Ben böyle düşünüyorum: Kime sığındığın kimi savunduğundan belli olur. Bir nefer, düşmanından kaçıp dostunun kalesine sığınırsa, o kalede yorganı üzerine çekip uyumaz. Sorumluluğu bırakmaz. Kaleyi dostlarıyla birlikte savunur. Onların silahlarını kuşanır. Onların mermilerini atar. Onların kılıçlarını sallar. Hiçbirini bulamazsa taş atar. Tıpkı Filistinli mücahidlerin yıllardır yaptığı gibi. Ve dahi 15 Temmuz'da F-16'ya levye atanlar gibi.
Ama her şekilde artık kendisi de 'kale savunmasının bir parçası' haline gelir. Eğer kendisini mücahidinden görüyorsa... Yok, görmüyorsa, cephe gerisinde bile olsun, mücahidlere bir faydası dokunur. Erzaklarını taşır. Sularını götürür. Yaralarını sarar. Haberleri ulaştırır. Yani, sığınmak, hiçbir şekilde 'eylemsizlik' olarak geçmez bizde. Ya? Biz birine sığınırsak onu savunmaya başlarız.
Mürşidim, Kur'an'da geçen 'rücumen li'ş-şeyatin/şeytanların taşlanması' meselesini izah ettiği 15. Söz'ü bitirirken der ki: "Yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet. Biz dahi etmeliyiz..."
Burayı hikmetli bulurum. Çünkü hemen arkasındaki bahisler sanki 'kendi şeytanını nasıl recmedeceğinin' izahı gibidir. Mesela: Hemen arkasındaki Zeyl şöyle başlar: "İblis'i ilzam, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kat'î bir surette reddeden bir vakıadır."
Bu metin, alıntılanan kısımdan da anlaşılacağı üzere, şeytanın 'bitarafane muhakeme/tarafsız yargılama' tuzağını izah eder. Böylesi bir tarafsızlığın nasıl 'karşı tarafı tutmaya' evrildiğine dikkat çeker. Bitti mi? Hayır. Hemen sonrasında Şeytanın İkinci Küçük Bir İtiraz'ı başlar. Üzerinde döndüğü sualler farklı olsa da yapılan şey aynıdır. Şeytanın Kur'an hakkında oluşturmak istediği bazı şüpheler, Kur'an'ın tarafı tutularak, boşa çıkarılır. Bitti mi? Yine hayır. 16. Söz de yine soruların/şüphelerin zikriyle başlar. Bu bölüm boyunca cevap verilen 'şeytan' değil 'nefis'tir ama yöntem aynıdır.
Buradan şuraya geleceğim: Bizim 'istiaze/sığınma ifadesi' olarak öğrendiğimiz ve Kur'an okumaya başlarken hep zikrettiğimiz 'euzübillahimineşşeytanirracim'in anlamı nedir? "Taşlanmış (kovulmuş) şeytandan Allah'a sığınırım." Peki bir 'sığınma ifadesi'nde şeytanın taşlanmasından/kovulmasından neden bahsedilmektedir?
İşte, ben bunu (İsmail aleyhisselam ile İblis arasında geçen ve İsmail aleyhisselamın İblis'i taşlamasıyla son bulan hâdiseden hariç olarak), giriş paragrafında dikkatinizi çekmek istediğim şeye bağlıyorum. Bir müslüman için sığınmak asla 'hiçbirşey yapmamak' anlamına gelmez. 'Euzü' aslında bunun ifadesidir. Müslüman savunarak sığınır. Sığınarak da savunur. Birisinin varlığı diğerini gerekli kılar.
İşte, biraz da bu nedenle, Bediüzzaman 'şeytanların taşlanması' hakikatini tefsir ettiği 15. Söz'de, Zeyl olarak da, 'bitarafane muhakeme' tehlikesine dikkat çeker. Yani onu şununla tamamlar. Bir müslüman şeytandan, nefsinden veya ahirzaman fitnelerinden Allah'a sığınırken tarafsız bir tavır mı takınır? Hâşâ, tüm fitneler karşısında müslümanın tavrı, öz suyuyla yetiştiği İslam'ın, Kur'an'ın, sünnetin ve ehl-i sünnet mirasının durduğu yeri/konumu savunmaktır. Bu noktada tarafsızlık 'tarafsızlık' değil 'karşı tarafa geçmek'tir. Böylesi sükûtlar ikrardan sayılır.
Bence işin özü biraz şu arkadaşım: Sığınıyorsan kaçtığın şeyi taşlayacaksın. Sığındığın buradan anlaşılır. Taşlamıyorsan sığınmıyorsun. Sığınmıyorsan tarafsız değilsin. Hacda mü'minlerin 'şeytan taşlaması' nasıl bir anlam ifade eder sanıyorsun? Biz orada aslında 'kainatı kuşatan bir kanun'a dahil oluyoruz. Taşımızı şeytana atıyoruz ve gösteriyoruz: Allahım, sana sığınmak, senin tarafında olmak, düşmanının taşlanmasını gerektirir. Peygamberlerin bunu yapmıştır. Meleklerin bunu yapmıştır. Kitapların bunu yapmıştır. Kader, onlara çektirdiğin hezimetlerin zamana yayılmış büyük resmiyle, bunu yapmıştır. Kelime-i Tevhid'in dahi 'la ilahe' diye başlayarak önce bunu yapmıştır.
Bu fikirle de olabilir. Zikirle de olabilir. Yazıyla da olabilir. Sinemayla da olabilir. Elle de olabilir. Dille de olabilir. Kalle de olabilir. Halle de olabilir. Ancak her şekilde 'taşlama faaliyeti' sığınmanın zaruriyatıdır. Ebubekir Sifil Hoca ve emsali ehl-i sünnet ulemasının ahirzaman fitneleri ve bu fitneleri deruhte eden isimlere dair yazdıkları reddiyeleri yerenlerin kulakları çınlasın. Kur'an'a ve sünnete bakıp görsünler: Yanağı okşanarak şeytan kovalanmaz.
23 Temmuz 2018 Pazartesi
12 Temmuz 2018 Perşembe
Delikleri kapamak...
Geçenlerde eve kertenkele girdi. Evet. Yanlış duymadınız. Kertenkele. (Yazları sürpriz ziyaretler yapıyorlar.) Bu vesileyle ailecek internette bir miktar araştırma da yaptık. "Kertenkele nasıl yakalanır? Kertenkeleden nasıl kurtulunur? Kertenkeleleri evden uzak tutmanın bir yolu var mı?" Bu türden başlıklar altında taramalar yaparken ilginç bir tavsiyeye rastladım. Hikmetli göründü. (Bir tür 'önleyici tedbir' diyelim.) Diyordu ki tavsiyeyi yazan arkadaş orada: "Evinizde çukur/delik varsa onları mutlaka alçıyla/betonla kapatın. Kertenkele yuva yapabileceği bir yer bulamazsa, durmaz, gider."
Bu bilgiyi okuyunca aklıma içinde 'kertenkele' geçen bir hadis-i şerif geldi. Meşhurdur, zaten bilirsiniz, ama hatırlatmış olayım: “Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) naklediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle buyurdu: 'Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.' Sorduk: 'Ya Resulallah (takib edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hristiyanlar mı olacak?' Şöyle buyurdu: 'Ya başka kimler olacaktı?'" (Buhari, Enbiya 50)
Ebubekir Sifil Hocanın seminerlerini/derslerini takip edenler bilirler ki, kendisi, bu hadis-i şerifle işaret edilenlerden birisinin de 'modernizm belası' olduğunu söyler. Yani, ehl-i kitap, dinlerini tahrif etmede hangi yöntemleri kullanmışlarsa, müslümanlar da (en azından bir kısmı da) dinlerini tahrif etmek için aynı yöntemleri kullanacaklardır. Bu tahrif yöntemlerinden en kullanışlı birisi de 'yorumlama'dır. Geçmiş ümmetler, dinlerini tahrif etmek için, nasıl kutsal metinlerini zamanın ilcaatına, hevalarına veya menfaatlerine göre yorumlara tâbî tutmuşlardır; bu ümmetin ahirinde de buna cüret edenler çıkacaktır. Hatta onlar bu konuda 'taklitçiliği' öyle bir noktaya getireceklerdir ki, diğerlerinden birisi metod olarak 'bir kertenkele deliğine' girse, arkasından şunlar da gireceklerdir.
Ebubekir Sifil Hoca, tam bu noktada, hadis-i şerifin mucizevî bir yanına dikkatlerimizi çekiyor. Ve hatırlatıyor: Hakikaten de bugün İslam dünyasında 'modernist/ehl-i bid'a söylemlere sahip olanların önderleri, ümmetin salih selefleri değil, müsteşriklerdir. Hangisinin uydurduğu yalan, kurguladığı cerbeze, üfürdüğü safsata kovalansa, müsteşriklerin/oryantalistlerin kullandığı bir argümana çıkar. Kendisinin bu bâbda aktardığı örnekler çok olduğundan, onları nakletmek yerine, meraklılarını eserlerine havale edelim.
Benimse şimdilerde dikkatimi çeken diğer birşey şu: Bediüzzaman'ın aynı yaraya parmak basan bir eserinin başında kullandığı ifadeler. Hangi eser bu? İçtihad Risalesi. Girişi ne söylüyor bize? Hemen alıntılayalım: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir."
İşte, ben, burada Bediüzzaman'ın kullandığı 'duvarlarda delikler açmak' ifadesinden internette okuduğum 'kertenkeleye yuva yapacağı delik bırakmama' tedbirine, oradan da hadis-i şerifteki 'kertenkele çukuruna girecek olsalar' teşbihine bir yol buluyorum. Öğrendiklerimle bütün bunları birbirleriyle ilişkilendirebiliyorum.
Bence mezkûr benzetmeler aynı noktaya nazarımızı çeviriyor: Ahirzaman şartlarında içtihad kapısından girilmesini tavsiye etmiyoruz, hoş bulmuyoruz, onaylamıyoruz. Neden? Çünkü yüzü yoruma benziyor. (En azından gafillerce benzetiliyor.) Kertenkeleler de kendilerine girecek yer buluyor. Yuvalanıyor. Kalıyor. Deliğin açılmasındaki niyet ne olursa olsun, varlığı, kerketenkele tabiatlılar için fırsata dönüşüyor. Yani, arkadaşlar, sorun kapının kendisinde değil. Ahirzaman sıcağında kertenkele tabiatlıların çoğalmasında.
Bu açıdan, Bediüzzaman'ın mezkûr eserinde saydığı 'altı mani' (tıpkı nette okuduğum şekilde) 'birer önleyici tedbire' dönüşüyor. 'Evdeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu bu olduğu gibi 'dindeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu da bu: "Delikleri kapamak."
Bu bilgiyi okuyunca aklıma içinde 'kertenkele' geçen bir hadis-i şerif geldi. Meşhurdur, zaten bilirsiniz, ama hatırlatmış olayım: “Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) naklediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle buyurdu: 'Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.' Sorduk: 'Ya Resulallah (takib edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hristiyanlar mı olacak?' Şöyle buyurdu: 'Ya başka kimler olacaktı?'" (Buhari, Enbiya 50)
Ebubekir Sifil Hocanın seminerlerini/derslerini takip edenler bilirler ki, kendisi, bu hadis-i şerifle işaret edilenlerden birisinin de 'modernizm belası' olduğunu söyler. Yani, ehl-i kitap, dinlerini tahrif etmede hangi yöntemleri kullanmışlarsa, müslümanlar da (en azından bir kısmı da) dinlerini tahrif etmek için aynı yöntemleri kullanacaklardır. Bu tahrif yöntemlerinden en kullanışlı birisi de 'yorumlama'dır. Geçmiş ümmetler, dinlerini tahrif etmek için, nasıl kutsal metinlerini zamanın ilcaatına, hevalarına veya menfaatlerine göre yorumlara tâbî tutmuşlardır; bu ümmetin ahirinde de buna cüret edenler çıkacaktır. Hatta onlar bu konuda 'taklitçiliği' öyle bir noktaya getireceklerdir ki, diğerlerinden birisi metod olarak 'bir kertenkele deliğine' girse, arkasından şunlar da gireceklerdir.
Ebubekir Sifil Hoca, tam bu noktada, hadis-i şerifin mucizevî bir yanına dikkatlerimizi çekiyor. Ve hatırlatıyor: Hakikaten de bugün İslam dünyasında 'modernist/ehl-i bid'a söylemlere sahip olanların önderleri, ümmetin salih selefleri değil, müsteşriklerdir. Hangisinin uydurduğu yalan, kurguladığı cerbeze, üfürdüğü safsata kovalansa, müsteşriklerin/oryantalistlerin kullandığı bir argümana çıkar. Kendisinin bu bâbda aktardığı örnekler çok olduğundan, onları nakletmek yerine, meraklılarını eserlerine havale edelim.
Benimse şimdilerde dikkatimi çeken diğer birşey şu: Bediüzzaman'ın aynı yaraya parmak basan bir eserinin başında kullandığı ifadeler. Hangi eser bu? İçtihad Risalesi. Girişi ne söylüyor bize? Hemen alıntılayalım: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir."
İşte, ben, burada Bediüzzaman'ın kullandığı 'duvarlarda delikler açmak' ifadesinden internette okuduğum 'kertenkeleye yuva yapacağı delik bırakmama' tedbirine, oradan da hadis-i şerifteki 'kertenkele çukuruna girecek olsalar' teşbihine bir yol buluyorum. Öğrendiklerimle bütün bunları birbirleriyle ilişkilendirebiliyorum.
Bence mezkûr benzetmeler aynı noktaya nazarımızı çeviriyor: Ahirzaman şartlarında içtihad kapısından girilmesini tavsiye etmiyoruz, hoş bulmuyoruz, onaylamıyoruz. Neden? Çünkü yüzü yoruma benziyor. (En azından gafillerce benzetiliyor.) Kertenkeleler de kendilerine girecek yer buluyor. Yuvalanıyor. Kalıyor. Deliğin açılmasındaki niyet ne olursa olsun, varlığı, kerketenkele tabiatlılar için fırsata dönüşüyor. Yani, arkadaşlar, sorun kapının kendisinde değil. Ahirzaman sıcağında kertenkele tabiatlıların çoğalmasında.
Bu açıdan, Bediüzzaman'ın mezkûr eserinde saydığı 'altı mani' (tıpkı nette okuduğum şekilde) 'birer önleyici tedbire' dönüşüyor. 'Evdeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu bu olduğu gibi 'dindeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu da bu: "Delikleri kapamak."
10 Temmuz 2018 Salı
Bid'a dinin evrimidir
İki şey arasında benzerlik kuruyorum: 'Mutasyon' ve 'bid'a.' Ve yine iki şey arasında benzerlik kuruyorum: 'Modifikasyon' ve 'içtihad.' Bu benzetmeyle nereye varmak istiyorum? Öncelikle 'mutasyon' ve 'modifikasyon' kavramlarını konuşarak başlayalım işe.
Modifikasyon nedir? Modifikasyon bir türün 'sahip olduğu genetik çeşitlilik içinde' bazı özelliklerinin öne çıkıp diğer bazılarının arkaplanda kalmasıdır. (Yokolması değildir.) Nasıl misallendirilir? Bizim zamanımızdaki ders kitaplarında anlatılan şöyle kolay bir örneği vardır: Bir ormanda hem 'koyu' hem 'açık' renkli bireyleri olan bir kelebek türü yaşamaktadır. (Tıpkı insanların esmeri-sarışını olması gibi.) Sonra bu ormanın yakınlarına termik santral inşa edilir. Oluşturduğu kirlilik nedeniyle hava ağırlaşmaya başlar. Renkler canlılıklarını yitirirler. Hatta ağaçların kabukları dahi koyulaşır.
İşte, tam bu dönemde, kelebek kardeşlerde şöyle bir değişim yaşanır: Daha önceleri, açık renkli kelebeklerin sayısı çok, koyu renklilerin sayısı gayet az iken, santralden sonra koyu renkli kelebeklerin sayısı çoğalır. Hatta açık renkliler neredeyse tükenirler. Peki bu yaşanan nedir? Bir dönüşüm müdür? Bir mutasyon mudur? Santralin oluşturduğu kirlilik kelebeklerin yeni iklime/şartlara uyum sağlayacak şekilde evrimleşmesini mi sağlamıştır? Hemencecik cevap verelim: Hayır. Böyle birşey olmamıştır. Ya? Yaşanan şeyin ismi 'modifikasyon'dur. Açılımı da şudur: Bir türün zaten en baştan beri sahip olduğu genetik çeşitliliğin içinde bazı özellikler (ve onlara sahip bireyler), değişen şartlarla birlikte, daha 'hayatta kalır' hale gelmiştir.
Bilim insanları da zaten bu olayı açıklarken şöyle derler: Kelebeklerin hayatta kalmalarını sağlayan şeylerden birisi de ağaç kabuklarıyla aralarındaki renk uyumudur. Bu Allah tarafından kendilerine bağışlanmış bir kamuflajdır. Daha önceleri bu kamuflaj açık renkli kelebeklerin fizyolojisi ile uyumluyken santralden sonra koyu renkli kelebekler daha avantajlı hale gelmişlerdir. Böylece daha çok hayatta kalmışlardır. Çünkü kuşlar tarafından daha az avlanmışlardır. Açık renkli kelebeklerse yeni dönemde daha 'kolay görünür' olduklarından sık avlanırlar ve azalırlar.
Burada hassaten dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kelebeklerin zâhirde yaşadığı bu değişim aslında bir değişim değildir. (Özde bir farklılaşma yoktur.) Asılda zaten varolan özelliklerden bir kısmının diğer bir kısma baskın hale gelmesidir. Bu tıpkı matematikle ilgili bir meslek grubunda sayısal zekası yüksek insanların çoklukla bulunmasına benzer. İnsanlar bu mesleğe girmek için bir evrim geçirmezler. İlgisiz genlerini yoketmezler. (Matematikçilerin çocukları illa matematikçi olmak zorunda değildir.) Ya? Bu meslekte tutunmalarını sağlayacak hususiyetlere sahip olan (daha doğrusu bu hususları öne çıkmış) bireyler mesleğe daha çok dahil olurlar. Mesleklerinde de daha başarılı olurlar. Yoksa sırf kalıplarına bakarak komandoların insandan daha üst birşeye evrilmiş olduklarını söyleyemeyiz. Sadece lazım meziyetleri öne çıkmıştır.
İşte İslam'da hak içtihadların durumu da böyledir. Mezheplerin varlığı 'mutasyona' değil 'modifikasyona' yakındır. Onlar dinde yeni birşey ihdas etmemişlerdir. Dinde zaten olanların (yani özde bulunanların) farklı önceliklerle tebarüzüne vesile olmuşlardır. Çünkü, tıpkı modifikasyonda olduğu gibi, türün yüzde doksandokuz özelliği aynı kalmıştır. Mezheplerin de (elbette hak mezhepleri kastediyoruz) ayrı düştükleri konular aynı düşündükleri konular yanında devede kulak kalır. Mürşidim bu konuda der ki:
"Asırlara göre şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur."
Ancak burada şuna özellikle dikkat etmek gerekir: İçtihad ile bid'a aynı şey değildir. Bid'aya da bir benzer bulmamız gerekirse, onu 'modifikasyona' değil, 'mutasyona' benzetmeliyiz. Çünkü mutasyon bir faraziyedir. Ve der ki: "Bazen olur ki, çevresel şartlar nedeniyle, tür başka bir türe dönüşür." Bu iddianın altını dolduran hiçbir örnek yoktur doğada. Ve evrim bir muğalata ile yolunda ilerler. Yani bize kainattaki modifikasyon örneklerini gösterir ve onların mutasyona delil olduğunu söyler. Tabir-i caizse, atı gösterip, eşeği satar.
Fark nettir. Bir türün başka bir türe dönüşmesi kendi gen havuzundan başka bir havuza dönüşmesidir. Kendi renklerini yoketmesidir. Sahip olmadığı seçenekleri seçmesidir. Elinde bulunmayan şıklardan bir şıkkı işaretlemesidir. Bir atın gen havuzunda eşek olmanın formülü yoktur. Yoktur ki, bunu modifikasyonlar gibi, "Arkada kalan bir özellik öne çıktı!" diye tabir edelim. Hatta iki tür arasındaki çiftleşmelerde dahi melezlerin soyu kesik olur. Yani katır diye ayrı bir tür devam etmez. Katırlık fertte kalır. Biraz daha inceye girdiğimizde ise şunu görürüz:
Türler bireylerinde gerçekleşen genetik bozulmaları içlerinde eritmeye meyillidirler. Bir türün bireyinde genetik bir bozukluk meydana geldiğinde, eğer bu bozukluk onu öldürmezse, bir sonraki nesilde bu farklılık yutulur. Eritilir. Görünmez kılınır. Ancak akraba evliliklerinde falan tekrar kendisini gösterir. Ve bu bozukluklar neredeyse her örneğinde hayatı kötü etkiler. Bireyin yaşamını güçleştirir. Hatta mutasyonların yüzde doksandokuzu kanserdir.
Bid'a da buna benzer. İslam'ın asırlar önce tebeyyün etmiş hak mezheplerinden birisine dahil olmayan, ayrı ve usûlsüz, bazen de yanlış usûllere sahip olarak, ortaya çıkan bid'a ekolleri de din için bir tür genetik bozukluktur. İçerideki gen havuzundan (meşru seçeneklerden) beslenmedikleri için bireyin manevî hayatına zarar verirler. Tıpkı, bir kanser gibi, büyüdükçe İslam'ı incitirler. Çünkü üzerine yaratıldıkları fıtrata uyumlu olmaya çalışmazlar. Nasıl ki, genetikte bir sonraki neslin hayatta kalması, bir önceki nesille genetik uyumuna bağlıdır; İslam'da da manevî hayatın devamı selef-i salihîn ile uyuma bağlıdır. Kur'an, sünnet, icma ve kıyas gibi delil yöntemleri bu uyumun arayışıdır. Bütün bir rivayet geleneği bu uyumu sağlayacak haritanın muhafazasıdır.
Bediüzzaman bu konuda da bize şöyle ışık tutar:
"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü't-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesiledir."
Özetlersem: Arkadaşlar, 'modifikasyon' ve 'hak mezhepler' içimizde yaratılan 'gen kitabının' ve vahyedilen 'din kitabının' (sünnet-i seniyyeyi de içinde sayıyorum) içinden gelen 'genişlemeler/çeşitlenmeler' olduğu için bünyemize zarar vermezler. Ancak 'mutasyon' ve 'bid'a' ne içimizde yaratılan 'gen kitabına' ne de vahyolunan 'din kitabına' uyumlu oldukları için soyları kesik olur.
Fertleri ebter olur. Meyveleri arızalı olur. Genişletme çabaları yaralayıcı olur. Yani, radyasyona maruz kalmış bir birey, dünyevî anlamda, acılı bir ölüme ne kadar yakınsa; ehl-i sünnet dışı bir öğretiye maruz kalmış müslüman da, en az onun kadar, uhrevî anlamda acılı bir bahta yakındır. Çünkü, hem genetik bilimi hem de din ilmi, içeriden gelen değişimlere ne kadar müsaadekârsa, dışarıdan yapılan müdahalelere de o kadar mesafelidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ayaklarımızı fıtrattan ve haktan ayırmasın. Âmin.
Modifikasyon nedir? Modifikasyon bir türün 'sahip olduğu genetik çeşitlilik içinde' bazı özelliklerinin öne çıkıp diğer bazılarının arkaplanda kalmasıdır. (Yokolması değildir.) Nasıl misallendirilir? Bizim zamanımızdaki ders kitaplarında anlatılan şöyle kolay bir örneği vardır: Bir ormanda hem 'koyu' hem 'açık' renkli bireyleri olan bir kelebek türü yaşamaktadır. (Tıpkı insanların esmeri-sarışını olması gibi.) Sonra bu ormanın yakınlarına termik santral inşa edilir. Oluşturduğu kirlilik nedeniyle hava ağırlaşmaya başlar. Renkler canlılıklarını yitirirler. Hatta ağaçların kabukları dahi koyulaşır.
İşte, tam bu dönemde, kelebek kardeşlerde şöyle bir değişim yaşanır: Daha önceleri, açık renkli kelebeklerin sayısı çok, koyu renklilerin sayısı gayet az iken, santralden sonra koyu renkli kelebeklerin sayısı çoğalır. Hatta açık renkliler neredeyse tükenirler. Peki bu yaşanan nedir? Bir dönüşüm müdür? Bir mutasyon mudur? Santralin oluşturduğu kirlilik kelebeklerin yeni iklime/şartlara uyum sağlayacak şekilde evrimleşmesini mi sağlamıştır? Hemencecik cevap verelim: Hayır. Böyle birşey olmamıştır. Ya? Yaşanan şeyin ismi 'modifikasyon'dur. Açılımı da şudur: Bir türün zaten en baştan beri sahip olduğu genetik çeşitliliğin içinde bazı özellikler (ve onlara sahip bireyler), değişen şartlarla birlikte, daha 'hayatta kalır' hale gelmiştir.
Bilim insanları da zaten bu olayı açıklarken şöyle derler: Kelebeklerin hayatta kalmalarını sağlayan şeylerden birisi de ağaç kabuklarıyla aralarındaki renk uyumudur. Bu Allah tarafından kendilerine bağışlanmış bir kamuflajdır. Daha önceleri bu kamuflaj açık renkli kelebeklerin fizyolojisi ile uyumluyken santralden sonra koyu renkli kelebekler daha avantajlı hale gelmişlerdir. Böylece daha çok hayatta kalmışlardır. Çünkü kuşlar tarafından daha az avlanmışlardır. Açık renkli kelebeklerse yeni dönemde daha 'kolay görünür' olduklarından sık avlanırlar ve azalırlar.
Burada hassaten dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kelebeklerin zâhirde yaşadığı bu değişim aslında bir değişim değildir. (Özde bir farklılaşma yoktur.) Asılda zaten varolan özelliklerden bir kısmının diğer bir kısma baskın hale gelmesidir. Bu tıpkı matematikle ilgili bir meslek grubunda sayısal zekası yüksek insanların çoklukla bulunmasına benzer. İnsanlar bu mesleğe girmek için bir evrim geçirmezler. İlgisiz genlerini yoketmezler. (Matematikçilerin çocukları illa matematikçi olmak zorunda değildir.) Ya? Bu meslekte tutunmalarını sağlayacak hususiyetlere sahip olan (daha doğrusu bu hususları öne çıkmış) bireyler mesleğe daha çok dahil olurlar. Mesleklerinde de daha başarılı olurlar. Yoksa sırf kalıplarına bakarak komandoların insandan daha üst birşeye evrilmiş olduklarını söyleyemeyiz. Sadece lazım meziyetleri öne çıkmıştır.
İşte İslam'da hak içtihadların durumu da böyledir. Mezheplerin varlığı 'mutasyona' değil 'modifikasyona' yakındır. Onlar dinde yeni birşey ihdas etmemişlerdir. Dinde zaten olanların (yani özde bulunanların) farklı önceliklerle tebarüzüne vesile olmuşlardır. Çünkü, tıpkı modifikasyonda olduğu gibi, türün yüzde doksandokuz özelliği aynı kalmıştır. Mezheplerin de (elbette hak mezhepleri kastediyoruz) ayrı düştükleri konular aynı düşündükleri konular yanında devede kulak kalır. Mürşidim bu konuda der ki:
"Asırlara göre şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur."
Ancak burada şuna özellikle dikkat etmek gerekir: İçtihad ile bid'a aynı şey değildir. Bid'aya da bir benzer bulmamız gerekirse, onu 'modifikasyona' değil, 'mutasyona' benzetmeliyiz. Çünkü mutasyon bir faraziyedir. Ve der ki: "Bazen olur ki, çevresel şartlar nedeniyle, tür başka bir türe dönüşür." Bu iddianın altını dolduran hiçbir örnek yoktur doğada. Ve evrim bir muğalata ile yolunda ilerler. Yani bize kainattaki modifikasyon örneklerini gösterir ve onların mutasyona delil olduğunu söyler. Tabir-i caizse, atı gösterip, eşeği satar.
Fark nettir. Bir türün başka bir türe dönüşmesi kendi gen havuzundan başka bir havuza dönüşmesidir. Kendi renklerini yoketmesidir. Sahip olmadığı seçenekleri seçmesidir. Elinde bulunmayan şıklardan bir şıkkı işaretlemesidir. Bir atın gen havuzunda eşek olmanın formülü yoktur. Yoktur ki, bunu modifikasyonlar gibi, "Arkada kalan bir özellik öne çıktı!" diye tabir edelim. Hatta iki tür arasındaki çiftleşmelerde dahi melezlerin soyu kesik olur. Yani katır diye ayrı bir tür devam etmez. Katırlık fertte kalır. Biraz daha inceye girdiğimizde ise şunu görürüz:
Türler bireylerinde gerçekleşen genetik bozulmaları içlerinde eritmeye meyillidirler. Bir türün bireyinde genetik bir bozukluk meydana geldiğinde, eğer bu bozukluk onu öldürmezse, bir sonraki nesilde bu farklılık yutulur. Eritilir. Görünmez kılınır. Ancak akraba evliliklerinde falan tekrar kendisini gösterir. Ve bu bozukluklar neredeyse her örneğinde hayatı kötü etkiler. Bireyin yaşamını güçleştirir. Hatta mutasyonların yüzde doksandokuzu kanserdir.
Bid'a da buna benzer. İslam'ın asırlar önce tebeyyün etmiş hak mezheplerinden birisine dahil olmayan, ayrı ve usûlsüz, bazen de yanlış usûllere sahip olarak, ortaya çıkan bid'a ekolleri de din için bir tür genetik bozukluktur. İçerideki gen havuzundan (meşru seçeneklerden) beslenmedikleri için bireyin manevî hayatına zarar verirler. Tıpkı, bir kanser gibi, büyüdükçe İslam'ı incitirler. Çünkü üzerine yaratıldıkları fıtrata uyumlu olmaya çalışmazlar. Nasıl ki, genetikte bir sonraki neslin hayatta kalması, bir önceki nesille genetik uyumuna bağlıdır; İslam'da da manevî hayatın devamı selef-i salihîn ile uyuma bağlıdır. Kur'an, sünnet, icma ve kıyas gibi delil yöntemleri bu uyumun arayışıdır. Bütün bir rivayet geleneği bu uyumu sağlayacak haritanın muhafazasıdır.
Bediüzzaman bu konuda da bize şöyle ışık tutar:
"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü't-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesiledir."
Özetlersem: Arkadaşlar, 'modifikasyon' ve 'hak mezhepler' içimizde yaratılan 'gen kitabının' ve vahyedilen 'din kitabının' (sünnet-i seniyyeyi de içinde sayıyorum) içinden gelen 'genişlemeler/çeşitlenmeler' olduğu için bünyemize zarar vermezler. Ancak 'mutasyon' ve 'bid'a' ne içimizde yaratılan 'gen kitabına' ne de vahyolunan 'din kitabına' uyumlu oldukları için soyları kesik olur.
Fertleri ebter olur. Meyveleri arızalı olur. Genişletme çabaları yaralayıcı olur. Yani, radyasyona maruz kalmış bir birey, dünyevî anlamda, acılı bir ölüme ne kadar yakınsa; ehl-i sünnet dışı bir öğretiye maruz kalmış müslüman da, en az onun kadar, uhrevî anlamda acılı bir bahta yakındır. Çünkü, hem genetik bilimi hem de din ilmi, içeriden gelen değişimlere ne kadar müsaadekârsa, dışarıdan yapılan müdahalelere de o kadar mesafelidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ayaklarımızı fıtrattan ve haktan ayırmasın. Âmin.
3 Temmuz 2018 Salı
Miraç ile talim-i esmanın ne ilgisi var?
Şunu evvelden beri hissediyordum arkadaşım: Âdem aleyhisselamın kıssası ile Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıssaları arasında birtakım bağlar var. İzdüşümler gibi. Halkanın kapanışını ifade eden şeyler. İki ucun buluşması. Nübüvvet yolunun başı birisi, hâtemi ise diğeri olduğu için, elbette, bu kıssalar içinde tohum-ağaç, bidayet-nihayet, başlangıç-sonuç ilişkileri kurmak doğal. Hatta Âdem aleyhisselamın kıssasında insanlık yolculuğunun bazı kanunlarını 'ilk örnekleriyle' bulabilmek de mümkün. Ancak ben, bu 'çok açılabilir' başlığı şimdilik bir kenara koyarak, daha lokal bir mevzuya dikkatlerinizi davet edeceğim. O da 'talim-i esma' olayıyla 'miraç mucizesi' arasındaki ilgi.
Evet, bence, Âdem aleyhisselamın meleklere rüçhaniyetini isbat sadedinde yaşadığı 'talim-i esma' olayıyla Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yaşatılan 'miraç mucizesi' arasında bir bağ var. Bu bağ, öyle küçük bir ilgi de değil üstelik, birisiyle söylenen diğeriyle tamamlanıyor, kemale eriyor, ortaya konuluyor gibi birşey. Allahu'l-alem kaydıyla söyleyelim. Fakat ben böyle düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü de şimdi izah etmeye çalışayım.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur."
Evet, arkadaşlar, 'semaya çıkma meselesi'nde ilginç bir tevafuk var. Biz biliyoruz ki: Melek kardeşlerin büyük bir kısmı semavatta yaşıyorlar. Ve biz biliyoruz ki: İki ayağını yeryüzüne bastığından beri insanın da gözü yükseklerde. Çocukluğundan beri parlak şeylere ulaşmak ister. Buna yıldızlar da dahil. (Hatta gözünün gökte olacağı, sair hayvanatın hilafına olarak, iki ayaklı yaratılmasından da belli. Dört ayağı olanın yüzü yere bakar. İki ayağı olanın, isterse, göğe. Dört ayaklı bir canlının göğü incelemesi insan gibi kolay olabilir miydi?) Ve yine biz biliyoruz ki: Şeytanlar da hırsla göğe çıkmaya çalışıyorlar.
Evet. Kur'an'da bize öğretilen 'rücumen li'ş-şeyatin' hakikatinden haberdarız. Göğe doğru bir yarış kopuyor. Semanın efendileri tetikte. Melekler bir hakemlik yapıyorlar. Şerlilerin yukarı çıkmasını taşlarla engelliyorlar. Bazen gökten kayarken onları biz de izliyoruz. "Yıldız kaydı!" diyoruz. Halbuki aslında bir şeytanın hayatı kaymış oluyor. Ve bütün bu yarış içinde, yer sâkinlerinin efendisi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor. Göklerin kapısı şeytanlara iyice kapanıyor. Kahinler bu işten şikayetçi. Büyük birşey olduğu belli. Ve en nihayet, insandan olan, Âdem aleyhisselamın soyundan gelen, yani talim-i esmada rüçhaniyetini isbat edenin halis torunu, ikinci bir kez daha meleklere rüçhaniyetimizi isbat ediyor.
Evet, biz, Allah'ın inayet ve keremiyle, meleklerin çıkamadığı yerlere de çıkabiliriz, şeytanları arkamızda hasetten de çatlatabiliriz, tıpkı bilemedikleri isimleri bilebilmemiz gibi. (Topraktan olan ateşten olana uçuculukta/latiflikte parmağını ısırtarak Allah'ın hikmetini isbat eder.) İlk seferinde olduğu gibi.
Hatta, diyebilirim ki, Âdem aleyhisselamın kitabî düzeyde isbat ettiğini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam fiilî düzeyde ortaya koyuyor. Tadıyor. Geziyor. Kokluyor. O isimleri bilmişti. Şu güzeller güzeli o isimlerin tecellilerini de biliyor. İşte Bediüzzaman bu sadedde diyor: "İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir." Hem yine diyor: "Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş."
Elbette, isimleri bilmek de bilmektir, ama hakikatlerini görmek daha bir derinlikli bilmektir. Evet. İlmelyakinden hakkalyakine bilmenin de birçok dereceleri vardır. İşte, böylesi bir pencereden tefekkür edildiğinde, sanki 'talim-i esma' ile 'miraç' arasında büyük bir bağ kurulabilir. İçlerindeki hikmet birbirleriyle buluşturulabilir. Nasıl? Belki biraz şöyle: Biriyle başlayan sır ötekiyle tamamlanmıştır. Birisiyle ortaya konulan hakikat ötekiyle hitamlanmıştır. Birisiyle ders verilen ötekiyle isbatlanmıştır. Hatta, sırf 'tamamlamak' da değil, insanı 'rüçhan' kılan velayete yol da açılmıştır. Üstünlüğün formülü iki sır ortasında fısıldanmıştır.
"Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtü vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."
Arkadaşım. Tohum meyvesiyle buluştu. Söz bitti. Ne diyelim? Allah, bizi o güzellerin sırlarına şahit, şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
Evet, bence, Âdem aleyhisselamın meleklere rüçhaniyetini isbat sadedinde yaşadığı 'talim-i esma' olayıyla Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yaşatılan 'miraç mucizesi' arasında bir bağ var. Bu bağ, öyle küçük bir ilgi de değil üstelik, birisiyle söylenen diğeriyle tamamlanıyor, kemale eriyor, ortaya konuluyor gibi birşey. Allahu'l-alem kaydıyla söyleyelim. Fakat ben böyle düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü de şimdi izah etmeye çalışayım.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur."
Evet, arkadaşlar, 'semaya çıkma meselesi'nde ilginç bir tevafuk var. Biz biliyoruz ki: Melek kardeşlerin büyük bir kısmı semavatta yaşıyorlar. Ve biz biliyoruz ki: İki ayağını yeryüzüne bastığından beri insanın da gözü yükseklerde. Çocukluğundan beri parlak şeylere ulaşmak ister. Buna yıldızlar da dahil. (Hatta gözünün gökte olacağı, sair hayvanatın hilafına olarak, iki ayaklı yaratılmasından da belli. Dört ayağı olanın yüzü yere bakar. İki ayağı olanın, isterse, göğe. Dört ayaklı bir canlının göğü incelemesi insan gibi kolay olabilir miydi?) Ve yine biz biliyoruz ki: Şeytanlar da hırsla göğe çıkmaya çalışıyorlar.
Evet. Kur'an'da bize öğretilen 'rücumen li'ş-şeyatin' hakikatinden haberdarız. Göğe doğru bir yarış kopuyor. Semanın efendileri tetikte. Melekler bir hakemlik yapıyorlar. Şerlilerin yukarı çıkmasını taşlarla engelliyorlar. Bazen gökten kayarken onları biz de izliyoruz. "Yıldız kaydı!" diyoruz. Halbuki aslında bir şeytanın hayatı kaymış oluyor. Ve bütün bu yarış içinde, yer sâkinlerinin efendisi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor. Göklerin kapısı şeytanlara iyice kapanıyor. Kahinler bu işten şikayetçi. Büyük birşey olduğu belli. Ve en nihayet, insandan olan, Âdem aleyhisselamın soyundan gelen, yani talim-i esmada rüçhaniyetini isbat edenin halis torunu, ikinci bir kez daha meleklere rüçhaniyetimizi isbat ediyor.
Evet, biz, Allah'ın inayet ve keremiyle, meleklerin çıkamadığı yerlere de çıkabiliriz, şeytanları arkamızda hasetten de çatlatabiliriz, tıpkı bilemedikleri isimleri bilebilmemiz gibi. (Topraktan olan ateşten olana uçuculukta/latiflikte parmağını ısırtarak Allah'ın hikmetini isbat eder.) İlk seferinde olduğu gibi.
Hatta, diyebilirim ki, Âdem aleyhisselamın kitabî düzeyde isbat ettiğini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam fiilî düzeyde ortaya koyuyor. Tadıyor. Geziyor. Kokluyor. O isimleri bilmişti. Şu güzeller güzeli o isimlerin tecellilerini de biliyor. İşte Bediüzzaman bu sadedde diyor: "İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir." Hem yine diyor: "Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş."
Elbette, isimleri bilmek de bilmektir, ama hakikatlerini görmek daha bir derinlikli bilmektir. Evet. İlmelyakinden hakkalyakine bilmenin de birçok dereceleri vardır. İşte, böylesi bir pencereden tefekkür edildiğinde, sanki 'talim-i esma' ile 'miraç' arasında büyük bir bağ kurulabilir. İçlerindeki hikmet birbirleriyle buluşturulabilir. Nasıl? Belki biraz şöyle: Biriyle başlayan sır ötekiyle tamamlanmıştır. Birisiyle ortaya konulan hakikat ötekiyle hitamlanmıştır. Birisiyle ders verilen ötekiyle isbatlanmıştır. Hatta, sırf 'tamamlamak' da değil, insanı 'rüçhan' kılan velayete yol da açılmıştır. Üstünlüğün formülü iki sır ortasında fısıldanmıştır.
"Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtü vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."
Arkadaşım. Tohum meyvesiyle buluştu. Söz bitti. Ne diyelim? Allah, bizi o güzellerin sırlarına şahit, şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
2 Temmuz 2018 Pazartesi
Hz. Ali (r.a.) 'sır' sorana neden öfkelendi?
Buna bir 'yazı' demeyelim de bir 'farkındalık' diyelim isterseniz. Cenab-ı Hak, TV111'in 'Sayılı Hadisler' programı sayesinde, bana (bence) önemli birşey farkettirdi. Elhamdülillah. Farkındalığımı yazmadan önce hadisin metnini alıntılayayım: "Ebu’t-Tufeyl radıyallâhu anh anlatıyor: Ali b. Ebu Tâlib’e bir adam gelerek, 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın sana tevdi ettiği sır nedir?' diye sormuştu. Ali buna öfkelendi ve 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, halka gizlediği hiçbir şeyi bana sır olarak vermedi. Şu kadarı var ki, bana dört kelime söyledi!' dedi. Adam 'Nedir onlar, söyler misin?' deyince, Ali şunları söyledi: 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin. Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin. Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin. Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!'” (Müslim, Edâhî 43; Nesâî, Dahâyâ 34)
Peki, Hz. Ali (r.a.), kendisinden 'sır' soran birisine neden böyle bir hadis-i şerif rivayet etti? Ben bunun sırrına şöyle bir tahminle uyandığımı düşünüyorum: Hz. Ali'ye (r.a.) sır öğrenmek için gelen şahıs aslında kendisine 'doğru bir niyetle' müracaat etmiyor. İstediği şey, tıpkı Samiri'nin Tâhâ sûresinde geçen ifadesinde olduğu gibi, 'onların görmediklerini görmek' meselesi. Başkalarında olmayan özel bir bilginin peşinde. Çünkü sevad-ı âzâmın çizgisine bir şekilde/sebepten razı olamıyor. Dışarı aşmak, taşmak, çıkmak istiyor. Fakat bunu yaparken meşruiyet alması gereken bir zemin var. Buna muhtaç. Her demagoji vicdanları aldatmak için argümanlara muhtaçtır. Bu zemini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile birçok açıdan özel hukuku olan bir isimden arıyor. Hz. Ali (r.a.) de, Allahu'l-alem, bu kastı sezinlediği için soruya karşı öfkeleniyor. Ve muhatabının şifa bulması için, başka türden bir hadisi değil, bu hadis-i şerifi sevkediyor.
Peki bu hadis-i şerifin özelliği ne? Kanaatimce, mezkûr hadis-i şerifin özelliği, bid'acılığın mahiyetine dair önemli şeyler söylemesi. Bid'acılık nedir peki? Onu da mürşidimden bir alıntıyla cevaplayayım: "(...) Kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir." Evet. Bid'acılık özetle budur. Ve zikredilen hadis-i şerifin herbir parçasında da "bid'acılığın doğası" diyebileceğimiz şeylere işaretler bulunuyor. Nasıl işaretler bunlar? Hemen açmayı deneyelim:
1) 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin.' Bence hadis-i şerifteki 'dört kelime'den birincisi 'niyetteki bozulmaya' işaret ediyor. Bid'acılığın bidayeti tam olarak da bu. Amel-i salih işlerken bile aradığı Allah'ın rızası değil aslında. Ya? Belki çağın rızası. Belki hevasının rızası. Belki modern toplumun rızası. Belki kavminin rızası. Belki popüler söylemin rızası. Belki konjonktürün rızası. Belki devletin rızası. Belki...
İşte bütün bu 'rıza sapmaları' şu yukarıdaki ifadeyle bize ihtar edilmiş oluyor. Nasihat ne? Allah'tan başkası adına kesme! Sırf 'kesmekle' ihlas/istikamet sağlanmaz. İhlasın baktığı yerlerden birinci Cenab-ı Hakkın rızasıdır. Ki, mürşidim de, İhlas Risalesi isimli eserine şu cümleyle/düsturla başlar: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Ve İçtihad Risalesi isimli eserinde de mevzuyu şöyle taçlandırır: "Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."
2) 'Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin.' Dikkat edin, bid'acılık sevdasına kapılanlar ister 'tarihselci' olsun, ister 'mealci' olsun, ister 'bâtınî' olsun, ister 'Kur'an müslümanlığı' ismini kullansın, hepsinde aynı ayarsızlık vardır. Hepsi 'gelenek' dedikleri şeyle kavgalıdır. Söverler, eleştirirler, yüklenirler. Peki nedir 'gelenek' dedikleri şey. Onu da bize başka bir hadis-i şerif haber veriyor: “Bu ümmetin sonunda gelenler, başında gelenleri lanetlediği zaman, kim bir hadisi/bir sözü saklarsa, Allah’ın benim üzerime indirdiğini saklamış olur.” (bk. İbn mace, Mukaddime, 24).
İşte, bunların 'gelenek' dedikleri şey, hadis-i şerifler üzerine şekillenmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. Ve evet, böylesi kimseler, bir tür 'yenilikçilik tutkusuyla' ebeveynlerini beğenmezler. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini, tasavvuf büyüklerini vs. Hepsine bir kulp takarlar. Bazen lokal, bazense genel, bir dertleri vardır geçmişleriyle. İşte, kanaatimce, hadis-i şerifte bid'acılığın bu yönüne de atıf vardır. (Hatta bu noktada özel bir not da kendim eklemek istiyorum: Böylesi taifelerin rüzgarına kapılan insanların da genellikle ebeveynleriyle sorunları olduğunu düşünüyorum ben. Onlar, ebeveynlerine olan öfkelerini, tüm bir İslam geçmişine karşı tepki göstererek ortaya döküyorlar. Rastladığım örneklerinde bunu gördüm.)
3) 'Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin.' Şu ifadenin işareti zahir olduğu için üzerine fazla birşey söylemiyorum.
4) 'Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!' İşte, bence, bu 'sınır taşları' örneklemesinde de 'dinin dengesini bozmaya' atıf var. Evet, bid'atçı, zaten sınırları belli olan İslam dininin sınırlarıyla oynamaktadır. Tartışmalı gördüğü her meselede yapmak istediği 'sınıra razı olmak' değil 'sınırı başka yere taşımak'tır. Yoğunlaştığı meseleye 'oraya razı olmak' niyetiyle değil 'ne yapıp edip arzuladığı yere taşımak' kastıyla muhatap olduğu için de arzuları elinde hakikatler bükülmeye başlar. Tıpkı, Allah korusun, Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da altını çizdiği şekle döner:
"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
Evet, arkadaşlar, bencileyin bu hadis-i şeriften böyle şeyler çıkardım. Cenab-ı Hak ihsan etti. Ben de aldım. Kusur bizden. Hamd Allah'a. Cenab-ı Hak cümle hadis-i şeriflerden hissemizi ziyade eylesin. Hz. Ali'nin (r.a.) öfkesine ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lanetine hedef olmaktan bizi korusun. Âmin. Bunun için de gözetmemiz gereken dört hassasiyet var. Hadiste öğretildi. Kalbimizde, karşılaştıklarımızda, okuduklarımızda, duyduklarımızda, izlediklerimizde bu dört şeyin varlığını hissettiğimiz an oradan uzaklaşmayı başarabilirsek muvaffak oluruz bence. Tevfik ise herdaim Allah'tandır. Ondan dileyelim.
Peki, Hz. Ali (r.a.), kendisinden 'sır' soran birisine neden böyle bir hadis-i şerif rivayet etti? Ben bunun sırrına şöyle bir tahminle uyandığımı düşünüyorum: Hz. Ali'ye (r.a.) sır öğrenmek için gelen şahıs aslında kendisine 'doğru bir niyetle' müracaat etmiyor. İstediği şey, tıpkı Samiri'nin Tâhâ sûresinde geçen ifadesinde olduğu gibi, 'onların görmediklerini görmek' meselesi. Başkalarında olmayan özel bir bilginin peşinde. Çünkü sevad-ı âzâmın çizgisine bir şekilde/sebepten razı olamıyor. Dışarı aşmak, taşmak, çıkmak istiyor. Fakat bunu yaparken meşruiyet alması gereken bir zemin var. Buna muhtaç. Her demagoji vicdanları aldatmak için argümanlara muhtaçtır. Bu zemini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile birçok açıdan özel hukuku olan bir isimden arıyor. Hz. Ali (r.a.) de, Allahu'l-alem, bu kastı sezinlediği için soruya karşı öfkeleniyor. Ve muhatabının şifa bulması için, başka türden bir hadisi değil, bu hadis-i şerifi sevkediyor.
Peki bu hadis-i şerifin özelliği ne? Kanaatimce, mezkûr hadis-i şerifin özelliği, bid'acılığın mahiyetine dair önemli şeyler söylemesi. Bid'acılık nedir peki? Onu da mürşidimden bir alıntıyla cevaplayayım: "(...) Kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir." Evet. Bid'acılık özetle budur. Ve zikredilen hadis-i şerifin herbir parçasında da "bid'acılığın doğası" diyebileceğimiz şeylere işaretler bulunuyor. Nasıl işaretler bunlar? Hemen açmayı deneyelim:
1) 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin.' Bence hadis-i şerifteki 'dört kelime'den birincisi 'niyetteki bozulmaya' işaret ediyor. Bid'acılığın bidayeti tam olarak da bu. Amel-i salih işlerken bile aradığı Allah'ın rızası değil aslında. Ya? Belki çağın rızası. Belki hevasının rızası. Belki modern toplumun rızası. Belki kavminin rızası. Belki popüler söylemin rızası. Belki konjonktürün rızası. Belki devletin rızası. Belki...
İşte bütün bu 'rıza sapmaları' şu yukarıdaki ifadeyle bize ihtar edilmiş oluyor. Nasihat ne? Allah'tan başkası adına kesme! Sırf 'kesmekle' ihlas/istikamet sağlanmaz. İhlasın baktığı yerlerden birinci Cenab-ı Hakkın rızasıdır. Ki, mürşidim de, İhlas Risalesi isimli eserine şu cümleyle/düsturla başlar: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Ve İçtihad Risalesi isimli eserinde de mevzuyu şöyle taçlandırır: "Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."
2) 'Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin.' Dikkat edin, bid'acılık sevdasına kapılanlar ister 'tarihselci' olsun, ister 'mealci' olsun, ister 'bâtınî' olsun, ister 'Kur'an müslümanlığı' ismini kullansın, hepsinde aynı ayarsızlık vardır. Hepsi 'gelenek' dedikleri şeyle kavgalıdır. Söverler, eleştirirler, yüklenirler. Peki nedir 'gelenek' dedikleri şey. Onu da bize başka bir hadis-i şerif haber veriyor: “Bu ümmetin sonunda gelenler, başında gelenleri lanetlediği zaman, kim bir hadisi/bir sözü saklarsa, Allah’ın benim üzerime indirdiğini saklamış olur.” (bk. İbn mace, Mukaddime, 24).
İşte, bunların 'gelenek' dedikleri şey, hadis-i şerifler üzerine şekillenmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. Ve evet, böylesi kimseler, bir tür 'yenilikçilik tutkusuyla' ebeveynlerini beğenmezler. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini, tasavvuf büyüklerini vs. Hepsine bir kulp takarlar. Bazen lokal, bazense genel, bir dertleri vardır geçmişleriyle. İşte, kanaatimce, hadis-i şerifte bid'acılığın bu yönüne de atıf vardır. (Hatta bu noktada özel bir not da kendim eklemek istiyorum: Böylesi taifelerin rüzgarına kapılan insanların da genellikle ebeveynleriyle sorunları olduğunu düşünüyorum ben. Onlar, ebeveynlerine olan öfkelerini, tüm bir İslam geçmişine karşı tepki göstererek ortaya döküyorlar. Rastladığım örneklerinde bunu gördüm.)
3) 'Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin.' Şu ifadenin işareti zahir olduğu için üzerine fazla birşey söylemiyorum.
4) 'Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!' İşte, bence, bu 'sınır taşları' örneklemesinde de 'dinin dengesini bozmaya' atıf var. Evet, bid'atçı, zaten sınırları belli olan İslam dininin sınırlarıyla oynamaktadır. Tartışmalı gördüğü her meselede yapmak istediği 'sınıra razı olmak' değil 'sınırı başka yere taşımak'tır. Yoğunlaştığı meseleye 'oraya razı olmak' niyetiyle değil 'ne yapıp edip arzuladığı yere taşımak' kastıyla muhatap olduğu için de arzuları elinde hakikatler bükülmeye başlar. Tıpkı, Allah korusun, Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da altını çizdiği şekle döner:
"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
Evet, arkadaşlar, bencileyin bu hadis-i şeriften böyle şeyler çıkardım. Cenab-ı Hak ihsan etti. Ben de aldım. Kusur bizden. Hamd Allah'a. Cenab-ı Hak cümle hadis-i şeriflerden hissemizi ziyade eylesin. Hz. Ali'nin (r.a.) öfkesine ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lanetine hedef olmaktan bizi korusun. Âmin. Bunun için de gözetmemiz gereken dört hassasiyet var. Hadiste öğretildi. Kalbimizde, karşılaştıklarımızda, okuduklarımızda, duyduklarımızda, izlediklerimizde bu dört şeyin varlığını hissettiğimiz an oradan uzaklaşmayı başarabilirsek muvaffak oluruz bence. Tevfik ise herdaim Allah'tandır. Ondan dileyelim.
26 Haziran 2018 Salı
Aleyna Tilki'den Allah'a giden bir yol var mı?
"Yakında onlara hem âlemin ufuklarında, hem de kendi benliklerinde âyetlerimizi göstereceğiz, tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53)
Sorunun cevabına geleceğim fakat önce bir yere dikkatinizi çekmem lazım. 26. Söz'ün Hâtime bölümünde mürşidimin bir tesbiti var. Bana, irşadda izlenmesi gereken yol adına, çok öğretici geliyor. Hemen alıntılayalım:
"(...) Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip 'Lâ mevcude illâ Hû' hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip 'Lâ meşhude illâ Hû' demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır."
Bu metnin bana verdiği ilk derslerden birisi şu: İrşadda şahitlikleri 'büsbütün gözardı etmek' iyi birşey değil. Daha doğrusu cadde-i kübra (anayol) orası değil. Ya? Cadde-i kübra olan aslında 'herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır.' İnsanın her an şahitliğinde yaşadığı bir âlemde 'o şahitliği inkâr/nisyan edici' bir yoldan seyr u sülûkta bulunması zordur. Her adımı kavgalıdır. Her kişinin harcı değildir. O nedenle bu yoldan çok insan gidemez.
Fakat eğer sen, onlara 'şahitlikleri içinde Allah'a ulaşmaya bir yol' gösterirsen, böyle bir bakış açısı öğretirsen, o zaman irşadının inkişafı, tesiri veya taliplisi fazla olur. Bediüzzaman da kendi metinlerinde böyle bir yol takip etmiş, işlemiş ve talebelerine bir metod olarak aşılamaya çalışmıştır.
Gelelim yazımızın asıl konusuna: Ben, çokça eleştiri alan, Kafamda Deli Sorular isimli çalışmama başlarken neyi amaçlıyordum? Bu sorunun cevabını, projeyi bıraktıktan aylar sonra artık, selametle verebilirim. Ben Kafamda Deli Sorular'ı tasarlarken tam da yukarıdaki metninden ışık alıyordum. Onun dediği şeyi, sadece kainatın ayetlerinde değil, popüler kültürün ayetlerinde dahi gösterebilirmişim gibi hissediyordum. Ama eleştirerek, ama alay ederek, ama irdeleyerek, önümüze sunulan (belki dayatılan demeliyim) popüler kültürün her öğesini bir burhana dönüştürebileceğimi düşünüyordum.
Nitekim program boyunca Aleyna Tilki'den Beyaz'a, Cem Yılmaz'dan Recep İvedik'e bunu yapmaya çalıştım. Çünkü yaşadığımız dönemde böylesi isimlerin 'kainat ayetlerini görmeyi engelleyecek kadar' perdeleştiğine inanıyordum. Evet, günümüz gençleri üstlerindeki göğe pek bakmıyorlardı, çünkü ekran denilen yeni bir gökleri vardı. Ve o göklerde yeni yıldızlar dolaşıyordu.
'Perdeleşmek' ne demek? Yukarıda alıntıladığım metinden hareketle konuşacak olursak, perdeleşmek, 'mevcudatı mevcudat hesabına hizmet etmesi'dir. Yalnızca kendisine göstermesidir. Eğer onun 'sadece kendisini' göstermesine engel olur, aşar, üzerinden bakmayı başarırsanız 'perde' olan 'ayet'e dönüşür. Engel olan aynaya çevrilir. Necmettin-i Kübra (k.s.) Hazretlerinin, Risale-i Nur'da da geçen, "Nefisler sayısınca Allah'a giden yollar vardır!" sözünün hakikati zâhir olur. Kötülük kötülüğüyle ders verir. İyilikse iyiliğiyle ders verir. Herşeyden alınabilecek bir hisse vardır.
Açık konuşayım. Ben bugün bu 'güçlü perdeleşmeyi' inkâr eden irşad metodlarının hiçbirisinin sekülerleşmiş gençler üzerinde başarılı olmadığını/olamayacağını düşünüyorum. (Lakin ki insanları dünyadan soğutacak büyük birşey yaşana!) Çünkü, neredeyse dönemimiz gençliğin tamamı, bu albenili perdenin cazibesine kapılıyorlar. Yine bir yerde diyor ki mürşidim:
"Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve 'Yestahibbune'l-hayate'd-dünya' âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, 'Cenâb-ı Hak Gafûrü'r-Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır' der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur."
İşte, ben de diyorum ki, popüler kültürün tapındığı (tapınılmasını teşvik etttiği) putların herbirisinin yıkımı 'üzerinde yükseltildikleri şeyin değersizliğini' göstermekle mümkün olur. Örneğin: Aleyna Tilki'yi (ve benzerlerini) doğru şekilde anlamlandırmak kliplerinin aldığı 'tık sayısını' anlamsızlaştırmakla olur.
Game of Thrones'un gördüğü rağbeti gözden düşürmek ancak onun içini dolduran mücadelenin abesliğine dikkat çekmekle olur. Onları görmezden gelerek değil. Onları görmezden gelerek ulaşacağımız bir gençlik kalmadı. (Kaldıysa da çok az.) Bu çocuklar/gençler popüler kültürün işgali altında yaşıyorlar. İşgal altında bir bölgeye 'düşmanı görmezden gelmesini' söyleyemezsiniz. Onun kalbine düşmanla başedebilmenin yollarını göstermelisiniz. Düşmanını değersizleştirmelisiniz. İşte Kafamda Deli Sorular da bunu yapmaya çalıştı. Başardı-başaramadı. Fakat arzu ettiği buydu. Ve evet, hem de binler kere evet, Aleyna Tilki'den Allah'ı giden yollar var. Görülmeyi bekliyor.
Sorunun cevabına geleceğim fakat önce bir yere dikkatinizi çekmem lazım. 26. Söz'ün Hâtime bölümünde mürşidimin bir tesbiti var. Bana, irşadda izlenmesi gereken yol adına, çok öğretici geliyor. Hemen alıntılayalım:
"(...) Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip 'Lâ mevcude illâ Hû' hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip 'Lâ meşhude illâ Hû' demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır."
Bu metnin bana verdiği ilk derslerden birisi şu: İrşadda şahitlikleri 'büsbütün gözardı etmek' iyi birşey değil. Daha doğrusu cadde-i kübra (anayol) orası değil. Ya? Cadde-i kübra olan aslında 'herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır.' İnsanın her an şahitliğinde yaşadığı bir âlemde 'o şahitliği inkâr/nisyan edici' bir yoldan seyr u sülûkta bulunması zordur. Her adımı kavgalıdır. Her kişinin harcı değildir. O nedenle bu yoldan çok insan gidemez.
Fakat eğer sen, onlara 'şahitlikleri içinde Allah'a ulaşmaya bir yol' gösterirsen, böyle bir bakış açısı öğretirsen, o zaman irşadının inkişafı, tesiri veya taliplisi fazla olur. Bediüzzaman da kendi metinlerinde böyle bir yol takip etmiş, işlemiş ve talebelerine bir metod olarak aşılamaya çalışmıştır.
Gelelim yazımızın asıl konusuna: Ben, çokça eleştiri alan, Kafamda Deli Sorular isimli çalışmama başlarken neyi amaçlıyordum? Bu sorunun cevabını, projeyi bıraktıktan aylar sonra artık, selametle verebilirim. Ben Kafamda Deli Sorular'ı tasarlarken tam da yukarıdaki metninden ışık alıyordum. Onun dediği şeyi, sadece kainatın ayetlerinde değil, popüler kültürün ayetlerinde dahi gösterebilirmişim gibi hissediyordum. Ama eleştirerek, ama alay ederek, ama irdeleyerek, önümüze sunulan (belki dayatılan demeliyim) popüler kültürün her öğesini bir burhana dönüştürebileceğimi düşünüyordum.
Nitekim program boyunca Aleyna Tilki'den Beyaz'a, Cem Yılmaz'dan Recep İvedik'e bunu yapmaya çalıştım. Çünkü yaşadığımız dönemde böylesi isimlerin 'kainat ayetlerini görmeyi engelleyecek kadar' perdeleştiğine inanıyordum. Evet, günümüz gençleri üstlerindeki göğe pek bakmıyorlardı, çünkü ekran denilen yeni bir gökleri vardı. Ve o göklerde yeni yıldızlar dolaşıyordu.
'Perdeleşmek' ne demek? Yukarıda alıntıladığım metinden hareketle konuşacak olursak, perdeleşmek, 'mevcudatı mevcudat hesabına hizmet etmesi'dir. Yalnızca kendisine göstermesidir. Eğer onun 'sadece kendisini' göstermesine engel olur, aşar, üzerinden bakmayı başarırsanız 'perde' olan 'ayet'e dönüşür. Engel olan aynaya çevrilir. Necmettin-i Kübra (k.s.) Hazretlerinin, Risale-i Nur'da da geçen, "Nefisler sayısınca Allah'a giden yollar vardır!" sözünün hakikati zâhir olur. Kötülük kötülüğüyle ders verir. İyilikse iyiliğiyle ders verir. Herşeyden alınabilecek bir hisse vardır.
Açık konuşayım. Ben bugün bu 'güçlü perdeleşmeyi' inkâr eden irşad metodlarının hiçbirisinin sekülerleşmiş gençler üzerinde başarılı olmadığını/olamayacağını düşünüyorum. (Lakin ki insanları dünyadan soğutacak büyük birşey yaşana!) Çünkü, neredeyse dönemimiz gençliğin tamamı, bu albenili perdenin cazibesine kapılıyorlar. Yine bir yerde diyor ki mürşidim:
"Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve 'Yestahibbune'l-hayate'd-dünya' âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, 'Cenâb-ı Hak Gafûrü'r-Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır' der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur."
İşte, ben de diyorum ki, popüler kültürün tapındığı (tapınılmasını teşvik etttiği) putların herbirisinin yıkımı 'üzerinde yükseltildikleri şeyin değersizliğini' göstermekle mümkün olur. Örneğin: Aleyna Tilki'yi (ve benzerlerini) doğru şekilde anlamlandırmak kliplerinin aldığı 'tık sayısını' anlamsızlaştırmakla olur.
Game of Thrones'un gördüğü rağbeti gözden düşürmek ancak onun içini dolduran mücadelenin abesliğine dikkat çekmekle olur. Onları görmezden gelerek değil. Onları görmezden gelerek ulaşacağımız bir gençlik kalmadı. (Kaldıysa da çok az.) Bu çocuklar/gençler popüler kültürün işgali altında yaşıyorlar. İşgal altında bir bölgeye 'düşmanı görmezden gelmesini' söyleyemezsiniz. Onun kalbine düşmanla başedebilmenin yollarını göstermelisiniz. Düşmanını değersizleştirmelisiniz. İşte Kafamda Deli Sorular da bunu yapmaya çalıştı. Başardı-başaramadı. Fakat arzu ettiği buydu. Ve evet, hem de binler kere evet, Aleyna Tilki'den Allah'ı giden yollar var. Görülmeyi bekliyor.
19 Haziran 2018 Salı
Ölüm korkusunu yenmenin bir yolu var mı?
"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır." Blind filminden.
Pedagojinin kurucularından kabul edilen Françoise Dolto (1908-1988) 'Ölümü Nasıl Anlatmalı' kitabında asıl korkulanın 'ölüm' değil 'iletişimsizlik' olduğunu söyler. Yani, ona göre, insan 'bu hayatın son bulmasından' değil, 'etkileşimlerinin tekrar varolamamasından' korkmaktadır. Bu korkuyu aştığı zamanlarda ölüm korkusunu da aşar. Nitekim inançlı bireylerde ölüm 'ilgisizlik alanı' olarak görülmediğinden dolayı bu korku büyük ölçüde aşılmış olur. Hatta böylesi bireylere göre ölüm, hayatın ötesi değil, bir parçasıdır. Dolto, daha seküler bireylerde, bu tür bir tedaviyi 'söz' üzerinden uygulamayı dener. Sözler söylendikleri zamanlardan çok sonra bile varolmayı başarıyorlarsa ve hatta 'başka dillere tercüme edilmeleri' dahi onların manasını öldüremiyorsa, pekâlâ bedenin dağılması da hayatın varlığını etkilemeyebilir. Bu çeşit bir ölüm ancak manaya nisbeten lafzın değişmesi gibidir.
Dolto'nun bu noktada verdiği örneklerden birisi de kaybettiğimizin yakınlarımızın bizim için devam eden varlığıdır. Onun hatırasıyla kurduğumuz ilişkinin de, Dolton'a göre, ölümün 'iletişimsizlik' olmadığını gösterir bir işareti vardır: "Yaşayan kişi belki bunun farkında değil ama iletişim daima vardır. Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde görevini layıkıyla yerine getirmişse, bu iletişim devam etmekle kalmaz, aynı zamanda yaşayan kişiye yaşama bağlanma gücü de verir. Bu güç, ölen kişinin nerede olduğunu bilmeden, ama bizim de bir gün gideceğimiz bir yere hareket ettiğinin farkında olarak yaşarken onu sevme mutluluğu ve sevgiyle onu düşünme keyfinin sonucudur."
Bu bahis bana mürşidimin metinlerinde sıklıkla kullandığı 'haps-i münferit' ifadesini hatırlattı. Bir buklecik alıntılamış olayım: "Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok. Birinci yol: O kabir ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek. Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."
Söz Basım baskısında ise 'haps-i münferit' ifadesi bir dipnot yardımıyla şu hadis kaynaklarına dayandırılıyor: "bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392."
Buradan şuraya geçelim: Hapis nedir? Hapis, bence, sevdiklerinizden iletişiminizin kesildiği yerdir. Burada çekilen acı 'yokluksallığın' değil 'beklentisizliğin' acısıdır. İnsan, Allah korusun, müebbet bir hapis cezası aldığında ölüm korkusundan dolayı acı çekmez, fakat iletişimsizlik korkusuyla büyük bir acı yaşar. Ben, Bediüzzaman'ın, ölüm ile haps-i münferit ifadesi arasında kurduğu bağın tıpkı Dolto'nun kurduğu türden bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hatta, bir adım ilerisinde, mürşidim de ölüm korkusunu 'iletişimin varlığıyla' tedavi ediyor:
"Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla'da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme."
Dolto da mezkûr kitabında diyor: "Bir iletişim şeklinin eksikliği yenilerinin keşfiyle altedilir." Körler bu eksikliklerinin yarasını diğer duyularındaki inkişafla kapatırlar. Kollarını kaybedenler ayaklarını el gibi kullanmaya başlarlar. Bu aslında Allah'ın bize sunduğu bir şifa şeklidir. Yalnız bir saniye... Yeri gelmişken 'anlatmayı kolaylaştıracak' hatıralarımdan birisine uzanmak istiyorum.
Babasını 'ilişkileri gerilimliyken' kaybeden birisine taziye ziyaretinde bulunmuştum bir keresinde. Dönüp dolaşıp acılı bir şekilde bu durumu dilegetiriyordu. Oradan çıkamıyordu. Ben de en nihayet ona dedim ki: "Öyle şeyler söylüyorsun ki gören de babanla ilişkin sonsuza dek kesildi sanır. Sen şimdi bir Fatiha okusan, onun adına bir hayır işlesen, bir dua etsen, baban bundan haberdar olur. Allah onu haberdar eder. 'Küsken vefat etti. Tamam. İlelebed küs kalacaksınız!' diye birşey yok ki arkadaşım. Müslümanız. Ölüme 'mutlak iletişimsizlik' diye inanmayız. Kur'an ve sünnet bize bu türden bir haberleşmenin kesilmediğini söylüyor."
O arkadaşım, bu diyaloğun gerçekleşmesinden yıllar sonra, taziyeler içinde özellikle söylediklerimin kendisine çok yardımcı olduğunu söyledi. Dediğine göre bu sözlerim 'tam isabet'ti. Düğümünü çözmüştü. Acısını almıştı. Ben şimdi bütün bu tefekkürlerimi biraraya getirip şöyle düşünüyorum: Mezarlık ziyaretleri, ölüler adına işlenen hayırlar, indirilen hatimler, mevlidler... Aslında hepsi aynı yöne doğru çıkıyor.
Bunlar sadece yakınlarımıza değil bize de yapılmış iyilikler. Cenab-ı Hak bize 'ölülerimizle iletişimimizi kesmememizi' öğütlüyor. Çünkü onlarla iletişimi kestiğimizde ölüm tasavvurumuzu da 'haps-i münferit' şeklinde inşa etmiş oluyoruz. "Biz kimseyle ilgilenmiyoruz. O halde kimse de bizimle ilgilenmeyecek! Yokolacağız!" diyoruz. Fakat Kur'an'la ve sünnetle bize ulaşan duaların ölülerimize bakan yüzleri de var. Her tilavetimiz sevabını ölmüşlerimize de bağışlayarak son buluyor. Bize su ikram edene dahi "Ölmüşlerinin canına değsin!" diye dua ediyoruz. Mü'min bir şekilde her gün oraya bir/birçok mektup yolluyor. Belki maziyle böyle sıkı bir ilişki içinde bizi yaşatan dinimiz bizdeki 'iletişimsizlik' veya 'ilgilenilmeme' korkularını da tedavi ediyor. Bize de bu ağızdan bir şifa suyu içiriyor. Ne dersiniz? Olamaz mı? Ben artık bunu muhtemel bir hikmet olarak görüyorum.
Sen de hissetmişsindir arkadaşım. Beklentinin hayatla bir ilgisi var. Birşeyleri (özellikle güzel şeyleri) beklerken hayat daha 'yaşanılır' oluyor. Beklenecek kalmadığında ise insan bunalıyor. Sıkılıyor. Daralıyor. Duvarlar üzerine üzerine gelmeye başlıyor. Bugünlerde bu ilgiyi anlamaya çalışıyorum. Ve şöyle bir aydınlığa ulaştırılıyorum: Biz hayatın 'bir tür ilgi eseri olduğunu' seziyoruz aslında. Evet. Cenab-ı Hakkın bize bir 'alaka-i münezzehe' veya 'ilgi-i mukaddese' ile varlık lütfettiğini seziyoruz. (Varlığımızla ilgilenmeseydi bizi yaratmazdı.) Bu sezgi 'varlığımızı borçlu olduğumuz şeye' bir açlık doğuruyor. Bu açlık da 'ilginin devam ettiğini hissettirecek' tezahürlere tutkun dolaşıyor. Kalbimizde dolaşıyor. Zihnimizde dolaşıyor. Gözlerimizde dolaşıyor. Kulaklarımızda dolaşıyor. Bu dolaşmanın ayak izleri olarak 'beklentiyi' tanıyoruz. Evet. Beklenti 'bizimle ilgilenilsin' isteğimizdir.
Pedagojinin kurucularından kabul edilen Françoise Dolto (1908-1988) 'Ölümü Nasıl Anlatmalı' kitabında asıl korkulanın 'ölüm' değil 'iletişimsizlik' olduğunu söyler. Yani, ona göre, insan 'bu hayatın son bulmasından' değil, 'etkileşimlerinin tekrar varolamamasından' korkmaktadır. Bu korkuyu aştığı zamanlarda ölüm korkusunu da aşar. Nitekim inançlı bireylerde ölüm 'ilgisizlik alanı' olarak görülmediğinden dolayı bu korku büyük ölçüde aşılmış olur. Hatta böylesi bireylere göre ölüm, hayatın ötesi değil, bir parçasıdır. Dolto, daha seküler bireylerde, bu tür bir tedaviyi 'söz' üzerinden uygulamayı dener. Sözler söylendikleri zamanlardan çok sonra bile varolmayı başarıyorlarsa ve hatta 'başka dillere tercüme edilmeleri' dahi onların manasını öldüremiyorsa, pekâlâ bedenin dağılması da hayatın varlığını etkilemeyebilir. Bu çeşit bir ölüm ancak manaya nisbeten lafzın değişmesi gibidir.
Dolto'nun bu noktada verdiği örneklerden birisi de kaybettiğimizin yakınlarımızın bizim için devam eden varlığıdır. Onun hatırasıyla kurduğumuz ilişkinin de, Dolton'a göre, ölümün 'iletişimsizlik' olmadığını gösterir bir işareti vardır: "Yaşayan kişi belki bunun farkında değil ama iletişim daima vardır. Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde görevini layıkıyla yerine getirmişse, bu iletişim devam etmekle kalmaz, aynı zamanda yaşayan kişiye yaşama bağlanma gücü de verir. Bu güç, ölen kişinin nerede olduğunu bilmeden, ama bizim de bir gün gideceğimiz bir yere hareket ettiğinin farkında olarak yaşarken onu sevme mutluluğu ve sevgiyle onu düşünme keyfinin sonucudur."
Bu bahis bana mürşidimin metinlerinde sıklıkla kullandığı 'haps-i münferit' ifadesini hatırlattı. Bir buklecik alıntılamış olayım: "Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok. Birinci yol: O kabir ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek. Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."
Söz Basım baskısında ise 'haps-i münferit' ifadesi bir dipnot yardımıyla şu hadis kaynaklarına dayandırılıyor: "bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392."
Buradan şuraya geçelim: Hapis nedir? Hapis, bence, sevdiklerinizden iletişiminizin kesildiği yerdir. Burada çekilen acı 'yokluksallığın' değil 'beklentisizliğin' acısıdır. İnsan, Allah korusun, müebbet bir hapis cezası aldığında ölüm korkusundan dolayı acı çekmez, fakat iletişimsizlik korkusuyla büyük bir acı yaşar. Ben, Bediüzzaman'ın, ölüm ile haps-i münferit ifadesi arasında kurduğu bağın tıpkı Dolto'nun kurduğu türden bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hatta, bir adım ilerisinde, mürşidim de ölüm korkusunu 'iletişimin varlığıyla' tedavi ediyor:
"Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla'da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme."
Dolto da mezkûr kitabında diyor: "Bir iletişim şeklinin eksikliği yenilerinin keşfiyle altedilir." Körler bu eksikliklerinin yarasını diğer duyularındaki inkişafla kapatırlar. Kollarını kaybedenler ayaklarını el gibi kullanmaya başlarlar. Bu aslında Allah'ın bize sunduğu bir şifa şeklidir. Yalnız bir saniye... Yeri gelmişken 'anlatmayı kolaylaştıracak' hatıralarımdan birisine uzanmak istiyorum.
Babasını 'ilişkileri gerilimliyken' kaybeden birisine taziye ziyaretinde bulunmuştum bir keresinde. Dönüp dolaşıp acılı bir şekilde bu durumu dilegetiriyordu. Oradan çıkamıyordu. Ben de en nihayet ona dedim ki: "Öyle şeyler söylüyorsun ki gören de babanla ilişkin sonsuza dek kesildi sanır. Sen şimdi bir Fatiha okusan, onun adına bir hayır işlesen, bir dua etsen, baban bundan haberdar olur. Allah onu haberdar eder. 'Küsken vefat etti. Tamam. İlelebed küs kalacaksınız!' diye birşey yok ki arkadaşım. Müslümanız. Ölüme 'mutlak iletişimsizlik' diye inanmayız. Kur'an ve sünnet bize bu türden bir haberleşmenin kesilmediğini söylüyor."
O arkadaşım, bu diyaloğun gerçekleşmesinden yıllar sonra, taziyeler içinde özellikle söylediklerimin kendisine çok yardımcı olduğunu söyledi. Dediğine göre bu sözlerim 'tam isabet'ti. Düğümünü çözmüştü. Acısını almıştı. Ben şimdi bütün bu tefekkürlerimi biraraya getirip şöyle düşünüyorum: Mezarlık ziyaretleri, ölüler adına işlenen hayırlar, indirilen hatimler, mevlidler... Aslında hepsi aynı yöne doğru çıkıyor.
Bunlar sadece yakınlarımıza değil bize de yapılmış iyilikler. Cenab-ı Hak bize 'ölülerimizle iletişimimizi kesmememizi' öğütlüyor. Çünkü onlarla iletişimi kestiğimizde ölüm tasavvurumuzu da 'haps-i münferit' şeklinde inşa etmiş oluyoruz. "Biz kimseyle ilgilenmiyoruz. O halde kimse de bizimle ilgilenmeyecek! Yokolacağız!" diyoruz. Fakat Kur'an'la ve sünnetle bize ulaşan duaların ölülerimize bakan yüzleri de var. Her tilavetimiz sevabını ölmüşlerimize de bağışlayarak son buluyor. Bize su ikram edene dahi "Ölmüşlerinin canına değsin!" diye dua ediyoruz. Mü'min bir şekilde her gün oraya bir/birçok mektup yolluyor. Belki maziyle böyle sıkı bir ilişki içinde bizi yaşatan dinimiz bizdeki 'iletişimsizlik' veya 'ilgilenilmeme' korkularını da tedavi ediyor. Bize de bu ağızdan bir şifa suyu içiriyor. Ne dersiniz? Olamaz mı? Ben artık bunu muhtemel bir hikmet olarak görüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...