İnanın fazlasına sahip olmak gerekmez. Şekerle karabiberi
birbirinden ayırmaya yetecek kadar bir zeka kâfidir. Herhangi bir mealle
tefsiri karşılaştırsanız tefsirlerin nitelik/içerik olarak çok daha üst düzey
metinler olduğunu farkedebilirsiniz. Neden? Çünkü bir müfessir ayetleri sadece ‘çevirmeye’
çalışmaz. Ya? Ders aldığı tecrübeyle ‘izah etmeye’ çalışır. Yani metinden
ziyade marifetini sizinle paylaşır. Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi merhum Hak
Dini Kur'an Dili'nde bu nüansı şöyle ortaya koyar:
"Kur’an’dan
bahsetmek isteyenler onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir.
Mamafih, öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’an’ı harekesiz olarak şöyle dursun,
harekesiyle bile dürüst okuyamadığı halde onun ahkâm ve maânisinden içtihada
kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki: Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere 'müfessirlerin
te’vîlleri karışmıştır' diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği
tercemeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiş olacağını iddiâ ediyor. Düşünmüyor
ki: Okuduğu tercemeye, âlim müfessirlerin te’vîli değilse, cahil mütercimin re’yi
ve te’vîli, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki: 'Kur’ân
tercemesi' demekle ifâ etmiyor da 'Türkçe Kur’ân!' demeye kadar gidiyor. Türkçe
Kur'an mı var be hey şaşkın!"
Hadi, farz-ı muhal, ilmin 'i'sini bilmeyecek kadar eşeklikte
şeddeli olduğumuzu farzedelim. Yahu bu eserlerin sırf kalınlığına bakmak bile gözlerimizi
açar. Bir yanda kütüphaneler dolusu tefsirler vardır. Diğer yanda birkaç yüz
sayfalık mealler. Gözünün tarttığı kadar aklı olanlar bile şu bariz farkı
seçebilirler. Hangisinin daha derin bir emeğin ürünü olduğunu tartabilirler.
Üstelik meallerin (mealin manası da 'kısa anlam'dır) tarihi yüz
sene öncesine ancak gider. Hatırlayalım: Meallerin ortaya çıkışıyla ‘Türkçe
ibadet’ veya ‘Türkçe ezan’ menfur teşebbüslerinin zamanları da birbirine çok
yakındır. Mürşidim bu sadedde gözlerimizi açacak şu sözleri söyler:
"Bundan on iki
sene evvel işittim ki: En dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'an'a karşı
suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'an tercüme edilsin
tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi
onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un
cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki: Kur'an'ın hakikî tercümesi kabil
değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve
nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar
sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini
beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye,
Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı."
Yani demem o ki: Daha şu suyun kaynadığı yerde bir sıkıntı
vardır. Niyeti sislidir. Amacı perdelidir. Üstelik geleneksizdir. Tarih boyunca
bu ümmet Kur'an'ı anlama yöntemi olarak mealleri değil tefsirleri seçmiştir.
Hatta Kur'an’ın vahyolduğu dil anadilleri olan Arap kardeşlerimiz dahi bu yolu
tercih etmiştir.
Meselenin sergüzeşti böyle iken şimdilerde iş iyice acayip
yerlere gidiyor. İnternette rastladım. 'Meal hatmi' diye birşey çıkmış. Yani
Kur'an cüzlerini paylaşıp hatim yapar gibi mealleri bölüşüp hatim yapıyorlar.
Üstelik herkes istediği kişinin mealinden takip ediyor. Nüsha birliği falan da
aranmıyor.
Hayret! Mealinin Kur'an sayılamayacağını bilmiyor mu
arkadaşlar? Yahut da sormuyorlar mı: Metinleri daha nitelikli olmasına rağmen
niçin tefsir okurları gayretlerini böyle anlamlandırmıyorlar? Niçin bir tefsir
bitirdiklerinde 'Hatim yaptık' demiyorlar? Endişemin kaynağını anladınız
sanırım. Mesele meal okumak falan değil. Mesele okuyanların kendini Kur'an
hatmetmiş gibi hissetmeye başlaması. Evet, tehlike, Prof. Dr. İshak Özgel Hoca’nın
bir seminerinde altını çizdiği gibidir: İş Kur’an’ın yerine mealini geçirmeye
doğru gitmektedir.
Yani bu arkadaşların zihinleri meallerin insanî yanını
görmüyor gibi. Sıkıntı burada. Tehlikenin özü bu. Yani mesela: Herbiri başka
mealden hatim yapan bu arkadaşlar mealcilerin bazı/birçok ayeti farklı
anlamlandırdıklarını bilmiyorlar mı? O halde bu sözde hatmin farklı nüshalar/manalar
üzerine yapıldığını, dolayısıyla okuduklarının ‘daha insan sözü olarak bile’ bir
bütün oluşturmadığını idrak edemiyorlar mı? Mevzuun bu yanını da hiç
düşünmezler mi?
Pek de havalılar! Onlara kalsa hamiyetsizler asıl sizsiniz.
Çünkü araya başkalarını koyan sizsiniz. İyi de kardeşim. En azından aramızdaki
şu eşitliği farketmen lazım: Biz de Kur'an'ı anlatan ‘tefsir’ dediğimiz ikinci
bir metni okuyoruz, siz de ‘meal’ dediğimiz ikinci bir metni okuyorsunuz.
Bizimkisi ciltler dolusu sizinkisi bir cilt. Ama nihayetinde bunların ikisi de
Kur’an’ın kendisi değil. Arada insanlar var. Sen nasıl benden aşkın birşey
başarmış oluyorsun? Benim ciltler dolusu okumakla aşamadığım perdeyi sen nasıl
tek ciltte aşıyorsun?
Üstelik bir de tefsir okurlarını 'okuduklarını Kur'an yerine
koymakla' itham edersiniz. Bu yolda elinize geçen hiçbir fırsatı kaçırmazsınız.
Peki de birader, endişenize inandık diyelim, şimdi beşer sözleriyle hatme siz
başlamışsınız. Acaba kim okuduğunu Kur'an yerine koymuş oluyor? Hem şu
takıyyeyi de bırakın artık yahu: Siz mealleri Kur'an'la doğrudan(!) muhatap
olmak için değil daha kolaycı olduğunuz için okuyorsunuz. Tembel nefsiniz gözü
tefsir okumayı kesmiyor. Bu gerçeği kendisine itiraf etmekten çekindiği için de
eşeği boyayıp at diye satıyor.
Yeter be kardeşim. Cidden kifayet etti. Usandık. Bu ümmete kolaycılığınızı ‘gayretkeşlik’ olarak satmayı bırakın artık. Tembelliğinizi süsleyip hamiyet yapmayın. Kur’an’a gönül vermiş insana en evvel dürüstlük gerek. Önce kendine karşı dürüstlük. İtiraf. İzzet. Yola ‘kendisine yalan söyleyerek’ başlayanın nihayetinde Kur’an’da bulacağı ‘sapkınlığını arttırmasından’ başka ne olur ki? Ki Furkan’da da kısa bir mealiyle buyrulur: “Biz, Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz, zalimlerinse ancak ziyanını artırır.”