30 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 14: Risale-i Nur'u Bektaşîce okumak...

İki şeyi karıştırıyoruz. Bediüzzaman'ın, Kastamonu Lahikası'nda talebelerine tavsiye ettiği, 'muarız taifenin ruesalarını çürütmeme' meselesi, ehl-i sünnet içi bir meseledir. Yani ehl-i sünnet (hasen) dairesinde hizmet eden gruplar (ahsenler) içinde olabilecek çatışmalar için Bediüzzaman onu söyler. Ve muhatap da ehl-i hak olduğundan dolayı, kanaat önderlerinin çürütülmesinin İslam'a zarar vereceğinin tesbiti ve tereddüdüdür bu tavsiye. Fakat bazı Nur talebesi kardeşlerin, hatta hocaların gönlü/meşrebi o kadar geniş ki, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnete münhasır söylediği bu hassasiyeti ehl-i bid'aya/modernistlere kadar genişletebiliyorlar. Siz ne zaman onlara eleştirel birşey söyleseniz/yazsanız size şöyle serzenişte bulunuyorlar: "Muarız taifenin ruesalarını çürütmemek lazım." Sanırım Risale metinlerinde Bektaşîlik böyle yapılıyor. Kim söylemiş, kime söylemiş bakılmadan, sadece sözden (hatta sözlerin yalnızca birinden) duruş belirleniyor.

"İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir."

Mektubun tamamına bakmadan, mezkûr cümlenin geçtiği paragrafı bile analiz etseniz, Bediüzzaman'ın bu cümleyi söylerken kastettiği kişilerin/taifelerin ehl-i hak ve ehl-i irşad olduğunu kabul ettiğini görürsünüz. (Nur talebeleri, mektupların yazılma sebebi olan kişiyi ve medar-ı niza olmuş meseleyi de bilirler.) Yani Bediüzzaman muhatablarının da kendisi gibi hak ve hakikat uğruna çalıştıklarını ve insanları irşad faaliyeti yürüttüklerini takdir etmektedir. Onları da kendisinden, kendisini de onlardan saymaktadır. Anlaşmazlığın, itikadî sapmalardan değil, daha farklı noktalardan kaynaklandığını, bu nedenle de böylesi ehl-i irşad ve ehl-i hak insanlara karşı onların mürşidlerini çürütür beyanlarda bulunulmaması gerektiğini söylemektedir. Zira dava aynı davadır. Hizmet aynı makama edilmektedir. Bediüzzaman'ın burada gösterdiği hassasiyet aslında İhlas Risalesi'nde altını çizdiği hassasiyettir. Fakat maalesef bizde İhlas Risalesi 'Nurcular içi bir metin' gibi algılandığı için çıkarılan sonuçlar da o daireye münhasır olur. Halbuki İhlas Risalesi, ehl-i sünnet içi meslek ve meşrebler arası ilişkiler üzerine yazılmış bir metindir:

"Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak."

Peki, modernist/ehl-i bid'a taifeye karşı duruşu nasıldır Bediüzzaman'ın? Bir kere daha en baştan söylenebilir ki; külliyat içinde ehl-i bid'aya karşı takınılan tutum, kesinlikle ehl-i sünnete karşı takınılan tutumla bir değildir. Bunu, değil Risale-i Nur'un tamamını tetkikten geçirmiş bir kişi; ilgili kelimeleri şöyle bir aratmış, önüne çıkan metinlere şöyle bir bakmış insanlar dahi bilirler. Elbette ehl-i bid'aya tutumu böylesine farklı olan Bediüzzaman'ın onların ruesalarına karşı tutumu da ehl-i sünnet ruesalarına karşı tutumuyla bir olmayacaktır. Nitekim yine Lem'alar içinde yeralan bir metin bu konuda bize ilginç şeyler söyler:

"Yani sizin değil, İmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın pederi varmış diye, dîvânecesine bir te'vil ile bir âyetten kendine güya şâhit gösteriyor... O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattáa ile bir hat icadına çalışıyordu. Hem pek çok hararetli çalışıyordu. O vakit anladım ki, o adam zındıkların tavrından hissetmiş ki, hurufat-ı İslâmiyenin kaldırılmasına teşebbüs edecekler. O adam gûya o sele karşı hizmet edeceğim diye çok beyhude çalışmış. Şimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zındıkların esasât-ı İslâmiyeye karşı müthiş hücumunu hissetmiş ki böyle mânâsız te'vilat ile bir musalâha yolunu açmak istediğini zannediyorum."

Uzunluğu nedeniyle hepsini alıntılayamadığım bu metinde Bediüzzaman ne yapmaktadır? 'Bedbaht bir doktor' dediği kişiyi, hem şahsına ve hem de modernist görüşlerinin arkasındaki niyete uzanan bir neşterle tahlil etmektedir. Yani bir nevi hem kişiyi, hem söylemini çürütmektedir. Mezkûr kişi, metinden anlaşıldığı kadarıyla, bu zamanın Kur'an müslümanlarına pek benzer bir tarzda, ayetler üzerinden (ehl-i sünnetin itikadına uymayan) bazı 'divanece tevillerle' hâkim seküler kültürle barışmaya çalışmaktadır. Niyeti, güya İslam'a hizmettir. Fakat aslında yaptığı İslam'ı tahriftir. Bunu Bediüzzaman ilgili metin boyunca vurgulu bir şekilde söyler: "O bîçâre adamın ne kadar şeriatın rûhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat nâmına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!" (Yine bu kişinin de kim olduğu Nurcularca malumdur.)

Alıntıladığım metinler üzerinden en nihayet sormak istediğimse şu: Yahu siz ne yapıyorsunuz? Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet reisleri/mürşidleri hakkında söylediği bir güzel temkini, ehl-i bid'aya kadar genişletip, külliyat genelinde ehl-i bid'aya karşı sergilediği duruşu ona boğdurmak mı istiyorsunuz? Yılların Risale-i Nur talebesi hocalar/abiler, benim Mustafa İslamoğlu'na, Emre Dorman'a (veya bir başkasına) yaptığım eleştiriler için bana böyle şeyler söyleyince, sitem edince, ihtar çekince, kafamı duvarlara vurasım geliyor. Aynı külliyatı okumuyor muyuz? O halde siz nasıl öyle, ben böyle anlıyorum? Nurculuğun ehl-i sünnet çizgisine uymayan hassasiyeti olur mu? Veya ehl-i bid'aya karşı hürmeti/saygısı olur mu? Onların rüeasalarını çürütmemek gibi, dolayısıyla yollarına da bir destek anlamına gelecek şeyler söyler mi Bediüzzaman? Kim böyle birşey olduğunu düşünüyorsa, çok uzağa gitmesin, kafasındaki ezberi ve kalbindeki temayülü kontrol etsin. Yanlış Risale-i Nur'da değil, oralarda bir yerdedir.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 13: Modernistler menkıbelerden neden hoşlanmaz?

Bazı şeyleri ancak tevafukla açıklayabiliyorum. Mesela; daha bugün, Muhammed Nur Ambarlı abi bir video paylaştı. Etiketli olduğum videoda Prof. Dr. Mehmet Okuyan, evvel dinlemişlerin alışık olduğu yüksek volume'lü üslûbuyla yine İslam'ı kurtarıyordu.[1] Ulu kurtarıcımızın bu seferki meselesi; sigara veya içki değil; evliya menkıbeleri, sahabe kıssaları, hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından sahneler gibi zararlı(!) şeylerdi. Anlatımı sırasında sık sık 'Masal bunlar...' demeyi ihmal etmeyen Okuyan; bu menkıbe, hatıra, kıssa türü şeyleri dinlerken duygulanan insanları ise 'salya sümük ağlayanlar' diyerek aşağılamayı ihmal etmiyordu.

Kaptan Spark gibi Vulkanlı olan Okuyan'ın (nüfusa yanlış olarak Trabzon diye geçmiştir) elbette en az Spark kadar, 'duygulanma' yetisine sahip insanları aşağılamaya hakkı vardı. Eğer yine bu tür hatıralardan yapacağımız alıntıların kendisini etkileyeceğini düşünseydik; Allah Resulünün, sahabe-i güzinin veya evliya-i mübarekinin böylesi şeyleri hasbihal ederek ağlaştığı sahneleri naklederdik. "Müslümanın da bir kalbi var hocam!" derdik. "Sizin gibi Vulkanlı değiller!" Fakat ilahiyatçı da olsa bir Vulkanlıyla konuştuğumuzu hatırlayarak olmayan hislerine ihtar çekmeyi doğru bulmuyoruz. (Acaba Kur'an'da bir insanî özellik olarak 'ağlamanın' geçtiğini hatırlatsak? Aman boşver. Adam duygulanmıyorsa, zorla mı yahu?)

Muhammed Nur Ambarlı abiyle bazen böyle atışıyoruz. Birbirimizi videolarda etiketliyoruz. Yazılar gönderiyoruz. Kitap sayfaları paylaşıyoruz. Kader... İki Nur talebesi, karşı saflarda. (Ben kendimi hâlâ böyle tarif ediyorum. Acaba Muhammed abi de hâlâ öyle tarif ediyor mu? Dayatmak istemem.) Fakat bu videonun paylaşım tarihi itibariyle şöyle bir anlamı var benim için. İşte 'tevafuk' diye de ben buna diyorum: Tam da modernist/ehl-i bid'a insanların neden menkıbelerle bu kadar takık olduğunu tefekkür ettiğim bir döneme denk geldi.

Malumunuzdur belki, Senai Demirci abi de 'kıssahanlar' diyerek epey eleştirmişti bu tür anlatı yapan (Nihat Hatipoğlu, Ömer Döngeloğlu gibi) isimleri. Başkaları da eleştirdiler... Hoş, anlatımdaki tasannu çoğu zaman bizim de damağımıza acı bir tat veriyordu. Biz de zaman zaman "Yanında mıydın be hocam!" diyerek sitem ediyorduk. Fakat oyun içinde oyun var. Niyet içinde niyet var. Bazen, aynı şeyleri söyleseniz de, aynı şeyleri kastetmiyor oluyorsunuz birileriyle. Karıştırıyor ve karıştırılıyorsunuz. Kaş yapayım derken başkalarının göz çıkarmasına yardım etmiş oluyorsunuz. Şunu farkettim geçtiğimiz süre zarfında da: İki tarafın yaptığı eleştirilerin ekseni tamamen farklı. Bir taraf komple böyle hatıraların naklinden rahatsız. Diğer taraf böyle güzide hatıraların yâdından rahatsız değil. Ancak ona tasannu karıştırılmasını ihlasa uygun bulmuyorlar.

Burada bir nefes alalım. Farklı birşey anlatacağım. Marvel (çizgiroman) karakterlerini bilirsiniz. Örümcek Adam, Kaptan Amerika, Flaş, Wolverine, Hulk, Kum Adam, Fantastik Dörtlü, X-Man vs... Hepsinin ortak özelliği şudur: Kendi halinde yaşamakta olan kahramanımız, bazen bilimsel bir mekanda, bazen de tesadüfler sarmalı içinde biyo-kimyasal etkiye maruz kalır. Bu maruz kalış sonucunda mutasyona uğrar ve üstün yetenekler kazanır. Üst-insana dönüşür. (Üst-insan ifadesi Niçe'den mülhem.) Bu konu hakkınca onlarca çizgifilm, film ve animasyon bulunduğu için (ve siz de çoğunu izlemiş olduğunuz için) kısa geçeceğim. Bütün bu yapımların bize söylediği şudur: "Tesadüfleri hor görme. Onlar canlıları çok daha üstün şeylere dönüştürebilirler!" Zaten bu tarz yapımlar içinde evrime sık yapılan atıflar, anlatılmak istenen şeyin sadece Peter Parker'ın hikayesi olmadığını düşündürürler bizlere. Alttan alta birşeye de inandırılmak isteniyoruzdur sanki: Tesadüflerin elinden harikaların sâdır olacağına...

Bunu neden vurguladım? Çünkü Allah'a imanımızla onu inkâr etmemiz arasında tam bu kadarcık mesafe var: Tesadüflerin elinden harikalar gerçekleşebileceğine inanmak ya da inanmamak, işte bütün mesele bu... Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisidir tesadüfün körlüğü... Kör olan, kontrolsüz olan, akılsız olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilmeyen sebeplerin elinden; görür olan, kontrollü olan, akıllı olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilen şeyler çıkar mı? Her türüyle, Allah'ı inkâr, biraz da buna çağırır bizi.

Ah şu tesadüflere birazcık inansak! Birazcık onların elinden de harikalar çıkabileceğine iman etsek! Herşey o kadar kolay olacaktır ki ateist için. Size meramını kolayca anlatacaktır. Fakat ateistin doğasıyla insan aklı/mantığı arasındaki ayar tutmamaktadır. Doğada, eğer sebeplere yaratıcılık verilecekse, işler düzensizden düzenliye doğru gitmeliyken; aklın kıstaslarına göre ancak düzenliden düzenliye doğru gidebilir. Yemeği yapan lezzetten anlıyor olmalıdır. Hayatı veren hayatı biliyor olmalıdır. Güzel kılan güzelliği takdir edebilir olmalıdır. Nizamı olan tesadüfî olamaz. Maruz kalan, aynı zamanda yaratan olamaz. Tabloyu yapan boyanın kendisi olamaz... Ancak ateist yine de umutludur. Sizi bir gün sebeplerin tesadüfen birşeyler başarabileceğine inandırabilirse yolu açılacaktır. Nitekim evrim teorisi dediğimiz şey de bu çabalarından birisidir. Marvel karakterleri de imkansızı mümkün göstermeye çalışan hayalî arkadaşlarımızdır.

"Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü'l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder."

Peki, ben, yazıyla doğrudan ilgili olmayan bu meseleden neden bahsettim? Bediüzzaman'ın bize Sözler boyunca (özellikle Küçük Sözler'in hikayeleri ve Haşir Risalesi boyunca) söylediği ikinci birşey de şudur: Varlık algısı bozuk olan bir insanda sağlam bir iman inşa edilemez. 'Nazarında pek fena bir memlekete düşen...'in iman etmesinin sağlanması için önce varlığın düşündüğü gibi olmadığı anlatılmalıdır. (Güzel düşünmeye başlaması için, önce, güzeli değil bakınız, 'güzel görmesi' lazımdır.) Göstermeyen tablo, öyle olmadığı hatırlatılarak, dağıtılmalıdır. "Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz." Bu nedenle Risale metinleri boyunca önce varlığın doğru/iyimser/hayırlı algılanışı bize aşılanır, sonra da bu varlık algısının gösterdiği Allah'a ve ahirete işaret edilir. Kainat kitabının, kafirin de ister istemez iman ettiği bir kitap olduğu düşünülürse; o kitaptan getirilecek delillerin gücü, işte bu doğru varlık algısının izah ve isbatıyla mümkündür.

Peki, bu noktada menkıbeler veya kıssalar bize ne söyler? Bence çok büyük sırlar saklıyorlar. Örneğin; modernizmin kıskacında ahsen-i takvim kıvamındaki insana imanını yitirmiş, onu hep esfel-i safilin konumunda görmüş olan bizlere, asl-ı insanı hatırlatan bir yönü yok mu menkıbe ve kıssaların? Umut vericiliği/özendiriciliği yok mu? Onları dinlediğimiz her vakitte "Adam diye ancak bunlara derler..." demiyor muyuz burnumuzun direği sızlayarak? Bu, bize olduğumuz şeyin ötesini, yani olmamız gereken şeyi (ahsen-i takvimi) hatırlatmıyor mu? Oraya doğru bir iştiyak ve heyecan uyandırmıyor mu? Yani Mehmet Okuyan'ın alay ettiği o 'salya sümük ağlamalar' aslında bizim aslımıza çektiğimiz özlemin yansımaları değil mi? Bu yönüyle kıssaların her metodik bilgiden öte aşıladığı bir hâl dersi yok mu? Bu ders eşsiz bir kıymette değil mi?

Mesela, Okuyan'ın, ancak atının ayağını bastığı toprak olabileceği İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri bakınız ne diyor: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Yine hadis ve fıkıh üstadı Süfyan b. Uyeyne de diyor ki: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner..." Hadi, böylesi nakillerden Vulkanlı Okuyan hoşlanmaz, bir ayeti hatırlatalım kendisine bari: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..."

Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli kitabında yeralan Kendimiz Olmak İçin başlıklı yazısında modernizme direnebilmenin bir yolunun 'salihleri anmak' olduğunu söylüyor. Neden? Çünkü salihleri andığınız, hatıralarını konuştuğunuz zaman bu çağın dayatmalarına mecbur olmadığınızı görüyorsunuz. Hassaten insanın ve tanımının, modern zamanların fasık ve güvenilmez insanından ibaret olmadığını ders alıyorsunuz. Kendinize ve dünyaya dair ümitleniyorsunuz.

Naklî bilgiyle araları pek hoş olmayan Okuyan gibi modernist sapkınların kıssalardan hoşlanmamaları anlaşılır birşey. Zira hadis-i nebeviyece nesillerin hayırlıları olarak tarif edilen sahabeye, tabiine, tebe-i tabiine güveni kırmazsanız; onların eliyle gelen hadis ve sünnete de güveni kıramazsınız. Onların dürüstlüğüne, asilliğine, şerefine halel getiremezseniz; bunun üzerine bir hadis inkârı bina edemezsiniz. Üzerine Kur'an müslümanlığı diyerek istediğiniz martavalı okuyamazsınız. Yarın bir gün hadisleri taşıyan eller hakkında, ulema-i İslam hakkında iftirada bulunduğunuzda cemaaten size; "Kapısında hırlayan köpek olamayacağın adamlar hakkında ne diyorsun sen?" diyenler olur. Elbette Okuyanlar, İslamoğulları, Dormanlar, Taslamanlar böyle şeylerden rahatsız olurlar. Modern insan algısını 'geçerli tek insan algısı' olarak aşılayamazlarsa, naklî bilgiye karşı güvensizliği nasıl aşılayacaklardır?

"Dördüncü sual: Sahâbelere karşı iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsâvat dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. (...) Diğer kısım ise, gayet müthiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidîn-i izâma müsâvat dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, Sahâbeye karşı müsâvat dâvâsı altında icra etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet, sefâhete girmiş, sefâhete tiryaki olmuş. Sefâhete mâni olan tekâlif-i şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: 'Şu mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?'"

Bunu test etmem mümkün değil ama, bu modernistlerin kem söyleminden etkilenmeyişimin bir sebebinin de küçüklüğümden beri evliya menkıbelerine meraklı oluşumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani faziletlerini bildiğimden ve onlara iman ettiğimden dolayı iddia-i rüçhan etmiyorum. (Acaba herkeste böyle midir?) Allah onlardan ve onların nurlu hatıralarını nakledenlerden razı olsun. (Ey Nurcu kardeş, sen ayrıca bir bak, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin bir güzelliği daha yüzüne gülümsedi mi?)



[1] Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?t=466&v=W1vSMq-XXWY

24 Temmuz 2015 Cuma

Emre Dorman nereye koşuyor 12: Objektif olayım derken karşı tarafa geçmek...

"Bâtıla çokça nazar etmek, kalpte hak marifetini söndürür." İbrahim b. Edhem (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeylere çokça kulak vermek, kalpteki taat lezzetini söndürür." Abdullah b. Hubeyk (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir." Bediüzzaman Said Nursî, Hakikat Çekirdekleri'nden.

Bazıları da Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi modernistlerin ateistlere verdikleri fen/felsefe karıştırmış cevaplarına; termodinamikten Newton yasalarına, oradan ver elini kuantuma atlayan argümanlarına hasta oluyorlar. Fakat şunu unutuyorlar: Cevap vermek empati işidir... İster istemez, cevap veren, kendisini 'soranın' yerine koyar. En azından soruya cevap aradığı/bulduğu ve bu cevabı ilettiği süre boyunca bir empati yaşamak zorundadır. Sadece şüpheyi irdelerken lazım olmaz bu ona. O şüpheye dair bulduğu argümanları düzenlerken de empatiye ihtiyaç duyar. Kendisini muhatabın yerine koyarak, onun anlayabileceği şekilde ve kabul edebileceği delillerle izah edebilmek de cevap verenin sorumluluğundadır. Bu açıdan, cevap vermek, insanın kendilik kalesini terkettiği bir zaman dilimidir denilebilir. Yani her cevap veriş, biraz 'öteki olmaktır' bir yönüyle. Sadece dilce değil, bakış açısıyla ve metotça da bir başkalaşma.

Mesela; çocuğa verdiğiniz cevapla, büyüğe verdiğiniz cevap aynı olmaz. Yine dinî bir konuda müslümana verdiğiniz cevapla hristiyana veya ateiste verdiğiniz cevap da aynı argümanları içermez. (Birisinde ortak bir kitap olarak kainattan örnek vermeye mecburken, diğerinde kainat ve bir kısım kutsalları, ötekinde ise artı olarak İslamî kaynakları kullanabilirsiniz.) Çünkü; "İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır." Muhatabınızın anlayacağı ortak kavramlar/delilleri yakalamaya çalışırsınız mümkün mertebe. Bu da sizi kendinizi terketmeye zorlar. Bu terkediş şöyle izah edilebilir: Normalde o soruya dair sizde farklı argümanlarla birçok izah vardır. O izahlara bağlı bir yakîn vardır. Birisi zayıfsa ötekisi kuvvetlidir ve zayıflar kuvvetli olandan (veya yekûnun cesametinden) kuvvet alır vs... Her izahın da kendine özgü bir delili vardır. O delillerin tamamının sizde geçerliliği vardır. Ancak muhatabın o delillerden hepsine yakınlığı yoktur. Bu yüzden kabul edebileceği delillerle idare eder, gerisini geride bırakırsınız. Unutmaz veya inkar etmezsiniz, sadece 'şimdilik' kendinize saklarsınız.

"Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz'iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır. Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları gayet lâtif ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın."

Bu tıpkı yabancı bir dilde konuşurken kendi dilinizdeki kavramları ve kelimeleri terketmek zorunda kalmanız gibidir. Cenab-ı Hak da kullarıyla muhatap olurken, değil muhtaç olduğundan, fazlından dolayı tenezzül etmiştir. Yani bizim seviyemize inmiştir. Kendisine ve marifetine dair argümanları insanların anlayabileceği/görebileceği örneklerden seçmiştir. Bu, o örneklerin basitliğine değil, bizim zihnimizin ve fehmimizin basitliğine işaret eder. Harflerin 'bize göre' basit olması, mesajın basitliği anlamına gelmez. Yoksa o örnekler de büyük hakikatlerin uçlarıdır ve insanlığın fehmi arttıkça bize söyleyecekleri daha birçok şey vardır. Bediüzzaman'ın zamanın ihtiyarlamasıyla Kur'an'ın gençleşmesi arasında kurduğu doğru orantı, murad-ı ilahîyi anlamak noktasında değil; murad-ı ilahînin üzerinden bize ulaştığı kelamın yüceliğini/derinliğini daha iyi anlamak noktasındadır. Yoksa murad-ı ilahînin ne olduğunu sahabe, tabiin, tebe-i tabiin olmak üzere bütün selef-i salihîn açıklıkla anlamışlardır. Ve bu idrakin pâk mirası nesilden nesile ümmet içinde taşınmıştır.

Soru ve empati arasındaki ilişkiye geri dönelim. Diyelim ki: Siz bir kimyager veya fizikçisiniz. Sizin kendi ilim dalınızda bir delil yönteminiz var ve ismi deney. Yani siz "Kimyada şu oluyor..." veya "Fizikte şu var..." derken bunu sahada uygulamayla da gösterebiliyorsunuz. Fakat karşınızda bir matematikçi olduğunu düşünün. Onun da kendisine göre bir delil yöntemi var. Onun için iki kere ikinin dört olması deneysel değil, işlemsel/formülsel birşey. Denklemle sınıyor herşeyi. Ve kimyanın/fiziğin ispat metotlarını anlayamıyor. (Edebiyat gibi, müzik gibi, resim gibi sanatları daha katmadık bile.) Yahut da diyelim ki: Bu matematikçi sizden çok uzak bir şehirde yaşıyor. Ona, deney sonucu ulaştığınız bilgiyi ileteceksiniz. Bunu nasıl yaparsınız? Onun anlayacağı bir dile, yani formüllere dökerek değil mi?

İşte 'filanca atomla filanca atomdan oluşma bir karışım, şu ısıya kadar ısıtılınca ve şu kadar zaman geçince böyle olmaktadır...'ı çeşitli formüllerle yazar ve gönderirsiniz. Ki zaten genelde kitabî bilgi böyle şeylerle taşınır. Bugün bizim okullarımızda da fizik ve kimya deneyden ziyade formüldür. Yerçekimi, kaldırma kuvveti veya moment bizim için sınavda çıkacak formüllü sorulardan ibarettir. Hiçbirimiz makaralarla ilgili bir soruya makara sistemi kurarak cevap vermeyiz. Fakat gün gelip mühendis olursak veya öğrendiğimiz o formülün pratiğinin gerektiği bir işte çalışırsak, artık diğer isbat yoluna dönmüş oluruz. Ve bakarız: Hakikaten öyle mi oluyor? Hakikaten o yoğunlukta bir sıvı, bu kadar kütlede birşeyi, o kadar mı kaldırıyor? Yer bu kadar mı çekiyor?

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlûp olur ki, bîtarafâne muhakeme denilen munsıfâne münazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez. Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir."

Ben; Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi, Abdulaziz Bayındır gibi, Yaşar Nuri Öztürk gibi modernistlerin sorunlarından birisinin de bu olduğunu düşünüyorum. Sapıttıkları noktanın böylesi bir empatiyi 'objektiflik/tarafsızlık' kisvesinde içselleştirme olduğu kanaatindeyim. Hatta bundan yüzyıllar önce, İslam coğrafyasının felsefeyle en çok haşir neşir olduğu zamanlarda ortaya çıkan Mutezile'nin de böylesi bir etkilenmişlikte olduğu düşüncesindeyim. Mutezile, her ne kadar murad-ı ilahîyi aramaktaki samimiyetiyle bugünün modernistlerine beş bassa da, etkilenmişlik noktasında benzerlikleri vardır. Örneğin; bu mezhebin önderlerinden birçoğunun, başka din mensuplarıyla yaptıkları münazaralarla binlerce kişinin İslamiyete girmesine vesile oldukları anlatılır. Ancak Mihne Olayı diye bilinen Kur'an'ın mahlukiyeti tartışmaları da bu cedelciliğin bir sonucudur. (Ki Ahmed b. Hanbel Hazretleri gibi daha niceleri bu sürecin mağdurudur.) Âl-i İmran sûresinde geçen ve Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın kelimesi olarak zikreden ifadeden hareketle hristiyanların sorduğu: "Siz Allah'ın kelamına ezelî diyorsunuz. Sizin kelamınızda İsa da Allah'ın kelimesi olarak geçiyor. Eğer Allah'ın kelimesiyse, İsa da ezelîdir. Dolayısıyla mahluk değildir. O da bir ilahtır!" tarzı bir soruya ehl-i sünnetin çizgisinde yaklaşmamış, kelam-ı ilahîye de (yani Kur'an'a da) 'mahluktur' diyebilme cüreti göstermiştir. Bu sapmanın ardından yaşanılanlar ise tarih kitaplarında kayıtlıdır.

İşte modernistlerin de yaşadığı bir açıdan buna benzer bir durumdur. Yani soruya cevap bulayım derken hakikatten olma... Kendi dinî miraslarının sahip olduğu delil türleri ve özellikle naklî deliller; seküler ilim erbabı ve seküler modern dünya karşısında 'geçerli' görünmeyince, delillerini savunup (veya Kâfirûn sûresinde buyrulduğu gibi; 'sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyerek) kendileri kalmak yerine, delili inkâr edip objektiflik adına karşı tarafa geçmeyi kabul etmişlerdir. (Yani objektifliği karşı tarafın ilkelerini de kabul etmek olarak anlamışlardır.) Bediüzzaman özeleştirel bir metninde bu tehlikeye de dikkat çeker:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

Nitekim yine bu zümrenin hadisler hakkında duyduğu şüpheler, hadis ilminin kıstasları konusunda usûl yönüyle buldukları hatalardan değil (zaten ne yerine koyabilecekleri ne yeni bir usûlleri ne de bu konuda tefekkürleri vardır) bilakis naklî bilginin nasıl bir delil oluşturabileceğini anlayamayışlarındandır. Yine bir naklî delil olan Kur'an-ı Hakîm'i reddetmeyişleri ise onu bükebilme konusunda daha rahat tavır takınabilmelerindedir. Yani aslında Kur'an onlar için dediği sorgulanmayacak bir vahiy değil, üzerine konuşulabilecek bir akıl yürütme aygıtıdır. İstenirse kırk kere fikir değiştirilir aynı metin üzerinde. (Nitekim Ebubekir Sifil Hoca, böyle fikir değiştirmelere Yaşar Nuri Öztürk örneği üzerinden Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler kitabında dikkat çeker.) Diğer din müntesiplerinin günümüzde kendi dinî metinlerine gösterdikleri saygıdan fazlasını göstermezler ona... Ama diğer dinlerde 'hadis' diye birşeyin olmayışı, hadisi koyacak yer bulmakta zorlanmalarına neden olmaktadır.

Sorulara karşı dikkatli olunmalıdır. Sorulara 'tarafsız' muamelesi yapılmamalıdır. Çünkü muhatabınız sizden cevap beklerken aslında sizi yönetiyor/yönlendiriyor olabilir. Her soruya, soruyu sorgulamadan cevap vermenin veya objektiflik adına 'bitarafane muhakemenin' bazen 'taraf-ı muhalifi iltizam' olabileceğine dair Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri ne kadar da anlamlıdır:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Yine bu sadetten, bir moderniste (Mustafa Öztürk) cevaben kaleme aldığı Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı (Rıhle Kitap) isimli eserinde merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca şunları söyler:

"Bir mümin, akademisyen de olsa, Allah, Allah'ın sıfatları ve cümleden olarak Allah'ın kelamı konularında objektif olamaz. Objektif olma iddiası taşırsa mümin olamaz. Çünkü bu konular 'iman' ile alakalıdır ve imanla alakalı her konunun işte böyle bir karakteri vardır. Yani teslimiyet, hem de tam bir teslimiyet gerektirir. Eleştirel düşünce, ancak teslimiyet sınırlarının dışındaki alanlar için geçerlidir."

Yani dostlar, bence esas sorun hadis ilminde falan değil, bu arkadaşların Batı medeniyeti karşısında hissettikleri eziklikle aşağıdan bir savunma yapmalarında. Rüştlerini ispat etmek için çok kasılmalarında. Kâfirûn sûresinin musırrane emrettiği gibi; 'Sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyememelerinde. Kendilerini muhatabı iknaya mecbur bilmelerinde. Bu aşağıdan savunma sırasında onların anlayacağı argümanları bulup kullanmaya çalışırken, durduğu yeri şaşırıp, onlar gibi olmalarında. Herşeye onlar gibi bakmaya başlamalarında... Bu insanların aynı zamanda menkıbe türü dinî kıssalar/hikayeler konusunda takıntılı olmaları tesadüf değil. Bunlar, modern zaman insanlarından daha üst/güvenilir insanların tarihin bir yerinde varolduğuna inanamıyorlar. Bunu kabullenmek seküler kıstaslara göre mümkün görünmüyor. Yalan sözden kaçınmak noktasında sahabe, tabiin, tebe-i tabiin kadar hassaslaşmış; 'bineğini, elinde yem varmış gibi kandırıyor' diye o kişiden hadis almaktan vazgeçen böylesi insanlar onlar için Marvel karakterlerinden bile daha inanılmaz duruyor. Teslimiyetlerini yitiriyorlar böylece... Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar."

23 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 11: Kardeşliğe asıl zarar veren kim?

Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Mustafa Öztürk gibi isimleri eleştirdiğiniz zaman en sık aldığınız tepki türlerinden birisi de 'iyi niyetli' olduklarına şu an dahi inandığım mümin/mümine kardeşlerden gelen ve o insanların Kur'an'a yaptıkları hizmetleri hatırlatan 'Aklını başına al!' tavsiyeleridir. Tepkiyi koyanın biraz daha vakti varsa, meseleyi Kur'an'a hizmet düzleminde bırakmaz, ta ittihad-ı İslam'a kadar götürür. Yani İslam kardeşliği denilen şey, benim yaptığım şekilde, sürekli hocaları tenkid eden yazılar yazmakla nasıl sağlanır? Cemaatsiznurcu, böylesi yazılar yazmakla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiğini, fitneye sebep olduğunu, ortalığı karıştırdığını, din adamlarını gözden düşürdüğünü farketmemekte midir? Yoksa bilerek mi yapmaktadır? Bu kadar hain bir çocuk mudur?

Bu tarz tepkileri, inanın bana, sık alıyorum. Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazı serisinde de gelmişlerdi, İslamoğlu'nu eleştirdiğim yazı serisinde de geliyorlardı, şimdi de (yani Emre Dorman üzerinden hadis inkârını eleştirirken de) geliyorlar. Bir tanesi demişti ki mesela: "Bu kavgayı sürdürmenin İslam'a ne faydası var? Siz böyle şeyler yazdıkça kavga unutulmuyor. Kardeşlik yara alıyor. Öfkeyi diri tutuyorsunuz." Zâhiren ne kadar da naif bir itiraz bu değil mi? Hatta haklı gibi de... Ben de cevaben; İslamoğlu'nun, yazılarıma konu olan (ve bence uhuvvet-i İslamiye'ye benden çok daha fazla zarar veren) hatalarından/ifadelerinden tevbe etmesi şartıyla seriye devam etmeyeceğimi bildirmiştim. Tabii böyle birşey mümkün olmadı. Hatta muhatabım 'hata' ifadesinden çok alındı.

Zaten bu zümrenin en kolay teşhis edilme yöntemlerinden birisi de, eleştirdikleri müslümanları/ekolleri sık sık; "Mürşidinizi peygamber gibi görüyorsunuz!" diye itham ettikleri halde, dönüp onlara geldiğinizde kendi mürşidlerinin eteklerine küçücük bir çamur bile dokundurmamalarıdır. İnanın, bunların müridleri, yani Taslamancılar, Dormancılar, İslamoğlucular veya diğerleri; kanaat önderlerine kusursuzluk atfetmede hepimizi geride bırakırlar. Siz, sizin mürşidinize yapılan eleştirilere metinlerden hareketle cevap yazarsınız, bunlar sizi iki dakika içinde tekfir bile ederler. Nitekim, ben İslamoğlu'nun facebook sayfasında yazdığım bir eleştiriye doğrudan 'müşrik' ifadesiyle başlayan bir yanıt almıştım.

Peki, kim daha fazla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiyordur? Bu soruyla daha ciddi yüzleşelim. Şimdiye kadar yaşanan dinin 'uydurma' olduğunu söylemekle, o din ile amel eden mümin/mümine milyarları 'sapkınlık' suçlamasına tâbi tutan Kur'an müslümanları mı, yoksa "Sözünüz hatadır!" diyen biz mi? Nedense böylesi meselelerde suç hep 'gelenekçi müslümanların' üzerine kalıyor. Yani mesela; Ali Bardakoğlu gibi birisi çıkıyor, "Dindarlığı şartlarımıza göre sorgulayıp düzenleyebiliriz!" diyor. Veya Emre Dorman diye birisi çıkıyor, "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" diye racon kesiyor. Yahut İslamoğlu gibi bir başkası ortaya atılarak, mevcut İslam'ı 'uydurulmuş din' diye tezyif ediyor. Veyahut Caner Taslaman gibi bir başka seküler din âlimimiz(!) "Gelenekçilikten kurtulmak lazım!" gibilerinden aforizmik laflar ediyor... Ancak bütün bunları sinenize çekmeyip cevap sadedinde birşeyler söylediğinizde; yalnız siz, evet siz, İslam'ın uhuvvetine zarar vermiş oluyorsunuz.

Neden? Çünkü o insanlar Kur'an'a hizmet ediyorlar. Fakat peki ya onlardan öncekiler? (Öyle ya, zaman ve din Emre Dorman'la başlamadı.) Cümle sahabe, tabiin, tebe-i tabiin, asfiya, evliya, hukema, muhakkik, ulema... Onların savunulmaya hakkı yok mu? Onları sevenlerin tek hakkı suskun ezikler olup hatalarını kabul etmek mi? Tek ayak üstünde durup dudaklarını büzmek mi bu zamanın müslümanlarına düşen vazife? Bu ilahiyat Zeuslarının, Areslerinin, Heralarının huzurunda ellerimiz önümüze bağlı suspus mu durmalıyız? İtiraza mecal yok mu? Başka bir hürriyet tarifi yok mudur Kur'an müslümanlarının kendileri gibi düşünmeyenlere dair? Efendim, ben çok araştırdım, olmadığına kanaat getirdim. Bu insanlara 'katılmak' dışında yapacağız her iş, biraz daha 'uydurulmuş din'e mensup olmak, biraz daha şirke düşmek, biraz daha ehl-i sünnetçilik yapmak (Senai Demirci abi öyle mi diyordu), biraz daha taassuba takılmak... Sözde fikir özgürlüğüne âşık bu zümrenin kendisine yapılacak eleştiriye dayanabilirliği yok. Tahammülü hiç yok. Öfke veya alaycılıktan başka güçleri de yok. Cevapları hep bu sadetten oluyor.

Bu meseleyi iki açıdan ele almak istiyorum: Birincisi; bu insanların, uhuvvet-i İslamiyeyi zamandan kopuk ele almaları. İkincisi; bu insanların, ortaya çıkardıkları 'kafama göre din' anlayışıyla kardeşliği asıl bombalayan oldukları... Birincisinden başlayalım. Ehl-i sünnet çizgisini müdafaaa edenlerin (ki bu müdafaalar sapkın fırkalara karşı İslam tarihi boyunca hep oldu) bugünün müslümanları arasında uhuvvete zarar verdikleri itirazı, öncelikle geçmişe 'yok olmuş' muamelesi yapmakla istikametini kaybediyor. Hayatı siyasetten ve seküler çizgiden okumaya müptela olan bu kesimin, dini ve dindarları da bugünden/andan ibaret görmesi şaşırtıcı değil. (Nazarları seküler etkilenmişlik içinde.) Yani yaptıkları haksız saldırılarla suçladıkları bütün bir İslamî mirası ve bu mirasın taşıyıcısı olan ümmetin medar-ı iftiharı isimleri ve o isimlerin izinden giden ümmetin ta kendisini 'sapkınlıkla' itham ettiklerinin farkında değiller(miş gibi yapıyorlar).

Biraz daha açalım: Mesela ben Emre Dorman'ın "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" saçmalığını kabul edersem (ki hadisin vahye değil 'peygamber sözüne' denildiğini de biliyoruz) şimdiye kadar yaşayan bütün müslümanları, o hadislerle amel edip/yaşamakla sapkınlığa düşmüş sayıyor olmayacak mıyım? Veya İslamoğlu'nun sözlerini sükûtumla tasdik ederek, bugüne kadar yaşanmış İslam'ı 'uydurulmuş din' sayarsam, zamana yayılmış müminlerin kardeşliğine zarar vermiş olmayacak mıyım? Yahut Caner Taslaman'a uyup 'gelenekçilik yapmayı bırakmak' yoluna girersem; bu, dolaylı yoldan, gelenek dediği İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarının yanlışlığına bir ima olmaz mı? Bu abiler, bu tarz büyük kelamlar etmenin dolaylı veya doğrudan İslam'ı ve müslümanları suçlamak anlamına geldiğini düşünmüyorlar. Veya kurnazlar, ki ben buna inanıyorum, yaptıkları imaların tepki çekmemesini müslümanların saflığa varan hüsnüzannından umuyorlar. Eleştirenlerin başına da 'kardeşliği' sopa gibi kaldırıyorlar. Halbuki sormak lazım: Aga, kardeşlik yalnız bu anda mı yaşanıyor İslam'ın itikadına göre? Bediüzzaman'ın ifadesiyle mazinin 'nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu' düşünmüyor mu zevat? Cennette yine buluşacağımıza inanmıyorlar mı?

İkinci eleştirim ise gittikleri yolun vereceği meyveye dair. Bu insanlar, sünnetin zırhını yıkarak Kur'an'ı manevî tahrife uğratmayı ittihada vesile sayıyorlar. Hatta mezhepleri, tarikatleri, ekolleri, usûlleri dahi ağızlarının kenarıyla İslam'daki ittihadın/birliğin candüşmanları gibi resmediyorlar. Siyasetteki kara tabloyu bu mirasa yüklüyorlar. Halbuki hem sünnetin, hem mezheplerin, hem tarikatlerin amacı dağıtmak veya dağılmak değil birliktir. Yani müminlerin amellerinde, marifetlerinde, Kur'an'ı yorumlamalarında bir birliğe/tevhide ulaşmalarını sağlamaktır. Asıl yıkım ise bu tarz birleştiricileri yıktığınız zaman yaşanır.

İslamoğlu'na göre bir Kur'an/din, Taslaman'a göre bir Kur'an/din, Dorman'a göre bir Kur'an/din, Öztürk'e göre bir Kur'an/din, Bayındır'a göre bir Kur'an/din... Hadisin, icmaın veya kıyasın (yani tastamam geleneğin) bağlayıcılığı olmadan, Kur'an metinleriyle bir seküler mürekkep yalamışın hevası karşı karşıya kalırsa sonuç ne olur? Ben söyleyeyim: İnsan sayısınca din olur. Allah'ın kullarını bir itikada, bir marifete, bir nizama, ittihada çağırmak için gönderdiği Kur'an; bilakis amacının aksine hizmet etmeye başlar. İnsan sayısınca Kur'an yorumu ve o yorumlardan elde edilmiş sürüsüne bereket din anlayışıyla gayrı uhuvvet-i İslamiyeyi sağla sağlayabilirsen. Bugün İslam coğrafyasında en çok şiddet üreten kesimlerin mezhepsizliği/tarikatsizliği savunanlar içinden çıktığını görmek bizi ikna etmeye yeter/yetmeli... Bediüzzaman'ın da, sünnetin önemine vurgu yaptığı metinlerde, 'çok yollar arasında kalıncak bir şaşkınlığa' dikkat çekmesi ehemmiyetli değil mi?

"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır. Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur..." İşte biz modern zamanın Firavunlarına karşı, onların müminleri 'şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye' haline getirmelerine karşı direniyoruz. Çünkü bu işin meyvesi, şu an farkedilmese de, pek acı olacak... Yorumda sünnetin nurlu ittihadını yitirenler, bugün kolaylıkla ehl-i sünneti tekfire gidebiliyorsa, yarın kafanızı kesmekten de teberri etmezler.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 10: Bir Temel fıkrası olarak Kur'an müslümanlığı...

Bir önceki yazıda bıraktığımız noktadan konuşmaya devam edelim: Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da kullandığı, sosyalmedyada da sıklıkla alıntılanan bir cümlesi var: "Hırs, sebeb-i hasarettir." Fakat bu cümle, alıntılandığı çoğu yerde, eksik alıntılanıyor. Cümlenin tamamı şöyle: "Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir." Gördüğünüz gibi cümlenin başındaki tahsis, hırsın 'müminler için' sebeb-i hasaret ve sefalet olacağını belirtiyor özellikle. Mezkûr eserin konusunun da 'medeniyetler mukayesesi' olduğu hatırlanırsa, bu tahsisin özel bir hikmet taşıdığı sezilir. İsterseniz bahse girerken metnin tamamını okumuş olalım: "Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir."

Görüldüğü gibi, üzerinde durduğumuz ifadenin öncesi de onun 'müminler' vurgusuyla söylendiğinin delili. Peki, hırs sadece müminlere mi felaket getirir? Elbette hayır. Hırs, mümin-münafık-kafir farketmeden, her insana bir felaket getirir. Fakat bu felaketi anlayabilecek/farkedebilecek olan sadece mümindir. Uyarı hassaten onadır. Yani anlayabilecek olanadır. Felaketi 'felaket' diye bilenedir. Diğerleri için bu kaybediş (kendi körlüğü açısından) bir kazanış da sayılabilir. (Dünyayı kafirin cenneti, müminin zindanı olarak tarif eden hadisi hatırlayalım.)

Hayatı sadece dünyadan ibaret gören, ötede hesap/beka olduğuna inanmayan ehl-i küfür için, hırs kazandıran birşey olarak da tezahür edebilir. Nitekim 17. Lem'a'nın bizi daha selim bir kalp ve akılla tefekkürüne davet ettiği mim'siz medeniyet de tam bu şekilde ortaya çıkmış ve 'kazanan' gibi görünmüştür. Hem de öyle bir şiddette böyle görünmüştür ki, başka medeniyet mensupları, mesela müslümanlar dahi duruşlarından şüphe duymaya başlamışlar ve 'gerilediklerini' sanmışlardır. Geride kalmamak için hırslandıkça da daha beter batmaya(!) devam etmişlerdir. Bu açıdan Bediüzzaman'ın 'müminde hırs sebeb-i hasarettir' demesi bizim için aynı zamanda bir tarih, bir sosyoloji, hatta bir ahirzaman okuması da sayılabilir. (Deccal'in cennet sûretindeki cehennem ve cehennem sûretindeki cenneti hatırlanırsa.) Hatta Asr sûresinde üzerine yemin edilen ve insanların hasarette olacağı söylenen asrın mahiyeti de bu hırsa bakıyor olabilir. Çünkü devamındaki tavsiyeler sanki hırslı bir çağa edilmiş nasihatlerdir: "Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna..."

Peki, hırs neden mümin için sebeb-i hasaret ve sefalettir? Bunu size anlatabilmem için 'Osmanlı Geriledi mi?' kitabında geçen bir örnekten yararlanmalıyım. (Kitap makaleler derlemesiydi. Maalesef örneğini nakledeceğim makalenin yazarını anımsayamıyorum.) Bir Temel fıkrası kurguladığımızı düşünün. Komik olmayacak. Amacı, hakikatin ucunu göstermek: Temel bir trafik polisi ve bindiği motosiklet en fazla 250 km hız yapıyor. Ve 200 km'den 400 km'ye bir anda geçebilen bir spor arabaya rastlıyor polisimiz. (Fıkra bu ya.) Temel bu aracın 200 km hızla seyrettiğini farkediyor, süratini yasal sınırların üstünde buluyor ve motoruyla ona yaklaşıyor. Aynı hızda yanyana gidiyorlar bir süre. Temel arabayı durdurmasını işaret ediyor. Fakat spor arabanın şoförü, duracak yerde, herhalde ceza ödemek istemediğinden, arabasının gazını kökleyerek bir anda 200'den 400'e çıkarıyor hızını. Ok gibi fırlayıp uzaklaşıyor... Ertesi gün gazetelerde Temel'in bir kaza geçirdiği haberini görüyoruz. İlk ifadesinde şöyle söylüyor polisimiz: "Motor istop ettu sandum. İnup bi bakayum oğa dedum."

Gerçi izah edilen fıkraların tadı kalmaz, fakat hakikatine dokunabilelim diye altyazı geçeceğim. Temel'e motorunun durduğunu düşündüren neydi? Gözünün takılı olduğu spor araba... O kadar arabaya konsantre olmuştu ki, o hızını 200'den 400'e çıkarınca Temel çevresine bakıp kendi hızının hâlâ 200 olduğunu anlamak yerine, "Galiba motor durdu!" yorumunu yapmayı seçti. Ve inip motora baktı. 200 km hızla giderken motordan inmek de kolay olmasa gerek. (Bu fıkranın hastane ile ilgili olan kısmını açıklıyor.) 17. Lem'a'nın notaları bence tastamam işte bu Temel psikolojisi içindeki ümmet-i Muhammedi ikaz niteliği taşıyor. Ve diğer bir açıdan günümüz modernist/ehl-i bid'a fırkalarının nasıl bir psikolojiden beslendiğini de ortaya koyuyor. "Ya bizim motor bozulduysa?"

Örneği veren müellif, makalesinin ilerleyen kısımlarında, Osmanlı'da 'gerileme dönemi' diye tarif ettiğimiz şeyin böylesi bir psikolojiden beslendiğini izah ediyordu. Yani Osmanlı aslında gerilemiyor, aksine gelişiyordu. Ancak bu gelişimin hızı kendi hızındaydı. Fakat birden Avrupa, fıkradaki spor araba gibi, seküler bir sıçrama yaşadı. Sanayi inkılabı, teknoloji, sömürgeleştirme, yeni ticaret yolları vs... Bir noktadan sonra da Osmanlı bu hız artışını tıpkı Temel'in yaptığı gibi motorun durduğu kanaatiyle okumaya başladı. Sürekli Avrupa üzerinden kendi durumunu değerlendirdiği için 200 km de olsa bir hıza sahip olduğunu göremedi. Durduğu yerden emin olamadı. İnip motora bakmaya karar verdi. Ve felaket...

Bugün dahi hâlâ motoruna bakmaya çalışıyor İslam ümmeti. Hatta Kur'an müslümanlığı tayfasının bile yaptığı bu. Sanıyor ki; sorun İslam'da, İslam'ın motorlarında bir bozukluk var. Öyle olmasa bu hale gelinmezdi. Fakat dünya hayatının bir imtihan olduğunu ve Allah'ın, Bedir ve Uhud örneğinde olduğu gibi, günleri çevirdiğini anlayamıyor. Belki bu günleri çevirişteki hikmet de şu: Hep kazandırırken müslüman kalmak kolay. Seküler anlamda kaybettiriyor gibi görünürken de bu safta kalmaya devam edecek misiniz? Yoksa Medine münafıkları gibi hemen duruşunuzu bozacak mısınız? Âl-i İmran'ın 140. ayetini hatırlayalım hemen: "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez."

Çok dikkatimi çeken bir tekrardır: Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım münakaşaların çoğunda mevzu, dönüp dolaşıp siyasi bir âlem-i İslam okumasına dayanıyor. Ve muhatabım genelde şuna benzer birşeyler söylüyor: "Eğer İslam şimdiye kadar doğru yaşanıyor olsaydı âlem-i İslam bu halde olur muydu? Bizim bugün ümmet-i Muhammediye olarak çektiklerimiz de bir delildir ki, İslam 'atalar dinine' döndürülmüş, tahrif edilmiştir. Kur'an'dan uzaklaşılmıştır. Eğer uzaklaşılmasaydı, müslümanlar zillet çekiyor olmazlardı." Böylesi büyük bir 'bozulma' iddiasının müşahhas bir delilden değil de nazarî bir siyaset okumasından beslenmesi tuhaflığını bir kenara koyarsak; bu insanlara "Biz doğru yoldan saptık!" diye düşündüren şey nedir? Ümmet-i Muhammedin bugün düştüğü durum ve çektiği çileler... Doğru mudur bu söyledikleri? Evet, siyasete bakarsak, öyle. Peki, sırr-ı imtihan siyasi başarıdan mı ibarettir? Veya iman, siyasi başarıyı da garanti eder mi tek başına?

Kur'an'a ve sünnete baktığımızda müminin imtihandaki başarısının hiç de böylesi bir zemine bağlı olmadığını görüyoruz. Bilakis; alıntıladığımız ayet-i kerime gibi pekçok ayet-i kerime ve hadis, sırr-ı imtihanın muvaffakiyetten ziyade takvaya, yani 'doğru yolda korunmuş bir duruşa' baktığını söylüyor. Nitekim İslam'ın karşılaştığı ilk mağlubiyet olan Uhud'da da müminler, modernistler gibi bir itikadî bir sorgulamaya veya o güne kadar yaşanmış İslam'a yönelik bir eleştiriye gitmiyorlar. Belki yerinden ayrılan okçu efendilerimiz nedeniyle bugün bir hatadan (yine imtihan sırrını unutmadan) bahsedebiliyoruz. Fakat asla şunu söylemiyoruz: "Eğer müminler yanlış yolda olmasalardı başlarına böyle bir başarısızlık gelmezdi!" Çünkü imanın bir seküler başarı/başarısızlık olayı olmadığının farkındayız.

Batı'nın tüm dünyaya çektirdikleriyle elde ettiği kanlı/lanetli medeniyetin bir mümin için arzulanır birşey olmadığının bilincindeyiz. Fakat işte seküler başarıya gözünü dikmiş olan hırs, mümin için, yani durduğu yere iman eden, oradan emin olmakla mümin ismini alan müslümanlar için, 'durduğu yeri de sorgulamaya' bir kapı açıyor. Ve nihayet bugün, Kur'an müslümanlığı gibi fitneler, müslümanların siyaseten düştüğü durumdan hareketle, şimdiye kadarki itikadımızda hatalar olduğunu söyleme cür'eti gösterebiliyorlar. Hatayı, Avrupa kafirlerinde veya Asya münafıklarında değil; hatta müminlerin eylem/söylem uyuşmazlığında da değil; bizzat bize ulaşan pir u pâk mirasın içinde aramaya başlıyorlar. Hırs, işte bu şekilde, müminde, durduğu yere olan emniyeti ve güveni zedeliyor. Duruşunu bozmamak için muhtaç olduğu sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyi yitiriyor hırslı müminler. Kafiri, tüm zulmüne rağmen, neredeyse tenzih edip; tüm suçu kendi şanlı mazilerinde aramaya başlıyorlar. Özetle: Süfyaniyet, Deccaliyetin karşısındaki bu eziklikten besleniyor. Bunlar da bizim 'motor bozuldu' sanan Temellerimizdir.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 9: Kur'an'a evrimsel bakış, sonra gelen daha iyi anlar...

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim: Mezkûr yazıda, Süfyaniyetin Deccaliyetten etkilenmişliği üzerine konuşmuştuk. Deccal fitnesinin kuvvetle/zulümle İslam coğrafyasına tahakkümü zamanında, o tahakkümün okumasını yanlış yapan ve "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz..." vahyinin hakikatini bakışaçısı kılamayan içimizdeki birtakım insanların 'Kuvvet haktadır'dan 'Hak kuvvettedir'e doğru bir evrilme yaşadığını, 'Güçlü olanda hak da vardır' veya 'Mağlub olanda yanlışlar da vardır' kabilinden okumalarla süreci maddî bir mağlubiyetten itikadî bir sarsıntıya kadar taşıdıklarını analiz etmiştik. Süfyan ve Deccal'a dair rivayetlerin birbirine yakınlığı/karıştırılması böyle bir etkileniş, yani 'aynı fitnenin iki parçası olma' haline de işaret ediyor olabilir demiştik.

Yine Süfyaniyetin Deccaliyet gibi inkâr-ı uluhiyeti değil, inkâr-ı nübüvveti yol edineceğini söylemiş; inkârı nübüvvetin ise ('aldatıcı' oluşundaki vurgulara dikkat edersek) doğrudan bir inkâr değil, daha çok bir 'içini boşaltma' şeklinde yapılacağını ifade etmiştik. Yani Süfyaniyetin parçaları olan sapkın kişiler veya akımlar, doğrudan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetini inkâr etmeyecekler. (Zaten bunu açıkça söyleseler, müminler onları rahatlıkla tanıyıp 'kafir' kaşesini alınlarına basacaktır.) Daha çok o nübüvvetin fonksiyonlarını eksiltme, nübüvvet tanımını budama ve bu sayede sünnetin önemini ümmet gözünde azaltma, onunla gelen bir kısım uygulamayı kaldırıp yerine bid'alar uydurma/uygulama yöntemini deneyeceklerini söylemiştik.

Bu fitnenin söylemdeki tezahürünün ise; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin gibi, faziletleri hadis-i nebeviyece ve ümmetçe tasdik edilmiş nesillerin faziletlerini inkâr etme; hadis ilmi ve naklî bilgi konusundaki şüpheleri arttırma; bu ilimde emeği geçmiş ehl-i fazilet imamları ve âlimleri çeşitli demagojilerle tezyif etme; bu zamanda dahi sünnete intisabı güçlü olanları 'gelenekçi' diğerek aşağılamaya çalışma vs... şekillerinde görülebileceğini Risale-i Nur'dan alıntılarla ifade etmeye çalıştık.

Bu yazımda ise 'etkilenmişlik' dediğim şeyin farklı bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum: (Etkilenmişlikle kastettiğim daha çok bir aşağılık kompleksi...) Bir kısım müslüman düşünürler, ehl-i küfür karşısındaki maddî mağlubiyetten meydana gelen üzüntüyle, sanki ahirette de onlar kazanacakmışlar gibi veyahut bu galibiyet hep onların kalacakmış gibi okudular yaşananları. Ve hâlâ da böyle okuyorlar. Bu karamsarlık ve bundan kaynaklanan öfke, kılıcını kafire çalıp 'mağlub olsa da şehit kalmak' yerine, kendi geçmişine doğrultarak 'galip gelse de imanından olmak' tehlikesini göze almış bulunuyor. (Hollywood'un ergen filmlerinde olduğu gibi 'mutsuz çocuklar' sürekli ebeveynlerini suçluyorlar. Kendi seçimlerine veya yaşamlarına asla ve asla hata tozu kondurmuyorlar.)

Böylesi modernist/ehl-i bid'a söyleme ve uygulamalara sahip düşünürlerin İslam'ın en acılı coğrafyalarından, toplumun en seküler ve daha çok hayatı siyaset üzerinden okumayı seçmiş sınıflarından çıkması tesadüf değil. Mağlubiyeti, hikmetini yine Allah'ın bildiği bir direnme/imtihan süreci olarak değil, karşı tarafın haklı/kazanılmış zaferi olarak okumayı seçenler; onlara verdikleri bu haksız 'haklılık' payesiyle kendi duruşlarını da sorgulamaya başladılar ve en nihayet bu sorgulayış itikadî daireye kadar geldi. (Bir nevi şeytana karşı şeytanın avukatı oldular.) Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi isimli eserinin başında dikkat çektiği endişe de bundan başka nedir ki:

"1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'"

Evet, ilişecekti. Çünkü durduğu yere imanını/güvenini yitirme, geçmişi suçlama/sorgulama bir hastalık gibi yayılıyordu. Bediüzzaman Mustafa Kemal ve avanesi egemenliğinde meclisin zihin kodlarında bunu farketmişti.

Düşüncemi daha net ifade edeyim: Bu yazılar vesilesiyle tartıştığımız Kur'an müslümanlığı aslında bizim Deccaliyet'e karşı itikadî sahada verdiğimiz mücadeledir. Fakat ne tuhaftır ki, bu sahada bize karşı savaşan müslümanlar da yaptıklarının İslam'a yardım olduğunu sanmaktadırlar. (İşte bu Süfyaniyet fitnesinin ta kendisidir.) Bu açıdan şunu da söyleyebiliriz: Süfyan, Deccal'in ona karşı savaştığını sanan, ama aslında onun için savaşan evladıdır. Filmin sonuna kadar, kötü adamın tuzağına düşüp maşalığını yaptığını farketmeyen iyi karakterimizdir. Othello'muzdur o bizim. Dışardan olanın tüm çabalarına rağmen itikadî alana giremeyişine bedel, bu kurt gövdenin içine girmiştir ve içeride onun adına savaşmaktadır.

Etkilenmişlik dediğimiz şeylerden birisi de; mesela, bu insanların, İslamî ilimleri de seküler/fennî ilimler gibi zamanla gelişen birşey olarak tarif etmeleridir. Kafaları bu noktada seküler algılarla donanmıştır. Kur'an'ın anlaşılmasının da tıpkı fizik/kimya gibi zamanla daha üst bir düzeye eriştiğini/erişeceğini; bu nedenle yeni gelen müslüman nesillerin daha eğitimli, daha zeki, daha üst düzeyde insanlardan oluşacağını/oluştuğunu; daha üstün olanların ise geçmişin içtihadları/uygulamaları ile amel etmesinin doğru olmadığı tezine sahiptirler. Biraz karıştırsanız, bütün şüphelerinin altından bu kibir çıkar. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini küçük veya en azından lütfen kendisinin eşiti gören bu zevatta, işaret edilen sapkınlığa kayış, seküler bilimin 'zamanla gelişme' biraz daha ötesinde 'evrimleşme' iddiasını sorgusuz-sualsiz kabul edilmesiyle mümkün olur. Herşey zamanla gelişiyorsa, o halde neden bu zamandakiler o zamandakilerden geride olsundurlar veya onların uygulamalarına tâbi olmak zorunda kalsındırlar?

Fakat gel gelelim; Kur'an ayetleri de, hadis-i şerifler de böyle söylememektedir. O zaman ne yapılacaktır? Sahabenin faziletinden bahsettiği bilinen Kur'an ayetleri farklı şekillerde tevillere tâbi tutulur; sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini öven hadisler ise daha başka şekillerde (daha çok inkar yolu tutularak) kılıçtan geçirilir. Böylece nurtopu gibi zamanla gelişen, 'evrimleşen' İslam'ınız olur. Halbuki Bediüzzaman gibi daha nice ehl-i sünnet âlimi (Allah hepsinin şefaatine bizleri nail eylesin) durumun hiç de modernistlerin sandığı gibi olmadığını söylemişlerdir:

"Evvelâ: 'Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."

Bediüzzaman'ın Muhakemat isimli eserde altını çizdiği bu nokta çok önemlidir. Müslüman için mazi neresidir? Bu kelimenin kendi döneminde de bir geri kalmışlık çağrışımıyla kullanıldığının farkında olan Bediüzzaman, zihinlere bir ayar çeker: "Eğer önce olanın geri kalmış olduğu önkabulü/dogması üzerine kafa yürütüyorsanız, size bir uyarı geçmeliyim. Ben mazi diye şuna diyorum. Müstakbel diye buna diyorum. Şuradan şuraya kadar olanları da, geçmişte olmalarına rağmen, mazide görmüyorum." Bu tarif, yukarıda zikrettiğimiz seküler bilim anlayışına sahip kafalar için bir elektroşok etkisi yapabilir. Ama ehl-i İslam'ın zamana bakışı da elbette kendine özgü olacaktır. Onlar için Asr-ı Saadet, kronolojik olarak mazide olmasına rağmen, hep ulaşılmaya çalışılan müstakbel kalacaktır. Batı medeniyetinin felsefesi ekseninde değildir geçmişi algılayış ehl-i İslam'da. Yine İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman şöyle der:

"Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arka­sında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir."

Buradan anladığımız şudur ki; İslamî ilimlerin kemali Allah Resulünün nurundan uzaklaştıkça artmamakta, aksine azalmaktadır. Modern zamanların geri kalmışlık algısı, Batı medeniyetinin kendi kemali üzerinden dayattığı bir tanımlamadır. Tıpkı 'ortadoğu' tanımlaması gibi. Ortadoğu dediğimiz yer bugün bizim ortasında olduğumuz yer olmasına rağmen, biz de Batılılar gibi oraya ortadoğu demekteyiz. Yine Afrika'daki insanlara vahşi denmesi de Batı'nın orayı sömürgeleştirmeye başladığı tarihe tekabül eder. Ve bugün biz de Afrika'daki yerlilere vahşi gözüyle bakmaktayız. (O zamanlar vahşilere medeniyet götürmekle işgalini meşrulaştıran Batı, bugün de demokrasi getirme vaadiyle işgallerini meşrulaştırıyor.)

Bütün bunlar etkilenmişliğin emareleridir. Öfke duyduğumuz halde etkilenmişliğin. Bu noktada Kur'an müslümanlığı veya daha farklı ehl-i bid'a grupların suçladıkları 'gelenek'in yüzde biri kadar Batı'ya karşı koydukları yoktur. Çünkü zaten küfrün öğretileri tarafından beyinleri iğdiş edilmiştir. Tecavüzün acısını, tecavüzcünün haklılığıyla(!) bastırmaya çalışan bu zümreye karşı sünnetin pâk ve galip (dolayısıyla dış etkilerden uzak) mirasını ne kadar savunsak yeridir. Durduğu yerden emin olmayan ancak durduğu yeri sorgular. Bizler ise durduğumuz yerden emin olmakla, elhamdülillah, müminleriz. İslam'daki teslimiyet de bu değil mi zaten?

16 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 8: Gitti Hatemü'l-Enbiya (a.s.m.), geldi son postacı...

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim. Okuyanlar anımsayacaklar: Bediüzzaman'ın, 5. Şua gibi, ahirzaman hadislerini analiz ettiği metinlerinde fitne-i ahirzamanı iki anabaşlık altında topladığını söylemiştim. Bu başlıklardan birisi Deccal'di. Diğeri ise İslam deccali olan Süfyan'dı. İki fitnenin karakterlerine dair, yine mezkûr metinlerden hareketle, şunları zikretmiştik: Deccal fitnesi, müslümanlar içinde değil, kafirler içinde çıkacak. İnkâr-ı uluhiyet fikrini aşılayacak. Hz. İsa aleyhisselamın onunla mücadelesi sıklıkla zikredildiğine göre, muhtemelen Hristiyan âlemini sarsan bir fırtına olacak vs...

Fakat bundan farklı olarak Süfyan fitnesinin müslümanlar içinde çıkacağını; inkâr-ı uluhiyetten ziyade inkar-ı nübüvvet peşinde/imasında olacağını, bunu da sünnet-i seniyyeyi tağyir etmeye çalışarak ve İslam'a bid'alar sokarak (zaten genelde ikisi aynı anlama gelir) yapmaya gayret edeceğini anlatmıştım. Deccal'in hasım bir kimlik olarak müslümanlar tarafından teşhis edilebileceğini, ama gücünden dolayı zorbalıklarına/zulümlerine karşı konulamayacağını; ancak zıttına olarak Süfyan'ın aldatmakla işgörüp teşhis edilmekte zorlanılan, belki müslümanların en ummadıkları yerlerden karşılarına çıkan bir sûrete sahip olacağını belirtmiştim. (Onun fitnesinin bu tabiatı, nübüvvetin inkârını da alenen yapmayacağını, muhtemelen 'fonksiyonları azaltılmış/yontulmuş' bir peygamberlik tanımıyla bu tağyiri yapacağını gösteriyor.)

Bugün modernizm de denilen, ama İslam literatüründe daha çok ehl-i bid'a diye tabir edilen akımların, Süfyan fitnesi hakkındaki sorularımıza yanıt verici bir yanı var. Çünkü bu tarz reformist temayüllerin tamamının ortaya çıkışı 'dindar kimlikli' insanlar üzerinden. Üstelik bu toprakların çocukları olmaları hasebiyle ve kavram/karakter dünyamıza aşina olmaları nedeniyle aldatıcı olmaları daha kolay... Teşhis edilebilir tek yanları; yine hadis-i şeriflerde dikkatimizin çekildiği üzere, sünnet-i seniyye ve onun bir parçası (veya aynısı) olması hasebiyle hadisler konusundaki şüpheci/sapkın/inkârcı duruşları.

Bu adam/adamlar, İslam dinini doğrudan karşılarına almadıkları için de tehlikeliler. Kelimelere değil, tanımlarına karşı çıkıyorlar. Deccal'in doğrudan inkar-ı uluhiyet yoluna sapıp müslümanlar için kabil-i tevil olmayan bir dalalete saplanmasına bedel; bu adam/adamlar 'tevil edilebilir' dolayısıyla 'demagojik' bir söylemle ortaya çıkmış bulunuyorlar. Mesela son günlerde Türkiye'de iyice konuşulur hale gelen Kur'an müslümanlığı bu sınıftan bir fitneyi temsil ediyor.

Dikkat kesildiğinizde görüyorsunuz: Amaçları (zâhirde) İslam dinine zarar vermek değil. Tam tersini yapmaya çalıştıklarını söylüyorlar dillerine bakarsanız. Emre Dorman'ın twitlerinde de gördüğümüz gibi aslında başarılmak istenen (güya) Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı iftiralardan kurtarmak. Yahut da Mustafa İslamoğlu'nun dediği gibi, ümmeti, 'uydurulmuş dinden indirilmiş dine' çağırmak. Çok masumane, çok hamiyetli, çok faziletli bir duruş gibi görünüyor böyle bakınca. Dillerinden de hiç hakikat dökülmüyor değil. Dedim ya: Biliyorlar bizim dünyamızı. Aforizma tarzı, gücünü hakikatten ziyade belagat-ı edâdan alan bir etkileyicilikleri var. Cenneti cehennem, cehennemi cennet gösterebiliyorlar. Fakat tam da hadis-i şeriflerin onları teşhisimiz için bize salık verdiği şekilde, sünnet-i seniyye ile ilgili ciddi sorunları var. En çok da ehl-i sünnet cemaati (kendi tabirlerince gelenekçiler) ile takıklar. Ateistlerle bile onlardan daha iyi araları.

Tek yüz ile de karşımıza çıkmıyor bu fitne. İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarını tartışmaya açan herkesin bu meselede dahli var. Hatta karşı karşıya gelmiş isimler olsalar bile böyle... Mesela Mustafa İslamoğlu ile Fethullah Gülen'in yakın zamanda çatışmaları sizi kandırmasın. Aslında başörtüsüne füruat deyip tesettürsüzlüğe cevaz veren Gülengillerin de, çarşafın bir İsrailiyat olup Hristiyanlardan dinimize geçtiğini söyleyen İslamoğlucu taifenin de derdi aynı: Nasıl etsek de şu dini biraz değiştirip modernleştirsek, hem Batı'yla gül gibi geçinip gitsek. (Siz isterseniz Adnan Oktar'ı, Yaşar Nuri Öztürk'ü, Zekeriya Beyaz'ı da katın bu listeye...)

Bu noktada Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadâr, hatta birbiriyle karıştırılacak kadar benzer şekillerde bize naklolduğuna dair şöyle bir analizim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine benzer/yakın veya karıştırılacak şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum şuna benzer bir cümleyi: "İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır..." diyordu. Niyet, bu toprakların insanlarını Avrupa'ya cevap verebilir bir konuma getirmek. Fakat şöyle bir sorunu var bu niyetin: Bir ezilmişlik duygusundan besleniyor. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden dolayı aşağılık kompleksine kapılan müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyor Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta kusur/hata arıyor. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyor. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da (ki yakın bir metin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde Zühre Risalesi olarak geçer) zikrettiği;

"Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur..."

ifadeleri Deccalizmin, bu asır müminlerinin ona karşı farkındalıkları ve düşmanlıkları içinde, yine de ondan bir etkilenmişlik yaşadıklarının delilidir. Ve özellikle 17. Lem'a, Batı'dan gelen soruları sorgulayarak, bize bu etkiden sıyrılmanın yollarını göstermektedir:

"Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur."

Başka bir yerde Bediüzzaman, şeytanın inkarı meselesinde de ehl-i imanın üzerinde böyle bir etkinin bulunduğu söyler: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir iki söz söyleyeceğiz."

Bu etkilenişin detaylarına girmeyeceğim. Yazımın asıl konusu bu değil çünkü. Yalnız Süfyanizmin bu fikrî ilizyonu nasıl başardığına 'nübüvvet' kavramı üzerinden dikkat çekeceğim: İslamoğlu, Dorman, Taslaman, Öztürk veya diğerleri... Bunlara hadisler konusunda takındıkları tavır nedeniyle her eleştiri yapışınızda size onlar (veya taraftarları) şöyle cevaplarla dönüyorlar: "İftira ediyorsun. Biz Allah Resulünün peygamberliğini inkâr etmiyoruz. Ama sizin ehl-i kitap gibi onu ilahlaştırmanıza engel olmaya çalışıyoruz."

Peki, onların 'güya bir yanlışı düzeltirken' biçtiği ideal(!) forma göre nasıldır Allah Resulü? En fazla bir postacı. Bir getir-götür elemanı Allah'la insanlık arasında. Onun dışında? Onun dışında hiçbir fonksiyon biçmiyorlar. Ondan sonrasının insan aklına ait bir mesele olduğu kanısındalar. Kur'an'ı ilkeler kitabı olarak düşlüyorlar, uygulamalar kitabı olarak değil. Dorman gibiler bunu daha açıkça yapıyorlar. İslamoğlu gibiler daha kurnaz. Daha fazla saklanarak, yakalandığında da "Ben de seviyorum sünneti..." diyerek yapıyorlar. Fakat arkanızı döndüğünüz her anda yine bir sünneti tezyif edip, bir hadisi veya imamını aşağılayıp surları dövmeye devam ediyorlar. Ehl-i sünneti karşısına almamaya, kuyruklarına basmamaya özen göstererek; daha sinsi bir yayılmacılığı var bu taifenin.

Allah Resulünü ilah yerine koyduğumuzu düşünenlerin bizi suçladıkları tanımımıza gelelim şimdi. Ehl-i sünnetin nübüvvet tarifi nasıldır? Bakınız, aynı kelimeyi anmaktan/kullanmaktan bahsetmiyorum. Aynı kelimeyi aynı şekilde 'anlamamaktan' bahsediyorum. Biz nübüvveti nasıl tarif ederiz? Ve ona nasıl bir fonksiyonlar yükleriz? Bunun da en güzel cevaplarından birisi 19. Söz'ün başında var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen Sadakte ve bilhakkı natakte derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"

Hatta biraz daha iddialı bir şekilde diyebilirim ki; 19. Söz'ün tamamı bir nübüvvet tanımıdır, bir şahs-ı manevî-i Resulullah izahıdır. Yani ehl-i sünnet nazarında Allah Resulü asla ve asla yalnızca bir postacı değildir. İmamdır/uygulayıcıdır. Müfessirdir/açıklayıcıdır. Her meselede yüzümüzü dönüp "Acaba o nasıl yapmış?" diye bakmamız gerekendir. Kur'an'ın 'uyulmasını' emrettiğidir. Bu nedenle ehl-i sünnet geleneğinde hadisin kıymeti büyüktür. Sünnet-i seniyye önemlidir. Eğer tanımı doğru yapmazsanız, aynı kelimeyi kullansanız bile, artık hadisler sizin için kıymetli olmazlar. İşte Emre Dorman ve benzerlerinin yaşadığı sıkıntı bu. Onların nübüvvet inanışı bizim nübüvvet inanışımız gibi değil ki, ondan gelen bilgiye de bizim gibi ilgi/saygı göstersinler. Kullandığımız kelimeler aynı sadece...

"Ya ne olur ki tanımlardan?" demeyin. Bakınız, Bediüzzaman ehl-i küfr hakkında ne söylüyor bir yerde: "Kâfirler Allahı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." Yani herkes bu kainatta yaşananların, yaratılanların, olanların bir büyük güçle olabileceğinin farkında; ama kimisi buda diyor, kimisi uzza diyor, kimisi zeus diyor, kimisi daha başka bir nam söylüyor. Bu farklı namların sebebi sıfatlarda yapılan hata. Gücün varlığını onaylamanın yanında gücün nasıllığını yanlış anlama... Hatta Kur'an'ın indiği dönemde bile müşriklerin bir işe başlarken 'bismik allahümme' dedikleri aktarılır kaynaklarda. Fakat onlar Allah'ın bir tanrılar hiyerarşisi içinde en üstte olduğunu, altta ise 'erbaben min dünillah' dedikleri diğer tanrıların bulunduğunu düşünüyorlardı. Bugünün ehl-i küfrü de onlardan pek farklı değil. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Aslında ateizm diye birşey yok. Ateizm denilen şey aslında bir politeizm. Yani herşeyi ilah haline getirme... Bediüzzaman da öyle demez mi? "Demek, Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir."

O yüzden ayık olalım arkadaşlar. Bu adamların dilinden hakikatli söz, güzel kelam, iyi tesbit dökülmüyor demiyorum. Ancak yollarının yanlış ve bilgilerinin de çoğunlukla saptırılmış olduğuna vurgu yapıyorum. Arkasındaki niyete dikkat çekiyorum. Dikkatli olmalısınız. Müseylemetü'l-Kezzab'tan beri bu fitne var.

Dini kolaylaştırma/reform yapma adı altında dinin aslına zarar veriliyor. Herkes kendi uydurduğu dine bizi 'indirilmiş din' diye çağırıyor. Müseyleme zekatı kaldırmıştı. Şimdikilerde her yeni gün yeni birşeyleri kaldırıyorlar. Eskiyi de 'gelenekçilik' deyip kötülüyorlar. Bunların tabiatı kezzabdır. İslamoğlu'nun kitaplarında başkalarından yaptığı alıntılara ne denli yalanlar kattığını/çarpıttığını delilleriyle (ben de dahil) birçok kişi ortaya koydu. Müseyleme'de bir belagat olduğunu Bediüzzaman da söylüyor. Zaten bu belagat değil midir, onları daha tehlikeli yapan? "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir." (Bir dahaki yazımda bu konuyu irdelemeye devam edeceğim.)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...