23 Şubat 2019 Cumartesi

Kur'an neden bilimkurgu romanları kadar heyecanlı değil?

"Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, ta Zat ve sıfat ve esma-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. (…) Güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor." Sözler'den.

Bilimsel açıklamaların ömrü, genelde, kendilerinden daha kuşatıcı diğer bir bakışın okumasına kadardır. Daha büyük olan resmi kim görürse haklılığı o eline geçirir. Örneğin: Aristo'nun, o muhteşem zekasına rağmen, kendi zamanında söyledikleri bugünün çocukları için bile bilinecek ve hatta kimi zaman gülünecek şeylerdir. Mürşidimin İşaratü'l-İ'caz'da da dediği gibi: "Def'aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer."

Bir zamanlar Newtonculuğu fizikte tartışmasız bir hakikat gibi görenler bugün Kuantumcu yaklaşımla damağını şaklatmaktadır. Annelerinin ıhlamuruna "Iıığğğ, anne, kocakarı ilacı bu!" diye burun kıvıran nezlezenler, bugün 'doğal sağlık ürünleri' tezgâhında damacana yuvarlamaktadır. En nihayet diyebiliriz ki, zaman, yanlışlanmamak konusunda kendinden feci şekilde emin birçok ukalayı safsata kuyusuna atmıştır. Ve gelecekte de âdetini sürdüreceğe benzemektedir.

Ben bu durumu kendi dünyamda şöyle bir misalle daha anlaşılır kılıyorum: Karanlık bir oda düşünün. Perdeleri sıkıca kapalı. Sonra birisi geliyor. Kapalı olan perdeleri açıyor. Ve olaya şahit olan bizlerde, hani çok akıllıyız ya, teoriler kaynamaya/üremeye başlıyor. Diyoruz ki mesela: "Bu adamın perdelerini açtığı her odaya ışık doluyor. O zaman ışığın kaynağı bu adamdır. Veya bu adamın perde açmasıdır."

Sonra bir başkası bu resmin üstüne çıkıyor. Ve diyor ki: "Yalnız bu adam değil şu adam da olsa perde açılınca odaya ışık doluyor. Demek, odaya ışık getiren, adamın perdeyi açması değil, perdenin açılmasıdır." Sonra daha bir başkası bu resmin de üstüne çıkmayı başarıyor. O da diyor ki: "Arkadaşlar, ben hiç perdesi olmayan odalar da gördüm, onlar da bu şekilde aydınlıktı. Bu işin perdeyle ilgisi yok. Işığı veren camdır." Sonra daha da diğer bir başkası (ah bu iş nereye gidecek) en üst resmi(!) kibirle seyrederek diyor ki: "Yahu ne kadar gerizekalı adamlarsınız. Ben camın olmadığı yerlerde de aydınlığı gördüm. Aydınlığı yapan cam değil güneştir."

Bilimin ilerleyişi işte buna benziyor. Her defasında bir adım ileriye, resmin daha büyüğüne, kavuşarak 'genel-geçer' olduğunu zannettiği teoriler üretiyor. Bunlar yanlışlanana dek doğru kabul ediliyor. Onlarla amel ediliyor. Ve hakikaten, daha büyük bir resme çıkma ihtiyacı hissedilmeyen alanlarda, o teorinin söylediği şey doğrulanıyor da. Ama daha büyük bir resme çıkıldığında? İşte o zaman 'genel-geçer' olanın omuzlarından inmek zorunda kalıyorsunuz. Yeni birşeyle yol almak ihtiyacı hissediyorsunuz. Bilim böyle gelişiyor.

Peki İslam? İslam yapısı gereği böyle değil. Çünkü bilginin geldiği yer 'ezel' denilen manzara-i âlâ. Yani görüşünün, bilişinin, takdirinin, ilminin üstünde bir görüş, biliş, takdir, ilim olmayan Allah'ın tayin ettiği hükümlerden kurulu bir düzen o. İslam'a iman edenler, yani elhamdülillah ki bizler, Allah'a da böyle iman ediyorlar. Allah'a böyle iman ettikleri için İslam'ı da öyle görüyorlar. Yoksa, hâşâ, bizim Allahımız, İsviçreli bilimadamları gibi bazı şeylerin sonradan farkına varmıyor. Yine Bediüzzaman Hazretleri bu sadedde diyor:

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Cenab-ı Hakkın ezelî bilişi, görüşü ve takdiri daha üst bir resme ulaşılamayacak bir kuşatıcılıkta. Evet. "Allah herşeyi kuşatıcıdır!" buyuran Furkan da aslında bize bunu hatırlatıyor. Yarattığını kuşatamayan şey ilah olamaz. Birşeye 'Allah' diyorsanız, o, yarattığı herşeyi kuşatıyor olmalıdır. Ve başka birşey de onu kuşatamıyor olmalıdır. Çünkü eğer başka birşey onu kuşatıyorsa bu, onu, kendisini kuşatan şeyin kulu haline getirir. Hem kuşatamadığı birşeyler de olduğu anlamına gelir. İhlas sûresindeki 'O doğurulmamıştır!" ihtarı da buna bakar. Öyle ya. Hiçbir evlat annesini kuşatamaz.

Konuyu fazla dağıttık. Toparlamaya çalışalım. Bazı hadsizler bugünlerde Kur'an'da geçen tasvirlerin 'yeterince bilimsel olmadığı' gibi şeyler yumurtluyorlar. Doğrudur. Çünkü Kur'an parçaların dilini konuşmuyor. O bütünün lisanıyla insanlara hitap ediyor. "Güneş dürülüp toplandığında…" buyurduğunda mesela, işte, efendime söyleyeyim, "Kıyamette güneşin içindeki helyumlara şöyle olacak, hidrojenlere böyle olacak, patlamalar-çatlamalar yüzünden yüzeyi kararacak falan…" demiyor. Doğrudan en büyük resimden görüneni ifade ediyor: "Allah var. Onun mahluku bir güneş var. Kıyamete kadar dünyayı aydınlatmak görevinde idi. Görevi bitti. Allah da sergilediği mücevherin zamanı dolunca örtüsüne sarıp kaldıracak!" gibi bir tasvirle, bir kolaylıkla, bir kuşatıcılıkla söz söylüyor.

Baştaki örneğimize dokunarak konuşursak: Odanın içindeki aydınlığın güneşten olduğuna kadar çıktık diyelim. Ve güneşteki ışığın varlığını da helyumun patlaması-çatlaması ile açıkladık. Birgün birisi bizi güneşsiz de aydınlanan bir odayla tanıştırırsa ne olacak? O zaman aydınlığı açıklamaya nasıl devam edeceğiz? Hatta, diyelim ki, güneşteki bu patlamalar da esasında bir yansıma, başka bir boyuta açılan kapı, âlem-i nurdan bu âleme geçiş sağlıyor. Bunu ne yalanlar?

Sen kaynağı olduğunu söylüyorsun. Ben taşıdığını söylüyorum. Ayna olduğunu iddia ediyorum. Ne biliyorsun? Belki fizik de aynı noktaya gelecek ileride? "Işık bu âlemden değil!" diyecek. Neden gördüğün daha küçük resmin muteber tek resim olduğunu düşünüyorsun? Belki sen de Bediüzzaman'ın şu sözüne geleceksin birkaç asır sonra: "Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki, şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur." Kur'an, âlemi böyle görmeye bilimden önce başladı diye, suçlu Kur'an mı oldu?

21 Şubat 2019 Perşembe

Seçimler de "Allah bir!" diyor

Arkadaşım, İbrahim aleyhisselam, neden diğer bütün putları kırdı da en büyüğüne dokunmadı? Neden baltasını onun boynuna asarak kavmine "Belki büyükleri yapmıştır!" diye cevap verdi? Öyle ya. Başka tebliğ metodları da kullanabilirdi. Örneğin: Hepsini kırdıktan sonra "Kimin yaptığını kendileri söylesin!" diyebilirdi. Veya, hepsini kırdıktan sonra, "Nasıl şeylere tapıyorsunuz ki bir insanın gücü hepsine yetiyor!" diyebilirdi. Veyahut, en büyüklerini kırdıktan sonra, "Diğerleri neden bir olup abilerini koruyamamışlar?" diye sorabilirdi.

Bunlar gibi nice yolları deneyebilirdi. Fakat öyle yapmadı. Diğerlerini kırdı. Ve işin sonunda baltasını da en büyüklerinin boynuna astı. Suçu üzerine attı. Kavmini bu suçlama eşliğinde bir sorgulamaya davet etti. Dedi: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"

Seçimler yaklaştı ya insanın aklı başka çalışıyor. İşte Ahmed kardeşiniz de sürecin etkisiyle Enbiya sûresinde geçen bu kıssayı farklı bir perspektiften görmeye başladı. Fakat, sakın sakın, daha en baştan bir 'aman' dileyelim! Bu yazıda hiçbir güzide partimizi töhmet altında bırakmaya niyetimiz yok. Bizim derdimiz günceli bir basamak kılıp ayetlerin semasına çıkmak. Sandıktan çıkacakla bir ilgisi yok bu yazının. Oy, parti, siyaset, politik mesaj derdi yok. Başarabilirse, İbrahim aleyhisselamın kıssasından bir parmak daha bal alıp, mübarek ağızlarınıza çalacak. Tevfik ise her zaman Allah'tandır.

Evet. 'Seçimler' diyorduk. Çağrışımlarına geri dönelim. Görüyorsunuz kardeşlerim. Demokratik sistemde devletin gücünü yönetmeye aday birçok siyasi oluşum var. Bu oluşumlar öyle de oluşumlar ki, irili-ufaklı, iyili-kötülü, uzunlu-kısalı, ittifaklı-ittifaksız, çeşit çeşit türleri var. Ancak genel resme baktığımızda şu dikkatimizi çekiyor: İttifak halinde olanların içinde dahi aslan payının kime düşeceği bir gerilim meselesi. Yani güç sahibi olmak öyle birşey ki, ortak kabul etmiyor, kardeşi bile kardeşine küstürüyor. Hatta Bediüzzaman'ın deyişini hatırlarsak: "En ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor."

Şirkin doğasında var bu: Boğuşmak. Yine Enbiya sûresinin, İbrahim aleyhisselamın kıssasıyla bizi buluşturmadan önce, buyurduğu "Eğer, yerle gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yokolurdu!" hakikati hemencecik kendisini gösteriyor. Hatta şunu söyleyebiliriz biraz cür'etle: Demokrasi tam da bunun üstünde duruyor. Birkaç yılda bir gücün sınırlarının belirsizleşmesi, sahipliğe aday kişi ve partilerin yarışına, yarış sırasındaki performansları da gücün ve liderliğin kimde emanet kalacağına karar veriyor. Tabii bir de halkın oyları var. Nihayetinde performans değerlendirmesinin jürisi demokrasilerde halk oluyor. Kimse de kendisine gelebilecek bir oyu başkasına bırakmak istemiyor.

Hemen burada İbrahim aleyhisselamın kıssasına geri dönelim. Ve kıssanın öncesinde zikredilen ayetle birlikte okumasını yapmaya çalışalım. Baltayı büyük putun boynuna asmak kavmin dikkatini neye çekmek olabilir? İlahlığın şanının ortak kabul etmemek olduğuna, böylesi bir koalisyon tahayyülünde en güçlünün "Yeter ulan sizden çektiğim!" diyerek ötekileri berhava edeceğine ve gücü tekeline almaya çalışacağına işaret olabilir mi? Hatta Bediüzzaman'ın yukarıda yarımca alıntıladığımız tesbiti de İbrahim aleyhisselamın hareket şeklinin içeriğini bize izah ediyor sayılabilir mi? Bakalım:

"Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et."

İşte yaklaşan seçimler üzerinden biz de bu hakikate çıkmaya çalışalım. Gücün sahipliği konusunda partilerin birbirlerine karşı takındıkları tavrı görelim ve aciz, zayıf, yardıma muhtaç insanda cereyan eden bu halin; kudreti, ilmi, iradesi sonsuz 'sözde ilahlar düzleminde' nasıl tezahür edeceğini düşünelim. O zaman ayet-i kerimenin bize söylediği sırra dokunacağız bence: "Eğer, yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu!"

Evet. Yer ve gök yokolurlardı. Çünkü sonsuzlar. Sonsuzluğun sınır tanımamasının gereği olarak birbirlerine işgal etmeye çalışırlar. Tasarruflarında birbirlerine karışırlar. Hem halktan istedikleri ibadet, şükür, dua gibi şeyleri de, tıpkı partilerin oyları paylaşamaması gibi, paylaşamazlar.

Öyle ya. Hangisini hangisi yaratmıştı? Hangisi için hangisine teşekkür edilecekti? Elma için edilecek şükür yağmur tanrısının(!) mıydı yoksa toprak tanrısının(!) mı? Yoksa güneş tanrısının(!) da bu işte bir payı var mıydı? Nihayetinde sözümüz dönüp dolaşıp yine mürşidimin dediğine geliyordu:

"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi?"

Vermez elbette. Büyüklüğünün şanı böyle iktiza ettiği için vermez. Hikmeti bunu gerektirdiği için vermez. Kudreti buna muhtaç olmadığı için vermez. Ve İbrahim aleyhisselam, belki de, bu sırrı kavmine hatırlatmak için baltayı götürüp en büyüklerinin boynuna asmıştı. Rakiplerinin ayağını kaydırmak en çok ona yakışırdı çünkü. En çok o 'ilahlığının şanı olarak edilen' ibadetleri bölüşmek istemezdi. En çok o 'makamında ortak' istemezdi. En çok o 'hükümranlığını paylaşmaya kapalı' olurdu. Durduğu yerin bir hakikati olsaydı tabii.

Arkadaşım, bu gözle bakınca, şu seçim sürecinin hırgürü dahi bize Allah'ın tekliğini, vahdetini, ehadiyetini anlatmıyor mu? Bak ortalıktaki gerilime, kavgaya, strese. Azıcık ilmi, aklı, iradesi, gücü, istenci olan canlılar bile gücün sınırları belirsizleştiğinde sahibi olmak için birbirlerini yiyorlar. İbrahim aleyhisselamın baltayı boynuna astığı put diğerlerini çiğ çiğ yemez miydi? Yiyebilseydi tabii. Ne diyordu Allah'ın halili en nihayet kavmine: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"

19 Şubat 2019 Salı

Taciz skandallarının 'gör' dediği...

Evet. Çalçene Ahmed kardeşiniz yine birşeyler konuşmak istiyor sizlerle. Kendince güzel tabii. Değilse söyleyin. Zaten sesiniz bana gelmez. O yüzden rahatım. Efendim, konuşmak istediğim konu, mürşidimin 4. Söz'de 'takva'ya biçtiği rol. Okuyanlar anımsayacaklardır. 4. Söz'ün temsilî hikayeciğinde Bediüzzaman 'sermayeye göre binilen' araçlarla alıncak bir yoldan bahsediyor. Lafı nâçâr dilimizde tutup uzatmayalım. Balı peteğinden alıntılayalım:

"Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dörtaltın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir."

Sonra, sözün ahirinde, 'sermayeye göre binilecek' aracı da 'takva' üzerinden tarif ediyor. Orayı da yerinden okuyalım:

"O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dörtaltın ise, yirmidört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat' ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder."

Yazının ilerisinde gelebilecek itirazları şimdiden göğüslemek adına hemencecik beyan ediyorum: Elbette burada "Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder…" ifadeleriyle işaret edilenin öncelikle mahşer günü (Allah hepimizi o günün dehşetinden muhafaza eylesin) mü'minlerin sırat üzerinde alacakları mesafe olduğunu biliyorum. Zaten ayet-i celilelerde de bugünden ziyade o güne göndermeler var. Fakat mürşidim beni alıştırmış. Söylediği herşeyin bugünde de yansımalarını arıyorum. İşte, bu yazı da, eğer becerebilirse muhterem okuyucularım, bu yansımalardan birisini anlatmaya çalışacak.

Öncelikle aylar önce yaşanan bir tartışmaya götürmek istiyorum sizleri. Hatırlarsınız, Nureddin Yıldız Hoca'nın 'bir kadın ile erkeğin İslam'a göre yalnız kalabilirlik sınırları' üzerine söyledikleri epeyce tartışılmıştı. Tartışmanın detaylarına girmeden aynı dönemde çokça medyayı meşgul eden ikinci bir meseleyi de hatırlatmak istiyorum. Hollywood'da bir yapımcının 'seri taciz' skandalı. İçlerinden birisinin bu adamın eylediklerini ortaya dökmesiyle bütün bir Hollywood ahalisi "Ya, aynen, bana da öyle yapmıştı!" diye dökülmeye başladı. Bense bu mevzu içinde birşeye dikkat ettim. Tacize uğradıklarını anlatan kadınların anlatımlarına. Okuduklarımın çoğunda şöyle bir durum vardı. Malum kişi onları önce bir iş toplantısına çağırıyor. Sonra da yalnız kaldıklarında bu çirkin şeyi eyliyor. Aşağı-yukarı hepsinde birbirine yakın versiyonlarıyla aynı ifade geçiyordu: "Sonra yalnız kaldığımızda…"

O dönemlerde Nureddin Yıldız Hoca'nın sevenlerine teklif ettim ya kimse yanaşmadı. Bence bu iki olay, zamansal denklikleri de göze alınarak, beraber irdelenmeliydi. Çünkü İslam'ın aralarında yabancılık bulunan kadın ve erkeğin kapalı bir mekanda yalnız kalmamaları konusunda hassasiyetini konuşurken en çok bu ıskalanıyordu. Böylesi emirlerin nasıl bir 'koruyucu hekimlik' içerdiği yeterince konuşulmuyordu. Aynı dönemde Hollywood'da patlak veren skandallar zinciri Nureddin Yıldız Hoca'yı bu anlamda meramını anlatma sıkıntısından kurtarabilirdi.

Ne erkek ne de kadın için tacizin küçümsenecek bir tarafı yok. Özellikle küçük yaşlarda buna maruz kalan bireylerin ilerleyen yaşamlarında da izlerini hayatlarından büsbütün silemedikleri artık herkesin kabullendiği birşey. Bu anlamda bakıldığında, İslam'ın kadın-erkek konusunda gözettiği 'yalnız kalmama' hassasiyeti, daha testi kırılmadan alınmış bir önlem olarak da görülebilir. Hatta görülmelidir. Çünkü artık bunu düşündürecek mebzul miktarda örnek vardır. Yani, başka konularda da olduğu gibi, insanlar en sonunda yine İslam'ın emir ve yasaklarının doğruluğuna gelmektedir. Her ne kadar başlarını başka tarafa çevirmeye çalışsalar da. Dünyada yaşanılan her süreç, tıpkı plastik poşet tecrübesinde olduğu gibi, fıtrî olanın doğruluğuna bizi götürmektedir.

İşte burada yazım tekrar Bediüzzaman'ın başta alıntıladığımız metnine bağlanıyor. Ben takvanın bu açıdan da 'bin senelik mesafeyi bir günde kestiren' birşey olduğunu düşünüyorum. Şeriatın böyle bir yanı da var. Yani insanlık bir bu kadar daha yaşasa ve bir bu kadar daha olay tecrübe etse, savaşsa, modernleşse, sekülerleşse, bilmem daha neler neler yapsa, aklıyla da en nihayet geleceği nokta şudur: İslam sen haklıymışsın. Bizi götürmek istediğin yer de haklıymış. Biz boşu boşuna bu kadar yıl dolaştık. Sana uysaydık bir günde doğruyu bulmuş olacaktık.

Evet. Alkolikler bunu söylüyor. Madde bağımlılıları bunu söylüyor. Namaza başlayanlar bunu söylüyor. İman edip hayatının anlamını bulanlar bunu söylüyor. İsraf içinde yaşayıp sonra İslamî bir iktisada koşanlar bunu söylüyor. Böyle genel başlıklar hakkında bunu söyleyenler olduğu gibi, hukukçular içinde de, İslam hukuku uygulamalarının modern medeniyetin bugünki düzeninin çok üstünde okumalar içerdiğini belirtenler oluyor. Yani nihayetinde insanoğlu madde madde İslam'ı doğruluyor. Ancak bu doğrulama süreci, eğer öncesinde bir iman ile olmazsa, çok uzun zamanları da alıyor.

Bireysel hayatımda da ben bunun çok örneğini gördüğümü söyleyebilirim. İslam'ın emirlerinden birisini tutmayıp bir başka eyleyişten muvaffakiyet umduğunda, önceleri ağzıma biraz şeker çalınsa da, sonları hep acı bitiyor. Aksine, İslam'ın emrini takip ettiğimde, önceleri bazen ağzıma biber değse de, ahiri şeker-şerbet oluyor. Yani hayatım da bunu doğruluyor. "Akıbet takva sahiplerinindir!" buyuran Kur'an'ı kalp kulağım mürşidimin şu sözüyle birlikte işitiyor: "Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser." Evet. Öyle ya. Mevzu akıbette kazanana ulaşmaksa takvalı olan her zaman öndedir.

15 Şubat 2019 Cuma

Deizm ateizmin önsözüdür

Takip ettiğim Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nde Ra'd sûresinin 30. ayetine şöyle bir kısa mana veriliyor: "İşte, Biz, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş bir ümmet içinde seni de öylece gönderdik ki, sana vahyettiğimiz Kur'an'ı onlara okuyasın. Halbuki onlar 'Rahman da kim?' diye Allah'ı inkâr edip duruyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. Ondan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Ben de Ona tevekkül ettim. Dönüş yalnız Onadır."

Açıklama kısmında ise şöyle bir notu var bu ayetin: "Resulullah aleyhissalatuvesselamın Allah'a 'Rahman' ismiyle dua ettiğini işiten Kureyş müşriklerinin 'Muhammed iki mabuda dua ediyor. Biz Allah'ı biliyoruz. Rahman da kim?' demeleri üzerine bu ayetin nazil olduğu rivayet edilmiştir."

Ben bu ayeti ne zaman okusam aklıma Sertap Erener gelir. Daha doğrusu bir şarkısıyla birlikte gelir: "Vur Yüreğim." Şarkının asıl ismi her ne kadar bu olsa da, biz daha çok nakaratında bardak-çanak kıracak bir sesle tekrarlanan, "Tanrı unutmuş olsa da…" ifadesiyle tanırız onu. 1999 yılında çıkan Sertap Gibi albümünde yeralmaktadır. (Belki bu yazıyı okuyan herkes benim kadar yaşlı değildir diye bu bilgiyi de paylaşmak istedim.) Klibi de ilginçtir bu şarkının. Dünyanın dörtbir yanında acı çeken insanların görüntüleri eşliğinde kulağınıza ulaşır dizeleri. Ağlayan çocuklar vardır. Kaçışan kadınlar vardır. Kan vardır. Zulüm vardır. Gözyaşı vardır. Hepsinin üstüne bir de Sertap Hanım bilmem kaç oktav bağırır: "Tanrı unutmuş olsa da…"

Bazen "Yeni neler soruyorlar/sorguluyorlar?" diye meraklanıp ateist siteleri karıştırdığım oluyor. Başlıklar kimi zaman değişse de, birşeyin aynı tonda devam ettiğini, aynı sabit ritimle fonda çalmayı sürdürdüğünü görüyorum. Birkaç örnek verebilirim: "Allah varsa acılar neden var?" veya "Allah varsa çocuk istismarı nasıl oluyor?" veya "Allah varsa savaşlar neden var?" veya "Allah varsa tecavüzlere neden izin veriyor?" vs… Kanaatimce bütün bu soruların ardında Kur'an'da haber verilen o sırrın tekrarı var. Bir dipses gibi, şarkının altına gömülmüş bir melodi gibi, yineleniyor. Yani aslında hepsi aynı şeyi soruyor: "Biz Allah'ı biliyoruz ama Rahman da kim?"

Sonsuzluk Teorisi filminde Jeremy Irons ile Dev Patel arasında geçen bir diyalog vardı. İzleyenler hatırlayacaktır. Güneşli havada şemsiyeyle dışarıya çıkan Hardy'e Srinivasa 'neden böyle yaptığını' soruyordu. Cevabı şöyle birşeydi sanırım: "Yağmur yağmasın diye. Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim." Srinivasa ise tezatı üzerinden karşı çıkıyordu ona: "Efendim, siz tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz."

Evet. Nefret inkârın kardeşidir. Doğru. Ama nefret değildir bu işin başlangıcı. Nefretin hemen öncesinde 'sevilmediğini hissetmek' vardır. Blind/Kör filminin en akılda kalan cümlelerinden birisi şöyledir: "Sevginin zıttı nefret değildir, ilgisizlik, kayıtsızlıktır." Biz de sevgi arzuladıklarımızın bize karşı sevgisizliklerine en çok buradan kanaat getiririz: İlgilenmiyorsa sevgisizdir. Kayıtsız kalıyorsa sevgisizdir. Görmemiş gibi yapıyorsa sevgisizdir.

Bu nedenle 'unutulduğumuz' düşüncesi de bizi kötülükle aynı hızda nefrete doğru götürür. Evlatların ebeveynlerinin ilgisizliklerine verdikleri tepkilerde bunun izlerini görebilirsiniz. Hatta, biraz daha farklı bir tonda olsa da, evliliklerde de aynı durum vardır. Unutulan önemli günler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Farkedilmeyen değişiklikler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Sorulmayan hatırlar aynı şeyi söyler: Sevmiyor.

Buradan aslında şuraya gelmek istiyorum ben: Deizm bazıları tarafından ateizmin karşıtıymış veya çözümüymüş gibi lanse ediliyor. Düşmanımız değilmiş de maneviyatımızın son kalesiymiş, kurtarıcısıymış, Hızırıymış gibi övülüyor. Neredeyse müslümanlardan deizme yardımcı olması bekleniyor. Ben bunu kabullenemiyorum. Bunu aptallığın en dibi gibi görüyorum. Zira deizm düşüncesi en nihayetinde yukarıdaki gibi bir 'ilgisizlik' düşüncesine dayanıyor.

Evet. Deizm bize "Bir tanrı var!" diyor. Fakat arkasından söylediği şey Ra'd sûresinde müşriklerin dediğinden farklı değil: "Allah'ı biliyoruz da Rahman da kim?" Neden böyle düşünüyorum? Bu sorunun arkasında şu kesinlikle vardır çünkü: "Tamam, kainatı yaratan bir varlık olduğunu kabul ediyoruz, ok. İyi de bizimle ilgilendiğini nereden çıkarıyorsunuz?" Dikkat ediniz, bu ilgisizlik düşüncesi, aynı zamanda Allah düşmanlığının da başlangıcıdır. Yani bir deist, kafasındaki Allah'ı Rahman'lıktan soyutladıktan sonra, kalbinde ateizme doğru bir kayma olmasını engelleyemez. Zira, yukarıda da dediğimiz gibi, ilgisizlik düşüncesi düşmanlaştırır. İnsan beklediği ilgiyi göremediği yere nefret duyar.

Bu açıdan bakıldığında deizmin ateizmin karşıtı olduğunu söylemek çok güç. Aslında deizm ateizmin başlangıcıdır. Önsözüdür. Yolunu yapmadır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim 'Rahman' ism-i şerifi ile Allah'ın kullarına olan ilgisi üzerine çok bağ kurar. Sıklıkla üzerinde durur. Hatta bir yerde der:

"Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir."

Rahman ismini inkâr etmeye başlamakta Allah'ın mahlukatına karşı ilgisini inkâr etmek de var. Allah'ın mahlukatına olan ilgisini reddetme de ise insanın kalbine nefret tohumlarının ekilmesi var. Bu açıdan deizmi bir nimet gibi görmek, onda bir çözüm aramak, yardımından medet ummak mantıksızlıktır. En hafif ifadesiyle bindiğin dalı kesmektir. Ne diyelim. Cenab-ı Hak böyle bir sanrıya kapılanların tez zamanda gözlerini açsın. Uyandırsın. Ayıltsın. Âmin.

11 Şubat 2019 Pazartesi

Deistlerin cevabını arılar verir

O kadar çok 'keşke'miz var ki arkadaşım. Bir tane daha eklesek ziyadesi belli olmaz. Ben de bendekilerden birisini yazacağım. İşte söylüyorum: Keşke Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakış açısı, üslûp ve içerikle Esmaü'l-Hüsna'nın tamamını çalışabilsek. Evet. Bunu cidden çok arzu ediyorum. Fakat yapmaya kendimde kuvvet bulamıyorum. Bir dilek olarak tutuyorum sadece. Öyle ya. Amellerimiz gibi dileklerimizin de sahibi Allah değil mi? Ağaçlar gibi tohumların da sahibi Allah değil mi? Bakarsın onu yeşertip kocalttığı gibi birgün bunu da yeşertir, kocaltır, göklendirir. Âmin.

Fakat, oraya varmadan, bencileyin Nahl sûresinden feyzlendiğim bir 'el-Hâdî' ism-i şerifi okuması üzerine de konuşmak istiyorum seninle. Malumundur, el-Hâdî, 'hidayet veren, doğru yolu gösteren, hayırlı murada erdiren' gibi manaları saklıyor nurdan bağrında. Ve bu ism-i şerifi duyar duymaz aklımıza 'vahiy' geliyor. Evet. 'Vahiy' ve 'nübüvvet' Cenab-ı Hakkın 'hidayet vericiliğinin' en büyük tezahürlerinden ikisidir. Hak Teala 'doğru yolu gösterici' olduğunu kullarına en berrak tonlarıyla onlarda gösterir. (Peygamberleri sayısınca elhamdülillah.) Ama yine de, Esma-i Sitte Risalesi'nden aldığımız dersle, sormadan geçmeyelim: el-Hâdî isminin kainattaki tecellisi yalnız bu şekilde midir? Farklı izleri/renkleri de yok mudur mübareğin?

Vardır. Hem de çok vardır. Bunu da bize birçok ayetiyle Nahl sûresi söyler. Hatta, sanki daha isminden bu dersi vereceğini ihtar eder gibi, 'nahl/arı' der bu sûre kendine. Çünkü 68. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle denir: "Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır."

Burası bana çok heyecanlandırıcı geliyor arkadaşım. Zira 'arı'nın hüneriyle 'nübüvvet'in hüneri arasında bağ kuruluyor. Âdeta bir desenin iki motifi arasında gezilir gibi orası-burası nakışlanıyor. Sûrenin daha başlarında deniyor mesela: "Allah, 'Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının' diye (insanları) uyarmaları için emrini içeren vahiy ile melekleri kullarından dilediğine indirir." Sonra, daha ilerdeki ayetlerde, 'binek hayvanlarının nimetiyeti hatırlatılarak' ekleniyor: "Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." Yani, Rabb-i Rahîm, aciz zihinlerimize bir kolaylık olsun diye belki, önce binek hayvanlarıyla bize yolculuklarımızı çağrıştırıyor. Sonra da 'doğru yolu bulmaya' duyduğumuz ihtiyacı…

Mesele burada mı bırakılıyor peki? Hayır. Elbette bu kadar değil. Daha 'doğru yolu bulma kanununun' pekçok mertebesini ders alacağız. Arıya kovanını en uzaklardan bile bulduran Allah'ın daha nice nice şeylere yol gösterdiğini öğreneceğiz. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' isminin, salt bir 'kavramlaştırma' değil, 'kainatın her köşesinde tezahürleri görünen bir tecelli mâdeni' olduğunu işiteceğiz. Ve ilerliyoruz: "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır."

Gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar... Bunlar da zamanın ve mekanın içinde 'doğru yolu bulmanın' araçları değil mi? Gece-gündüz döngüselliği sayesinde zaman parçalara ayrılıyor ve sayılabiliyor. Ölçülebiliyor. Tayin edilebiliyor. Güneş-ay-yıldızlar üçlüsü ise yolcuların yön tayin etmede en büyük dostları. Nereye gidildiği en çok onlarla anlaşılıyor. Doğular-batılar, kuzeyler-güneyler, arkalar-önler onlarla saptanabiliyor.

Sadece bu kadar mı? Değil. Devam ediyoruz: "Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır..." Düşünelim tam da burada. Bize bir yolu doğru şekilde aldığımızı en çok ne öğretir? Yahut da şöyle güncelleyelim soruyu: Daha önce gittiğiniz bir yolu sonra tekrar nasıl tanırsınız? Bence bunlara verilecek cevap tam da ayetin hatırlattığı şekildedir: 'Çeşitli renk ve biçimlerde yaratılan şeyler' sayesinde. Evet. Bir dağ gördüğünüzde, onu geçip bir başkasına vardığınızda, bir vadiyi geçtiğinizde, onu geçip bir başkasını adımladığınızda, bir nehre uğradığınızda, onu geçip bir başkasına rastladığınızda, hepsinde ama hepsinde 'şeylerin çeşitliliği' sayesinde tanımalarınız olur. Herşeyin aynı olduğu bir yolda insan ne kadar yolu, hangi yöne, ne miktarda aldığınızı tayin edemez. Ancak nüansları sayesinde birbirinden ayırır.

'Nehir' dedik. 'Dağ' dedik. 'Yol' dedik. Nahl sûresi hemen sesimize ses verdi: "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar, yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Subhanallah! İşte yukarıda kenarından kenarından yaklaşmaya çabaladığımız sır kendini aşikâr etti. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' ismi farklı boyutlardaki tecellileriyle 'tüm yol arayanların' rehberi oldu. Dağlıkta gezenlere dağ yol gösterdi. Nehir güzergâhında gideceklere nehir önayak oldu. Geceleyin seyahat edenlere yıldızlar tayin edildi. Mahlukattan kuş olsun, balık olsun, hayvan olsun, insan olsun, her ne varsa, arayıp bulduğu yolda el-Hâdî isminin gölgesine sığınmış oldu. Hatta bu gölge tüm evreni kuşatıverdi.

Dahası? Ah arkadaşım, yazı çok uzadı, atlayıverelim diğer şeyleri. Ve sonuca gelelim: Nahl sûresi deistleri/ateistleri büyük bir hakikate çağırıyor bence. Nedir o hakikat? Allah, evrenin her köşesinde, her sahnesinde, her karesinde birşeylere 'yol gösteriyor.' Arıya kovanını bulduruyor. Kuşlara yuvasını bulduruyor. İnsana evini bulduruyor. Tohuma toprağını bulduruyor. Derde devasını bulduruyor. Hastaya şifasını bulduruyor. Yani 'doğru yolu gösterme kanunu' tıpkı Esma-i Sitte Risalesi'nde misal verilen diğer 'esma kanuniyetleri' gibi tüm kainatı hükmü altına alıyor.

Peki tüm kainatın hükmü altında kaldığı bir tasarruftan insan hariçte kalabilir mi? Allah onlara da kendi içlerinden hidayet rehberleri göndermez mi? Arıya vahyettiği gibi onlara da vahyetmez mi? Mütehayyir kalanlarını ışığına çağırmaz mı? En nihayet, mürşidimin şu hikmetli sözüne geliyorum arkadaşım, çünkü bence Nahl sûresinin bir dersidir: "Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette."

9 Şubat 2019 Cumartesi

İhlas Risalesi hangi sûrenin tefsiri?

111'in nurcular için anlamı rakamsal karşılığından fazlasıdır. Çünkü mürşidlerinden böyle ders almışlar. Onlar için 111 'ittihad etmiş üç elif'tir. Kardeşliktir. 1'lerin yalnızlıkla düşecekleri güçsüzlükten ihlaslı bir dayanışmayla kurtulmalarıdır. Tarifini bulduğu yerlerden birisi de şurasıdır:

"Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse yüzonbir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbindörtyüzkırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dörtbinden geçtiğine pekçok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor."

Bu metnin geçtiği yer de mühim. 21. Lem'a. Nam-ı diğerle İhlas Risalesi. Fakat benim yazımın esas konusunu burası oluşturmuyor. Yazımın merkezinde bugünlerde farkettiğim bir tevafuk var. Yusuf sûresiyle ilgili bir tevafuk bu. Nesil Yayınları'nın Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nin okurken dikkatimi çeken birşey. Peki nedir o? Hemen cevap vereyim: Yusuf sûresinin de 111 ayeti var.

"Tamam. Varsa var. Bize ne anlatıyor bu rakamsal denklik?" derseniz, onun da cevabını, bir yönüyle, sûrenin meal kısmına konulan açıklamada görüyorum. Deniyor ki o açıklamada: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlar: 'Yusuf sûresini öğrenin. Hangi müslüman onu okur, ailesine ve eli altındakilere öğretirse, Allah ona ölümü kolaylaştırır ve hiçbir müslümana haset etmemesi için kuvvet verir.'"

İşte canıma dokunan yeri burası meselenin. Bu hadis-i şerifle ilgili kısmı. Çünkü mezkûr hadis-i şerifte mübarek Yusuf sûresinin dikkat çekilen özellikleri aynı zamanda İhlas Risalesi'nin de özellikleri. Hem müellif-i muhteremi de bu sırra binaen diyor: "Bu lem'a laakal her onbeş günde bir defa okunmalı."

Peki sadece bu kadar mı benzerlikleri? Bence değil. Ancak bu tarz bir okumayı yapabilmek için hem Yusuf sûresinin hem de İhlas Risalesi'nin içeriğine hâkim olmak gerek. Nasıl ki, İhlas Risalesi'nde, hem bireysel hem cemaatî hasetlerden kurtulmanın yolları 'aynı bütünün parçaları olduğumuz hatırlatılmakla' gösteriliyor, aynen öyle de, Yusuf sûresinde de 'ziyade kemal sahibi bir kardeşe' karşı duyulabilecek hasetler, o kardeşin kemalinin en nihayet 'bütün kardeşlerine fayda verir' olduğu hatırlatılmakla tedaviye çalışılıyor. Yani Yusuf aleyhisselamın kardeşleriyle olan öyküsünde aslında hepimizin 'haset hikayesi' saklı.

Biz de bizden üstün olduğunu hissettiğimiz kişilere, gruplara, cemaatlere karşı bir haset hissedebiliyoruz. Onlara edilen ziyade iltifattan, kendi parçamız adına, mutsuz olabiliyoruz. Fakat tam da burada Yusuf sûresi bizi uyarıyor: Neden kendi parçan adına bütünün diğer parçalarına/kardeşlerine haset ediyorsun? Bak Yusuf aleyhisselamın kıssasına. Onun kıskanılan kemali en sonunda bütün kardeşlerine fayda vermedi mi? Ona kötülük eden kardeşleri en sonunda ettiklerinden pişman olmadı mı? Eğer kem yolundan dönmezsen sen de tıpkı onlar gibi olursun. Yaşadıklarını yaşarsın. Yapma!

Hem yine İhlas Risalesi Kur'an'daki bu buyruktan ders alarak söylüyor: "Ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört fertten binyüzonbir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz."

Ben şimdi, yukarıdaki perspektif ile bakınca, Yusuf sûresi ile İhlas Risalesi arasında pekçok izdüşüm görüyorum. Hatta düsturlarında geçen detayları Yusuf kıssası içinde de yakalıyor gibi oluyorum. (Misal: Yakub aleyhisselamın "Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma!" nasihati içinde 'kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmemek' arasında bir bağ seziyorum.) Fakat bu yazıda o bahse de girersem epey işi uzatacağım. Sizi de bıktıracağım. Cenab-ı Hak inayet buyurursa başka bir yazıda deneyeyim. Âmin.

19 Aralık 2018 Çarşamba

Bediüzzaman ebced-cifir meselesine neden girdi?

"Ve madem âyetler sâir kelamlar gibi cüz'î bir mânâya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddîn-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî gibi pek çok ehl-i velâyet mânâ-yı zâhirîden başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde 'Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad kalb ve nefistir' dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir; şüphe edilmemek gerektir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

Katıldığım bazı derslerde, okuduğum kimi metinlerde ve şahit olduğum bazı paylaşımlarda 'ebced-cifir meselesi'ne dair şu tarz yorumlara rastladım/rastlıyorum: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi eserlerinde ebced-cifire temas etmesi bir mecburiyetti. Aslında bu mevzuya hiç girmek istemiyordu. Sevmiyordu. Fakat o dönemdeki talebeleri böyle şeyleri çok 'heyecan verici' buldukları için, onları kaybetmemek ve biraz da şevklendirmek adına, bu tarz konulara girdi. Bazı eserler telif etti. Eğer yaşadığı şartlarda böyle bir mecburiyet olmasaydı yanından bile geçmezdi.

Acaba? Acaba gerçekten öyle mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, müellif-i muhteremin, özellikle mezkûr eserler hakkında kendisine itirazları bulunan Abdulhakim Arvasî (k.s.) Hazretlerine yazdığı mektuplarda böyle bir renk-koku hafiften hissediliyor. Fakat sadece bu tarz metinlerden hissedilen renge-kokuya bu hüküm bina ediliyorsa, bence küçük bir yanlış anlama var, Bediüzzaman'ın oralarda isteksizlik duyduğu şey ebced-cifir değil. Kendi eserlerine dair gaybî işaretlerden bahsetmesi. Yoksa öylesi hiçbir metinde mezkûr usûlün yanlışa hizmet ettiğini düşünmüyor.

Yani, evet, endişeleniyor. Çünkü böylesi gaybî işaretlerden bahsetmesinin bir tür 'övünme' gibi anlaşılmasından korkuyor. Rahatsızlığı bundan. Yoksa yol olarak yanlış birşeyi takip ettiğini düşündüğünden değil. Bu meselede tereddüdü olmadığını ebced-cifir meselesine yaptığı savunudan da anlayabiliyorsunuz.

Bir de meselenin şöyle bir tarafı var: Bediüzzaman 'gaybiyyatın' kudsî metinlerde nasıl bir fonksiyon gördüğünün de farkında. Gaybiyyat bilgisi, dahil olduğu metinleri, bütün zamanlarla konuşur, dokunur, ilişki kurar hale getiriyor. Belki biraz da bu yüzden günümüz ehl-i bid'ası (her türüyle modernistler) en çok gaybiyyat konusundan rahatsızlık duyuyorlar. Evet. Çünkü gaybiyyatı olan metinleri bir zaman diliminde dondurup üzerine hevanızın kaçak katını çıkamazsınız. Sizin çıkacağınız bütün kaçak katlar aslında 'o metinlerin bugüne yetersizliği' üzerine kuruludur. Ancak gaybiyyat bilgisi, her türden işaretleriyle, zamanınızın da bu metinlerin kuşatması altında olduğu gösterir. İsbat eder.

Kur'an-ı Hakîm'de, hadis-i şeriflerde veya evliyaullahın metinlerinde... Bunların içerdiği gaybiyyat 'sırf gelecekteki mü'minler heyecanlansın' diye konulmuş şeyler değildir. Bunların içerdiği gaybiyyat bilgisi aslında onların 'tüm zamanlarla konuşur olduğunun' delilidir. Hatta bir açıdan kaderin de bir delilidir gaybiyyat. Allah'ın Alîm (herşeyi bilen) olduğunu da okuruz biz onlarla. Eğer kudsî metinlerimizde böylesi haberler olmasaydı, aklı gözüne yakın olanlarımız, onların getirdiği bilginin 'zamanlarına özgü' olduğunu düşünebilirlerdi. Lakin hayır. Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. O metinler herdem dinamiktir. Statik değillerdir.

İmam el-Eş'arî (r.a.) isimli eserinde Suriyeli âlim Abdulkadir Muhammed el-Huseyn diyor ki: "Müslümanların içinden türedi bir güruh Kur'an ve sünnet ile sabit olan gaybiyyatı handiyse inkâr eder hale geldi. Peygamberlerin mucizelerini inkâr akla gelen ilk marifetlerinden birisi mesela. Amelle ilgili noktada ise İslam şeriatının kat'î bazı emirlerinin hafife alındığını görüyoruz." Evet. el-Huseyn'in burada 'gaybiyyatı inkâr' ile 'şeriatın hafife alınması' arasında kurduğu bağ boşuna değil. Hakikaten de, metinlerin tüm zamanlarla konuştuğunu gösterir gaybiyyatı yokolduğunda, onlarla gelen emirlerin de tüm zamanlar için geçerliliği yaralanır. Hatta inkâr edilir. Nitekim Mustafa Öztürk gibi sözde âlimlerin tarihselcilikle bugün en çok yaptığı şey de budur.

Yani demek istiyorum ki: Tarihselcilik anlayışı Kur'an'daki gaybiyyatı inkâr etmeye muhtaçtır. Çünkü metnin bütün zamanlarla konuşur olduğunu ancak bu yolla inkâr edebilir. Ve ancak buna inandırdıktan sonra insanları şuna ikna edebilir. Halbuki, aksine, bütün zamanların aynı metinle eşit derecede muhatap olduğu şuuru açık tutulduğunda, hiçbir mü'min tarihselciliğin kurduğu vartalara düşmez. Buna inanmaz.

Ebubekir Sifil Hoca'nın tekrar be tekrar söylediği üzere, mesele, temelde 'nasıl bir Allah'a inandığınız' ile ilgilidir. Eğer Allah'a Alîm olarak, Kur'an'a bir Alîm-i Hakîm'in kelamı olarak, kadere 'Allah'ın zaman üstü bir bilişi olarak' iman ettiğiniz zaman tarihselcilik gibi birçok bid'a rüzgârının tesiri dağılır. Bu tesir dağıldıktan sonra da mü'minler şeriatın emirlerini hafif görmezler. Her ne emredilmişse, küçük veya büyük, üzerlerine alınırlar.

Bu açıdan ebced-cifir meselesinin mü'minlerde 'üzerine alınma şuurunu' genişletici bir yanı var. Evet, Bediüzzaman'ın da zikrettiği üzere, hiçbir keşfi olmadan bu mesleğe sülûk eden naehillerin şarlatanlık yapmasına müsait bir yapısı da var konunun. Ancak hakikati de var. Bediüzzaman bu hakikate ve faydasına inanıyor. Bu faydanın tezahürü için böylesi metinler telif ediyor. Hatta hapishane şartlarında böyle eserlerin telifine girişmesindeki sır da biraz bu. Müslümanlara 'gözden ırak olmadıklarını' hissettirmek. Allah herşeyi gören ve bilen olarak her işe nazır.

Dücane Cündioğlu'nun hakikat-hurafe ekseninde "Ben bir hurafeperestim!" derken durduğu yer de buna yakın gibi geliyor bana. O, hakikatin 'tahtieci bir üslûpla' teke indirilmesi ve gaybiyyata açık hiçbir alan bırakılmamasını eleştiriyor. Şu tavrın "Onlar ki gayba iman ederler!" ayetinin hükmüne bir açıdan muhalefet olduğunu düşünüyor. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın 'dimağdaki meratibi' sayarken 'tahayyül'ü 'tasdik'ten birkaç kademe önce zikretmesi, hayalsiz hakikate ulaşılamayacağının da ondaki en bariz ifadesi. Öyle ya. Hayalsiz hakikatin de yolları kapanır. Renkleri azalır. Cansuyu çekilir. Neşesi diner.

Yazıyı çok uzattık ama buna da temas etmeden geçemeyeceğim: Mürşidimin, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye, ebced-cifir ile ilgili metinler haricinde dahil ettiği şeyler de var. Hüve Nüktesi, Na'büdü'nün Nun'u mevzu, namaz tesbihatının ehemmiyetini anlatan metin vs. Bütün bu metinlerde şöyle bir ortaklık dikkatimi çekti benim: Bu metinlerin tamamı 'varlığı zamanı aşkın bir düzlemde zihne taşımayı' öğütlüyor.

Ne demek bu? Yani mesela: Namaz tesbihatı aslında tarikat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselamın zikri. Onu yaptığınız zaman sanki zamanlara/mekanlara yayılmış bir zikir halkasına dahil oluyorsunuz. Na'büdü'nün Nun'u mevzuu zaten bütün mü'minleri, yine zamanı/mekanı aşkın şekilde, kendilerini bir namazın saflarındaymış gibi görmeyi öğütlüyor. Hüve Nüktesi ise tek bir hava zerresinin 'çok şeye dönüşebilir' bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Üzerlerine bir de (Kur'an-ı Hakîm'in zamanlar üstü mesajlarını bize ulaştıran) diğer gaybiyyata dair metinleri ekleyin. Hepsinden çıkan resim şu gibi:

Fehminle zamanı aş. Bakışında zamanı aş. Büyük resmi gör. Zamanı aşamazsan varlığı vagonlara ayırırsın. Ve o vagonlara ayırıştan bir dolu ehl-i bid'anın iftirası türer. İşte, bence, tarihselcilik, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselamı vagonlara ayırmanın yeni bir yoludur. Bir tür emperyalizmdir. İslam itikadına yönelen bir parçala-yönet taktiğidir. Allah ayaklarımızı ehl-i sünnetin istikametli yolundan ayırmasın.

Niyet ettim Kemal'in rızası için Semih Çelik'in Hüda-Par'la bağlantısını bulmaya

Semih Çelik'in hunharca işlediği cinayetlerin haberi sitelere düşer düşmez beni bir telaş aldı. 'Eyvah!' dedim. Evet. Çünkü bakt...