonra "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikere gülüyoruz. Spikerin ne suçu var? Zaman algısını yerinden o mu oynattı?
Bu konuda hepimiz kabulleniciyiz. Neden Türkçe ezan konusunda gösterilen tepki takvim konusunda gösterilmedi? Konuşmak lazım. Yarın için konuşmak lazım bunu. Çünkü hicri takvim de şeair-i İslamiyedendir. Bugün dinî cemaatler, vakıflar, gruplar, kurumlar dahi 'takvim sezonu' diye birşeye hazırlanıyorlar aylar önceden. Noele hazırlanmak değil bu. Ama aynı güne hazırlanmak. Dini mesajlar içeren miladi takvimler hazırlıyorlar. Hicri tarihler de var elbet bu takvimlerde, ama karınca duası gibi, küçük küçük. Eşiti bile değil miladi takvimin. Hangi kültürün hakim kültür olduğunu haber verir gibi. Dev puntolarla miladi, karınca duasıyla hicri...
Noelin ülkemizde giderek daha çok kişi tarafından kutlanmasıyla bu olayın çok ilgisi var. Yani gözünün önünde hergün namaz vakitleri için baktığın takvimin sayfaları azalıyor. Hutbelerde geldiği duyrularak camilerde dahi miladi takvim satılıyor. Sen de, ben de, hatta Mekke'nin Fethi'ni kutlayan dindar delikanlı da bir şekilde yılbaşına doğru kodlanıyoruz ve yeni yılın yaklaşmakta olduğunu biliyoruz. Yılın ilk gününden beridir hem de. Şimdi bütün bunları görmezden gelip salt noeli kutlayana çatmak ne kadar isabetli olabilir? Hasılı: Mesele, evvelemirde o gece neyi kutladığımız değildir, bir yıldır neyi bekliyor olduğumuzdur. Noel olmadan Mekke'nin Fethi aklımıza gelmiyorsa bizim de "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikerden farkımız yok. Sana daha acayibini söyleyeyim: Mekke'nin Fethi bu sene de noele denk geldi.
30 Aralık 2015 Çarşamba
Yusuf'un başına kuyu ördüler
Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Fakat öyle sanıyorduk. Unutkanlığımız, aldanışımız oldu. Kaybolmakla derinleşmek arasındaki nüansı ıskaladık. İnsan, kaybolduğu yerlerde, düştüğü tekrarlarla ayılırdı. Bir mütemadi aynılıktı aslında kayboluş. İçinden çıkamayıştı. Fakat kesrette öyle boğulmuştuk ki, tekrar ettiğimizi de farkedemiyorduk. Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.
Her şiir yazışımızda aklımızdan belki on sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Dünyadaki nimetler ne doyumluktu, ne de tadımlıktı. Hepsi farkedimlikti.
Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Yetmiyor, türlü türlü yollarla muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, dilenci kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı. Zatının acınasılığını unuttu çoktan. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden.
Halbuki aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu onla karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki, farkedimlikler tadımlık olursa zengin oluruz. Ancak hiçbir şey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.
Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. Fakat neyde derinleşecektik? "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı." Kazmayı nereye vuracaktık? Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.
Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Ama kalmasıdır. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik, ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu. Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: "Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık.
Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar ortaya çıktı. Bunların tamamı 'Define varmış!' söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?
Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde her birimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir derinlik oluştu. Etrafın yükseldiğinde kendini bir çukurda, sahte bir derinlikte hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf'u (a.s.) kardeşleri kuyuya atmıştı. Yine öyle oldu. Ama bu sefer Yusuf düşmedi. Kardeşleri etrafına kuyu ördüler.
Her şiir yazışımızda aklımızdan belki on sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Dünyadaki nimetler ne doyumluktu, ne de tadımlıktı. Hepsi farkedimlikti.
Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Yetmiyor, türlü türlü yollarla muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, dilenci kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı. Zatının acınasılığını unuttu çoktan. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden.
"İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Halbuki aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu onla karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki, farkedimlikler tadımlık olursa zengin oluruz. Ancak hiçbir şey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.
Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. Fakat neyde derinleşecektik? "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı." Kazmayı nereye vuracaktık? Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.
Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Ama kalmasıdır. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik, ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu. Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: "Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık.
Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar ortaya çıktı. Bunların tamamı 'Define varmış!' söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?
"Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."
Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde her birimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir derinlik oluştu. Etrafın yükseldiğinde kendini bir çukurda, sahte bir derinlikte hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf'u (a.s.) kardeşleri kuyuya atmıştı. Yine öyle oldu. Ama bu sefer Yusuf düşmedi. Kardeşleri etrafına kuyu ördüler.
24 Aralık 2015 Perşembe
Anmak, medet almak mıdır?
Anmak, hatırlamaktır. Zâkir kelime tekrarcısı değil, tekrar tekrar hatırlayandır. Hatıralar, hafızamıza yaptığımız yığınak. Onlardan güç alıyoruz. Tıpkı, bir siperi kum torbalarıyla doldurduğumuz gibi, hayalimize yönelik taşlar döşüyoruz hafızamıza da. Güce muhtaç olduğumuzda çağırıyoruz. Ve sık oluyor bu. Hatırlamalıyız. Çünkü hatıralar, aynı zamanda geri çağrılan duygulardır. Birşeye dair sebatınızı veya heyecanınızı yitirdiğiniz zaman, size o heyecanı yeniden hissettirecek hatıranıza koşarsınız. Anılarda salt olaylar, kişiler ve yüzler saklanmaz yani. Duygular da paketlenir.
Örneklendirelim: Sınıfı birincilikle bitirmeniz lazım. Neden? Çünkü ailenizin okumanız hususunda gösterdiği fedakârlıklar size böyle bir arzu ve açlık hissettirmişti. Bu yolda çalıştınız eğitim hayatınız boyunca. Hissediyorsunuz ailenize böyle bir hediye vermenin heyecanını ve arzusunu. Bir başkasında daha fazla imkan var belki o başarıya ulaşmak için. Belki sizden de zeki. Fakat onda o açlık ve heyecan yok. Çünkü o açlığı ve heyecanı tetikleyecek bir hatırası yok. Babanızın gözlerinizi öpüşünü hatırlıyorsunuz sonra uğurlarken. Belki otobüsün ardından gözlerini silişini. Bu sizde uykuları ve tembellikleri dağıtan bir güce dönüşüyor. Siz arzuluyorsunuz. Öteki arzulamıyor. Çünkü sizin hatıralarınız var. Babanızın yırtık ceketi var. Annenizin nasırlı elleri var. Diğer çocuğun böyle bir hazinesi olmayacak. Onlara yaslanarak güç alamayacak...
Hollywood filmlerinde sık rastlarız böyle sahnelere. Bir başarı öyküsünde, esas oğlanımız veya kızımız, başarmanın en zor olduğu anda, kendisini o başarıya koşturacak ve arzusunu diriltecek olan hatırasını tahattur eder. Belki bir sözdür bu, sevdiği birisi tarafından söylenen. Belki düşmanının onu gayrete getiren hakaretidir. Nihayetinde bizim de kahramanın iç dünyasına dahil olmamızı sağlayan 'anımsama' sahnesinin ardından başarı gelir. İstisnalar var mıdır? Mutlaka. Ama genelde böyle olur.
Besmele de, bir âdet-i İslamiye ve şeair-i İslamiye olmasının ötesinde böyle bir hatırlamadır bence. Zaten âdet ve şeair, müslüman toplumun (veya ferdin) şuurunu oluşturan (ve koruyan) şeylere denir. Besmeleyi söyleyen kişi, hatırladığı Allah'a yaslanır. Bunu büyük bir farkındalık ve vurgu ile yapması şart değildir. Şuur düzeyinde, içinde bir yerde, Allah'ın varolduğunu hatırlamıştır. Onun ismini ve dolayısıyla isminin kendisindeki hatırasını anımsamıştır.
Bu anımsamayla, yapacağı fiil ile kalbindeki Allah tasavvuru arasında bir bağ kurmuştur. O fiili anlamlı kılacak veya o fiili yapmada gayretini koruyacak duyguların madeni harekete geçirilmiştir. Allah'ı hatırlayan, çok şeyi hatırlar... Allah'ı hatırlayan, kendisindeki Allah tasavvurunun gelişkinliğiyle ilgili olarak (yani marifetiyle doğru orantılı olarak) bir anlam dünyası bulur arkasında. Tıpkı okulunu birincilikle bitirmek isteyen öğrencinin veya farklı bir başarı öyküsünde, en büyük zorluğun önünde son hamlesini yapmak için bekleyen kişinin herhangi bir hatırayla ilişki kurup güç alması gibi, biz, Allah'ı andıkça Allah'tan güç alırız. Çünkü ismini anmak, hatırasını anımsamaktır. O hatırayla ilgili ne kadar duygu ve anlam varsa, kapağı açılmış barajdan akar gibi kalbe çullanmaya başlamasıdır. Bu sözümü sevdiğinin ismini ve yüzünü hatırlamadan şiir yazamayan şairler anlamazsa, hiçkimse anlayamaz. Virdini okurken cezbeye gelen zâkirin sırrı budur. Baraj kapağından akan suyun coşkusu aklını elinden alır.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir." Ben de bu nedenle bu hissi tarif etmeye girişmeyeceğim. Ama istemsiz bir şekilde, her zor işimde veya dara düştüğüm anlarda (hatta az önce Hakkı'yla masa tenisi oynarken oyunu çevirmekte zorlandığımda) onu anmamı başka şekilde açıklayamıyorum. Birinci Söz'deki kıssanın insan psikolojisine uzanan bir yanı bu: Sonucun bir ehemmiyeti yok. İstemeden dilime geliyor. Yaslanmak hepimizin ihtiyacı. Seve isteye söylüyorum. O zaman yine mürşidimin 'bi ismi'yi tefsir ederken dediği gibi diyeyim ve bitireyim: "Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al." İsmiyle başlamak medet almak mıdır? Evet, hakikaten öyledir. Kimin ismiyle başlarsan, ondan medet alırsın.
Örneklendirelim: Sınıfı birincilikle bitirmeniz lazım. Neden? Çünkü ailenizin okumanız hususunda gösterdiği fedakârlıklar size böyle bir arzu ve açlık hissettirmişti. Bu yolda çalıştınız eğitim hayatınız boyunca. Hissediyorsunuz ailenize böyle bir hediye vermenin heyecanını ve arzusunu. Bir başkasında daha fazla imkan var belki o başarıya ulaşmak için. Belki sizden de zeki. Fakat onda o açlık ve heyecan yok. Çünkü o açlığı ve heyecanı tetikleyecek bir hatırası yok. Babanızın gözlerinizi öpüşünü hatırlıyorsunuz sonra uğurlarken. Belki otobüsün ardından gözlerini silişini. Bu sizde uykuları ve tembellikleri dağıtan bir güce dönüşüyor. Siz arzuluyorsunuz. Öteki arzulamıyor. Çünkü sizin hatıralarınız var. Babanızın yırtık ceketi var. Annenizin nasırlı elleri var. Diğer çocuğun böyle bir hazinesi olmayacak. Onlara yaslanarak güç alamayacak...
Hollywood filmlerinde sık rastlarız böyle sahnelere. Bir başarı öyküsünde, esas oğlanımız veya kızımız, başarmanın en zor olduğu anda, kendisini o başarıya koşturacak ve arzusunu diriltecek olan hatırasını tahattur eder. Belki bir sözdür bu, sevdiği birisi tarafından söylenen. Belki düşmanının onu gayrete getiren hakaretidir. Nihayetinde bizim de kahramanın iç dünyasına dahil olmamızı sağlayan 'anımsama' sahnesinin ardından başarı gelir. İstisnalar var mıdır? Mutlaka. Ama genelde böyle olur.
Besmele de, bir âdet-i İslamiye ve şeair-i İslamiye olmasının ötesinde böyle bir hatırlamadır bence. Zaten âdet ve şeair, müslüman toplumun (veya ferdin) şuurunu oluşturan (ve koruyan) şeylere denir. Besmeleyi söyleyen kişi, hatırladığı Allah'a yaslanır. Bunu büyük bir farkındalık ve vurgu ile yapması şart değildir. Şuur düzeyinde, içinde bir yerde, Allah'ın varolduğunu hatırlamıştır. Onun ismini ve dolayısıyla isminin kendisindeki hatırasını anımsamıştır.
Bu anımsamayla, yapacağı fiil ile kalbindeki Allah tasavvuru arasında bir bağ kurmuştur. O fiili anlamlı kılacak veya o fiili yapmada gayretini koruyacak duyguların madeni harekete geçirilmiştir. Allah'ı hatırlayan, çok şeyi hatırlar... Allah'ı hatırlayan, kendisindeki Allah tasavvurunun gelişkinliğiyle ilgili olarak (yani marifetiyle doğru orantılı olarak) bir anlam dünyası bulur arkasında. Tıpkı okulunu birincilikle bitirmek isteyen öğrencinin veya farklı bir başarı öyküsünde, en büyük zorluğun önünde son hamlesini yapmak için bekleyen kişinin herhangi bir hatırayla ilişki kurup güç alması gibi, biz, Allah'ı andıkça Allah'tan güç alırız. Çünkü ismini anmak, hatırasını anımsamaktır. O hatırayla ilgili ne kadar duygu ve anlam varsa, kapağı açılmış barajdan akar gibi kalbe çullanmaya başlamasıdır. Bu sözümü sevdiğinin ismini ve yüzünü hatırlamadan şiir yazamayan şairler anlamazsa, hiçkimse anlayamaz. Virdini okurken cezbeye gelen zâkirin sırrı budur. Baraj kapağından akan suyun coşkusu aklını elinden alır.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir." Ben de bu nedenle bu hissi tarif etmeye girişmeyeceğim. Ama istemsiz bir şekilde, her zor işimde veya dara düştüğüm anlarda (hatta az önce Hakkı'yla masa tenisi oynarken oyunu çevirmekte zorlandığımda) onu anmamı başka şekilde açıklayamıyorum. Birinci Söz'deki kıssanın insan psikolojisine uzanan bir yanı bu: Sonucun bir ehemmiyeti yok. İstemeden dilime geliyor. Yaslanmak hepimizin ihtiyacı. Seve isteye söylüyorum. O zaman yine mürşidimin 'bi ismi'yi tefsir ederken dediği gibi diyeyim ve bitireyim: "Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al." İsmiyle başlamak medet almak mıdır? Evet, hakikaten öyledir. Kimin ismiyle başlarsan, ondan medet alırsın.
17 Aralık 2015 Perşembe
Kadere iman, imanın kemalidir 7: Tesbih tevhidin, tevhid tesbihin istikametidir
"Zünnun'u da (Yunus'u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: 'Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!' diye niyaz etti." (Enbiya sûresi, 87)
Bugünlerde şunu farkettim: Kadere iman ile tevhide iman arasında bir denge ilişkisi var. Bu denge ilişkisi aynı zamanda tenzih/tesbih ve tevhid arasında da geçerli. Nasıl tarif etsem? Birbirlerine bir 'istikamette kalma sınırı/hududu' koyuyorlar. Bir münacat-ı Yunus (a.s.) sırrı bu. Mürşidim, bu denge ilişkisine dikkatimizi şöyle çekiyor:
Bu bahiste, benim kanaatim o ki: 'Haddini bilmek' insanın tevhid ile olan ilişkisine işaret eder. (Yani tevhid bize haddimizi bildirir.) 'Teklif ve mesuliyetten kurtulmamak' da kaderle ilişkisine bakar. (Kendimizi sorumluluktan kurtulacak kadar önemsiz/değersiz bulmamızı engeller. Çünkü bu tavır, kusurları da Allah'a bırakma tavrıdır.) Bunu biraz daha açarsam: Tevhide olan imanımız bizi herşeyi Allah'a vermeye zorlar. Bu tevhidin kaçınılmazıdır. Fakat bu verişi yaparken insan nerede duracaktır? Duracağı yer irade ve ihtiyarıdır. Çünkü onu da Allah'a verirse bu sefer imtihanının bir hikmeti kalmayacağı gibi, Allah tasavvurumuz da onulmaz yaralar alacaktır.
Bu noktada, tevhide iman ile başlayan imanın kader imanla hitama ermesi, yani kemalini bu iki nokta arasındaki altı rüknün bütünlüğünde bulması, ayrıca hikmetlidir. Nitekim, Mutezile'nin sapıttığı 'şerrin hilkati' meselesi, takdise/tenzihe yaptıkları vurguda istikameti koruyamamalarından kaynaklanmaktadır:
Bu metinlerden hareketle diyebiliriz ki: Biz Allah'a tevhid ile iman ederiz, fakat bunun sınırı tenzih, takdis ve tesbihtir. Onun subhaniyeti/kusursuzluğu bir noktada bizi durdurur ve der ki: Buradan ileriye geçemezsin. Çünkü buradan ileriye geçersen, kusurları da Allah'a vermiş olursun ki, ilah kusurlu olamaz. İnsan mahlukattaki kusurlar üzerinden Allah'a benzetme yapamaz. Ancak mahlukatta (küçüğünün küçüğü, gölgesinin gölgesi şeklinde) tecelli eden isimler üzerinden onların kemalini niyet ederek bir esma ve şuunat okuması geliştirebilir. Tam olarak ne olduğunu anlayamaz, ancak farkına varır. Subhaniyet hakikati bu noktada bize 'tevhid tefekkürünün istikametini' öğretir.
Münezzeh, mukaddes gibi tabirleri kullanmamız; eşya üzerinden Ona dair yaptığımız okumalarda istikameti şaşırmamamızın tek yoludur. Tesbih, tevhide olan imanımıza istikamet katar. İşte tesbihin insandaki boyutu, insanın iradesine ve ihtiyarına, imtihanının sonucu olarak gideceği yere 'bu seçimleri/seçim kusurları dolayısıyla gideceğine' iman etmemize bağlıdır. Bizdeki kusurları Allah tasavvurumuza bulaştırmadan doğru bir şekilde açıklama şeklimizdir bu. Fakat seçimleri insana verirken de, onu Allah'a ortak koşmamamızın, yani tevhide yara aldırmamamızın sırrı, 'hilkate kader şeklinde bir iman'dır.
Kader, yaratılışa (ama bidayette bir yaratılış değil, her an devam eden yaratılışa) nasıl iman ettiğimizi söyler bize. İşte o denge, yukarıda da geçen şu ifadelerde saklı: 'Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir.' Halk/yaratış Allah'ın, kesb/kazanma senin.
Kader konusunda kafası karışanların bu iki daireyi ayırmakta da zorlandığını görüyoruz ki, bu da tesadüf değil. Tevhid 'halk/yaratılış' dairesine bakar, kader 'kesb/kazanma' dairesine bakar. Allah'a Allah gibi iman etmen için kadere imanını tevhide imanından ayırmaman gerekiyor. Yoksa arkasını toparlayamazsın. Tevhidde zirveye çıkayım derken tesbihe zarar verdiğin gibi (Cebriye misal), tesbihi koruyayım derken de tevhide zarar verirsin (Mutezile misal). Allah bizi ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden ayırmasın.
Bugünlerde şunu farkettim: Kadere iman ile tevhide iman arasında bir denge ilişkisi var. Bu denge ilişkisi aynı zamanda tenzih/tesbih ve tevhid arasında da geçerli. Nasıl tarif etsem? Birbirlerine bir 'istikamette kalma sınırı/hududu' koyuyorlar. Bir münacat-ı Yunus (a.s.) sırrı bu. Mürşidim, bu denge ilişkisine dikkatimizi şöyle çekiyor:
"Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona 'Mes'ul ve mükellefsin' der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: 'Haddini bil, yapan sen değilsin.'"
Bu bahiste, benim kanaatim o ki: 'Haddini bilmek' insanın tevhid ile olan ilişkisine işaret eder. (Yani tevhid bize haddimizi bildirir.) 'Teklif ve mesuliyetten kurtulmamak' da kaderle ilişkisine bakar. (Kendimizi sorumluluktan kurtulacak kadar önemsiz/değersiz bulmamızı engeller. Çünkü bu tavır, kusurları da Allah'a bırakma tavrıdır.) Bunu biraz daha açarsam: Tevhide olan imanımız bizi herşeyi Allah'a vermeye zorlar. Bu tevhidin kaçınılmazıdır. Fakat bu verişi yaparken insan nerede duracaktır? Duracağı yer irade ve ihtiyarıdır. Çünkü onu da Allah'a verirse bu sefer imtihanının bir hikmeti kalmayacağı gibi, Allah tasavvurumuz da onulmaz yaralar alacaktır.
Bu noktada, tevhide iman ile başlayan imanın kader imanla hitama ermesi, yani kemalini bu iki nokta arasındaki altı rüknün bütünlüğünde bulması, ayrıca hikmetlidir. Nitekim, Mutezile'nin sapıttığı 'şerrin hilkati' meselesi, takdise/tenzihe yaptıkları vurguda istikameti koruyamamalarından kaynaklanmaktadır:
"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: (...) Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.
Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."
Bu metinlerden hareketle diyebiliriz ki: Biz Allah'a tevhid ile iman ederiz, fakat bunun sınırı tenzih, takdis ve tesbihtir. Onun subhaniyeti/kusursuzluğu bir noktada bizi durdurur ve der ki: Buradan ileriye geçemezsin. Çünkü buradan ileriye geçersen, kusurları da Allah'a vermiş olursun ki, ilah kusurlu olamaz. İnsan mahlukattaki kusurlar üzerinden Allah'a benzetme yapamaz. Ancak mahlukatta (küçüğünün küçüğü, gölgesinin gölgesi şeklinde) tecelli eden isimler üzerinden onların kemalini niyet ederek bir esma ve şuunat okuması geliştirebilir. Tam olarak ne olduğunu anlayamaz, ancak farkına varır. Subhaniyet hakikati bu noktada bize 'tevhid tefekkürünün istikametini' öğretir.
"Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki, herbir faaliyette bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Madem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü'l-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır."
Münezzeh, mukaddes gibi tabirleri kullanmamız; eşya üzerinden Ona dair yaptığımız okumalarda istikameti şaşırmamamızın tek yoludur. Tesbih, tevhide olan imanımıza istikamet katar. İşte tesbihin insandaki boyutu, insanın iradesine ve ihtiyarına, imtihanının sonucu olarak gideceği yere 'bu seçimleri/seçim kusurları dolayısıyla gideceğine' iman etmemize bağlıdır. Bizdeki kusurları Allah tasavvurumuza bulaştırmadan doğru bir şekilde açıklama şeklimizdir bu. Fakat seçimleri insana verirken de, onu Allah'a ortak koşmamamızın, yani tevhide yara aldırmamamızın sırrı, 'hilkate kader şeklinde bir iman'dır.
Kader, yaratılışa (ama bidayette bir yaratılış değil, her an devam eden yaratılışa) nasıl iman ettiğimizi söyler bize. İşte o denge, yukarıda da geçen şu ifadelerde saklı: 'Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir.' Halk/yaratış Allah'ın, kesb/kazanma senin.
Kader konusunda kafası karışanların bu iki daireyi ayırmakta da zorlandığını görüyoruz ki, bu da tesadüf değil. Tevhid 'halk/yaratılış' dairesine bakar, kader 'kesb/kazanma' dairesine bakar. Allah'a Allah gibi iman etmen için kadere imanını tevhide imanından ayırmaman gerekiyor. Yoksa arkasını toparlayamazsın. Tevhidde zirveye çıkayım derken tesbihe zarar verdiğin gibi (Cebriye misal), tesbihi koruyayım derken de tevhide zarar verirsin (Mutezile misal). Allah bizi ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden ayırmasın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...