Çocukluk 'olabileceklerin' çağıdır. İslam büyüklerinin hayatlarını öğrenmeye çocukken pek meraklı idim. Onların varlığı, sanki uzaklarımda değildi, içimde de şahitleri vardı. Bana, bir ütopyadan değil, fıtratımdaki bir zenginlikten haber veriyorlardı. Menkıbelerinin zikri/tahatturu, nefs-i emmare tırtılıma, 'çalışırsa güzel birşeye dönüşebileceğini' ihtar ediyordu. İçimdeki potansiyelin, dolayısıyla asl-ı insanımın, hakikatine iman ediyordum onları okumakla. Günahlarımla ümitsizliğe düşmüyordum. Ahirzamanın tozları arasında kaybolmuş kalbim bir yerlerde 'ahsen-i takvim' cevheri bulunduğunu anımsıyordu. Demek başlangıcım iyiydi benim. Bu anımsama elbette özüme gelecek için ümit veriyordu.
Olgunluk 'olmuşların' çağıdır. Şimdi tohum büyüdü. İhtimalleri azalttı. Artık kendisini koca incir ağaçlarıyla karıştıramaz karaçalı. Ben de karıştırmıyorum: Onlar semaya doğru yer tutup bize gölge etmek için varolmuşlar. Tohumları böyle bir tohum imiş. Biz sayelerinde rüzgârlardan korunmak için varolmuşuz. Tohumumuz öyle bir tohum imiş. Ancak yine de, o hayatlara dair yeni her ne okuma yapsam, anlatılanların olmuşluğuna şahitlik ediyorum. Bu değişmiyor. Çünkü içimdeki şahitlerinin şahitliği bitmiyor. Hem onların varlığından cennete de bir delil buluyorum. Öyle ya! Yalnız hatıraları yâdedilmekle gönlümüze cennet esintileri getiren şu salihler, herhalde, gittikleri yeri de cennet ederler. Ve yine, herhalde, ebediyyen varolacakları yeri de cennet ederler. İnşaallah.
Şimdi, bu vesileyle, o kitaplardan birisinde, İmam Ebu Yusuf'a (r.a.) atfen okuduğum birşeyin hakikatine yıllar sonra nasıl eriştiğimi de anlatayım sana. Hafızamda yanlış kalmamışsa, İmam, çok sevdiği bir yakınının cenazesinde şöyle demiş çevresindekilere: "Allah eğer bir kulunu seviyorsa önce sevdiklerini alır..." Bir saniye. Bir duralım.
Nasıl yani? Sevdiğinin sevdiklerini almak? Ve bununla aslında sevgini ifade ediyor olmak? Bu nasıl olabilir? Doğrusu; bu mesele, çocukluğumdan büyüklüğüme, kafamı epeyce meşgul eden şeylerden olmuştur. Çünkü bana hep şöyle gelmiştir: Sevdiklerinden önce ölmek, en azından, onların ölümünü/acısını görmemekle sana verilmiş bir hediyedir. Böylece ilk giden sen olursun ve senin acın onlara kalır. (Biraz bencilce, tamam, ama haksız da diyemezsiniz.) Eğer sen sona kalırsan, bu demektir ki, onların acısı sana kalacaktır. Peki sevdiklerinin acıları kucağına bırakılmakla bir insan nasıl sevilmiş olur? Bu nasıl bir seviştir?
Sonra bir gün, mürşidimin, kendisinden önce vefat eden salihlere dair bir tefekkürünü okuduğumda, İmam'ın sözünün hakikatine gözüm hafifçe açılır gibi oldu. O metin de şurasıdır:
"Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed, Kur'ân'da Muhammed ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed'lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır." Hem yine başka bir yerde diyordu: "Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister?"
Ben bu metinler eşliğinde İmam'ın sözünü artık şöyle yorumladım: İnsan her nereye kendisinden önce sevdiklerini gönderirse oraya ülfetini de göndermiş oluyor. Yani büsbütün yabancımız olan bir yere alışmak önce sevdiklerimizi oraya göndermekle oluyor. Veya olabiliyor. Nasıl? Mesela: Gurbette, askerde veya bir seyahatte, tastamam yabancı olduğumuz bir mevkide, dost bir yüzü, sesi, hatırayı bulmak nasıl oradaki yabancılığımızın bir kısmını alıp götürüyor; aynen öyle de; sevdiklerimizin bizden önce ölüm ötesine alınmış olması da, tastamam bir sevgi ifadesi olarak, ölümün görünürdeki karanlık yüzünü munisleştiriyor. Sevimli kılıyor. 'Büsbütün bilinmezlik'ini 'kısmî aşinalık'a çeviriyor. Yani: Sevdiklerimizinin bizi orada bekliyor olması, onlarla orada tekrar buluşabilme ümidi, bu dünyada yarım kalan hayatımıza bir teselli sunuyor.
Bu meselenin birinci tarafıydı. Bir de ikinci tarafı var. Ki onu da bana düşündüren yine mürşidimin bazı metinleridir. Mesela bir yerde talebelerinden birisine diyor: "Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfındansın." Hem yine ehl-i beytin yaşadığı acıları analiz ederken diyor: "Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular."
Ben de fanilikle yaralı kalbime diyorum ki şimdi: Senden önce dünyanın ölmesi, senin dünyandan önce ölmenden yeğdir. Zira ikincisinde dünya senin faniliğine belki aldırır. O binler ölümler içinde belki (o da çok zayıf bir belki) önemser. Fakat birincisinde sen dünyanın faniliğini mutlaka farkedersin. Sevdiklerinin acısıyla bir arayışa girersin. Belki bu arayış sayesinde hakikate de erersin. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu gidenlerin/gidişlerin acısı sana gidilecek yere yönelik hazırlıklı olmayı öğütler. Hatta içinde bir yerde körükler. Bu öğütleme ve körükleme sayesinde insan ölüme hazırlıklı yaşama fikri edinir. Bu fikir ve eşliğinde geliştirilecek gayret sayesinde, inşaallah, ahiretini kurtarmış olur. Kendisinden önce gönderdiği güzel dünyaya yeniden kavuşmuş olur.
Şimdi, ister yakınlarının ölümlerine, ister hayatlarına hayran olduğun büyüklerin vefatlarına, ister her an ölüp gitmekte olan güzel anlarına bu nazarla bak. Allah, seni sevdiklerinin ölümüne şahit kılmakla, sana bir kötülük etmiyor aslında. Yani ayrılıklarını, acılarını, özlemlerini kahrolasın diye omuzlarına vermiyor. Zulmetmiyor. Hâşâ! Esasında olay şu: Gitmesi kaçınılmaz olan bir yer var. Düşmesi kaçınılmaz bir çukur var. Ve sen oraya çok hazırlıksızsın. Hiç gidecek gibi durmuyorsun. Hiç gidecek gibi hazırlanmıyorsun. Hiç gidecek gibi aldırmıyorsun. Rabb-i Rahim'in, senden önce gidenleri sana göstermekle, bu kaçınılmaz yolculuğu hatırlatmış oluyor. Yani: Hem hatırlatıyor, hem özletiyor, hem de hazırlıyor. Şimdi bunları da hesaba katıp düşün arkadaşım: İmam'ın sözünde çok büyük bir hakikat var öyle değil mi?
16 Şubat 2018 Cuma
12 Şubat 2018 Pazartesi
Bediüzzaman hürriyetten vazgeçti mi?
Ebubekir Sifil Hoca bu yakınlarda izlediğim bir Riyazü's-Salihîn dersinde (Hayırlı İşlere Koşmak 1) "Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü'min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü'min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar!" hadisini izah sadedinde (bilmana) dedi ki:
"Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de 'fitne zamanı'nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar..." Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin 'niyet'ten başlayıp 'ahirzaman psikolojisine' kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)
Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur'da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye'de diyor: "İ'lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur'an-ı Hakîm devamlı şekilde 'İman eden ve amel-i salih işleyenler' der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter." Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası'nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:
"Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır..."
Ben de Ebubekir Sifil Hoca'nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said'in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik 'hürriyet' vurgusuna bedel, Yeni Said'in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı 'asayişi muhafaza' çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten 'hürriyet' ile 'amel-i salih' arasında 'asayişi muhafaza' ile 'takva' arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.
Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.
Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi 'anarşiye' sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da 'zulümlere' sebep olabilir.
Belki Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said'e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü'l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.
Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? 'Uçları ecnebi elinde' bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.
Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 31 Mart'tan Şeyh Said Hâdisesi'ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi'den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: 'Mümkün olanın' güzelliğini bozmamaya çalışmak 'mümkün olabilecek' güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.
"Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de 'fitne zamanı'nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar..." Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin 'niyet'ten başlayıp 'ahirzaman psikolojisine' kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)
Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur'da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye'de diyor: "İ'lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur'an-ı Hakîm devamlı şekilde 'İman eden ve amel-i salih işleyenler' der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter." Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası'nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:
"Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır..."
Ben de Ebubekir Sifil Hoca'nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said'in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik 'hürriyet' vurgusuna bedel, Yeni Said'in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı 'asayişi muhafaza' çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten 'hürriyet' ile 'amel-i salih' arasında 'asayişi muhafaza' ile 'takva' arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.
Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.
Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi 'anarşiye' sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da 'zulümlere' sebep olabilir.
Belki Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said'e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü'l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.
Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? 'Uçları ecnebi elinde' bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.
Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 31 Mart'tan Şeyh Said Hâdisesi'ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi'den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: 'Mümkün olanın' güzelliğini bozmamaya çalışmak 'mümkün olabilecek' güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.
10 Şubat 2018 Cumartesi
Göğe araba fırlatmak
Mürşidim, kısa bir meali "Andolsun ki biz (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık!" buyuran Mülk sûresinin 5. ayetini tefsir sadedinde diyor ki:
"Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor."
Yine başka bir yerde de diyor: "Ruhânîlerin ahyârı semâda bulunduklarından, eşrarı da letâfetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i semâ, onları şerâretleri için kabul etmeyerek def ediyorlar. Maahaza, bu gibi mânevî mübârezeleri âlem-i şehadete, bilhassa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilân ve teşhirine recm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır."
Geçtiğimiz yılbaşı göğe atılan havaifişekleri izlerken bu bahisler hatırıma geldi. Şöyle düşündüm: Kainatta olan herşeyin insanın fıtratında bir karşılığı (veya açlığı) var. Göktaşlarını şeytanların recmine/taşlanmasına alamet kılan Sanî-i Zülcelâl insanı da bu tür şeylere ilgili yaratıyor. Ki insan da, kendi dünyasında büyük saydığı şeyleri kutlarken (veya ilan ederken), göğe ışıklı şeyler fırlatıyor.
Sadece yılbaşında mı? Değil elbette. Düğünlerde/nişanlarda da böyle. Mezuniyet kutlamalarında da böyle. Hatta sünnetlerde bile böyle. (Yakınlarında düğünsalonu bulunanlar iyi bilirler.) Eskiden kurşun sıkma âdeti vardı. Yenilerde havaifişek. Ramazanlarda da top atılırdı. Dilek fenerleri var şimdilerde bir de. Şekil değişse de öz aynı.
Belli ki derinlerde hepsinin özü bir 'biliş/seziş' var. Fıtratımıza kodlanmış ve karşılığını görünce uyanıveren bir sezgi, bir ürperti, bir farkındalık. "Gökte ışıklı birşeyler uçuyorsa önemli şeyler oluyordur âlemde!" Bunu biliyoruz. Bütün insanlığın ortak ekranı sayılacak semavatta gösterilen sıradışı şeylerin dünya sakinlerinin gündemini etkileyecek işaretler barındırdığını hissediyoruz.
Elon Musk'ın uzaya araba göndermesi de (tüm magazinel okumaların üstünde) bu sadetten sayılabilir. Belki ikinci bir kanunu daha söylüyor şu olay bize: Bizim, içimizden en güzel birisini/birşeyi, ta kab-ı kavseyn makamına çıkacak kadar ileriye göndermek kanımızda var. İster 'hayırlılar' olalım ister 'şerliler.' Fıtratımız aynı Ustanın nakışlarını söyler. Demek: Göğümüze ilgisiz kalamıyoruz.
Neler yapabildiğimizi/yapabileceğimizi ortaya koyabilmenin orayla bir ilgisi varmış gibi geliyor. Derinlerden ses veren ikinci bir açlık da bu sanki. Bir zamanlar "Aya ilk önce kim çıkacak?" diye ABD ve Rusya'nın yarışması gibi bir rüştünü/potansiyelini isbat etme arzusu var hepsinin altında. Tıpkı Firavun'un Haman'dan 'semaya ulaşacak bir kule' yapmasını istemesi gibi. Peki kime karşı bu potansiyelin isbatı? Elon Musk bunu elbette insanların takdirini hedef alarak yaptı. Firavun da öyle. Lakin şu arzunun biraz daha köklerine inmek gerekmez mi? Öyleyse soralım kendimize: Göğe çıkmak isteyenler kimin takdirini arıyor?
Belki de biz, Hz. Âdem aleyhisselamdan beri, karşılarında yaratılış hikmetimizi ifadeye şevkli olduğumuz melek dostlarımıza birşeyler anlatmaya çalışıyoruz? Talim-i Esma meselesinde de yapmıştık bunu. Yine deniyoruz. Öyle ya! Bediüzzaman'ın tabirince 'umum-i kanunların uçları' olan kıssa-i Kur'aniyenin bugüne söylediği bu türden şeyler de olamaz mı? Elbette olur/olabilir.
Belki de biz Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselam sayesinde de buna muvaffak olduk. Talim-i Esma ile başlayan isbat-ı rüşd zincirinin son halkası olarak Miraca muvaffak kılındık. Melekler şerirleri taşlayarak bize semanın edebini öğretiyorlardı. Biz de içimizden en hayırlısını onların hayal bile edemedikleri mesafelere göndererek bu edepten haberdar olduğumuz isbatladık. Sadece bu da değil. Onların bize gönderdikleri türden bir işaret de gönderdik.
"Dünyada mühim şeyler oluyor! Ahirzaman Peygamberi (a.s.m.) geldi. İnsanlığın rengini değiştiriyor. Verdiği mesajın sesi bir baştan başa dünyayı sarıyor..." Tıpkı dostun yüksekteki penceresini taşlayıp aşağıda olanlara karşı onu meraklandırmak gibi. Bir sevinci paylaşmak gibi. Hep onlar atıyorlardı. Bu sefer bir nurdan taş da biz onlara fırlattık. Şenliğimizden büyüklüğünden haberdar ettik.
"Hazret-i zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm'ın zuhuru zamanında, 'Yıldızlar saçıldığı zaman...' âyetinin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyâtîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku bulmuştur. Ehl-i tahkikin nazarında, o zaman vahiy zamanı geldiğinden, vahye şüphe gelmemek için, kâhinler gibi, gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara sed çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm cin ve inse meb'us olarak teşrifine semâvât ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir."
"Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor."
Yine başka bir yerde de diyor: "Ruhânîlerin ahyârı semâda bulunduklarından, eşrarı da letâfetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i semâ, onları şerâretleri için kabul etmeyerek def ediyorlar. Maahaza, bu gibi mânevî mübârezeleri âlem-i şehadete, bilhassa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilân ve teşhirine recm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır."
Geçtiğimiz yılbaşı göğe atılan havaifişekleri izlerken bu bahisler hatırıma geldi. Şöyle düşündüm: Kainatta olan herşeyin insanın fıtratında bir karşılığı (veya açlığı) var. Göktaşlarını şeytanların recmine/taşlanmasına alamet kılan Sanî-i Zülcelâl insanı da bu tür şeylere ilgili yaratıyor. Ki insan da, kendi dünyasında büyük saydığı şeyleri kutlarken (veya ilan ederken), göğe ışıklı şeyler fırlatıyor.
Sadece yılbaşında mı? Değil elbette. Düğünlerde/nişanlarda da böyle. Mezuniyet kutlamalarında da böyle. Hatta sünnetlerde bile böyle. (Yakınlarında düğünsalonu bulunanlar iyi bilirler.) Eskiden kurşun sıkma âdeti vardı. Yenilerde havaifişek. Ramazanlarda da top atılırdı. Dilek fenerleri var şimdilerde bir de. Şekil değişse de öz aynı.
Belli ki derinlerde hepsinin özü bir 'biliş/seziş' var. Fıtratımıza kodlanmış ve karşılığını görünce uyanıveren bir sezgi, bir ürperti, bir farkındalık. "Gökte ışıklı birşeyler uçuyorsa önemli şeyler oluyordur âlemde!" Bunu biliyoruz. Bütün insanlığın ortak ekranı sayılacak semavatta gösterilen sıradışı şeylerin dünya sakinlerinin gündemini etkileyecek işaretler barındırdığını hissediyoruz.
Elon Musk'ın uzaya araba göndermesi de (tüm magazinel okumaların üstünde) bu sadetten sayılabilir. Belki ikinci bir kanunu daha söylüyor şu olay bize: Bizim, içimizden en güzel birisini/birşeyi, ta kab-ı kavseyn makamına çıkacak kadar ileriye göndermek kanımızda var. İster 'hayırlılar' olalım ister 'şerliler.' Fıtratımız aynı Ustanın nakışlarını söyler. Demek: Göğümüze ilgisiz kalamıyoruz.
Neler yapabildiğimizi/yapabileceğimizi ortaya koyabilmenin orayla bir ilgisi varmış gibi geliyor. Derinlerden ses veren ikinci bir açlık da bu sanki. Bir zamanlar "Aya ilk önce kim çıkacak?" diye ABD ve Rusya'nın yarışması gibi bir rüştünü/potansiyelini isbat etme arzusu var hepsinin altında. Tıpkı Firavun'un Haman'dan 'semaya ulaşacak bir kule' yapmasını istemesi gibi. Peki kime karşı bu potansiyelin isbatı? Elon Musk bunu elbette insanların takdirini hedef alarak yaptı. Firavun da öyle. Lakin şu arzunun biraz daha köklerine inmek gerekmez mi? Öyleyse soralım kendimize: Göğe çıkmak isteyenler kimin takdirini arıyor?
Belki de biz, Hz. Âdem aleyhisselamdan beri, karşılarında yaratılış hikmetimizi ifadeye şevkli olduğumuz melek dostlarımıza birşeyler anlatmaya çalışıyoruz? Talim-i Esma meselesinde de yapmıştık bunu. Yine deniyoruz. Öyle ya! Bediüzzaman'ın tabirince 'umum-i kanunların uçları' olan kıssa-i Kur'aniyenin bugüne söylediği bu türden şeyler de olamaz mı? Elbette olur/olabilir.
Belki de biz Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselam sayesinde de buna muvaffak olduk. Talim-i Esma ile başlayan isbat-ı rüşd zincirinin son halkası olarak Miraca muvaffak kılındık. Melekler şerirleri taşlayarak bize semanın edebini öğretiyorlardı. Biz de içimizden en hayırlısını onların hayal bile edemedikleri mesafelere göndererek bu edepten haberdar olduğumuz isbatladık. Sadece bu da değil. Onların bize gönderdikleri türden bir işaret de gönderdik.
"Dünyada mühim şeyler oluyor! Ahirzaman Peygamberi (a.s.m.) geldi. İnsanlığın rengini değiştiriyor. Verdiği mesajın sesi bir baştan başa dünyayı sarıyor..." Tıpkı dostun yüksekteki penceresini taşlayıp aşağıda olanlara karşı onu meraklandırmak gibi. Bir sevinci paylaşmak gibi. Hep onlar atıyorlardı. Bu sefer bir nurdan taş da biz onlara fırlattık. Şenliğimizden büyüklüğünden haberdar ettik.
"Hazret-i zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm'ın zuhuru zamanında, 'Yıldızlar saçıldığı zaman...' âyetinin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyâtîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku bulmuştur. Ehl-i tahkikin nazarında, o zaman vahiy zamanı geldiğinden, vahye şüphe gelmemek için, kâhinler gibi, gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara sed çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm cin ve inse meb'us olarak teşrifine semâvât ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir."
6 Şubat 2018 Salı
Herşey hakikatinde dürülüdür
"Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir." (Zümer sûresi, 67)
Bu yazıya da şöyle bir yerden başlayalım: Dünya yaşarken düzdür. Hakikatte ise yuvarlaktır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: 'Algılanan' ile 'hakikatte olan' arasında her zaman birebir uyum aramamalıyız. Algı, algılayanın sınırlarıyla yaralı olduğundan, gerçeğin her köşesini kuşattığını iddia edemez. Tam bir resmini çektiğini söyleyemez. Ama bize bütüne dair bir fikir verir. Veyahut da şöyle çevirelim sözü: Algı dediğimiz şey, özünde, bütünün şahit olduğumuz kısmına dair edindiğimiz izlenimdir. Ve bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar. Çünkü, yaşamak için, muhatap olduğumuz parçanın bilgisine muhtacızdır.
Bir de hayal kuralım: Dünyanın küre değil daire olduğunu düşünelim. Yani düz bir daire. Tıpkı algıladığımız gibi. Tepsi. Bu tepsi dünyada, bütün daireyi kuşatacak şekilde, tek bir şehir bulunsun. Bu şehrin hiçbir arasokağı bulunmasın. Evler sadece baktıkları ana caddelere açılsınlar. Ulaşım da sadece bu anacaddeler vasıtasıyla olsun. Yani içiçe halkalar şeklinde bir şehirleşme. Sadece hayal edin.
Ve şimdi, hayalde ileri gidin, kendinizi de o şehirde hayal edin. İsterseniz ailenizi de yanınıza alabilirsiniz. Fakat bir şartım var: İçerideki halkalardan birisinde değil de dış halkalardan birisinde ikamet etmenizi istiyorum. Masalın devamında buna ihtiyacım var. Anlaştıysak buyrun oturun. Bahçelisini de alın hiç farketmez. Büyükçe olsun. Tamam. Ne de olsa hayaldir bu. Pahalıya gelmez.
Peki, oturduk, yerleştik. Evimizi de beğendik. Fakat en nihayetinde dört duvardır. Canımız sıkıldı. Bunaldık. Aklımıza geldi: "Filancalar da yakında oturuyor!" Nerede? Bir arka sokağınızda. Yani bir arkanızda oturan sevdiğinizi ziyarete gideceksiniz. Nasıl gidersiniz? Arasokaktan mı? Hatırlarsanız size bu şehirde hiçbir arasokak olmadığını söylemiştim. Duvardan atlayarak mı? Bu normalde mümkün. Ama diyelim ki: Hayal kentimizde buna da izin yok. Hatta mümkün olduğu da bilinmiyor. Evin duvarını yıkarak mı? Abarttınız. Gerçi yaparsınız. Ancak diyelim ki: Bu hayalde buna da izin verilmemiş. Tek yol var: O dairenin tamamını dolaşıp bir üst daireye ulaşacak ve bu uzun yolculuktan sonra ancak bir arka sokağınızda veya caddenizde oturan akrabanıza ulaşabileceksiniz.
Ziyaret ne çok güçleşti öyle değil mi? Tıpkı bugün yıldızlara ulaşmakta çektiğimiz sıkıntı gibi. Bütün dünyayı dolaşmak gerekirdi, eğer öyle bir şehirde yaşasaydık, aslında size çok yakın olan akrabanıza ulaşmak için. İşte, bazı bilim kurgu filmlerinde de, şöyle birşeyi ima ediyorlar bugünlerde:
Belki evrende de bu şekilde farkedemediğimiz 'solucan delikleri' var. Yani arasokaklar. Yani kısayollar. Biz o arasokakları göremediğimiz için yıldızlara 'ulaşılmaz' diyoruz. Eğer o arasokakları bulabilsek, kullanabilsek, şimdi binlerce ışık yılı olduğunu tahmin ettiğimiz uzaklıkları kapı komşumuza gider gibi kolayca aşabiliriz. Tabii bu teori de, her teoride olduğu gibi, kendisine göre bir âlem tahayyülünden besleniyor. Nasıl bir âlem teorisi bu? Dürülü âlem teorisi.
Dürülü âlem teorisi ne demek? Bu teoriye göre, başta da ifade etmeye çalıştığım şekilde, 'algıladığımız evren' ile 'hakikatteki evren' birbirinden farklı. Biz, komşu bir yıldıza baktığımızda bir düzlük üzerinde baktığımızı sanıyoruz, ancak o aslında dürülü. Veya katlı. Ve o kat tam da bize yakın bir yere denk geliyor başka bir boyutta. Bizim şahit olduğumuz boyutlardan daha aşkın bir boyutta. Belki o uzaklardaki yıldız aslında bizim bir arka sokağımızda oturuyor.
Fakat biz o ara sokağın 'mümkünlüğünü' henüz bilmediğimiz için dairenin tamamını dolaşarak ona ulaşmaya çalışıyoruz. Bu dürümün nasıl bir dürüm olduğunu bir farkedebilsek herşey çözülecek. Tıpkı dünyanın yuvarlıklığını farkedince Batı'ya gidip Hindistan'a ulaşabileceğini farkedenler gibi olacağız.
Tabii bunlar sadece teori. Ben bu somutlaştırıcı örneği aslında varolan başka bir 'dürülü âlem'e gözümüzü açabilmek için kullanıyorum. Esma âlemine... Evet, aynen böyle, mürşidim Kur'an'daki fezlekelerin hikmetini izah ettiği bir yerde diyor ki: "Cenab-ı Hakkın mensucat-ı san'atını beşerin önüne yayar, sonra onları Esma içinde dürüp toplar." Ne demek bu? Yani: Kur'an'da, bazı ayet-i kerimelerde, Cenab-ı Hakkın kainattaki sanatı değişik örnekleri üzerinden anıldıktan sonra, bazı isimleri zikrediliyor. Bu zikredişte bir maksat var. Böylece o sergide önümüze açılan örnekler isimlerde dürülmüş oluyor. Birbirlerine yakınlaştırılmış oluyor. Geçişler kolaylaştırılmış oluyor. İşte bunu izah edebilmek için yukarıdaki laf kalabalığıma ihtiyaç vardı.
Bana öyle geliyor: Cenab-ı Hakkın Esmaü'l-Hüsna'sı, güzel isimleri, aslında varlığın ara sokakları gibi. Kur'an'da, Allah'ın sanatının anlatıldığı yerlerde Cenab-ı Hakkın isimleri öğretildiğinde, biz, daha önce sahip olmadığımız birşeye sahip kılınıyoruz. Nedir o? Arasokakların bilgisi. Bu bilgiye ulaştığımızda artık bu türden her meselede o isimler üzerinden bağ kurabiliyoruz. Bir karıncanın yediği şeker tanesinden tutun bir çiçek yaprağının güneşlenmesine, bir karadeliğin koca yıldızları yutmasından tutun bir bebeğin anne memesinden süt emmesine kadar, Allah'ın Rezzak ismi sayesinde sıçramalar yapıyoruz.
Evet, evet, akıl ve kalbimiz bu arasokaklar sayesinde sıçramalar yapıyor. Tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi. Herşeyin binler kanunla birbirine bağlandığını görüyoruz. Yani eşyanın Esma'sından dürülü olduğunu, sarılı olduğunu, katlı olduğunu ve o deliği bulunca varlıkta her yöne doğru mesafeler alınabildiğini görüyoruz.
Hatta Esmaü'l-Hüsna'nın sadece 'eşyadan eşyaya' değil 'dıştan içe' veya 'içten dışa' geçişkenliği de var. Bazen oluyor içimizde farkettiğimiz bir sırrı âlemde kovalıyoruz. Bazen oluyor âlemde farkettiğimiz bir sırrın izlerini kendimizde kolluyoruz. Bu geçişler ancak Esma koridorlarını kullanmakla mümkün kılınıyorlar. Çünkü bu isimler Vahidiyet ekseninden bakılınca bütün varlığı kuşatmış oluyorlar. Hiçbir 'olan' sadece bizde olmuyor. Hiçbir 'olan' sadece orada olmuyor. Onun olmasının bağlı olduğu kanuniyetin bir ucu da bizde tecelli ediyor. Güneş dünyayı çekiyor. Dünya ayı çekiyor. Sen de âşık oluyorsun.
Sözü çok uzattım. Bir de şunu söyleyip bitireyim: Esmaü'l-Hüsna'nın bir geçişkenliği de fıkh-ı ekber, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın arasında mevcuttur. Yani Allah'ın isimleri bu üç fıkıh arasında da koridordur. Örneğin: Fıkh-ı ekberden (akaidden) aldığımız bir dersi bu sokaktan geçerek fıkh-ı batına (tasavvuf) taşıyabiliriz. Cenab-ı Hakka iman edişimizin şekliyle/içeriğiyle kendi içimizdeki dengeleri düzeltebiliriz. Aynısı diğer formülasyonlar için de geçerlidir. (Ancak bu noktada bağlayıcılık sırasının öncelikle fıkh-ı ekber ve fıkh-ı zahirde olduğunu belirtmeliyiz.) Bu üç fıkhın arasındaki irtibat noktası, kanaatimce, Esmaü'l-Hüsna'dır. Esmadan bahseden akaid, fıkıh ve tasavvufu birbirine bağlar veya bağlayabilir. Bir sözünü çok söze dönüştürebilir.
Evet. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." diyenlerden aldığımız dersle belki biz de diyebiliriz ki: Herşey hakikatinde dürülüdür. Hakikatine ulaşan orada toplanmış olan herşeye geçiş yapabilir. Hikmet avcılığında bulunabilir. Allahu'l-alem.
Bu yazıya da şöyle bir yerden başlayalım: Dünya yaşarken düzdür. Hakikatte ise yuvarlaktır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: 'Algılanan' ile 'hakikatte olan' arasında her zaman birebir uyum aramamalıyız. Algı, algılayanın sınırlarıyla yaralı olduğundan, gerçeğin her köşesini kuşattığını iddia edemez. Tam bir resmini çektiğini söyleyemez. Ama bize bütüne dair bir fikir verir. Veyahut da şöyle çevirelim sözü: Algı dediğimiz şey, özünde, bütünün şahit olduğumuz kısmına dair edindiğimiz izlenimdir. Ve bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar. Çünkü, yaşamak için, muhatap olduğumuz parçanın bilgisine muhtacızdır.
Bir de hayal kuralım: Dünyanın küre değil daire olduğunu düşünelim. Yani düz bir daire. Tıpkı algıladığımız gibi. Tepsi. Bu tepsi dünyada, bütün daireyi kuşatacak şekilde, tek bir şehir bulunsun. Bu şehrin hiçbir arasokağı bulunmasın. Evler sadece baktıkları ana caddelere açılsınlar. Ulaşım da sadece bu anacaddeler vasıtasıyla olsun. Yani içiçe halkalar şeklinde bir şehirleşme. Sadece hayal edin.
Ve şimdi, hayalde ileri gidin, kendinizi de o şehirde hayal edin. İsterseniz ailenizi de yanınıza alabilirsiniz. Fakat bir şartım var: İçerideki halkalardan birisinde değil de dış halkalardan birisinde ikamet etmenizi istiyorum. Masalın devamında buna ihtiyacım var. Anlaştıysak buyrun oturun. Bahçelisini de alın hiç farketmez. Büyükçe olsun. Tamam. Ne de olsa hayaldir bu. Pahalıya gelmez.
Peki, oturduk, yerleştik. Evimizi de beğendik. Fakat en nihayetinde dört duvardır. Canımız sıkıldı. Bunaldık. Aklımıza geldi: "Filancalar da yakında oturuyor!" Nerede? Bir arka sokağınızda. Yani bir arkanızda oturan sevdiğinizi ziyarete gideceksiniz. Nasıl gidersiniz? Arasokaktan mı? Hatırlarsanız size bu şehirde hiçbir arasokak olmadığını söylemiştim. Duvardan atlayarak mı? Bu normalde mümkün. Ama diyelim ki: Hayal kentimizde buna da izin yok. Hatta mümkün olduğu da bilinmiyor. Evin duvarını yıkarak mı? Abarttınız. Gerçi yaparsınız. Ancak diyelim ki: Bu hayalde buna da izin verilmemiş. Tek yol var: O dairenin tamamını dolaşıp bir üst daireye ulaşacak ve bu uzun yolculuktan sonra ancak bir arka sokağınızda veya caddenizde oturan akrabanıza ulaşabileceksiniz.
Ziyaret ne çok güçleşti öyle değil mi? Tıpkı bugün yıldızlara ulaşmakta çektiğimiz sıkıntı gibi. Bütün dünyayı dolaşmak gerekirdi, eğer öyle bir şehirde yaşasaydık, aslında size çok yakın olan akrabanıza ulaşmak için. İşte, bazı bilim kurgu filmlerinde de, şöyle birşeyi ima ediyorlar bugünlerde:
Belki evrende de bu şekilde farkedemediğimiz 'solucan delikleri' var. Yani arasokaklar. Yani kısayollar. Biz o arasokakları göremediğimiz için yıldızlara 'ulaşılmaz' diyoruz. Eğer o arasokakları bulabilsek, kullanabilsek, şimdi binlerce ışık yılı olduğunu tahmin ettiğimiz uzaklıkları kapı komşumuza gider gibi kolayca aşabiliriz. Tabii bu teori de, her teoride olduğu gibi, kendisine göre bir âlem tahayyülünden besleniyor. Nasıl bir âlem teorisi bu? Dürülü âlem teorisi.
Dürülü âlem teorisi ne demek? Bu teoriye göre, başta da ifade etmeye çalıştığım şekilde, 'algıladığımız evren' ile 'hakikatteki evren' birbirinden farklı. Biz, komşu bir yıldıza baktığımızda bir düzlük üzerinde baktığımızı sanıyoruz, ancak o aslında dürülü. Veya katlı. Ve o kat tam da bize yakın bir yere denk geliyor başka bir boyutta. Bizim şahit olduğumuz boyutlardan daha aşkın bir boyutta. Belki o uzaklardaki yıldız aslında bizim bir arka sokağımızda oturuyor.
Fakat biz o ara sokağın 'mümkünlüğünü' henüz bilmediğimiz için dairenin tamamını dolaşarak ona ulaşmaya çalışıyoruz. Bu dürümün nasıl bir dürüm olduğunu bir farkedebilsek herşey çözülecek. Tıpkı dünyanın yuvarlıklığını farkedince Batı'ya gidip Hindistan'a ulaşabileceğini farkedenler gibi olacağız.
Tabii bunlar sadece teori. Ben bu somutlaştırıcı örneği aslında varolan başka bir 'dürülü âlem'e gözümüzü açabilmek için kullanıyorum. Esma âlemine... Evet, aynen böyle, mürşidim Kur'an'daki fezlekelerin hikmetini izah ettiği bir yerde diyor ki: "Cenab-ı Hakkın mensucat-ı san'atını beşerin önüne yayar, sonra onları Esma içinde dürüp toplar." Ne demek bu? Yani: Kur'an'da, bazı ayet-i kerimelerde, Cenab-ı Hakkın kainattaki sanatı değişik örnekleri üzerinden anıldıktan sonra, bazı isimleri zikrediliyor. Bu zikredişte bir maksat var. Böylece o sergide önümüze açılan örnekler isimlerde dürülmüş oluyor. Birbirlerine yakınlaştırılmış oluyor. Geçişler kolaylaştırılmış oluyor. İşte bunu izah edebilmek için yukarıdaki laf kalabalığıma ihtiyaç vardı.
Bana öyle geliyor: Cenab-ı Hakkın Esmaü'l-Hüsna'sı, güzel isimleri, aslında varlığın ara sokakları gibi. Kur'an'da, Allah'ın sanatının anlatıldığı yerlerde Cenab-ı Hakkın isimleri öğretildiğinde, biz, daha önce sahip olmadığımız birşeye sahip kılınıyoruz. Nedir o? Arasokakların bilgisi. Bu bilgiye ulaştığımızda artık bu türden her meselede o isimler üzerinden bağ kurabiliyoruz. Bir karıncanın yediği şeker tanesinden tutun bir çiçek yaprağının güneşlenmesine, bir karadeliğin koca yıldızları yutmasından tutun bir bebeğin anne memesinden süt emmesine kadar, Allah'ın Rezzak ismi sayesinde sıçramalar yapıyoruz.
Evet, evet, akıl ve kalbimiz bu arasokaklar sayesinde sıçramalar yapıyor. Tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi. Herşeyin binler kanunla birbirine bağlandığını görüyoruz. Yani eşyanın Esma'sından dürülü olduğunu, sarılı olduğunu, katlı olduğunu ve o deliği bulunca varlıkta her yöne doğru mesafeler alınabildiğini görüyoruz.
Hatta Esmaü'l-Hüsna'nın sadece 'eşyadan eşyaya' değil 'dıştan içe' veya 'içten dışa' geçişkenliği de var. Bazen oluyor içimizde farkettiğimiz bir sırrı âlemde kovalıyoruz. Bazen oluyor âlemde farkettiğimiz bir sırrın izlerini kendimizde kolluyoruz. Bu geçişler ancak Esma koridorlarını kullanmakla mümkün kılınıyorlar. Çünkü bu isimler Vahidiyet ekseninden bakılınca bütün varlığı kuşatmış oluyorlar. Hiçbir 'olan' sadece bizde olmuyor. Hiçbir 'olan' sadece orada olmuyor. Onun olmasının bağlı olduğu kanuniyetin bir ucu da bizde tecelli ediyor. Güneş dünyayı çekiyor. Dünya ayı çekiyor. Sen de âşık oluyorsun.
Sözü çok uzattım. Bir de şunu söyleyip bitireyim: Esmaü'l-Hüsna'nın bir geçişkenliği de fıkh-ı ekber, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın arasında mevcuttur. Yani Allah'ın isimleri bu üç fıkıh arasında da koridordur. Örneğin: Fıkh-ı ekberden (akaidden) aldığımız bir dersi bu sokaktan geçerek fıkh-ı batına (tasavvuf) taşıyabiliriz. Cenab-ı Hakka iman edişimizin şekliyle/içeriğiyle kendi içimizdeki dengeleri düzeltebiliriz. Aynısı diğer formülasyonlar için de geçerlidir. (Ancak bu noktada bağlayıcılık sırasının öncelikle fıkh-ı ekber ve fıkh-ı zahirde olduğunu belirtmeliyiz.) Bu üç fıkhın arasındaki irtibat noktası, kanaatimce, Esmaü'l-Hüsna'dır. Esmadan bahseden akaid, fıkıh ve tasavvufu birbirine bağlar veya bağlayabilir. Bir sözünü çok söze dönüştürebilir.
Evet. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." diyenlerden aldığımız dersle belki biz de diyebiliriz ki: Herşey hakikatinde dürülüdür. Hakikatine ulaşan orada toplanmış olan herşeye geçiş yapabilir. Hikmet avcılığında bulunabilir. Allahu'l-alem.
1 Şubat 2018 Perşembe
Ümitsizlik ne zaman işe yarar?
Ümidin bence ne olduğunu belki size söyledim. Fakat güzel şeyleri tekrarda bereket olduğundan bir kere daha yazmış olayım: Ümit bence Allah'ın yaratışındaki ilgiyi okumaktan gelen bir kalbî uyanıştır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Varlıkta yer tutan her fiilin bir faile ihtiyaç duyduğunu ve bu failliği ise ancak Allah'ın kudretinin, ilminin ve iradesinin kaldırdığını farkettikten sonra Vahdet penceresinden şunu da okumaya başlarız: Allah bu fiileri yalnız bir kere işleyip sonra yokluğa terketmemektedir.
Ya? Bu fiiler aynı, benzer veya birbirlerinden haber verir şekilde (bir kanunun mikrodan-makroya yansımaları şeklinde) sürekli tekrar edilmektedirler. O fiiler sonucu meydana gelen eserler de yeni yeni ilgi renkleriyle (tecellilerle) başıboş bırakılmamaktadırlar.
İnsan evladının karnı doyurulduğu gibi balığın da, güneşin de, karadeliğin de karnı doyurulmaktadır. Güvercine yön bulması öğretildiği gibi inci kefaline de, dünyaya da, kuyrukluyıldıza da yön bulması öğretilmektedir. Bu tekrarlanan fiilerin bilgisinden Cenab-ı Hakkın bu fiilerin sonuçlarından bir 'lezzet-i münezzehe'si veya bu fiilerin kendisine bir 'muhabbet-i mukaddese'si olduğu marifetine ulaşılır. (İrade sahiplerinin tekrarında muradî bir kasıt vardır.) Bu şuunat bilgisidir. İşte, bu şuunat bilgisi de bize, Allah'ın varlıkla ilişkisinin ne zamansal ne de mekansal sınırlarla sınırlanamayacağı ümidini öğretir. Ümit özünde budur. İlginin ilgilenilence sezilmesidir.
Ümit, gerçekleşmesi arzulanan fiilere dair taakkulların, tasavvurların veya tahayyüllerin, zamandan/mekandan aşkınlaşmasıdır. Gayba imanla zenginleşmesidir. Cenab-ı Hak bu tarz tecellilerde bulunmaya dair bir muhabbet-i münezzehe sahibi ise, elbette, onu bu tarz tecellilerini sonsuza kadar sürdürmekten hiçbir kuvvet alıkoyamaz. Hakikatte havl ve kuvvet de yalnız onundur zaten. O halde şahidi olunan güzelliklerin hep devam edeceği kereminden beklenebilir. Ümit bu beklentiden doğar.
"Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?" oyununda Gülseren (Demet Akbağ) ve komünist amcası (Serhat Özcan) arasında geçen bir diyaloğu hiç unutmam: "Umarım!" diyen dayısına Gülseren şöyle sorar: "Kimden umarsın?" Dayısı cevap verir: "Umarım dediysem yani dilerim." Gülseren haklı olarak sormaya devam eder: "Peki kimden dilersin?" Öyle ya! Yukarıdaki şekilde zamanlar üstü (yani ezelî ve ebedî olan) bir Allah'a inanılmadıktan sonra 'ummak' ve 'dilemek' gibi zaman ötesi fiiler için nereden medet/umut alınır?
Buradan yeis meselesine de bir dokunmak istiyorum. Yeis, yani ümitsizlik, insana verilen diğer herşey gibi hikmetlidir. Ancak yine diğer herşey gibi 'yerinde' hikmetlidir. Cenab-ı Hak 'ümit kesme' yeteneğini bize özelde 'aldanmalardan korunmamız' genelde ise 'sahte ilahları teşhis edebilmemiz' için bağışlamıştır. Ve biz biliriz ki: Cenab-ı Hakkın bir ismi de Sadıku'l-Vaad'dır. Yani o vaadinde sadık olandır. Evet, Allah, vaadine aykırı hareket etmez. Kandırmaz. Bizler gibi "Yapacağım!" deyip yapmamazlıkta bulunmaz. Zira vaadinden dönmeye sebep olacak aczden ve izzetsizlikten münezzehtir. Bu da 'onun gibi olmayanları' kolayca teşhis etmemizi sağlar. Evet, biz, masivayı 'vaadinden dönmesiyle' de teşhis ederiz/edebiliriz. Bu yöndeki arızalarından/sınırlarından anlarız ki: O Allah değildir.
Kabul edelim: İnsan en çok ümidinden kandırılır. En çok ümitli/arzulu olduğu konular hakkında tufaya getirilir. Gerçek olmasını içinden diler çünkü. Bu yönüyle yeis bu damar üzerinden üzerimizde gerçekleştirilecek operasyonlara/manipülasyonlara dair bir korunma kalkanı işlevi görür. Şeytandan kendisini hidayete çağırma hususunda ümidini kesen insan ancak onun vesveselerinden Allah'a sığınır. Günahların zehirli lezzetlerinden gelebilecek(!) saadet hususunda ümidi kesik olan ancak takvaya meyleder.
Süfyan'ın sahte cennetinden gerçek mutluluk bağlamında umudu kesik olanlar ancak istikamet için sünnet-i seniyye kalesine koşar. Fani sevgilinin güzelliğinin sonsuza kadar devam edeceğinden ümidini kesen âşık ancak âşık olmak için sonsuz bir güzellik sahibi arar. Bu noktada diyebiliriz ki artık: 'La ilahe illallah' kelime-i tevhidi içinde yeisin de hikmetli bir yeri vardır. 'La ilahe' ile masivadan ümit kesilmedikçe 'illallah' umudu doğmaz. Çünkü umut ancak Sadıku'l-Vaad olandan duyulur.
Buradan şuraya gelelim. Kur'an'da "Kafirlerin duası boşa gider!" buyuran Rabb-i Rahimimiz belki şuna da dikkatimizi çekiyor: "Onların umutları da boşa gider!" Çünkü kendisinden umut besledikleri şeylerin şahadet âlemine bir aşkınlığı yoktur. Hayat, bu yönüyle, bir kıssa-i Yunus'tur. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir..." Hikayemizin özeti bu: Dünyaya geliyoruz. Yanlış yerlere yanlış umutlar besliyoruz. Kırılıyoruz. Aldatılıyoruz. Yıpranıyoruz. Dağılıyoruz. Çünkü ancak böyle böyle öğreniyoruz: Kendisinden umut beslenecek olan yalnız Allah'tır.
Ya? Bu fiiler aynı, benzer veya birbirlerinden haber verir şekilde (bir kanunun mikrodan-makroya yansımaları şeklinde) sürekli tekrar edilmektedirler. O fiiler sonucu meydana gelen eserler de yeni yeni ilgi renkleriyle (tecellilerle) başıboş bırakılmamaktadırlar.
İnsan evladının karnı doyurulduğu gibi balığın da, güneşin de, karadeliğin de karnı doyurulmaktadır. Güvercine yön bulması öğretildiği gibi inci kefaline de, dünyaya da, kuyrukluyıldıza da yön bulması öğretilmektedir. Bu tekrarlanan fiilerin bilgisinden Cenab-ı Hakkın bu fiilerin sonuçlarından bir 'lezzet-i münezzehe'si veya bu fiilerin kendisine bir 'muhabbet-i mukaddese'si olduğu marifetine ulaşılır. (İrade sahiplerinin tekrarında muradî bir kasıt vardır.) Bu şuunat bilgisidir. İşte, bu şuunat bilgisi de bize, Allah'ın varlıkla ilişkisinin ne zamansal ne de mekansal sınırlarla sınırlanamayacağı ümidini öğretir. Ümit özünde budur. İlginin ilgilenilence sezilmesidir.
Ümit, gerçekleşmesi arzulanan fiilere dair taakkulların, tasavvurların veya tahayyüllerin, zamandan/mekandan aşkınlaşmasıdır. Gayba imanla zenginleşmesidir. Cenab-ı Hak bu tarz tecellilerde bulunmaya dair bir muhabbet-i münezzehe sahibi ise, elbette, onu bu tarz tecellilerini sonsuza kadar sürdürmekten hiçbir kuvvet alıkoyamaz. Hakikatte havl ve kuvvet de yalnız onundur zaten. O halde şahidi olunan güzelliklerin hep devam edeceği kereminden beklenebilir. Ümit bu beklentiden doğar.
"Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?" oyununda Gülseren (Demet Akbağ) ve komünist amcası (Serhat Özcan) arasında geçen bir diyaloğu hiç unutmam: "Umarım!" diyen dayısına Gülseren şöyle sorar: "Kimden umarsın?" Dayısı cevap verir: "Umarım dediysem yani dilerim." Gülseren haklı olarak sormaya devam eder: "Peki kimden dilersin?" Öyle ya! Yukarıdaki şekilde zamanlar üstü (yani ezelî ve ebedî olan) bir Allah'a inanılmadıktan sonra 'ummak' ve 'dilemek' gibi zaman ötesi fiiler için nereden medet/umut alınır?
Buradan yeis meselesine de bir dokunmak istiyorum. Yeis, yani ümitsizlik, insana verilen diğer herşey gibi hikmetlidir. Ancak yine diğer herşey gibi 'yerinde' hikmetlidir. Cenab-ı Hak 'ümit kesme' yeteneğini bize özelde 'aldanmalardan korunmamız' genelde ise 'sahte ilahları teşhis edebilmemiz' için bağışlamıştır. Ve biz biliriz ki: Cenab-ı Hakkın bir ismi de Sadıku'l-Vaad'dır. Yani o vaadinde sadık olandır. Evet, Allah, vaadine aykırı hareket etmez. Kandırmaz. Bizler gibi "Yapacağım!" deyip yapmamazlıkta bulunmaz. Zira vaadinden dönmeye sebep olacak aczden ve izzetsizlikten münezzehtir. Bu da 'onun gibi olmayanları' kolayca teşhis etmemizi sağlar. Evet, biz, masivayı 'vaadinden dönmesiyle' de teşhis ederiz/edebiliriz. Bu yöndeki arızalarından/sınırlarından anlarız ki: O Allah değildir.
Kabul edelim: İnsan en çok ümidinden kandırılır. En çok ümitli/arzulu olduğu konular hakkında tufaya getirilir. Gerçek olmasını içinden diler çünkü. Bu yönüyle yeis bu damar üzerinden üzerimizde gerçekleştirilecek operasyonlara/manipülasyonlara dair bir korunma kalkanı işlevi görür. Şeytandan kendisini hidayete çağırma hususunda ümidini kesen insan ancak onun vesveselerinden Allah'a sığınır. Günahların zehirli lezzetlerinden gelebilecek(!) saadet hususunda ümidi kesik olan ancak takvaya meyleder.
Süfyan'ın sahte cennetinden gerçek mutluluk bağlamında umudu kesik olanlar ancak istikamet için sünnet-i seniyye kalesine koşar. Fani sevgilinin güzelliğinin sonsuza kadar devam edeceğinden ümidini kesen âşık ancak âşık olmak için sonsuz bir güzellik sahibi arar. Bu noktada diyebiliriz ki artık: 'La ilahe illallah' kelime-i tevhidi içinde yeisin de hikmetli bir yeri vardır. 'La ilahe' ile masivadan ümit kesilmedikçe 'illallah' umudu doğmaz. Çünkü umut ancak Sadıku'l-Vaad olandan duyulur.
Buradan şuraya gelelim. Kur'an'da "Kafirlerin duası boşa gider!" buyuran Rabb-i Rahimimiz belki şuna da dikkatimizi çekiyor: "Onların umutları da boşa gider!" Çünkü kendisinden umut besledikleri şeylerin şahadet âlemine bir aşkınlığı yoktur. Hayat, bu yönüyle, bir kıssa-i Yunus'tur. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir..." Hikayemizin özeti bu: Dünyaya geliyoruz. Yanlış yerlere yanlış umutlar besliyoruz. Kırılıyoruz. Aldatılıyoruz. Yıpranıyoruz. Dağılıyoruz. Çünkü ancak böyle böyle öğreniyoruz: Kendisinden umut beslenecek olan yalnız Allah'tır.
25 Ocak 2018 Perşembe
Fırtınayı arkamızda bırakmak için
Bu da Risale okurken farkettiğim birşey oldu arkadaşım. İnşaallah doğru farketmişimdir. Farkındalığımın özetiyse şudur: İsim, failin 'fiilin küllünde' görünen yanıdır. Sıfat, failin 'fiilin künhünde' görünen yanıdır. Şuunat, failin 'fiilin devamlılığında' görünen yanıdır. Ne demek bunlar? Elimden geldiğince izah etmeye çalışayım. 'Elimden geldiğince' diyorum. Çünkü zor. Tevfik ise Allah'tandır.
Bir örnek üzerinden somutlaştırmayı deneyelim: Odanızdaki masa 'yalnız varlığına yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'eser' olduğunu söyler. Çünkü vardır. Biraz daha üzerine odaklandığınızda 'yalnız bütünlüğüne yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'faili' olduğunu söyler. Çünkü her eser bir fiil/fiiler sonucudur. Yapıttır. Yapılmıştır.
Oradan 'isme' gidilen bir yol bulunur. İsimler fiilerin faillerini 'teşhis etmek' veya 'hatırlamak' veya 'tanımlamak' için üzerlerine bıraktığımız işaretler gibidir. Yapıtı yapan Yapan'dır. Masayı yapan Marangoz'dur. Duvarı yapan Duvarcı'dır. Sonra siz 'bütüne gösterdiğiniz dikkatin üzerinde bir dikkatle' eserdeki detayları okumaya girişirsiniz. Eserin 'tek bir fiilin' değil 'birbiriyle ilgili birçok fiilin' sonucu olduğunu farkedersiniz. Fiiler ziyadeleşir. Fiilerin ziyadeleşmesi faili de isimlerden aşkın şekilde tarif etmeyi tetikler.
Her nesnede 'varolması varoluşun zaruriyatından olmayan' ama 'varoluşuyla eserin varlığı daha da muhteşemleştiren' 'hikmetli artılar' nazarınıza çarpmaya başlar. Mesela: Örnekteki masa 'varoluşu onu buna mecbur etmediği halde' süslenmiştir, renklendirilmiştir ve/veya şekillendirilmiştir. Bütün bu artıları ustasının/failinin 'sadece bir fail olmaktan öte' meziyetlere de sahip olduğunu gösterir. Çünkü eserde varolmaktan fazlası vardır. Bir özen vardır. Bir sanat vardır. Bir güzellik vardır. İnceliklerin böylesi bir derinlikle okunmasından isimlerin üstünde ('üstünde' demekten kastım 'bütün isimler için geçerli olmak'tır) bir sıfatların farkındalığı/bilgisi ortaya çıkar.
Demek ki o usta 'sadece bir Yapan' değildir. Fazlasıdır. Marifetinin (tabir-i caizse) detayları eserinin küllünde görülen fiilden de aşkındır. O sanatkâr usta, yaratışında, farklı seviyede veya türden incelikleri de gözeten bir ustadır. Sanatı lahana yaprağı gibi içiçe sarılmış, birbirine dolanmış, hatta birbirine dokunmuş, güzelliklere sahiptir. Örneğin: Yaptığını güzel yapmayı seven bir ustadır. Gözün neyi beğeneceğini bilen bir ustadır. İnsanın neyi seveceğini bilen bir ustadır. Eylemekten öte estetik bir murada da sahiptir.
Bu okuma, masanın sadece bütününe değil, detaylarına da gösterilmiş bir dikkatin sonucudur. Detaylar, işte böylece, ustanın fail olmaktan öte yanlarını bize fısıldar. Ancak iş burada da bitmez. Bu kez bakışınız detaylardan çıkar, masanın bütününden yükselir, aynı ustanın yaptığı bütün masaları bir anda kuşatır. (Onlardaki detayları da bir anda kuşatır.) Artık burada görülen eserdeki 'bütünlük' değil eserler dizisindeki 'tekrar'dır. Yani tekrarlanan fiilerin bütünüdür.
Kanundur. Daha doğrusu: Fiilerdeki devamlılıktır. Bu usta yaptığı bütün masalarda aynı hassasiyeti gözetmekte midir? Eğer gözetmiyorsa belki de denk geldiğimiz şu masa bir istisnadır? Ve biz bir istisnadan ustanın ahlakına dair çıkarımlar yapamayız. Çünkü istisnalar kaideyi bozmaz. Fakat özenli bir tekrar ancak kasıtla olur.
Ahlak ise kaide okumalarından çıkar. İşte, bu noktada, fiilerin devamlılığı üzerinden yaptığımız okumaların bilgisine ihtiyaç duyarız. Bakarız ki mesela: Bu usta yaptığı tüm masalarda aynı inceliği gözetiyor. Aynı detayları kotarıyor. Aynı hassasiyetleri koruyor. O zaman sıfatların üstünde bir bilişle 'şuunatın marifetine' ulaşırız. O ustanın bu sanatları yapmaktaki devamlılığının kendi zatındaki bir kemalden ve o kemale işaret eden bir şuunattan kaynaklandığını, varlığın 'zorunda bırakması' veya 'öyle icap ettirmesi' işi olmadığını görürüz. Bu bizi, elhamdülillah, artık eşyadan bağımsız bir bilişe ulaştırır. Varlıktaki değişimlerin sıkletinden kurtuluruz. Kalbimizdeki imanı da, inşaallah, kurtarırız.
Tıpkı fırtınalı bir deniz yüzeyinin altındaki derinliklerde fırtınadan eser olmaması gibi, bize de öyle gelir ki, artık dünyanın üzerinde ne olursa olsun varlığa bakışımızı değiştirmez. Büyüklerimize "Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler!" veya "Kahrın da hoş. Lütfun da hoş!" dedirten sır budur. Ustayı şuunat düzeyinde bilmek, aynı zamanda, eşya ile bağlı okumalardan bağımsız olarak onu bilmektir. Daha doğrusu: Aşmış olarak bilmektir. Böyle bir bilgi elbette varlıkta yaşanan karmaşadan etkilenmez.
Nüanslarını şöyle bir örnekle anlatabilirim sanırım: Yeni yeni tanıdığınız bir insanın ahlakını fiillerinden okumaya çalışırsınız. Kadim dostunuzun fiilerini ise ona dair marifetinizle yorumlarsınız. Yabancınız size selam vermeden mi geçmiştir? Bunun tekrarı elbette onun ahlakında bir kemliğe işaret edebilir. Ancak dostunuzun birkaç kez selamsız yanınızdan geçmesi sizi telaşlandırır. Küsmüş müdür? Bir endişesi mi vardır? Kafasını meşgul eden ve çevresine dikkatini azaltan bir derde mi sahiptir? Olabilir. Hepsi olabilir.
Toparlarsam: Şuunat okuması eşyadaki değişimlerin zatın kemali üzerinden okunduğunu/anlamlandırıldığı bir düzeydir. İsim okuması ise eşya üzerinden zatın anlaşılmaya çalışıldığı bir düzeydir. İkisi de mübarektir. İkisinin de yeri vardır. İkisi de çok kıymetlidir. Ancak ikinciye erişince elde edilen huzur bir başkadır.
Ah arkadaşım, sözü çok uzattım, bütün bu söylediklerim mürşidimin şu metnini okurken lütfedildi kalbime işte:
"Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkâşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve 'nakkâş' ve 'musavvir' gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder. Aynen öyle de..."
Bir örnek üzerinden somutlaştırmayı deneyelim: Odanızdaki masa 'yalnız varlığına yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'eser' olduğunu söyler. Çünkü vardır. Biraz daha üzerine odaklandığınızda 'yalnız bütünlüğüne yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'faili' olduğunu söyler. Çünkü her eser bir fiil/fiiler sonucudur. Yapıttır. Yapılmıştır.
Oradan 'isme' gidilen bir yol bulunur. İsimler fiilerin faillerini 'teşhis etmek' veya 'hatırlamak' veya 'tanımlamak' için üzerlerine bıraktığımız işaretler gibidir. Yapıtı yapan Yapan'dır. Masayı yapan Marangoz'dur. Duvarı yapan Duvarcı'dır. Sonra siz 'bütüne gösterdiğiniz dikkatin üzerinde bir dikkatle' eserdeki detayları okumaya girişirsiniz. Eserin 'tek bir fiilin' değil 'birbiriyle ilgili birçok fiilin' sonucu olduğunu farkedersiniz. Fiiler ziyadeleşir. Fiilerin ziyadeleşmesi faili de isimlerden aşkın şekilde tarif etmeyi tetikler.
Her nesnede 'varolması varoluşun zaruriyatından olmayan' ama 'varoluşuyla eserin varlığı daha da muhteşemleştiren' 'hikmetli artılar' nazarınıza çarpmaya başlar. Mesela: Örnekteki masa 'varoluşu onu buna mecbur etmediği halde' süslenmiştir, renklendirilmiştir ve/veya şekillendirilmiştir. Bütün bu artıları ustasının/failinin 'sadece bir fail olmaktan öte' meziyetlere de sahip olduğunu gösterir. Çünkü eserde varolmaktan fazlası vardır. Bir özen vardır. Bir sanat vardır. Bir güzellik vardır. İnceliklerin böylesi bir derinlikle okunmasından isimlerin üstünde ('üstünde' demekten kastım 'bütün isimler için geçerli olmak'tır) bir sıfatların farkındalığı/bilgisi ortaya çıkar.
Demek ki o usta 'sadece bir Yapan' değildir. Fazlasıdır. Marifetinin (tabir-i caizse) detayları eserinin küllünde görülen fiilden de aşkındır. O sanatkâr usta, yaratışında, farklı seviyede veya türden incelikleri de gözeten bir ustadır. Sanatı lahana yaprağı gibi içiçe sarılmış, birbirine dolanmış, hatta birbirine dokunmuş, güzelliklere sahiptir. Örneğin: Yaptığını güzel yapmayı seven bir ustadır. Gözün neyi beğeneceğini bilen bir ustadır. İnsanın neyi seveceğini bilen bir ustadır. Eylemekten öte estetik bir murada da sahiptir.
Bu okuma, masanın sadece bütününe değil, detaylarına da gösterilmiş bir dikkatin sonucudur. Detaylar, işte böylece, ustanın fail olmaktan öte yanlarını bize fısıldar. Ancak iş burada da bitmez. Bu kez bakışınız detaylardan çıkar, masanın bütününden yükselir, aynı ustanın yaptığı bütün masaları bir anda kuşatır. (Onlardaki detayları da bir anda kuşatır.) Artık burada görülen eserdeki 'bütünlük' değil eserler dizisindeki 'tekrar'dır. Yani tekrarlanan fiilerin bütünüdür.
Kanundur. Daha doğrusu: Fiilerdeki devamlılıktır. Bu usta yaptığı bütün masalarda aynı hassasiyeti gözetmekte midir? Eğer gözetmiyorsa belki de denk geldiğimiz şu masa bir istisnadır? Ve biz bir istisnadan ustanın ahlakına dair çıkarımlar yapamayız. Çünkü istisnalar kaideyi bozmaz. Fakat özenli bir tekrar ancak kasıtla olur.
Ahlak ise kaide okumalarından çıkar. İşte, bu noktada, fiilerin devamlılığı üzerinden yaptığımız okumaların bilgisine ihtiyaç duyarız. Bakarız ki mesela: Bu usta yaptığı tüm masalarda aynı inceliği gözetiyor. Aynı detayları kotarıyor. Aynı hassasiyetleri koruyor. O zaman sıfatların üstünde bir bilişle 'şuunatın marifetine' ulaşırız. O ustanın bu sanatları yapmaktaki devamlılığının kendi zatındaki bir kemalden ve o kemale işaret eden bir şuunattan kaynaklandığını, varlığın 'zorunda bırakması' veya 'öyle icap ettirmesi' işi olmadığını görürüz. Bu bizi, elhamdülillah, artık eşyadan bağımsız bir bilişe ulaştırır. Varlıktaki değişimlerin sıkletinden kurtuluruz. Kalbimizdeki imanı da, inşaallah, kurtarırız.
Tıpkı fırtınalı bir deniz yüzeyinin altındaki derinliklerde fırtınadan eser olmaması gibi, bize de öyle gelir ki, artık dünyanın üzerinde ne olursa olsun varlığa bakışımızı değiştirmez. Büyüklerimize "Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler!" veya "Kahrın da hoş. Lütfun da hoş!" dedirten sır budur. Ustayı şuunat düzeyinde bilmek, aynı zamanda, eşya ile bağlı okumalardan bağımsız olarak onu bilmektir. Daha doğrusu: Aşmış olarak bilmektir. Böyle bir bilgi elbette varlıkta yaşanan karmaşadan etkilenmez.
Nüanslarını şöyle bir örnekle anlatabilirim sanırım: Yeni yeni tanıdığınız bir insanın ahlakını fiillerinden okumaya çalışırsınız. Kadim dostunuzun fiilerini ise ona dair marifetinizle yorumlarsınız. Yabancınız size selam vermeden mi geçmiştir? Bunun tekrarı elbette onun ahlakında bir kemliğe işaret edebilir. Ancak dostunuzun birkaç kez selamsız yanınızdan geçmesi sizi telaşlandırır. Küsmüş müdür? Bir endişesi mi vardır? Kafasını meşgul eden ve çevresine dikkatini azaltan bir derde mi sahiptir? Olabilir. Hepsi olabilir.
Toparlarsam: Şuunat okuması eşyadaki değişimlerin zatın kemali üzerinden okunduğunu/anlamlandırıldığı bir düzeydir. İsim okuması ise eşya üzerinden zatın anlaşılmaya çalışıldığı bir düzeydir. İkisi de mübarektir. İkisinin de yeri vardır. İkisi de çok kıymetlidir. Ancak ikinciye erişince elde edilen huzur bir başkadır.
Ah arkadaşım, sözü çok uzattım, bütün bu söylediklerim mürşidimin şu metnini okurken lütfedildi kalbime işte:
"Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkâşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve 'nakkâş' ve 'musavvir' gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder. Aynen öyle de..."
17 Ocak 2018 Çarşamba
Sahabe 'devletin bekasını' düşünür mü?
'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' konusunu, en azından kavramların tanımlarını netleştirmek amacıyla, âdilane bir şekilde tartışmak/konuşmak onları gündelik siyasetin veya konjonktür baskısının etkisinden korumakla mümkündür. Zira meselenin tarihçesi sahabe dönemine kadar uzanmaktadır.
Sahabe dönemine dair yapılan yorumlarda ise, eğer insaflı olunmazsa, insanın ahiretini berbat etmesi gibi tehlikeler vardır. Ömer b. Abdülaziz'i (r.a.) "Allah kanlarını ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" demeye iten veya (Bediüzzaman'ın alıntıladığı şekilde) bir Kürt zat-ı muhakkiki "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler!" sözünü söylemeye zorlayan çekince budur. İşte, geçmişten günümüze taşınan bu 'mübarek hassasiyet' nedeniyle mü'minler sahabe arasındaki anlaşmazlıklar hakkında kem kelam etmeye çekinirler. Ahir ve akıbetlerinin bu kem kelamlar nedeniyle berbat olmasından korkarlar.
Fakat şimdilerde bu afiyeti bulamıyoruz. Ahirzaman geldi. Artık birçok aydın insan gündelik siyasî tartışmaların eksenini, kendisine kuvvetli bir referans bulabilmek için, götürüp sahabe dönemine dayayabiliyor. Şimdiki zamanda analiz ederek bırakmıyor. "Aman dilimiz o berrak kanlara bulaşmasın!" demiyor. Pekçok örneğine şahit oluyoruz. Pekçok nümunesini görüyoruz. Hani bunu yapanlar âlimlerimiz olsa yine iyi. Lakin yok. Siyaset bilimcisinden gazetecisine, köşeyazarından twitter fenomenine, aydınından aydınlanmamışına herkes sahabe dönemini, siyeri, Kur'an'ı yeniden okumak-okutmak telaşında.
'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' tartışmalarında da bu oluyor. Mesela diyor ki birileri: "Hz. Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından Hz. Ali (r.a.) halife olunca katillerin hesabını sorabilmek için süre istedi." Neden istedi? "Çünkü suçlu ile suçsuzu tam olarak ayırabilmeyi istiyordu. Adalet-i mahzayı uygulamak istiyordu." Peki ne yaptı muhatapları? "Cıngar çıkardılar. 'Geciken adalet 'adalet' değildir!' dediler. Muhalefet ettiler. Adalet-i izafiye istediler."
Ne arzu ediyorlardı? "Arzu ediyorlardı ki: Birin günahıyla gerekirse bin de yansın. Suçlu-suçsuz farkolunmasın. 'Devletin bekası' veya 'umumun menfaati' için lazım gelirse Hz. Osman'ın (r.a.) evinin etrafında toplanan herkes asılsın, kesilsin veya farklı şekillerde cezalandırılsın. İntikamı mutlaka alınsın. Çok da ince elenip sık dokunmasın. Şöyle şatafatlı bir gözdağı verilsin. Kul hakkına falan bakılmasın." Vay! Kim söylemişti bunları peki? "İsimlerini siz de bilirsiniz ama ben bazılarını zikredeyim: Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha), aşere-i mübeşşereden Zübeyir b. Avvam (r.a.), yine aşere-i mübeşşereden Talha b. Ubeydullah (r.a.) ve daha niceleri..." İşte bunlarmış yukarıdaki şeyleri söyleyen.
Gördün mü ahirzaman müslümanlarını! Nasıl yakaladılar aşere-i mübeşşerenin fahiş hatalarını! Bak sen şu cengaverlere! Bak sen şu âdil aslanlara! Bak sen şu Kur'an'ı ve sünneti en iyi anlayanlara! Peki ya sahabe? Sahabe bunları anlamaz mıydı? Hele sahabenin büyükleri? Hele aşere-i mübeşşere? Onlar suçlu-suçsuz, haklı-haksız, masum-zalim ayırmazlar mıydı?
"Çok karıştırma canım oraları. Olmuş demek ki bir hataları. İdare etmek lazım." Yahu nasıl olur? Dinimizin yarısını Hz. Aişe'nin (r.a.) rivayetlerinden alıyoruz. Biz bu insanları Aleyhissalatuvesselamın etrafındaki 'en faziletliler' biliyoruz. Sahabeye 'Umumen âdildir!' diyoruz. Ehl-i Sünnet olarak böyle itikat ediyoruz. Bunlar böyle 'birin günahı için gerekirse bini yakacak' kadar Haccac-ı Zalim türünden insanlarsa onlardan alınan dine güven olur mu? Ya umumun menfaati için dinde de birşeyler yaptılarsa? Şianın dediğine gelmiyor mu iş o zaman? "Ne diyor ki onlar?" Onlar diyorlar ki: Hz. Ali (r.a.) ve arkadaşlarından başkasının rivayetine güven olmazmış. "Eeeh... Şeeey..." Ne oldu? Cevap versene!
Cevap yok. Çünkü cevap gündemin tuzağına çoktan düştü. Yaşananlar üzerine zaten belli olan söylenecekler için sahabe hayatını açtığınızdan çoktan şeytanın ipine dolanmaya başladınız. Çoktan bakış açınızın baskısına maruz kaldınız. Halbuki meseleyi anlamak gayeten kolaydı. Orada savaşın yaşanmasının sebebi 'süre istenmesi' veya 'bir için bin yakılmasının talep edilmesi' değildi. Hz. Ali (r.a.) Hz. Osman'ın (r.a.) katillerini bulamıyordu. Evet. Bu kadar basit.
Hz. Osman'ın (r.a.) eşini sorguladı. O gün suikast niyetiyle Hz. Osman'ın (r.a.) evine sızan üç kişiden (aynı zamanda Hz. Aişe'nin üvey kardeşi de olan) Muhammed b. Ebu Bekir'i (r.a.) sorguladı. Sonuç? Sonuçta bu cinayet davası çözülemedi. Muhammed b. Ebu Bekir (r.a.) kendisine Hz. Osman (r.a.) tarafından merhum babası hatırlatılınca pişman olup odayı terketmişti. Diğer iki kişi de bilinmiyordu. Dosya hakkında, modern zamanların tabirince, 'takipsizlik' kararı verildi. Adalet adl-i ilahîye bırakıldı. Ve karar kendi içinde yüzdeyüz doğruydu.
Peki muhalefet neden oluştu? Muhalefet bu 'takipsizlik' kararını kabullenmekteki güçlükten oluştu. Yahu insaf edin! Hz. Osman (r.a.) gibi güzel bir insanı böyle elîm bir olay neticesinde yitirmek kolay bir hâdise midir? Elbette dostları bu acıyı kabullenmekte zorlandılar. Katilleri konusunda verilen 'takipsizlik' kararını kabullenmekte iki kere zorlandılar. Onlara göre eğer Hz. Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup hesabı sorulmazsa ümmet ileride daha büyük kargaşalar yaşardı. İşte 'adalet-i izafiye' de zaten buradan doğdu. Onlar kendilerince ve Allah rızası için iki muhtemel durumu birbirine nisbet ettiler. Bu nisbet nedeniyle izafî bir seçim yaptılar. Ehven-i şerreyn düsturuyla doğru olanın 'katili aramaya sebat etmek' olduğuna vardılar. Hz. Ali'ye (r.a.) elbette bu mümkün olsa yapacaktı. Ama mezkûr olayda bu mümkün değildi.
Hz. Ali'nin (r.a.) Cemel'deki muhalefetinin bundan fazla dediği yoktur. Yok efendim, "Gerekirse birin günahına bin yansın!" demişler, "Umumun menfaati için cüz'ün zararına bakmayalım!" söylemişler, "Devletin bekası için o kuşatmaya katılan herkes cezalandırılsın!" istemişler... Bunların tamamı zandır. Onların böyle şeyler talep ettiklerine dönük bir delil yoktur. Ha, şu var, adalet-i izafiyenin böyle sonuçları olur mu? Olabilir. Adalet-i izafiye, eğer adalet-i mahzanın yerine genel-geçer şekilde uygulanır bir hale gelirse, ondan bu tür zararlar sıklıkla doğabilir. Hele ki naehil ellerde... Bediüzzaman'ın metinlerinde dikkat çektiği tehlike de budur. Çünkü adalet-i izafiye muhtemel durumları da dikkate alarak olay hakkında hüküm vermeyi esas alır. Muhtemel tehlikeler ise hükmedicilerin kafası komplo teorilerine ne kadar çalışıyorsa o kadar uçar gider. Adalet-i mahza ise sadece olayı esas alır. "Bu bir cinayet davası mıdır?" Evet. "Tam olarak suçlu tesbit edilebiliyor mu?" Hayır. "O zaman masumların incinmemesi adına takipsizlik veriyorum." Bitti. Cenab-ı Hak elbet yüce mizanında katillere müstehakını verir. Onun adaletinden kimse kaçamaz.
Meselenin sahabeye bakan yanı yalnızca bu kadarcık iken onlar hakkında 'potansiyel zalim' tanımlamaları yapmak, suçluyu-suçsuzu önemsemiyorlarmış gibi yargılarda bulunmak, bugün sıradan bir müslümanın bile yapabildiği vicdanî bir takdiri onlardan esirgemek... Bunlar doğru şeyler değil. Bunlardan önce gündelik siyasetin içine sahabeyi çekmek ve tabiinin büyüklerinin bile dilini karıştırmaya korktuğu şeyler hakkında kıl u kal etmek doğru değil. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Sahabe efendilerimizin cümlesinden razı olsun. Onların güzel şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin. Binler kere âmin.
Sahabe dönemine dair yapılan yorumlarda ise, eğer insaflı olunmazsa, insanın ahiretini berbat etmesi gibi tehlikeler vardır. Ömer b. Abdülaziz'i (r.a.) "Allah kanlarını ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" demeye iten veya (Bediüzzaman'ın alıntıladığı şekilde) bir Kürt zat-ı muhakkiki "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler!" sözünü söylemeye zorlayan çekince budur. İşte, geçmişten günümüze taşınan bu 'mübarek hassasiyet' nedeniyle mü'minler sahabe arasındaki anlaşmazlıklar hakkında kem kelam etmeye çekinirler. Ahir ve akıbetlerinin bu kem kelamlar nedeniyle berbat olmasından korkarlar.
Fakat şimdilerde bu afiyeti bulamıyoruz. Ahirzaman geldi. Artık birçok aydın insan gündelik siyasî tartışmaların eksenini, kendisine kuvvetli bir referans bulabilmek için, götürüp sahabe dönemine dayayabiliyor. Şimdiki zamanda analiz ederek bırakmıyor. "Aman dilimiz o berrak kanlara bulaşmasın!" demiyor. Pekçok örneğine şahit oluyoruz. Pekçok nümunesini görüyoruz. Hani bunu yapanlar âlimlerimiz olsa yine iyi. Lakin yok. Siyaset bilimcisinden gazetecisine, köşeyazarından twitter fenomenine, aydınından aydınlanmamışına herkes sahabe dönemini, siyeri, Kur'an'ı yeniden okumak-okutmak telaşında.
'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' tartışmalarında da bu oluyor. Mesela diyor ki birileri: "Hz. Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından Hz. Ali (r.a.) halife olunca katillerin hesabını sorabilmek için süre istedi." Neden istedi? "Çünkü suçlu ile suçsuzu tam olarak ayırabilmeyi istiyordu. Adalet-i mahzayı uygulamak istiyordu." Peki ne yaptı muhatapları? "Cıngar çıkardılar. 'Geciken adalet 'adalet' değildir!' dediler. Muhalefet ettiler. Adalet-i izafiye istediler."
Ne arzu ediyorlardı? "Arzu ediyorlardı ki: Birin günahıyla gerekirse bin de yansın. Suçlu-suçsuz farkolunmasın. 'Devletin bekası' veya 'umumun menfaati' için lazım gelirse Hz. Osman'ın (r.a.) evinin etrafında toplanan herkes asılsın, kesilsin veya farklı şekillerde cezalandırılsın. İntikamı mutlaka alınsın. Çok da ince elenip sık dokunmasın. Şöyle şatafatlı bir gözdağı verilsin. Kul hakkına falan bakılmasın." Vay! Kim söylemişti bunları peki? "İsimlerini siz de bilirsiniz ama ben bazılarını zikredeyim: Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha), aşere-i mübeşşereden Zübeyir b. Avvam (r.a.), yine aşere-i mübeşşereden Talha b. Ubeydullah (r.a.) ve daha niceleri..." İşte bunlarmış yukarıdaki şeyleri söyleyen.
Gördün mü ahirzaman müslümanlarını! Nasıl yakaladılar aşere-i mübeşşerenin fahiş hatalarını! Bak sen şu cengaverlere! Bak sen şu âdil aslanlara! Bak sen şu Kur'an'ı ve sünneti en iyi anlayanlara! Peki ya sahabe? Sahabe bunları anlamaz mıydı? Hele sahabenin büyükleri? Hele aşere-i mübeşşere? Onlar suçlu-suçsuz, haklı-haksız, masum-zalim ayırmazlar mıydı?
"Çok karıştırma canım oraları. Olmuş demek ki bir hataları. İdare etmek lazım." Yahu nasıl olur? Dinimizin yarısını Hz. Aişe'nin (r.a.) rivayetlerinden alıyoruz. Biz bu insanları Aleyhissalatuvesselamın etrafındaki 'en faziletliler' biliyoruz. Sahabeye 'Umumen âdildir!' diyoruz. Ehl-i Sünnet olarak böyle itikat ediyoruz. Bunlar böyle 'birin günahı için gerekirse bini yakacak' kadar Haccac-ı Zalim türünden insanlarsa onlardan alınan dine güven olur mu? Ya umumun menfaati için dinde de birşeyler yaptılarsa? Şianın dediğine gelmiyor mu iş o zaman? "Ne diyor ki onlar?" Onlar diyorlar ki: Hz. Ali (r.a.) ve arkadaşlarından başkasının rivayetine güven olmazmış. "Eeeh... Şeeey..." Ne oldu? Cevap versene!
Cevap yok. Çünkü cevap gündemin tuzağına çoktan düştü. Yaşananlar üzerine zaten belli olan söylenecekler için sahabe hayatını açtığınızdan çoktan şeytanın ipine dolanmaya başladınız. Çoktan bakış açınızın baskısına maruz kaldınız. Halbuki meseleyi anlamak gayeten kolaydı. Orada savaşın yaşanmasının sebebi 'süre istenmesi' veya 'bir için bin yakılmasının talep edilmesi' değildi. Hz. Ali (r.a.) Hz. Osman'ın (r.a.) katillerini bulamıyordu. Evet. Bu kadar basit.
Hz. Osman'ın (r.a.) eşini sorguladı. O gün suikast niyetiyle Hz. Osman'ın (r.a.) evine sızan üç kişiden (aynı zamanda Hz. Aişe'nin üvey kardeşi de olan) Muhammed b. Ebu Bekir'i (r.a.) sorguladı. Sonuç? Sonuçta bu cinayet davası çözülemedi. Muhammed b. Ebu Bekir (r.a.) kendisine Hz. Osman (r.a.) tarafından merhum babası hatırlatılınca pişman olup odayı terketmişti. Diğer iki kişi de bilinmiyordu. Dosya hakkında, modern zamanların tabirince, 'takipsizlik' kararı verildi. Adalet adl-i ilahîye bırakıldı. Ve karar kendi içinde yüzdeyüz doğruydu.
Peki muhalefet neden oluştu? Muhalefet bu 'takipsizlik' kararını kabullenmekteki güçlükten oluştu. Yahu insaf edin! Hz. Osman (r.a.) gibi güzel bir insanı böyle elîm bir olay neticesinde yitirmek kolay bir hâdise midir? Elbette dostları bu acıyı kabullenmekte zorlandılar. Katilleri konusunda verilen 'takipsizlik' kararını kabullenmekte iki kere zorlandılar. Onlara göre eğer Hz. Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup hesabı sorulmazsa ümmet ileride daha büyük kargaşalar yaşardı. İşte 'adalet-i izafiye' de zaten buradan doğdu. Onlar kendilerince ve Allah rızası için iki muhtemel durumu birbirine nisbet ettiler. Bu nisbet nedeniyle izafî bir seçim yaptılar. Ehven-i şerreyn düsturuyla doğru olanın 'katili aramaya sebat etmek' olduğuna vardılar. Hz. Ali'ye (r.a.) elbette bu mümkün olsa yapacaktı. Ama mezkûr olayda bu mümkün değildi.
Hz. Ali'nin (r.a.) Cemel'deki muhalefetinin bundan fazla dediği yoktur. Yok efendim, "Gerekirse birin günahına bin yansın!" demişler, "Umumun menfaati için cüz'ün zararına bakmayalım!" söylemişler, "Devletin bekası için o kuşatmaya katılan herkes cezalandırılsın!" istemişler... Bunların tamamı zandır. Onların böyle şeyler talep ettiklerine dönük bir delil yoktur. Ha, şu var, adalet-i izafiyenin böyle sonuçları olur mu? Olabilir. Adalet-i izafiye, eğer adalet-i mahzanın yerine genel-geçer şekilde uygulanır bir hale gelirse, ondan bu tür zararlar sıklıkla doğabilir. Hele ki naehil ellerde... Bediüzzaman'ın metinlerinde dikkat çektiği tehlike de budur. Çünkü adalet-i izafiye muhtemel durumları da dikkate alarak olay hakkında hüküm vermeyi esas alır. Muhtemel tehlikeler ise hükmedicilerin kafası komplo teorilerine ne kadar çalışıyorsa o kadar uçar gider. Adalet-i mahza ise sadece olayı esas alır. "Bu bir cinayet davası mıdır?" Evet. "Tam olarak suçlu tesbit edilebiliyor mu?" Hayır. "O zaman masumların incinmemesi adına takipsizlik veriyorum." Bitti. Cenab-ı Hak elbet yüce mizanında katillere müstehakını verir. Onun adaletinden kimse kaçamaz.
Meselenin sahabeye bakan yanı yalnızca bu kadarcık iken onlar hakkında 'potansiyel zalim' tanımlamaları yapmak, suçluyu-suçsuzu önemsemiyorlarmış gibi yargılarda bulunmak, bugün sıradan bir müslümanın bile yapabildiği vicdanî bir takdiri onlardan esirgemek... Bunlar doğru şeyler değil. Bunlardan önce gündelik siyasetin içine sahabeyi çekmek ve tabiinin büyüklerinin bile dilini karıştırmaya korktuğu şeyler hakkında kıl u kal etmek doğru değil. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Sahabe efendilerimizin cümlesinden razı olsun. Onların güzel şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin. Binler kere âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...