20 Mayıs 2024 Pazartesi

Ya Ebu Cehil kablosunu doğru kullansaydı?

"Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var."

Birşeyin bizce 'bilinir' olması için aracılara ihtiyacımız var. 'Bilmek' sadece bizimle gerçekleşmiyor. Önümde bir klavye duruyor mesela. Onu görebilmem için ışığın, klavyenin kendi ziyası olmadığına göre, ona çarpıp gözüme ulaşması gerekiyor. Buna 'görmek' deniliyor. Demek ki görmek için sadece göz yetmiyor. Ben görmenin yalnız bir parçasıyım. Gözün, görülenin ve göstericinin bir(den) düşünülmesi lazım. Gözün 'görecek' gibi, görülenin 'gözükecek' gibi, göstericinin de 'bilgiyi taşıyacak şekilde' yaratılması gerekiyor. İşin içine 'bilgi'yi de kattığımıza göre son cümleyi şöyle genelleştirebiliriz belki: Bilmek için; 1) Bileceğin 'bilecek' şekilde, 2) Bilineceğin 'bilinecek' şekilde, 3) Aracının da 'bilgiyi taşıyacak şekilde' yaratılması şarttır. Bu üçü uyumla vücud bulmadığı takdirde bilmek hadisesi gerçekleşmez. Hatta bilmeyi bırakın 'farketme' dahi gerçekleşmeyebilir. Tıpkı taşlarda olduğu gibi. Taşlar bizi farketmez. Çünkü 'bilinecek' ve 'bilgiyi nakledecek' varolsa dahi taşlarda 'bilmek yeteneği' yoktur.

En azından şimdilik böyle kabul edelim. Zaten 'farketme' de bilmenin ilk basamağıdır. Ben sadece kulaklı bir canlı olsaydım renklerden bahsedemezdim. Bu tarz bir bilmeyi beceremezdim. Çünkü farketmezdim. Evet. Her şekilde tavazzuh ediyor ki, bilmek, bilenin de bilmeye göre ayarlanmasıyla bilmek oluyor. Anahtar kilitle beraber çalışıyor. Yoksa ne anahtar anahtar ne kilit kilit olabiliyor. Bu yüzden mürşidimin şöyle demesine şaşılmıyor artık:

"Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir."

Ama başta söylediğimizi de sakın unutmayalım: Bilmek, ancak bilgi araçlarla taşınırsa, gerçekleşebilen birşeydir. Karadelikleri göremeyişimiz ışıklarının bize ulaşamamasıyla ilgilidir. (Onların çekim kuvveti ziyayı bile yutar.) Bu yüzden bilmenin aydınlık yolları karadelikler için kapalıdır. Fakat, bir saniye, karadeliklerin asla bilinemeyeceği anlamına gelir mi bu? Elbette hayır. Karadeliği bilmenin ışıklı yolları kapalıdır sadece. Gerisi açıktır. Mesela: Herhangi bir yıldızın önünden geçtiğinde, karadelik, görünmezliğiyle görünür. Lekesi hemen farkedilir.

Cenab-ı Hak, Nur sûresinde, "Allah göklerin ve yerin nurudur!" buyuruyor. Dikkat ediniz lütfen. "Allah göklerin ve yerin ziyasıdır!" denmiyor. Çünkü 'ziya' denilmiş olsa 'nur'daki anlam zenginliği oluşmayacaktı. Hem Celle Celaluhunun isimlerinden birisi de en-Nur'dur. 'Ziya' değildir. 'Nur' kelimesi 'ziya'dan başka olarak ışığın zatını kastetmez. Ya? Eşyadaki fonksiyonunu kasteder. Eylediğini anlatır. Yunus sûresindeki “O Allah, güneşi bir ziya, kameri bir nur kıldı!" beyanında da sezebiliriz bunu. Evet. Güneş bir ziyadır. Çünkü kendi ışığından hareketle bilinir. Ama ay bir nurdur. Çünkü kendi ışığıyla değil güneşin ışığıyla bilinir. O halde belki de 'nur'la kastedilen 'birşeyin başka birşey vasıtasıyla bilinmesi'dir. Bu eşikten bakınca Allah'ın 'göklerin ve yerin nuru' olması daha anlaşılır olur. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa Hüda'nın onları 'bilinir' kılmasıyla bilinebilmişlerdir. Bilginin hakiki kaynağı Allah'tır. Onları bilinebilir, bizi bilebilir ve aracıları da 'bilgiyi taşıyabilir' yaratarak bilmenin vücuda gelmesini sağlayan Odur. Üstelik, Ona iman edildiğinde, bilineceklerin Esmaü'l-Hüsna sayısınca yeni boyutları da açılır. Bilgi zenginleşir. Ebedîleşir. Anlamlanır. Bilinecek şeyler sayısınca o Rabbü'l-Âlemîn'e hamd u senalar olsun.

Hem şu hususa da ayrıca dikkatinizi isterim: Ziya güneşte yaratılır. Ve güneşin zatının parçasıdır. Ondan ayrılan enerjisidir. Foton tanecikleridir vs. Ancak kainatta, üzerinden Allah'ın bilindiği hiçbirşey, Subhan'ın parçası değildir. Hâşâ. O parçalı-bütünlü olmaktan münezzehtir. Esbab ancak Onun perdesidir. Yaratığıdır. Mahlukudur.

Bediüzzaman Hazretleri, 33. Söz'ün 20. Penceresi'nde, şöyle birşey söylüyor:

"İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidemâtının delâletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlâhiyeyi izn-i Rabbânî ile teşhir ve ilân etmektir. Demek bir Sâni-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor; çarşı-yı âlem sergilerindeki antika san'atlarını onunla irâe ediyor. Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür'atle çalışmaktır..."

Burada, mürşidim, eşyanın tümünü yekdiğerleri için bir 'bilgi nakil aracı' görmeyi teklif ediyor gibi. Yani herşey herşeyin bilgiye ulaşma aracı. Bir tür bilgi iletkeni... Işık yaratılmış. Ne maksadla? Çünkü bilginin bize öyle bir hızda nakledilmesi gerek. Yıldızlardan haberdar olmanın başka bir yolu yok. Ve gözlerimiz de o bilgiyi kabullenip beyne iletebilecek şekilde takdir edilmiş. Peki ya hava? Hava da daha dar bir dairede aynı fonksiyonu görmek için, yani bilgi taşımacılığına aracılık etmek için, istihdam ediliyor. O da bir tür bilgi iletkeni. Bu gözle temaşa edildiğinde cümle varlık ya bilginin kaynağı yahut da taşıyıcısı haline geliyor. Herşey ekilmiş ilmin iletkenine dönüşüyor. Peki böyle bir iletişim dünyasında gaye koltuğunda oturan kim olur? Elbette bilecekler. Yani şuurlu varlıklar. İnsanın merkeziyeti de burada. İnsan kainatın meyvesi. Zira onun vücuda gelmesiyle bilginin taşınma süreci tamamlanacak. Eğer insan işini yapmazsa kainatın üzerine kurulu olduğu bu biliş süreci aksayacak.

Kilim devasaysa da ortasındaki nakış biziz. Cismimize bakmayalım. Bizimle görülen işe bakalım.

Geçenlerde bir mecliste uçuk-kaçık bir misal söyledim. Şimdi tekrar etmek isterim. Dünya-ahiret ikilemini anlamada yardımcı bir mahiyeti var sanki. Misalim şöyle: Nasıl ki, bir yerden bir yere bilgi, ancak 'nakil araçlarıyla' nakledilebiliyor. Yani, mesela, ya bir seyyar hafızaya yahut bir internet kablosuna veyahut da başka bir usûlle yüklenerek bilgi taşınıyor. Böylece bu mekandaki bilgi başka yerlerde de bilinir oluyor. Aynen bunun gibi de, Allahu a'lem kaydıyla, diyorum ki: Cenab-ı Hak, bu âlem-i fenadaki oluşların bilgisini, insanlar üzerinden beka âlemlerine naklediyor. Bizim bu dünyadaki imtihanımız, haşir sabahındaki diriltilişimiz, mizanımız, hesabımız hep o netice için: Âlem-i şehadetin bizdeki imana/amele göre arşivlenmiş kısmı orada beka âlemlerine çevrilecek. Kabımızın çapı kadarı bizimle oraya aktarılacak. İman sahiplerinin arşivi karşılarına cennetleri olarak çıkacak-yaratılacak. (İnşaallah onlardan oluruz.) Küfür sahiplerinin arşivleri de cehennemleri sûretinde dikilecek-yaratılacak. (Öylelerinden olmaktan Hüda muhafaza buyursun bizi.) Tamam. Herşeyi bilen Allah'ın elbette böyle bir arşivlemeye muhtaciyeti yok. Zaten kaderde hepsi mahfuzdur. Ancak hikmeti böyle iktiza ediyor ve yapacak.

Dolayısıyla insanın da Allah'ına cenneti-cehennemi hakkında sorabileceği bir hesap, hâşâ, kalmıyor. Zaten yoktu ve hiç olamıyor. Zira, üzerinden yaratılacakların büyüklüğü düşünülünce, arşivcinin arşivciliği de elbette sonuçları gayet ciddi etkiliyor. Düşünsenize: Eğer, Ebu Cehil, Ebu Bekir radyallahu anh gibi bir müslüman olsaydı, kabiliyetlerini İslam yoluna kullansaydı, onunki kadar bir cennetin yaratılışına vesile olacaktı ahirette. Sonsuz şekilde varlığını sağlayacaktı biriktirdiği şahitlikler. Ancak o aksine hizmet etti. Kendisi üzerinden yaratılacak cenneti cehenneme kalbetti. Bu nedenle ebediyete yaptığı bu kem etkinin cezasını da biriktirdiklerinin içinde yaşayarak çekecek. Her neyse... Bu konuya neden girdim? Çünkü buradan bakınca insan da bir çeşit 'bilgi nakil vasıtasına' dönüşüyor. Yani; nasıl ışık gözlerimize, ses kulaklarımıza, koku burnumuza bilgi taşınmasına aracılık ediyorsa; insan da ahirete taşınacak olan bilginin aracılığını ediyor. Bu da kainatın Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurundan yaratıldığını hikmetine, yani Nur-u Muhammediyye sırrına, pek muvafık geliyor. O nasıl?

Açayım: Bizim bilmemiz belki de bütün bilgi nakil şekillerinin piri. Bilgi naklinde öyle bir zirve ki taşıyan da artık ne taşıdığını bilebiliyor. Geliştirebiliyor. Çoğaltıyor. Ebedi ruhuna nakşediliyor. Silinmiyor. Sırrımız öyle harika birşey. Yine mürşidimin tabiriyle, insan, âlemden hususi bir âlem sahibi olabiliyor. Elbette bu bilme şekillerinin zirvesi de Aleyhissalatuvesselamla tezahür edenin ta kendisi. Yani onun nuru hem görüşü hem göstericiliği. Bilgiyi taşımadaki temeli. Faniyatın bakiye nakledilmesi sırrı. İşte, Fahr-i Kainatın tam liyakatle ifa ettiği biliştir ki, evrenin üzerine kurulduğu düzendir. Kainat öyle bir bilgiyi nakletmek içindir. Faniyat vesilesi kılınmıştır. İnsan bu bilginin kablosudur. Arşividir. Mektubudur. Taşınması gereken üzerinden taşınmaktadır. Allahu a'lem. Eh, evet. Sonlarda biraz uçtuğum için, taksiratım varsa, affımı dilerim. Siz de lütfen kardeşinizin tefekkürüne merhametle bakınız.

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir."
11. Söz'den.

Mürşidim, Ramazan Risalesi'nin 7. Nüktesinde, şöyle bir ifade kullanıyor: "(...) savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir." Bu ifade bir mecliste medar-ı müzakere oldu. Neden? Çünkü 'Samediyete aynalık' mevzuunda hemfikir olamadık. Bir kısmımız metnin öncesini de delil göstererek dediler ki: "Burada kastedilen 'ihtiyaçların azaltılmasıyla' Samediyetin aynası olmaktır." Diğer bir kısmımız da dediler ki: "Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden ayna olmak mümkün değildir. Çünkü insanın ihtiyaçsız bir ânı yoktur. Hatta orucu dahi 'ihtiyaçsızlığı' değildir, aksine, 'fakrın tezyidi'dir. Yani ihtiyaçların arttırılmasıdır. İnsan oruçluyken kendisini Allah'a daha muhtaç hisseder. Niçin? Zira karşılayabileceği ihtiyaçlarını dahi karşılayamamış haldedir. Yani 'bile-isteye fakrını arttırmış' haldedir."

Tabii, tarafların durdukları eşiklerden bakınca, metnin öncesine yaklaşımlar da değişiyor:

"(...) yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir..." denildiğinde tam olarak ne anlaşılmalıdır? Sözü uzattığımdan farketmişsinizdir. Ben de ikincilerin tarafındayım. Ve 'Samediyete aynalık' kavramlaştırmasını 'ihtiyaçları azaltma' ekseninde okumuyorum. Evet. Allah'a 'herşeyin Ona muhtaç olması ama Onun hiçbirşeye muhtaç olmaması' yönünden ayna olabileceğimizi sanmıyorum. Hatta bir parça 'teşebbüh-ü bilvacip' kokusu da alıyorum önceki yaklaşımdan. Ürküyorum. Eşyasının Allah'a ayna olduğu doğrudur da aynılığı mümkün değildir. Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden bir mazhariyetse mahlukatın üstesinden gelemeyeceği bir iştir.

Fakat Samediyete aynalığa, tam tersi şekilde, 'ihtiyaçlarımızı arttırarak' muvaffak olabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla, 'hayvaniyetten çıkma' tefekkürümde 'ihtiyaçların azalması' değil, 'ihtiyaç şuurunun şiddetlenmesi.' Neden? Çünkü, oruç tuttuğumuzda, karşılanması âdet u ülfet haline getirilerek kanadıkları neredeyse unutulmuş yaralarımızı tekrar hayatlandırıyoruz. Fakirliğimizi kaşıyoruz. Onlara kasten maruz kalıyoruz. Melekleşiyoruz, evet, ama melekleşmek Allah'a daha az ihtiyaç duymak mıdır? Hâşâ. İslam'ın bize öğrettiği melek tasavvuru böyle birşeyi kapsamıyor. Aksine, melekler ihtiyaçlarına duyarlılık bağlamında bizden daha şuurlu varlıklar, tesbih u zikirlerini asla aksatmıyorlar, gaflete düşmüyorlar. Hep uyanıklar yani. Allah'a olan ihtiyaçlarının hep farkındalar.

Bizse düşüyoruz. Hem de biz gaflete daha çok 'otomatik karşıladığımız ihtiyaçlar' üzerinden düşüyoruz. Otomatikleşme, robotlaşma, ihtiyaç şuurunu köreltiyor. Hergün doğan güneş için yeterince şükrediyor muyuz? Fakat bir öyle bir böyle olan şeyler bizi kendileri için şükretmeye sevkediyorlar. Bir esnaf, ihtimallere bağlı hissettiğini kazancı için, daha çok şükretme ihtiyacı hissediyor. Güneşin doğuşu gibi garanti görmüyor çünkü. Sabit maaşla çalışan memur o kadar hissetmiyor. Oruç bu yönüyle ihtiyaçlarımızı ortadan kaldırmıyor. Hayır. Onun yaptığı bu değil kesinlikle. O 'otomatikleşmeyi' ortadan kaldırıyor. Âdetimizi, alışkanlığımızı, ülfetimizi bozuyor. Yaralarımızdan kaçmamayı öğretiyor.

Hergün serbestçe yeyip içtiğimiz için açlık hükmünü üzerimizde icra edemiyor. Varlığımızın parçası olduğunu gereğince hatırlatamıyor. Susuzluk yeterince hissedilemiyor. Onlarla bağlantılığı diğer zaaflar da ortaya çıkamıyorlar. Bu anlamda, pek kusurlu akledişime göre, melekleşmek de ruhlaşmak da 'ihtiyaç azalması'nı ifade etmiyorlar. Ya? 'İhtiyaçlarının daha fazla farkında olmayı' ifade ediyorlar. O da 'fakrın tezyidi' meselesine götürüyor beni. 'Fakrın tezyidi' nedir? Sılasını misafir edelim öncelikle:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

'Sakın yanlış anlama...'dan sonrası aradığımız tılsımı fısıldıyor sanki: "Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir." Demek ki, ihtiyaçların hissedilmesinde korkulacak birşey yok, asıl korku 'teşebbüh-ü bilvacib'in olabileceğini düşlemek. Peki 'teşebbüh-ü bilvacip' ne?

"Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, 'İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir' deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler..."

Bakınız burada da Bediüzzaman Hazretleri acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapamayı 'tehlikeli bir alan' olarak işaretliyor. 'Ubudiyet yolunu seddetmekle' itham ediyor. O halde 'Samediyete aynalık'ı böyle anlamak doğru olabilir mi? Ramazan'ın böyle birşey olduğunu söylemek çok isabetli gelmiyor bana. Allahu a'lem. Doğru olan, bunun yerine, mürşidimizin "İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir..." tefekkürünü hatırlayıp 'Birinci Vecih' hakkında daha fazla düşünmektir:

"Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir..."

İşte, arkadaşlar, Ramazan Risalesi'ndeki 'Samediyete aynalık' meselesi, ancak 'Birinci Vecih' perspektifinden anlaşılabilir bence. Eğer bu perspektif bırakılıp da İkinci Vecih'in bakış açısı kuşanılırsa, bize de Samediyetten bir parça verilmiş gibi düşünülür ki, çok tehlikelidir. İnsan Samediyete bu yönüyle aynalık edemez. Zira Samediyet İkinci Vecih'te misal verilen sair sıfatlara benzememektedir:

"İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder' ve hâkezâ..."

İnsan, varlık anlamında, nerede 'Samediyet aynası' olduğunu iddia edebilir ki? Samediyete bu cihetten ayna olmak herhangi bir mevkide 'Allah gibi ihtiyaçsız olmak' ve de 'herşeyin size ihtiyaç duyması' gibi birşeydir. Beşer böyle olamaz ki. İnsan hangi konumda olursa olsun, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır. Arızî olanın Hayy u Kayyum karşısındaki pozisyonu değişmez. Ancak bilinci noktasında değişebilir. Yani, biz, her zaman Allah'a sonsuz derecede muhtacız da, bazen bunu idrakimiz diğer zamanlardan yüksek-eksik olabilir. Ramazan bize böylesi bir zenginlik katar. Farkındalığımızı yükseltir. Fakrımızı tezyid eder. Onunla yüzleştirir. Yoksa Samediyette Allah'a benzetmez, yüzbin hâşâ. (Mutasavvıfların çile, riyazet vs. gibi uygulamalarını da yine bu 'fakrın tezyidi' ekseninde kavrayabiliriz.)

En doğrusunu Allah bilir. Şuraya bağlayarak bitireyim sözü: 'Emanet ayeti' aldığımız yükü haber verdikten sonra hemen 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun altını çiziyor. Belki de burada aldığı emanetle duracağı yeri şaşıran insana kıymetli bir hatırlatma var. Evet. Üzerimizde İkinci ve Üçüncü Vecihler itibariyle görünen bazı emanetler var. Bazı aynalıklar yapıyoruz. Fakat bu emanetler hiçbir zaman mahlukiyetteki konumumuzu değiştirmeyecek. Kulluğumuzu yerinden oynatmayacak. Zalimliği-cahilliği varlığımızın ayrılmaz bir parçası olarak sırtımızda taşıyacağız hep. Hep eksik kalacağız. Hep yaralı olacağız. Hep arayacağız. Neden? Çünkü emanetçilik sahiplik değildir. Sahiplik ancak yaratıcılıktır. Yaratmayan hakiki sahip sayılamaz. Yoktan varedemeyen yoksunluk çekmekten kurtulamaz. İşte beni 'Samediyete aynalık' meselesinde uzun uzun kelam etmeye iten bu oldu kârilerim. İnşaallah meramımı anlatabilmişimdir. Tevfik ise Allah'tandır. Biz de inayetini, rahmetini, keremini Samediyetinden dileriz.

4 Mayıs 2024 Cumartesi

Leyla Mevla'nın bahanesidir

"Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır."


Şefkati biliyoruz da 'rahîm şefkat' nasıl oluyor? 10. Söz'ün, nam-ı diğerle Haşir Risalesi'nin, 2. Hakikat'ini okurken bu soruyu sordum kendime arkadaşım. Şöyle bir mana açıldı kalbime sonra: "Anne sütü misal verildiğine göre dakikatine bir girmek lazım. 'Rahîm şefkat' nasıl oluyor sormak lazım. Örnek ondan olduğuna göre cevap da onda gizlidir..." Biraz araştırınca şu detaylar dikkatimi çekti hemen:

Anne sütü dediğimiz tekdüze birşey değil. Âdeta bebeği sürekli izleyen birşey. Yaşına, durumuna, gelişimine, hastalığına göre mahiyeti şekilleniyor. Aydan aya başka özellikler kazanıyor, değişiyor. Hatta "Sabah sütüyle akşam sütü dahi aynı değil!" diyorlar. Demek 'rahmet'ten içre 'rahîm' ile sıfatlandırılması şu sırrıyla kaim. Bediüzzaman'ın eserlerine aşina olanlar hatırlayacaklardır: Onun sistematiğinde rahmet daha çok 'vahidiyetle' rahîmiyetse 'ehadiyetle' bir anılır.

Vahidiyet nedir, ehadiyet nedir? Rahmaniyet nedir, rahîmiyet nedir? Özetle şöyle ifade edilebilir belki: Vahidiyet büyük resmin bize söylediğidir. Ehadiyet herbir parçasında ayrıca gördüğümüzdür. Vahidiyeti kuşanan, Allah'ı, 'herşeyi yaratan' olarak bulur. Ehadiyete dokunan, Rabbini, 'herbirşeyi yaratan' diye bilir. Çünkü varlık denilen ayna öyle bir tecelligâhtır ki, tamamında görünen, herbir parçasında da görünür. Yansıyan kendisini herbir parçasında özetleyerek yansıtır. Mürşidim, daha kolay kavrayabilmemiz için, güneş temsilini kullanır çok yerde:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvân-ı seb'a gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor. Öyle de, (...) temsilde hata olmasın, ehadiyet ve samediyet-i İlâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudatla alâkadar herbir ismi, bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte, vâhidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdesi unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm'dir."

Demek, tek cümle görünürken zâhiri, içiçe geçmiş üç daireyle örülüdür besmele. Ve demek, Allah için Rahman neyse, Rahman için de Rahîm odur. Yani vahidiyetten ehadiyete gitmektir. Denizden damlaya varmaktır. Herşeyden herbire inmektir. Evet. Haklısınız. Uluhiyetin geniş dairesinden haber veren bir küçük tecelligâh arıyorsanız rahmete bakmalısınız. Fakat rahmetin geniş dairesini kabiliyetince okutan bir küçük tecelligâh bakınıyorsanız rahîmiyete koşmalısınız.

Çünkü rahîmiyetin dairesinde rahmetin has yansımalarını bulursunuz. Hatta anne sütü gibi bir odağa yöneldiğinizde bebeğin her durumuna göre başka başka kesilen tecellilere rastlarsınız. Öyleyse, elhamdülillah, perde biraz açıldı. "Rahîm şefkat 'şefkatin şiddetlisi'dir!" azıcık göründü. Şiddeti nasıl olur peki arkadaşım şefkatin? Elbette dakikleşmesiyle olur. Dakik şefkat; her anın ayrıca gözetildiğini; her duruma münasip ikramlarda bulunulduğunu; Rahman'ın, herşeyin büyük resminde gösterdiği gibi ilgisini, herbirşeyde de 'rahîm ilgiler'le küçük resimler sergilediğini ilan eder. Yani, şefkatin rahîmleşmesi, aslında inceleşmesidir.

Ah, ne güzel denk geldi, buradan şuraya da uzanmak lazım şimdi: Mürşidim başka bir eserinde yolunu tarif ederken diyor ki: "Acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder."

Hadi soralım: "Fakr neden Rahman ismine isal ediyor da şefkat Rahîm ismine ulaştırıyor?" Mezkûr sırla alakalı olabilir yine cevabı. Yani, şefkatin mahiyetinde varolan dakiklik, Rahmaniyeti vahidiyetten alıp ehadiyet arşında müşahedeye zorluyor olabilir bizi. Ama ondan da önce: "İnsanın fakrını kavraması, yani ihtiyaç yaralarıyla yaralı olduğunu anlaması, neden hemen Rahîmiyet düzeyine çıkarmıyor da Rahmaniyet'te tutuyor?" Bu soruyla da yüzleşmek gerekmez mi?

Buna da yanıtım şöyle bir zeminde yeşerdi: Fakr insanın öncelikle kendisine dikkatidir. Yani kendisinin 'ihtiyaçları karşılanması gereken bir varlık olduğunu' kavramasıdır. Böyle bir bilişte detaylara kadar inmek gerekmez. İcmalîsi de gayet mümkündür. İcmalî bir bilişteyse Rahîmiyet kendisini gösteremez. Rahîmiyeti bilmek daha detaylara düşkün bir ilgiyle mümkün olur. Ve insan bu detaylı ilgiyi ancak şefkatiyle başarabilir. Evet. Bir anne çocuğuna şefkat ettiğinde onun detayları, o detaylardaki ihtiyaçları, o ihtiyaçların gerekleri daha bir görünür olur. 

Öyleyse artık şöyle desem kabahat olmaz: "Fakr insanın kendine dikkatiyse şefkat ötekine dikkatidir. Ve bazen ötekimiz bizi kendimizden daha çok açar." Yahut da son cümleyi şöyle düzeltmeli: "Fettah u Fâtır Rabbimiz bazen bizi kendimizle değil ötekimizle açar." Demek gayra dikkatte de ayrıca bir nimetiyet var. Sadece kendini bilmekle terakkiyat olmuyor. İnsan kendisini bile başkasıyla öğreniyor. Kabiliyetleri ötekisi bahanesiyle açılıyor. Ya seviyor açılıyor, ya şefkat ediyor açılıyor. Nihayetinde Leyla, Mevla'nın Kays'ı Mecnun'a dönüştürme bahanesidir. Belki şefkatin şe'nini öğrenmekle de Rahîmiyet tâlim ediliyor bize. Allahu a'lem. Evet. En doğrusunu Alîm olan Allah bilir. Tefekkürüm ancak küçücük kabıma sığandır. Taksiratımın affınıysa yine Rahman u Rahîm'den dilerim. Âmin.

20 Nisan 2024 Cumartesi

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

 

"Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim' der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak..." İktisat Risalesi'nden.

Kur'an bizi "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" diye uyarıyor. Biraz da bu ihtardan dolayı 'zühd' tasavvufun özü olmuştur. Yani, hâl erbabı, iddialarının altına önce hayatlarıyla girmişlerdir. Çileler-riyazetler hep bunun içindir. Sûfî, âfâkta girişeceği davaların altına, enfüsünde bedel ödeyerek imza atar. İmzası bizzat yaşantısıdır. Vazgeçmişliğidir. Geri duruşudur. Takvasıdır. Hatta, âvâma helal olanları dahi, kendisi için haram bilmesidir bazı. Hadisin buyurduğu gibi 'şüpheli şeylerden kaçınmak'ta ziyade çaba göstermesidir. Belki, İmam-ı Âzâm rahimehullah misali, 'Ya faiz olursa?' endişesiyle borçlusunun gölgeliğinden kaçınmasıdır. Halbuki mezhebinde faizin böyle bir türü yoktur. Allah dostları elbette bilirler ki, fıkh-ı zâhirden başka bir de fıkh-ı bâtın vardır ve fıkh-ı bâtın ziyade hassasiyet kaldırır.

Bediüzzaman Hazretleri, İktisat Risalesi'nde, o büyüklerden pek ulu birisinin, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin bir menkıbesini anlatıyor:

"Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: 'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!' Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.'"

Mürşidimse bu menkıbeden aldığı dersi bize şöyle özetliyor:

"İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir."

Ben, Bahadır Yenişehirlioğlu Bey'in kolundaki Rolex'e, siyasetçiliğinden ziyade, sûfîliğinden dolayı bir parça iliştim. TRT'de Mesnevî'den Hikâyeler anlattığını biliyordum. Tasavvufla ilgili paylaşımlarını da görmüştüm. "Herhalde bu güzel meslekle bir irtibatı var..." diye düşündüm. Maşaallah. Allah hayırlı yolundan ayırmasın. Âmin. Öyle olduğu için, elbette, yaptıkları siyasetçiliği kadar sûfîliğiyle de tartılır.

Davası olan, her tavrında bir kere değil, bin kere dikkat etse yeridir. Zira "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" tehdidinin dairesine girmek tehlikesi vardır. Zühdsüz tasavvuf olmaz. Zühdsüz halktan da olunmaz. Çünkü halk fakirdir. Bu İslam ümmeti imamlarını 'içinde' ister. Dolayısıyla kolunda Rolex'le böyle iddialara girilmez. Fıkh-ı zâhir açısından tertemiz almış olabilirsiniz o saati, birşey demem, fakat sûfînin mesul olduğu sadece 'zâhir' değildir. Bir de fıkh-ı bâtın var ki, onda, helal parayla aldığınız dahi size helal olmayabilir. Sınamanın da şöyle kolay bir yolu vardır: Rolex'inizi kolunuzdan çıkarıp çekiçle kırarsınız. Yaşananı kör nefsinize tokat sayarsınız. 'Sevdiklerinizden Allah rızası için vazgeçmek' çerçevesinde imtihan görürsünüz. Sonra da "Kum biiznillah!" dersiniz. Tekrar toparlanıp çalışırsa, aşkolsun, hiçbir zararı dokunmaz size. Helaldir. Lezzeti şükür için isteyenlerdensinizdir çünkü. Fakat, toparlanmıyorsa, dahası gönlünüz kolunuzdan çıkarmaya kıyamıyorsa, 'Eyvah!' demenin zamanıdır.

22 Mart 2024 Cuma

Yokolduğun gibi görün, göründüğün gibi yokol

"Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt eden bir hâcete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: Şu zamanın yaralarına devadır." 28. Mektup'tan.

Nasıl başlamalı? Yörüngesiz gezegenler gibiydim arkadaşım. Bilmediğim adresleri arıyordum biteviye. 'Oturmamış' çok şey vardı. Oturmamış. Yani huzursuz. Hem içimde hem dışımda. Tutamıyordum. Tutunamıyordum. Kalmıyordu. Kalamıyordum. Boşluktaydım. Hatta bizzat boşluktum. Oluş namına şahitliğimden geçen her ne varsa yutuyordum. Eh, evet, havadakilere yer ararken kırk yaşıma geldim. Kabul etmeli artık: Nihayet kendime bile yer bulamadım. Dışımdakileri boşvermeye meylettim sonra. Değişmeyecekleri bir ölçüde zâhir oldu sanki. Belki bu zuhuratta tembelliğimin de hissesi vardı. Her neyse. Bilemem. Dosya kapandı. Yapacak birşey yoktu. Pes ettim. Gençlikle beraber göğsümüzün ateşi de sönüyor. İnsan kendini daha bir akıntıya bırakıyor. Hayat Allah'tan olduğu gibi kalma arzusu da Allah'tan. Dışarıda pes etmemle içim daha ziyade meşgalem oldu. Üzerime düşünmeyi beğendim. Yarışsız bir iş. En sevdiğin tatlıyı küçük ısırıklarla tüketmek gibiydi tefekkür. Acelesizdi. Kimse sıkıştırmıyordu. Dışarısı öyle mi a? Hiç değil. Eskiden de düşünmez değildim ya, iş gibi düşünmek başka şey. Yazınca da altın misali birikiyor. Dallanıyor. Çoğalıyor. Başka ülkelerde geçmese de değerdir yani.

Buradaki her zafer dışarıdakinden daha az kalıcı. Onu söyleyeyim. Sonra 'demedi' denmesin. Sık sık başa döndüğünüzü düşünebilirsiniz. Tamam. Yağma yok. Bıkmayacaksınız. Durmayacaksınız. Kanmayacaksınız. İçimizin sarayları bize görünmezdirler. Görünürlerse gidilmezdirler. 'Var' deseniz yokturlar. 'Yok' deseniz vardırlar. Dizemediğinizi düşündüğünüz o tuğlalar zamanla ayağınızın altında zemin tutacaklar. Yükseleceksiniz. İster istemez yükseleceksiniz. Aşağısı yok artık. Öncenizi unutun. Yaraları bile insanın hazinesi sayılacak. Aczi ile güçlenecek. Fakrı ile fahredecek. Zıtlar zıtlarını besleyecek. Onları kaşırken, kanatırken hatta, devalar üreteceksiniz. Öyle deme arkadaşım. Onlar sadece senin devaların olmayabiliyor. Başkaları da şifalanıyor. Bir işe yaramış oluyorsun. Bir işe yaramak hayatı 'hayat' yapan şey. Hikmet hayatın hayatıdır. Edasıdır. Özüdür. Somutlaştırman gerek. Devalar somutlaşmalı. Yarımlıkta tamamlıktan ziyade bir yan var. Yarımlar tamamlanmak ister. Yarımlıkta gayret vardır, arayış vardır, açlık vardır. Mağlubiyet bazen galibiyetin ta kendisi. Kime mağlup olduğuna bağlı olarak tabii. Senden hayırlısına mağlubiyet galibiyettir. Ziyade olabilmeye imkan sağlar. Dolayısıyla Allah'a mağlup olmak en büyük zaferdir. Kat'an elini korkak alıştırmayacaksın bu makamda.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var..." İçimizin mühendisliği de işte bu yasaya bağlıdır arkadaşım. Yıkıntısını anladıkça yapılır insan. İddialarından soyundukça giydirilir. Hiç olmak, zaten hiç olan için, birşey olmaya başlamanın başlangıcıdır. Eğer bir karadeliksem şânım yıldızlar gibi yürümeyecektir elbette. Kendime başka bir şân ararım. Onlar parlayarak şânlarını yürütürler. Ben yutarak yükselirim. Karanlığım. Kararırım. Karanlığımla gösteririm. Tavşanla yarışan kaplumbağadan daha eblehtir yıldızla yarışan karadelik. Hiçin varlıkta yarışması yenilgisini tekrarlamaktan başka ne netice verir? Taş uçmakta bulutu geçebilir mi? Birşey bilmeden önce haddini bileceksin. Had demek sınır demek. Sınırlarını bil ki bilgi de sende ne olacağını bilsin. Varolmak mı istiyorsun? O zaman yokol. Gerileyebildiğin kadar gerile bakalım. Belki de senin varlığın böyle bir yokluktan yeşerecektir. Evet. Muhakkak. Kaldıramamak liyakatinle ilgili bir sorun olabilir. Belki yükünün taşınmamakta suçu yoktur.

İşte sözüm yine mürşidimin sözüne dolanıyor: "Kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia ve emanettir. Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et, ta bekà bulsun. Çünkü nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."

Yokun yokken varolması fıtratını doğrulamasından geçiyor. Yaraları kaşımak, hatta kanatmak, varlıklarını kabul etmeyi barındırıyor. İnkârın götürdüğü hiçbir cennet yok. Biz Allah'ın bizi yarattığı gibiyiz. Bize buyurduğu gibiyiz. Başkası olmayacağız. Olamayacağız. 'La ilahe illallah' dediğimizde burnu sürtülen ilk şey Lat, Menat, Uzza vs. değil arkadaşım. İnsan enaniyet putunun burnunu sürtüyor ilk. Allah'tan başka ilah yoksa sen de ilah değilsin. Bitti. İlah gibi altlarına girdiğin iddiaların tamamı boşa düşmektedir. Düşmelerini farkettiysen ne mutlu. İşte fazlından yaralar sahibi kıldı seni. Yaratıldığını bildiğin anda yaratanın sen olmadığını da bildin. Yârinle aranızda yarlar var. Şimdi geriye iki vazife kalıyor: 1) Seni yaratanı tanıyacaksın. 2) Yaratılmışlığı tanıyacaksın. Pozisyonları kabulleneceksin. Çok aşağıda yerler seçiyorsun gibi görünebilir nefsine, kanma, o bir yumurcaktır. Oynarken hayallenir. Sonra kendisi de inanır. Fakat 'mış gibi'lerin artık kurtarmadığının farkındasın. Peki, öyleyse, 'olduğun gibi görünmek' ile 'göründüğün gibi olmak' arasına şunu da bir sıkıştırıver arkadaşım:

"Yokolduğun gibi görün, göründüğün gibi yokol."

19 Mart 2024 Salı

Keramet ne Şeyh Galib'in dizinde ne Fırıncı abinin kolundadır

Tarık Velioğlu, Kapı Yayınları'ndan çıkan, Osmanlı'nın Manevî Sultanları isimli eserinde aktarıyor: Selim-i Sâlis Han, Şeyh Galib Hazretlerinin yârânından imiş. Birgün, samimiyetinden, başını şeyhin dizine koyarak sormuş: "Mevlana Celaleddin'in zamanımızda devam eden bir kerameti var mıdır?" Şeyh cevap vermiş: "Aman padişahım, hiç şüphe etme, koca halife onun miskin bir dervişinin dizine başını koymuş, bundan devamlı keramet mi olur?" Deniliyor ki: Selim-i Sâlis Han bu cevabı işitince çok ağlamış.

Mehmed Nuri Güleç abi, İİKV Yayınları'ndan çıkan, Fırıncı Ağabeyin Aziz Hatırasına isimli eserde anlatıyor: Birgün, bir edebiyat meclisine giderlerken, Eşref Edip Bey merhum sormuş: "Bediüzzaman'la arkadaştık. İlminden istifade ettik. Fakat kerametini görmedik. Siz kerametlerinden bahsediyorsunuz. Mesela hangi kerametini gördünüz?" Fırıncı abi cevap vermiş: "Aman efendim, işte, benim gibi fırıncı çırağını sizin gibi bir edebiyatçıyla arkadaş yaparsa, kolkola meclislere gitmeyi nasip ederse, bundan büyük keramet mi olur?" Devamında Fırıncı abi diyor ki: Eşref Edip Bey bu cevabı işitince çok gülmüş.

İster ağlatsın ister güldürsün, hem ağlatsın hem güldürsün, bir güzel sırra dokunduk arkadaşım: Mürşidin en büyük kerameti talebeleridir. Onlardaki muvaffakiyetidir. Nitekim, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin kadr ü kıymetini anlatırken, Bediüzzaman da kalemini aynı mürekkebe bandırır:

"İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi..."

Sahabeyi hakikaten tam da böyle eyledi. Onları zulmü adalet sanırken buldu. Çöllerde yollarını ararken buldu. Diri diri kızlarını gömerken buldu. Helvadan putlarına taparken buldu. Fakat nasıl da birden ulu ulu zirvelere çıkardı! Nasıl da beşeriyetlerini insaniyete, hatta insaniyet-i kübra olan İslamiyete, kalbeyledi. İlk nesilden açtığı bu dersi daha geniş bir okumaya da bağlar sonra mürşidim:

"İşte, bak: Nasıl berk-i hâtıf gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan 'Lâ ilâhe illâllah'ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?"

Evet. Nasıl etmesin? Talebelerini aldığı yer bellidir. Bıraktığı yer bellidir. Eserinin 'sıradan bir iş' olduğunu düşünen varsa, eh, mikyas da bellidir. Halep ordaysa arşın buradadır. Denemesi bedavadır:

"Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?" 

Bana sorarsanız: Naaah yaparlar!

Fakat, ne garip, peygamberliği inkâra cür'et eden nâdânlar bu hususta kendilerini sınamayı hiç göze almıyorlar. "Bir de biz deneyelim!" demiyorlar. Benzerini inşayla rüşdlerini ispata yanaşmıyorlar. Üstelik ahirzaman harikalarıyla(!) kendilerine geniş geniş imkanlar sunmuşken. Devasa medyaları-teknolojileri eliyle psikolojileri etkilemek, manipüle etmek, hatta beyinlerini dahi yıkamak yetenekleri artmışken. Toplum mühendisliği projelerine koca koca bütçeler, gayretler, insanlar harcanırken... Evet, hâlâ, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin türlü maniler içinde başlattığı mucizevî dalganın benzerini beceremiyorlar. Rüyalarında bile göremiyorlar. Neyi beceriyorlar peki? Yıkmayı. Sadece yıkmayı. Onu da güç sanıyorlar. Halbuki 'yıkmak' kolay 'yapmak' zordur. O yaparak Sultan oldu. Siz yıkarak ancak anarşist oluyorsunuz. Fazlası değilsiniz. Dünyadaki eseriniz de fazlası değil. O cennete götürüyordu. Sizse apaçık kıyametinizi çağırıyorsunuz. Dünyanın kararan geleceği deccaliyetinize bir delil değil midir?

17 Mart 2024 Pazar

Sinemaya Leyla için gidilmez

"Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur."


Mürşidim 'perde'yi zıt sayılabilecek iki anlamda birden kullanıyor. Onu hem bir 'örtücü' hem de bir 'gösterici' olarak zikrediyor. Birincisine misal: "Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister..." İkincisine misal: "Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder." Tenakuz gibi görünen şu istimalleri perdeliğin iki işlevini birden nazarımıza alarak kavrayabiliriz. Eh, evet, o halde bir de şu fakirin temsilini dinleyiverin lütfen:

Sinemada perde ne işe yarar? el-Cevap: Yansıtılanı izleyebilmemize elverir. Eğer perde olmazsa manzara aksetmez. Seçilemediği için de sağlıkla temaşa edilemez. Fakat diyelim ki: Perdenin üzerinde yırtık var. Yahut da yerine çirkince bir leke hayal edelim. Ben perdenin yırtığına/lekesine hasr-ı nazar ediyorum. Sizse yansıyana bakıyorsunuz. Film bittiğinde gördüklerimizi anlatıyoruz. Aaa, hayret, bambaşka şeyler izlemişiz sanki. Ben yırtıktaki/lekedeki detaylarla meşgul olmuşum. Yani yalnız onu görmüşüm. Sizse, maşaallah, takılmayarak yansıyanı seyretmişsiniz. Böylece aynı perde iki ayrı kişide iki ayrı fonksiyon icra edebilmiş. Bende filmi görmemi engellemiş. Sizde daha iyi görebilmenizi sağlamış.

Refet abinin sualine verilen yanıtta da aynı hakikatin hissesi vardır sanki:

"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir..."

Yani görülende değişiklik yoktur. Ya? Görende değişiklik vardır. Gören 'görmeye dikkat kesildiği' şeyi gördüğü için görülen de görenin gözlerine öyle görünmektedir. Perdenin kusuruna hasr-ı nazar edenin görüşünde kusurlar büyür. Öyle de büyür ki, fonksiyonunu icra etmesine engel olduğu gibi, vazifesini de zıttına kalbeder. Ayna duvar olur. İşte İslam'da imansıza 'kâfir' denmesi 'örten' manasıyla yakından ilgilidir. Kainat değildir kâfirin gözlerini örten yani, hayır, onu örtücülüğe istimal eden kâfirin ta kendisidir. Fıtratta 'göstermek' vardır. Eşyası Allah'ını bildirmek içindir. Herşey Cenab-ı Hakkının hakkındadır. Fakat sebeplerin olmadığı yerde de insan bilmenin yollarını bulamaz. Taş taş üstüne koyamaz. Çünkü Allah'ın zatını birden kuşatamaz. Sıfatlarını kavrayamaz. İsimlerini sezemez. Bu mutlaklık insanı aşan bir mevzudur. Ancak sebeplerin halkedilmesiyle bilmenin yolları açılmıştır bize. Böylece hepimiz; aklımız, kalbimiz, sa'yimiz nisbetinde bir marifet merdiveni çıkabiliriz. Herkes makamınca istifade eder perdelerden. Neden? Bakılan bir olsa da bakanların koltukları ayrı ayrıdır zira.

'Perdeler' dedim aklıma 'huriler' geldi. "Ne alaka?" demeyin lütfen. Mürşidim bir yerde diyor:

"Evet, 'hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi' tabiriyle, hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve ziynete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes'ut edecek, maddî ve mânevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemâle huriler câmidirler. Demek, huriler Cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi, kendi vücutlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar..."

Portakalın kaç elbisesi var? 1) Görünüşü var. 2) Kokusu var. 3) Dokusu var. 4) Tadılışı var. Daha sayayım mı? Kalp kulağı açıklar için usûlünce zikredişi var. Aslında portakalın varlığını çevresine bildiren her şekilde onda bir/n elbise var. Yani elbiseler yalnız kabuk cinsinden olmak zorunda değil. Madem ki üzerindedir. Madem ki farkedilir. Madem ki sahibini süsler. Madem ki bizi ondan haberlendirir. O halde görünüşü de elbisedir. Kokusu da elbisedir. Dokunuşu da elbisedir. Yalnız duyularımıza da değil üstelik; aklımıza, kalbimize, hissimize uzanan bütün bildirişleri birer elbisedirler. İşte hurilerin güzelliğini anlatan hadisin dikkatimizi çektiği biraz da budur. Onlarda öyle güzellikler birbirine sarılıdır ki hiçbiri diğerinin cinsinden değildir. Hiçbiri diğerine engel olmaz. Hiçbiri diğerinin farkedilmesini engellemez. Tıpkı kokuşun, dokunuşun, tadışın görünüşü engellememesi gibi... Aynı vücud cinsinden olmayan şeyler birbirlerini engellemek zorunda değildirler. Bir metal üzerinden aynı anda ses de ısı da aktarılabilir. Bir mekanda bulunmaları daralmalarını gerektirmez. Şimdi de Mesnevî-i Nuriye'ye gitmek şart oldu işte:

"Vücut nev'inde tezâhüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pekçok menzilleri, odaları göreceksin. (...) Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir."

Bediüzzaman kainatı da Cenab-ı Hakkı tanıtan bin elbiseli huriye benzetiyor:

"Ezel ve Ebed Sultanı Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır..."

Elbette hurilere iman ederiz. Çünkü kainat hurisini çoktan görmüşüzdür. Tecrübemizden biliriz. Onu böyle katman katman güzelliklere sardıran Allah, kudretinden uzak değildir ki, hurileri de öyle yaratamasın. Birbirini engellemez nakışlarla donatamasın. Bu kainatın görünüş perdeleri yüzbin de olsa, maksudu Onu bulmak olanlar için, hepsi ayna gibi göstericidirler. Marifetine işaret ederler. Fakat perdenin yüzbin olması kâfirler için tuzaklıdır. Onların da bile-isteye körlüklerine bahane edecekleri çok detay vardır. "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür..." denilmesindeki sır da budur. Maneviyatta gözünün açılabilmesi için perdenin araçsallığına iman etmen gerekiyor. Ona bakarken onu aşman gerekiyor. Ardındaki maksadı seçemeyenlerse yırtıkla, lekeyle, çatlakla uğraşıp duruyor. Bu ziyade uğraşı aklını gözüne indiriyor. Halbuki akıl göze inmek için değildir. Gözü yukarı çıkarmak içindir. Dikkati ötesine geçirmek içindir. Şişe Refet içindir. Refet şişe için değildir.

Hüda'dan dileyelim arkadaşım. Bizi perdelerde boğulanlardan eylemesin. Felahımızın yolunu da şurada buluyor gibiyiz: "Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur. Tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur..." Demek Mevla'yı aranmak lazım sinemada hep. Yoksa perdesinde dikkat çelen çok Leyla var.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...