“Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin herbir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.
Kur’an üzerine varolduğumuz manaların cemi gibi. Yani toplanması. Rahman bahşı olarak haritamızın avuçlarımıza bırakılması. Elhamdülillah. Sünnetse, bu cemin hayatla şerhi, nüzulü, dersi. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sünnetle bildirilen salih amellerin tamamı ‘vahyî bir hakikate dokunduğu için’ kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde çekildiğimiz Kur’an’daki manalardır. Mesela: Bakara sûresinde Kur’an’ın nüzulüyle Ramazan ayı arasında kurulan ilgi vahyin oruç olup dünyamıza dahlolmasına işaret gibi. Nüzul, öyle bir nüzul, hayata karışıp. Hilkatinin çamuruna yağıp. Yağmur gibi toprağına erer, içersin. Demir gibi, varlığına karılır, kullanırsın. İnzal olan herşeyde bu sır var.
Derece derece oluyor anlamalar. Nüzul bu sebepten süreç işi. Kalp de bir arştır ama arş-ı âlâ başkadır. Arş, bir taht-ı tasarruf ifadesi, tecellinin yoğunlukla hissedildiği yer. Sen de sende olanı kalp arşına değince farkedersin. Kötü söz seni kulağından kırmaz arkadaşım. Kalbinden kırılırsın. Güzellik gözünden âşık etmez. Kalbinden avlanırsın. Hep bir farkediş şu hissedişlerimiz ama farklı mertebelerde. Güneşin doğması başka. Gözünü açman başka.
Mürşidim de bu sadedde şöyle demiyor mu: “Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur.”
Besmelenin burada bir yükseliş çağrısı, bir mirac-ı Kur’anî, bir burak-ı hakikat olarak ‘insanî arşa çıkmaya’ yol sayılması ilginç değil mi arkadaşım? Halbuki her zaman dilimizde gezinmektedir. Bilinmektedir. Fakat demek ki sahiden bilinmemektedir.
O ‘satır-ı nuranî’nin/ışıkyolunun izini sürüp âlemleri yaratanın ‘seni de yaratan’ olduğu farketmen (gaibane muhatabiyet) ve âlemleri yaratmasının seni ‘aradan çıkarması’ anlamına gelmediğini bilmen (hazırane muhatabiyet), sır belki burada saklanıyor. Besmele aşama aşama bunu öğretiyor. Vahdetin tefekkürüyle sarılmayan yaralarını Ehadiyetin sıcaklığı gideriyor. Evet. Allah, Allah içre Rahman, Rahman içre Rahîm’dir. Sakın bu üçlüyü birbirinden ayırma. Hepsine ihtiyacın var. Hepsini bilmelisin. Çünkü sen âdemsin.
Âdemiyettensin. Her isimle ayrı ayrı terbiye edilmelisin. Besmele de bu makamda şöyle bir tedris içeriyor: 1) Vahidiyeti bildirmesiyle kendini abartmamanı sağlıyor. Çünkü sair mahlukat gibisin: Yaratılansın, esbabdansın, abdiyette onlarla birsin. Varlığınla kibredemezsin. 2) Ehadiyet, hüzne kapılmamanı, yalnızlık hissetmemeni elveriyor. Çünkü sana özel yaratılan şeyler de var. ‘An’ının eşi yok! Has lütuflar kapısı açık. Dua için kalp ahizesi her zaman elinde ve Rahman u Rahîm’in numarası asla meşgul çalmıyor.
Namazın da yine bu kadar ehemmiyetli olması belki Kur’an’ın talimiyle ilintili arkadaşım. Öyle ya. İlk sûrelerimizi niye ezberledik biz? Namaz olmasaydı pekçoğumuz bir kısacık sûre bile ezber etmeden bitiriverirdik ömrümüzü kanaatimce. İnsan muhtaç olmadığı neyi ezberliyor bu zamanda? “Hafıza yerine internetimiz var!” diyeceksin. Ama namazda internete bakamazsın ki. Zaten içinde Fatiha yoksa namaz da olmuyor. Çünkü hayata Kur’an dahil olmuyor. Demek amellerin tamamı içinde Kur’an’ın manaları geçtiği için kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde aslında dikkat çekilen Kur’an’dır. Fatiha ise Kur’an’ın annesidir. En şefkatli sûresidir. Namaz bir açıdan onun en sık-sıkı talimidir.
Şimdi istersen “Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin...” ayetini bu pencereden de tefekkür et. Belki de namazınla cemaat namazının arasında bir zekatlık mesafe var. Kur’an şefkatli. Uyarıyor seni: “Zekat vermeden cemaat olunmaz. Kalplerinizin birbirine ısınması zekat iledir...” Demem o ki: Sünnet-i seniyyede yeralıp bize miras kalan her amel, isterse küçücük bir âdâb olsun, esasında Kur’an’ın hayata bir dahloluş şeklidir. Ondan hissesiz kalmak, Kur’an’ın, lafızlarından değil belki, ama arkalarındaki mananın hayata iniş şekillerinden mahrum kalmaktır. Bu nedenle sünneti dinden çıkaranın Kur’an da hayatından çıkar. Küser. Terkeder. Kendisi ne kadar aksini başardığını düşünürse düşünsün. Sünnetten hissesiz kalan hayatından Kur’an’ı budamıştır.
26 Nisan 2016 Salı
25 Nisan 2016 Pazartesi
Kalp ağrısı...
"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Birinci Söz'den.
İstemediği lokmayı ağzına koymak zordur çocuğun. Dua etmeyen ihsanın kıymetini bilir mi hiç? Açlığı olmayanı doyurmak, iyi de nasıl? Böyle anlarda çaresiz kalıyoruz. Ya halle, ya fiille, ya dille... Bir şekilde 'talebe' olmalısın. Sana söyleneceklere aç kalmalısın. Yararı da dokunur sana. Ne ki canını yakıyorsa azaptan yana. Ne ki hiç geçmeyen bir sancıysa içinde. Bil ki: İnkâr ettiğin birşeyler var. Üzerini örttüğün. Görmek istemediğin. Bilmezden geldiğin. Başını yastığa koyduğunda seni uyumaz hale getirenler onlar işte. Cehennemin o. Sağa sola dönmelerin, iç çekmelerin, apansız ağlamaların falan hep o.
Yaranı bilsen merhemini sürersin. Geçer gider. Yarasını inkâr edene kim merhem olur? Tedavi dediğin sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar. Kendine dönmelisin. Yaralarına. Bizi 'kardeş' kılan o zemine. Kabul etmediğin yanlarına. Hiç geçmeyen sancılarına. Değiştiremediğin huylarına. Unutamadığın anlarına. Zamana koyduğun ayıraçlarına, pişmanlıklarına. Kalp kırıklıklarına...
Diş ağrısı gibi geçmeyen kalp ağrıları var. Boşver deme, önemsenmeyince de olmuyor. Zaman böylesi bir deva değil. Halîm olan tevbe edesin diye süre verir. "Unutalım gitsin!" demeye değil. Sen kendiliğinden geçer sanıyorsun, olmuyor. Bir şekilde karşısına çıkmak lazım onların. "Bu benimdir yahut bendendir!" demek lazım. Önce itiraf, sonra tedavi. Kabul etmelisin bu yetimleri evlatlığına, yoksa varlıkları daha çok canını yakacak. Çok denedin, biliyorsun: Sözün aşkına da geçmez, şefkatine de, hafızana da, pişmanlığına da.
Mahçup olduğun yerlerde, pişman olduğun yerlerde, sürçüp aksadığın yerlerde hep insansın. İnsan olmak, mükemmel olmak demek değildir. İnsan olmak 'keşke' demek biraz da. Zayıf düşmek zaafların ve güçlüklerin karşısında. Utanmak. Aldanmak. Korkmak bazen. Bazen yılmak. Bazen kalbin kırılması bir kem söz ile. Bazen dilin dolanması en kolay cümlelerde. Bunların hepsi insana dair.
Örtme, inkâr etme sen'e dair olanları. İnsansın sen. Barış ki, cehennem kılmasınlar hayatını. İnsanın canını bilmezden geldikleri kadar ne yakar? Bir dert ki, dert olduğu kabul edilmiş, devası âsân olur. Sen derdine 'dert' demiyorsun. Kim sana deva sunar? Hem demiyor mu: "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Azap kılma varlığı böyle kendine. İnkâr etme. Hakikati kabul et. Kendini kabul et. Kaçınılmazları kabul et. Kusurlarını kabul et. İnsan olduğunu kabul et. İnan bana, ancak böyle 'cennetini' bir kenarından yakalayacaksın.
İstemediği lokmayı ağzına koymak zordur çocuğun. Dua etmeyen ihsanın kıymetini bilir mi hiç? Açlığı olmayanı doyurmak, iyi de nasıl? Böyle anlarda çaresiz kalıyoruz. Ya halle, ya fiille, ya dille... Bir şekilde 'talebe' olmalısın. Sana söyleneceklere aç kalmalısın. Yararı da dokunur sana. Ne ki canını yakıyorsa azaptan yana. Ne ki hiç geçmeyen bir sancıysa içinde. Bil ki: İnkâr ettiğin birşeyler var. Üzerini örttüğün. Görmek istemediğin. Bilmezden geldiğin. Başını yastığa koyduğunda seni uyumaz hale getirenler onlar işte. Cehennemin o. Sağa sola dönmelerin, iç çekmelerin, apansız ağlamaların falan hep o.
Yaranı bilsen merhemini sürersin. Geçer gider. Yarasını inkâr edene kim merhem olur? Tedavi dediğin sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar. Kendine dönmelisin. Yaralarına. Bizi 'kardeş' kılan o zemine. Kabul etmediğin yanlarına. Hiç geçmeyen sancılarına. Değiştiremediğin huylarına. Unutamadığın anlarına. Zamana koyduğun ayıraçlarına, pişmanlıklarına. Kalp kırıklıklarına...
Diş ağrısı gibi geçmeyen kalp ağrıları var. Boşver deme, önemsenmeyince de olmuyor. Zaman böylesi bir deva değil. Halîm olan tevbe edesin diye süre verir. "Unutalım gitsin!" demeye değil. Sen kendiliğinden geçer sanıyorsun, olmuyor. Bir şekilde karşısına çıkmak lazım onların. "Bu benimdir yahut bendendir!" demek lazım. Önce itiraf, sonra tedavi. Kabul etmelisin bu yetimleri evlatlığına, yoksa varlıkları daha çok canını yakacak. Çok denedin, biliyorsun: Sözün aşkına da geçmez, şefkatine de, hafızana da, pişmanlığına da.
Mahçup olduğun yerlerde, pişman olduğun yerlerde, sürçüp aksadığın yerlerde hep insansın. İnsan olmak, mükemmel olmak demek değildir. İnsan olmak 'keşke' demek biraz da. Zayıf düşmek zaafların ve güçlüklerin karşısında. Utanmak. Aldanmak. Korkmak bazen. Bazen yılmak. Bazen kalbin kırılması bir kem söz ile. Bazen dilin dolanması en kolay cümlelerde. Bunların hepsi insana dair.
Örtme, inkâr etme sen'e dair olanları. İnsansın sen. Barış ki, cehennem kılmasınlar hayatını. İnsanın canını bilmezden geldikleri kadar ne yakar? Bir dert ki, dert olduğu kabul edilmiş, devası âsân olur. Sen derdine 'dert' demiyorsun. Kim sana deva sunar? Hem demiyor mu: "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Azap kılma varlığı böyle kendine. İnkâr etme. Hakikati kabul et. Kendini kabul et. Kaçınılmazları kabul et. Kusurlarını kabul et. İnsan olduğunu kabul et. İnan bana, ancak böyle 'cennetini' bir kenarından yakalayacaksın.
23 Nisan 2016 Cumartesi
Kaçması varmaktan tatlıdır
"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.
Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.
Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.
Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.
Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.
Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.
Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.
Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya...
Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.
Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.
Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.
Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.
Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.
Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.
Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya...
21 Nisan 2016 Perşembe
Yarım bırakılmış cümleler gibi hayatımız
Sana da öyle gelmiyor mu: Yarım bırakılmış cümleler gibi bir hayatımız var. Tamam değil sanki. Boşluğu kalem dolduruyor. İmtihan bu boşluktan doğuyor. Tamam olmaya çalışmak aslında yaşamak. Hep bir yanımız eksik. Hep bir yanımız arayışta. 'Tamam' diye birşey yok. Hani eskiden sorular olurdu şöyle: "(...) cümlesinde (...) yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?"
İşte öyle boş bırakılmış yerleri var hayatımızın. Yarım bırakılmış gibiyiz içimizde bir yerde. Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır. "Ve kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur." Oraları da doldurmak bizim işimiz. Bunu ya fiille yapacağız yahut da hakkında düşünerek. Yahut pişman olarak. Yahut şükrederek. Pişmanlık, şükrün kardeşidir. Abisini ıskalarsan, kardeşine muhtaç olursun. Cennet birinin ülkesidir, cehennem diğerinin.
Fiille yapmayı seçenlerin hızını yetişemem. Denedim. Daha gençken. Daha hiçbir ölüm yamacıma isabet etmemişken. Babamı gömmemişken henüz. Denedim. Elimden gelmiyor. Durgun yaratılmışım. Yeterince çabuk olamıyorum. Yeterince sıkı tutamıyorum. Yeterince isteyemiyorum. Yeterince boşveremiyorum boşlukları. Sarhoş olamıyorum. Hırsım 'yeterince' olmuyor. Öfkem 'yeterince' boğmuyor. Âşık da olamıyorum kusurlara körleşip. Dünyada körleşemiyorum. Biraz gaza gelip hızlanayım desem hızımdan en evvel ben korkarım. Bir ilaç kutusunu açtığımda önce yanetkilerine bakarım. Şoförlüğüm olmadığı halde şoförlerden fazla heyecanlanırım ön koltuklarda. Sınırlarımın müptelasıyım anlayacağınız. Onları aşmadığım belirginken rahatlarım. Sınırlarım güvenliğimdir benim.
Çılgınlık istidadım yok. Arabada fren, trende imdat kolu, insanda vicdan, cümlede 'acaba' gibiyim. O zaman benim işim bu boşlukları kalemle doldurmak. Aşağıda bir sürü kelime var zaten beni bekleyen. Mazi, kelimeler torbası. Mazi, olaylar hazinesi. Mazi, yaralarımın haritası. Elimi uzatıp bir tane çekmem yeterli. İşte bir boşluk daha doldu sayemde. Sadece zamanı doldurmakla kalmadım, bugünü anlamlandırmış da oldum böylece. Varoluşum manaya dönüştü. Bugün, yarın, dün birbirinin şerhi. Kitap içinde bu göndermeler doğal. Fakat bir kitap yalnız kendi içinde atıflarla yürümez ki! Delili kendisi olanın davası nedir?
İlla bir gayba ihtiyacımız olacak. Gayba, yani kitabın dışından bir atfa. Vahiy ve sünnet bize bu zenginliği sağlıyor. Kendi kitabında/kendiliğinde boğulmuşlara sunulan bambaşka bir kitap. Kalıplarına sığmayan, sokamadığın, keşfe çıktığın. Sınırlarından sıkılmışlara bir sınırsızlık ümidi. Bir rüya, uyanıklığa kıyasla. Bu âlemden değil. Sende olmayanı ondan alarak 'sana dair olanı' zenginleştirebilirsin. Oradan aldığın manaları boşluklarına serpiştererek yeni bir kitap olabilirsin. Kendi kendine kalmak zorunda değilsin. Duvarları kendinden bu zindanı aşabilirsin.
Değişebilirsin. En güzeli bu, değişebilirsin! Vahyin verdiği ümit, 'bundan ibaret olmadığındır' önce. Ki bu bile yetmez mi kıymetini bilmeye? İbaret olmamak, gayba iman etmek, ötenin ve ötekinin varlığı, beka ümidi... Hepsi lazım bize. İnsanız çünkü, bu dünyadan ibaret olmamalıyız. Boşluklarımızı ancak bu 'aşkınlık' teselli ve tedavi eder:
"İhtiyarın cüz'î ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimat et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makàsıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır."
İşte öyle boş bırakılmış yerleri var hayatımızın. Yarım bırakılmış gibiyiz içimizde bir yerde. Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır. "Ve kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur." Oraları da doldurmak bizim işimiz. Bunu ya fiille yapacağız yahut da hakkında düşünerek. Yahut pişman olarak. Yahut şükrederek. Pişmanlık, şükrün kardeşidir. Abisini ıskalarsan, kardeşine muhtaç olursun. Cennet birinin ülkesidir, cehennem diğerinin.
Fiille yapmayı seçenlerin hızını yetişemem. Denedim. Daha gençken. Daha hiçbir ölüm yamacıma isabet etmemişken. Babamı gömmemişken henüz. Denedim. Elimden gelmiyor. Durgun yaratılmışım. Yeterince çabuk olamıyorum. Yeterince sıkı tutamıyorum. Yeterince isteyemiyorum. Yeterince boşveremiyorum boşlukları. Sarhoş olamıyorum. Hırsım 'yeterince' olmuyor. Öfkem 'yeterince' boğmuyor. Âşık da olamıyorum kusurlara körleşip. Dünyada körleşemiyorum. Biraz gaza gelip hızlanayım desem hızımdan en evvel ben korkarım. Bir ilaç kutusunu açtığımda önce yanetkilerine bakarım. Şoförlüğüm olmadığı halde şoförlerden fazla heyecanlanırım ön koltuklarda. Sınırlarımın müptelasıyım anlayacağınız. Onları aşmadığım belirginken rahatlarım. Sınırlarım güvenliğimdir benim.
Çılgınlık istidadım yok. Arabada fren, trende imdat kolu, insanda vicdan, cümlede 'acaba' gibiyim. O zaman benim işim bu boşlukları kalemle doldurmak. Aşağıda bir sürü kelime var zaten beni bekleyen. Mazi, kelimeler torbası. Mazi, olaylar hazinesi. Mazi, yaralarımın haritası. Elimi uzatıp bir tane çekmem yeterli. İşte bir boşluk daha doldu sayemde. Sadece zamanı doldurmakla kalmadım, bugünü anlamlandırmış da oldum böylece. Varoluşum manaya dönüştü. Bugün, yarın, dün birbirinin şerhi. Kitap içinde bu göndermeler doğal. Fakat bir kitap yalnız kendi içinde atıflarla yürümez ki! Delili kendisi olanın davası nedir?
İlla bir gayba ihtiyacımız olacak. Gayba, yani kitabın dışından bir atfa. Vahiy ve sünnet bize bu zenginliği sağlıyor. Kendi kitabında/kendiliğinde boğulmuşlara sunulan bambaşka bir kitap. Kalıplarına sığmayan, sokamadığın, keşfe çıktığın. Sınırlarından sıkılmışlara bir sınırsızlık ümidi. Bir rüya, uyanıklığa kıyasla. Bu âlemden değil. Sende olmayanı ondan alarak 'sana dair olanı' zenginleştirebilirsin. Oradan aldığın manaları boşluklarına serpiştererek yeni bir kitap olabilirsin. Kendi kendine kalmak zorunda değilsin. Duvarları kendinden bu zindanı aşabilirsin.
Değişebilirsin. En güzeli bu, değişebilirsin! Vahyin verdiği ümit, 'bundan ibaret olmadığındır' önce. Ki bu bile yetmez mi kıymetini bilmeye? İbaret olmamak, gayba iman etmek, ötenin ve ötekinin varlığı, beka ümidi... Hepsi lazım bize. İnsanız çünkü, bu dünyadan ibaret olmamalıyız. Boşluklarımızı ancak bu 'aşkınlık' teselli ve tedavi eder:
"İhtiyarın cüz'î ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimat et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makàsıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır."
20 Nisan 2016 Çarşamba
Herşey yokedicidir...
Yok, delirmedim. Ama bazen sormadan edemiyorum: Niye üzerimize geliyorlar bu kadar? Neden bir kerede söylenip bitmiyor hiçbirşey? Söyleyip kaçsak ya şu hayattan! Hesap vermek ağır değil inan ki. Beşere hesap vermek ağır geliyor. Muhtaç olmak kötü değil. İnsanla zor herşey. Ondan başkasına el açmak azap. Allah'a yüzünü döndüğünde herşey kolaylaşır. "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna." Ben nastan sıkılmış kulağıma bazen şöyle de fısıldarım: Herşey kendisiyle birlikte yokedicidir, Ona bakan yüzü müstesna.
Nasıl tarif etsem? Şöyle biraz: En azından senin iyiliğini isteyen ve eğer fâsıkça inad etmezsen cennetine koymayı arzu eden bir Rabb-i Rahim'in karşısında olduğunu biliyorsun. Bu büyük bir ferahlıktır. Karşında "Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır..." buyuran bir Allah var.
Din bu yüzden kolaylıktır. Muhtaç olduğunun seni sevdiğini veya hikmeti elverdiğince rahmet niyetiyle baktığını bilmek. Buna aç doğmuşuz: Senden birşey almadan/beklemeden seni dinleyen birisi. Senin hiçbirşeyine muhtaç olmadan/istemeden seni dinleyen bir Samed. Ne kadar güvenilesi! Bir çocuk için annesi ve babası da kısmen böyledir. Sevgisi garantidir. O yüzden rahattır. O yüzden öldüklerinde başına dağ yıkılmış gibi olur.
Günah kalpte bir lekedir. Koyulaştırır. Bu doğru. Bir tarafından bakınca öte yanı görünmez olur. Bakarsın, beni görmez olursun mesela. Bana olabilecekler sana görünmez olur. Kafa gözüyle ilgili birşey de değil bu. Beni anlamaz olursun. Yaralarım sana para etmez. Bana acımaz olursun. Kur'an da der bunu: "Kalbiniz katılaştı. Hatta taştan da katılaştı." Ne demek bu? Bence önce empatiyi yitirmek. Ötekini görmez olmak. Kalbin katılaşarak şeffafiyetini yitirmesi. Eskiden su gibiydi. Nereye bir taş atılsa o da dalgalanırdı. Duyarlıydı. Şimdi katılaştı. Duyarsızlaştı. Sonra ötekini tefekkürü bırakmak. Sonra ötekine merhameti. Bunların her birisi bir katılaşma. Bir etkileşim yitimi. Bir körelme. Hem de 'güçlenme' sanılan bir 'körelme.' O yüzden daha tehlikeli.
Önceleri kendini onun yerine koymakla anlamaya çalışırken, sonra onları kendinden ibaret saymakla eşyayı bitirmek. Kendinleştirdin, bildim sandın, aslında hakkında düşünmeyi bıraktın. Zalim böyle bir yolu katediyor. Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi amel etmeyen herkesi sapıtmışlıkla suçluyor. Kıstası kendisi oluyor. Hodbinleşiyor. İşte oradan bakıyorum ben de bu ayete bazen: "Şirk büyük bir zulümdür."
"Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundan, nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder."
Nasıl tarif etsem? Şöyle biraz: En azından senin iyiliğini isteyen ve eğer fâsıkça inad etmezsen cennetine koymayı arzu eden bir Rabb-i Rahim'in karşısında olduğunu biliyorsun. Bu büyük bir ferahlıktır. Karşında "Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır..." buyuran bir Allah var.
Din bu yüzden kolaylıktır. Muhtaç olduğunun seni sevdiğini veya hikmeti elverdiğince rahmet niyetiyle baktığını bilmek. Buna aç doğmuşuz: Senden birşey almadan/beklemeden seni dinleyen birisi. Senin hiçbirşeyine muhtaç olmadan/istemeden seni dinleyen bir Samed. Ne kadar güvenilesi! Bir çocuk için annesi ve babası da kısmen böyledir. Sevgisi garantidir. O yüzden rahattır. O yüzden öldüklerinde başına dağ yıkılmış gibi olur.
Günah kalpte bir lekedir. Koyulaştırır. Bu doğru. Bir tarafından bakınca öte yanı görünmez olur. Bakarsın, beni görmez olursun mesela. Bana olabilecekler sana görünmez olur. Kafa gözüyle ilgili birşey de değil bu. Beni anlamaz olursun. Yaralarım sana para etmez. Bana acımaz olursun. Kur'an da der bunu: "Kalbiniz katılaştı. Hatta taştan da katılaştı." Ne demek bu? Bence önce empatiyi yitirmek. Ötekini görmez olmak. Kalbin katılaşarak şeffafiyetini yitirmesi. Eskiden su gibiydi. Nereye bir taş atılsa o da dalgalanırdı. Duyarlıydı. Şimdi katılaştı. Duyarsızlaştı. Sonra ötekini tefekkürü bırakmak. Sonra ötekine merhameti. Bunların her birisi bir katılaşma. Bir etkileşim yitimi. Bir körelme. Hem de 'güçlenme' sanılan bir 'körelme.' O yüzden daha tehlikeli.
Önceleri kendini onun yerine koymakla anlamaya çalışırken, sonra onları kendinden ibaret saymakla eşyayı bitirmek. Kendinleştirdin, bildim sandın, aslında hakkında düşünmeyi bıraktın. Zalim böyle bir yolu katediyor. Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi amel etmeyen herkesi sapıtmışlıkla suçluyor. Kıstası kendisi oluyor. Hodbinleşiyor. İşte oradan bakıyorum ben de bu ayete bazen: "Şirk büyük bir zulümdür."
"Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundan, nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder."
18 Nisan 2016 Pazartesi
Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (6) Bediüzzaman'ın 'peygamberi' mi, Senai Demirci'nin 'elçisi' mi?
"Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali." Lemeat'tan.
Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.
Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.
Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:
Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."
Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:
Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."
Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!
Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?
Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.
Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.
Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:
"Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o 'Lâ ilâhe illâllah' der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen 'Sadakte ve bilhakkı natakte!' derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"
Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."
Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:
Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."
Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!
Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?
Bir modern zaman hastalığı olarak: Sünnilikten utanmak...
Madem bu mevzuya dair o kadar twit attım, yazdım-çizdim, öyleyse hakkında birşeyler de karalamalıyım. Erdoğan'ın, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda; "Bizim sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim şialık diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam'dır!" sözünden neden bu kadar alındık? Belki biraz da 2008'de İran'la daha bir 'çiçek-böcek' olduğumuz dönemlerde söylediği şu cümleden ötürü oldu bu: “Ben ne şiiyim ne sünniyim, ben Müslümanım!” Biz, bu iki cümleyi birbiriyle bağladık. Ve hayra da yormadık. Nihayetinde 'sünnilik' ve 'şiilik' üzerine yapılan bir saptama ister istemez bir yönüyle itikadîydi ve itikad da siyaset gibi 'Dün dündür. Bugün bugündür...'ü kaldırmazdı. Erdoğan, sırf kendi bölgesiyle ilgili olmayan bir kelam etmişti. O işin öyle olmadığının ehl-i ihtisasça kendisine hatırlatılması gerekiyordu. İnşaallah, ulemamız da o işi yaptılar. Biz de avam-avama meseleyi tartıştık. Birşeyler öğrendik ve öncekinden bir adım ileriye gittiysek ne mutlu! Gitmediysek ne esef!
'Sünniliğin önemsizleştirilmesi' bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak farklı renk tonlarıyla geldi bugüne kadar. Bu yüzden belki yaşananları 'bir bütünün parçaları' gibi okuyamıyoruz. Kemalizm, sünniliğin şeair diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, kendisiyle değil. Dinin halk tarafından kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Daha çok 'göze batan öğeleriyle' savaşıyordu. 28 Şubat'a kadar bu iş böyle geldi. 28 Şubat'tan sonra ise işin rengi değişti. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar 'şeriat istemekle' yaftalanmıyor. Fakat daha alttan ve yeni bir kaynama var. (Belki bu 'yeni' tabirim gözümün yeni açılmasından.) Şeriatın içi boşaltılıyor. Şimdiki saldırının şeairle bir işi yok. Allah muhafaza, başarırsa, zaten o şeair altında hiçbir şey kalmayacak. Şeair, tüm tanım ve kavramlarıyla birlikte, sadece bir kabuk kalacak...
Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım tartışmaların, yazdığım yazıların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun farkındasınız. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle veya bazen salt bir sözlükle, her biri 14 asrın mirasına bağlı ve beslenir olan kavramları, tanımları, tefsirleri, ilimleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bunda aradıkları rıza-i ilahî de değil, bunda aradıkları maslahat. Modernin trenini kaçırmamak arzuları.
Modernizmi sorgulamaya açmadan ehl-i sünnet geleneğini sorguluyorlar. İstedikleri yorumu yapmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları, istediği günaha girmeyen Hz. Yusuf aleyhisselama Züleyha'nın düşmanlığı gibi. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur'an'a, fakat önce bu peygamber varisi âlimlerin metinlerine/yorumlarına tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar.
Bu 'gömlek yırtma' arzusunun Senai Demirci'de tezahür eden şeklinden tutun ta nerelere kadar farklı yansıma şekilleri var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta...
Yüz çeşit rengi var bu çirkefliğin, ama hepsinin özü aynı. Bu adamlar bu gömleği yırtacaklar da yırtacaklar. Başka yolu yok! Bu gömlek üzerindeyken Yusuf'u istedikleri günaha sokmaları mümkün değil. Bu millet ehl-i sünnet itikadındayken modern zaman hurafeleriyle akıllarını karıştırmaları 'olabilir' görünmüyor. Olmuyor, başaramıyorlar, bu yüzden de önlerine gelen her antikaya/antikacıya düşman bu demirciler. Nesne antika görülmemeli ki, sahibi onu antikacılar çarşısına götürmesin. Üç kuruşa demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin 'değiştiremediği' ile işi olmaz.
İşte biz, bu yırtıcılığın tezahür şekillerinden birisi olarak, daha iyi bir gelecek(!) için 'ehl-i sünneti/sünniliği arkada bırakmayı' kabul etmiyoruz. Bu cümleyi kurarken Erdoğan'ın niyeti iyi olabilir, tamamen siyasi mülahaza düşünmüş olabilir, ama istifade etmek için bekleyen çok çakal var. Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil, itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Hz. Ebu Bekir efendim 'irtidad' hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi, ne de Hz. Ali efendim 'hakem hadisesi'nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat olarak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali'ye (r.a.) söylediği sözün mirasçısı olarak gördük kendimizi: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın." 14 asırlık gelenek böyle oluştu.
Şimdi sanılıyor: Her tenzih içinde bir hayır vardır. Halbuki, Bediüzzaman'ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor ki; tenzih sûretinde çok şerler de işlenir âlemde. Mutezile, nasıl Allah'ı 'şerri yaratmaktan tenzih etmek için' insanı Allah'a ortak koşar, kendi fiilerinin yaratıcısı ilan eder hale geldi; aynen öyle de, gün döndü, başkaları da ittihad-ı İslam'ı sağlamak için mezhepleri elinin kiri/farklılıkların kaynağı gibi görmeye başladı. Onların ortadan kaldırılmasını en büyük görev bildi. Peki, burada aradığı aslında neydi? Rıza-i ilahî miydi?
Hayır! Aslında aradığı siyasi başarıdır. Seküler maslahattır. Dinle dünya istemektir. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak veya onlara hükmetmektir. Hayatı ve dini siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de maslahatı zaruret haline getirip lazımı elzem yerine koymaktır. İşte biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat adına, bundan endişe ediyoruz.
Bunun sahada da olabilirliği yoktur. Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim ve mutedil tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam'da bir ittihad sağlanabilir mi? Selefilik ve şiilik örnekleri hiç de umut verici değil günümüz adına. (Hizbullah'ı ve IŞİD'i karşı karşıya koyup bakın.) Bunun geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de umut vermemişti. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda bu ekoller kendilerinden başkasına hakk-ı hayat tanımıyorlar. (Mihne olaylarını hatırlayalım.) Yalnız ehl-i sünnet ve'l-cemaat müstesna. O, bunu yapmıyor. En temel kaynaklarımız ortada. Kim şiilerin/selefilerin tekfirciliği gibi bir tekfirciliği o kaynaklarda görebiliyorsa, göstersin. Halbuki biz aksini şiiliğin de selefiliğin de kaynaklarında açıkça görebiliyoruz. Bugün Suriye'de sevap umuduyla sünniler katlediliyor.
Bu konuda modernistler hiç konuşmasın. Onlar daha bugün bizi 'uydurulmuş din müntesibi' sayıyorlar. Yarın siyasi güç ellerinde olsa neler ederler, Allah korusun. Tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla vermiş, çok renkliliğe müsaadekâr, ehl-i sünnetten başka kim var? O halde ondan utanmak/sakınmak/sıkılmak niye? Ondan tenzih olunca nereye gideceğiz? Sünnilik olmadığında İslam'ın içinde ne kalır? İslam, içi ehl-i sünnet tanımlarından boşolmuşken, kabuktan başka nedir?
Bu noktada başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savı. Sünniliğin 'dava içinde burhan' türünden eklemeleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası sahabenin davasıdır. Bid'at fırkaların ve fikirlerin zuhurundan sonra, sahabe mesleği mirasçılarının, ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi dava yönüyle sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak, o halde sahabe mesleğini kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki yol kaybolmuştur!
Bizi birleştirecek olan İslam içre bir liberal ahlak olmayacak. Bu çok yanlış bir yargı. Liberal ahlak kişileri veya devletleri ancak menfaat ekseninde birleştirir. Biz ittihad-ı İslam'ı menfaatimize olacak diye istemiyoruz. Böyle istersek zaten ihlası olmaz. Bakınız, yanıbaşımızda Suriye ve yanımızda Suriyeli kardeşlerimiz. Onlardan ne menfaatimiz var? Misafir menfaati için ağırlanır mı? Kardeş kardeşe menfaat düşünerek yardım eder mi? İttihad-ı İslam'ı, (Bediüzzaman'ın tabiriyle) medeniyetin 'menfaat' ekseninden alıp İslam'ın 'fazilet' eksenine oturtmak için amelimizi ehl-i sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. İttihada itikadımızı rüşvet veremeyiz. Çünkü zaten ittihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Hz. Mevlana Celaleddin'e (k.s.) atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."
'Sünniliğin önemsizleştirilmesi' bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak farklı renk tonlarıyla geldi bugüne kadar. Bu yüzden belki yaşananları 'bir bütünün parçaları' gibi okuyamıyoruz. Kemalizm, sünniliğin şeair diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, kendisiyle değil. Dinin halk tarafından kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Daha çok 'göze batan öğeleriyle' savaşıyordu. 28 Şubat'a kadar bu iş böyle geldi. 28 Şubat'tan sonra ise işin rengi değişti. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar 'şeriat istemekle' yaftalanmıyor. Fakat daha alttan ve yeni bir kaynama var. (Belki bu 'yeni' tabirim gözümün yeni açılmasından.) Şeriatın içi boşaltılıyor. Şimdiki saldırının şeairle bir işi yok. Allah muhafaza, başarırsa, zaten o şeair altında hiçbir şey kalmayacak. Şeair, tüm tanım ve kavramlarıyla birlikte, sadece bir kabuk kalacak...
Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım tartışmaların, yazdığım yazıların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun farkındasınız. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle veya bazen salt bir sözlükle, her biri 14 asrın mirasına bağlı ve beslenir olan kavramları, tanımları, tefsirleri, ilimleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bunda aradıkları rıza-i ilahî de değil, bunda aradıkları maslahat. Modernin trenini kaçırmamak arzuları.
Modernizmi sorgulamaya açmadan ehl-i sünnet geleneğini sorguluyorlar. İstedikleri yorumu yapmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları, istediği günaha girmeyen Hz. Yusuf aleyhisselama Züleyha'nın düşmanlığı gibi. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur'an'a, fakat önce bu peygamber varisi âlimlerin metinlerine/yorumlarına tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar.
Bu 'gömlek yırtma' arzusunun Senai Demirci'de tezahür eden şeklinden tutun ta nerelere kadar farklı yansıma şekilleri var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta...
Yüz çeşit rengi var bu çirkefliğin, ama hepsinin özü aynı. Bu adamlar bu gömleği yırtacaklar da yırtacaklar. Başka yolu yok! Bu gömlek üzerindeyken Yusuf'u istedikleri günaha sokmaları mümkün değil. Bu millet ehl-i sünnet itikadındayken modern zaman hurafeleriyle akıllarını karıştırmaları 'olabilir' görünmüyor. Olmuyor, başaramıyorlar, bu yüzden de önlerine gelen her antikaya/antikacıya düşman bu demirciler. Nesne antika görülmemeli ki, sahibi onu antikacılar çarşısına götürmesin. Üç kuruşa demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin 'değiştiremediği' ile işi olmaz.
İşte biz, bu yırtıcılığın tezahür şekillerinden birisi olarak, daha iyi bir gelecek(!) için 'ehl-i sünneti/sünniliği arkada bırakmayı' kabul etmiyoruz. Bu cümleyi kurarken Erdoğan'ın niyeti iyi olabilir, tamamen siyasi mülahaza düşünmüş olabilir, ama istifade etmek için bekleyen çok çakal var. Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil, itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Hz. Ebu Bekir efendim 'irtidad' hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi, ne de Hz. Ali efendim 'hakem hadisesi'nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat olarak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali'ye (r.a.) söylediği sözün mirasçısı olarak gördük kendimizi: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın." 14 asırlık gelenek böyle oluştu.
Şimdi sanılıyor: Her tenzih içinde bir hayır vardır. Halbuki, Bediüzzaman'ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor ki; tenzih sûretinde çok şerler de işlenir âlemde. Mutezile, nasıl Allah'ı 'şerri yaratmaktan tenzih etmek için' insanı Allah'a ortak koşar, kendi fiilerinin yaratıcısı ilan eder hale geldi; aynen öyle de, gün döndü, başkaları da ittihad-ı İslam'ı sağlamak için mezhepleri elinin kiri/farklılıkların kaynağı gibi görmeye başladı. Onların ortadan kaldırılmasını en büyük görev bildi. Peki, burada aradığı aslında neydi? Rıza-i ilahî miydi?
Hayır! Aslında aradığı siyasi başarıdır. Seküler maslahattır. Dinle dünya istemektir. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak veya onlara hükmetmektir. Hayatı ve dini siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de maslahatı zaruret haline getirip lazımı elzem yerine koymaktır. İşte biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat adına, bundan endişe ediyoruz.
Bunun sahada da olabilirliği yoktur. Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim ve mutedil tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam'da bir ittihad sağlanabilir mi? Selefilik ve şiilik örnekleri hiç de umut verici değil günümüz adına. (Hizbullah'ı ve IŞİD'i karşı karşıya koyup bakın.) Bunun geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de umut vermemişti. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda bu ekoller kendilerinden başkasına hakk-ı hayat tanımıyorlar. (Mihne olaylarını hatırlayalım.) Yalnız ehl-i sünnet ve'l-cemaat müstesna. O, bunu yapmıyor. En temel kaynaklarımız ortada. Kim şiilerin/selefilerin tekfirciliği gibi bir tekfirciliği o kaynaklarda görebiliyorsa, göstersin. Halbuki biz aksini şiiliğin de selefiliğin de kaynaklarında açıkça görebiliyoruz. Bugün Suriye'de sevap umuduyla sünniler katlediliyor.
Bu konuda modernistler hiç konuşmasın. Onlar daha bugün bizi 'uydurulmuş din müntesibi' sayıyorlar. Yarın siyasi güç ellerinde olsa neler ederler, Allah korusun. Tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla vermiş, çok renkliliğe müsaadekâr, ehl-i sünnetten başka kim var? O halde ondan utanmak/sakınmak/sıkılmak niye? Ondan tenzih olunca nereye gideceğiz? Sünnilik olmadığında İslam'ın içinde ne kalır? İslam, içi ehl-i sünnet tanımlarından boşolmuşken, kabuktan başka nedir?
Bu noktada başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savı. Sünniliğin 'dava içinde burhan' türünden eklemeleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası sahabenin davasıdır. Bid'at fırkaların ve fikirlerin zuhurundan sonra, sahabe mesleği mirasçılarının, ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi dava yönüyle sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak, o halde sahabe mesleğini kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki yol kaybolmuştur!
Bizi birleştirecek olan İslam içre bir liberal ahlak olmayacak. Bu çok yanlış bir yargı. Liberal ahlak kişileri veya devletleri ancak menfaat ekseninde birleştirir. Biz ittihad-ı İslam'ı menfaatimize olacak diye istemiyoruz. Böyle istersek zaten ihlası olmaz. Bakınız, yanıbaşımızda Suriye ve yanımızda Suriyeli kardeşlerimiz. Onlardan ne menfaatimiz var? Misafir menfaati için ağırlanır mı? Kardeş kardeşe menfaat düşünerek yardım eder mi? İttihad-ı İslam'ı, (Bediüzzaman'ın tabiriyle) medeniyetin 'menfaat' ekseninden alıp İslam'ın 'fazilet' eksenine oturtmak için amelimizi ehl-i sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. İttihada itikadımızı rüşvet veremeyiz. Çünkü zaten ittihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Hz. Mevlana Celaleddin'e (k.s.) atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...