Bu yazımda sizinle Enfal sûresinin 46. ayeti hakkında konuşmak istiyorum. Meşhurdur. Fakat başlamadan önce kısaca bir mealini alıntılayalım: "Allah'a ve Resulüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin; yoksa yılgınlığa düşersiniz, gücünüz de elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." Bir başka meal versiyonu da şöyle: "Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."
Bu yakınlarda benim bu ayet-i kerimeye bakışımda bir küçük değişiklik oldu. Aslında değişiklik de denmez buna. Bir 'zenginleşme' oldu. Münazarat'ı okurken yaşadığım bir aydınlanma bu. Sadede geleyim. Mürşidime orada soruyorlar ki: "Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kalemiz olan bir şecaat vardır. (...) Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar?" İşte, Bediüzzaman'ın bu soruya verdiği uzunca cevap, aynı zamanda bana mezkûr ayet-i kerimenin farklı bir okumasını daha öğretiyor. Fakat 'farklı'yı öğrenmeden önce 'önce'yi bilmeniz gerek. O zaman biraz ondan bahsedelim:
Ben, bu bahisteki derinliği farkedene kadar, 'kuvvetin elden gitmesi' meselesini 'azlıkla' ilgili görürdüm. Derdim ki içimden: "Eh, tabii, bölününce sayı azalıyor. Sayı azaldıkça da kuvvet azalıyor. Hem cesaret azalıyor. Hem de sonuç almak güçleştiği için yılgınlık oluyor." Elbette bu okuma şekli hatalı değildi. Ancak bir hayli eksiği vardı. Çünkü ihtilafın içimizde meydana getirdiği yıkımı görmüyordu. Meseleyi hemen sayısal/niceliksel zaviyeye çekiyordu. Nitelikteki kaybı ise ıskalıyordu. Oysa ihtilaf öncelikle bir nitelik kaybıydı.
Ne demek istiyorum? Anlatmaya çalışayım: Mü'minler kendi aralarında hırslı bir ihtilafa tutulduklarında sadece kuvvetlerini bölmekle kalmıyorlar. İçsel üretim kuvvetlerini de (tenkid kadarcık olsun) birbirlerine karşı kullanıyorlar. Yani, Cenab-ı Hakkın, salih ameller eylemeleri için varlıklarına nakşettiği kuvve-i şeheviye (menfaatleri elde edebilme kuvveti), kuvve-i gadabiye (zararlardan koruma kuvveti) ve kuvve-i akliyeyi (doğruyu yanlıştan ayırabilme kuvveti) birbirlerine karşı sarfediyorlar. Bu da, tıpkı sürtünen metallerde olduğu gibi, yıpranmaya neden oluyor. Enerjinin yanlışta sarfedilişi doğru yönde sarfedilecek enerjiden de çalıyor.
Sadece bu mu? Değil. En büyük zarara tenkidi/eleştiriyi bir bıçak gibi kullanarak giriyoruz. Mü'minin mü'mine tenkidinin 'dua' gibi olması gerekirken biz onu 'hırs' gibi yapıyoruz. Hırs gibi eleştiriler ise kaderin önünden gitmeye çalışıyorlar. Vakt-i merhunu gelmemiş şeylerin 'olabilecek en kısa sürede' vücuda gelmesi için uğraşıyorlar. Tabir-i caizse üçüncü ayda bebek istiyorlar. Yüz basamağı üç adımda çıkmaya cüret ediyorlar. Onlar bu müfrit yolu takip ettikleri için hem 'sahiplerinin' hem de 'muhataplarının' dünyasında yıkıcı tesirleri oluyor. Yıpratıyor. Yıpranıyor. Çoğu zaman da aksülamel yapıyorlar.
Mürşidimin mezkûr metinde yaptığı bir benzetme var. Hemen alıntılayayım: "Zira, her bir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekàyı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa, ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler."
İşte, bence, biz de kendi adımıza bu tehlikeden korkmalıyız. Neden? Çünkü bu 'delik açılardan' birisi haline pekala gelebiliriz. Nerede? Öncelikle kendi dünyamızda. "Herşeyi elde etmeye çalışan herşeyden mahrum kalır!" kabilinden biz de içimizdeki kuvvetleri salih hedeflere yoğunlaştıramazsak üretimden düşeriz. Bir sabır ve sebat ipine dizemezsek tesbihten oluruz. Rüzgârımız kesilir. Zira gücümüz ancak sebatımızla tesirlidir. Onu yitirirsek etkisizleşiriz.
Manipülasyon bir gayret katilidir. Dikkat dağıtıcıdır. Eleştirecek onlarca, yüzlerce, binlerce şey var âlemde. Fakat her tenkit edişte bizden de bir miktar güç azalmış olmuyor mu? Öfkelenip hakkında konuştuğumuz her kötülükte bir iyilik yapma fırsatını elimizden kaçırmış olmuyor muyuz? Kötülüğün zikri, iyilik yapılmadıktan sonra, onun vücudunu çağırmak gibi değil midir? Öyle ya! Kötülükten bahsetmekle iyi olunmaz. Ancak iyilik yapmakla iyi olunur.
Sosyal medyada her gün kızılacak yüzlerce şey görüyorsunuzdur. Ben de görüyorum. Yanlışlar, yanlışlar, yanlışlar... Onlara nişan almış atarlı twitler. Bütün bunlar bir açıdan bizim dikkatimizi de elimizden alıyor gibi. Yoğunlaşsak başaracağımız birçok harikayı düşlerimizden çekiyor gibi. Dağıtıyor gibi.
Nihayetinde, sosyal medya karşısında aklını geveze etmiş, eleştirdiği şeylerle dahi meşguliyeti bir twitçik olan, ertesi gün ne hakkında twit attığını daha hatırlamayan bireylere dönüşüyoruz.
Tamam. İhtilaf toplumsal gayretimizi öldürüyor. Kabul. Ama ondan önce, ihtilaf, içimizdeki gayreti de öldürüyor. Şahs-ı manevimizi de katlediyor. Hedefsizliğimizin bize yaşattığı şaşkınlık içinde giderek yılgınlığa düşüyoruz. Parçalarımız dağılıyor. Evet, ayet-i kerimeden, kendi içimdeki ihtilafa dair böyle bir ders de aldım ben: Her yola doğru yürümeye çalışan aslında hiçbir yere gitmiyor. Herşey hakkında yorum yapan aslında hiçbirşey bilmiyor. Herşey hakkında konuşan aslında hiçbirşey duyurmuyor. Ve işte, kardeşlik, öncelikle şu 'gayretin iktisadını' sağladığı için kıymetlidir.
29 Mayıs 2018 Salı
26 Mayıs 2018 Cumartesi
Ya evren de canlıysa?
Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.
'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.
Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.
Mürşidim bir yerde diyor ki:
"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."
Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.
Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.
İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.
Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."
Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.
Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)
Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?
O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"
'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.
Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.
Mürşidim bir yerde diyor ki:
"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."
Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.
Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.
İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.
Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."
Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.
Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)
Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?
O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"
22 Mayıs 2018 Salı
Kabuğunu soymakla elmaya kastediyorsun
"Bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır."
Herşeyin ölümü kendi cinsinden oluyor. Anlamın ölümü de anlaşılacakların ölümüdür. Bitirmek de bir tür cinayettir. Kitaplar sonlarına gelindiğinde ölürler. Metinlerin, eğer ki okundukça yeni şeyler söyleyeleri yoksa, ölümleri okunmakla olur. Okursunuz ve arkanızda bırakırsınız. Özellikle 'ucuz metinlerde' durum tastamam böyledir. Onlar bir avuç kabak çekirdeği gibi tüketilir. Fakat, kalitelerini arttırdıkça, yani her başına gelişte yeni şeyler söylemeye başladıkça, bir tür ölümsüzlüğe kavuşurlar. Böylesi metinler hakkında konuşurken 'bitirmenin öldürücülüğü'nden bahsedemeyiz. Çünkü onları asla bitiremeyiz.
Merhum Esad Coşan Hocaefendi (k.s.), bir Ramuzu'l-Ehadis dersinde, ilim meclislerinde bir kitabı tekrar tekrar okumanın ne anlama geldiğini ifade sadedinde (bilmana) diyordu ki:
"Biz böyle yapmakla onlardaki sırrın asla tükenmeyeceğine işaret ederiz. Kur'an'ı okurken de böyle yaparız. Kur'an hatmolduğunda ne olur? Kaldırılıp bir kenara mı konur? Hayır! Hatmin sonunda en başa dönülüp Fatiha sûresi okunur. Bakara sûresinden birkaç ayet kıraat edilir. Öyle bitirilir. Ne demektir bu? 'Bu kitabın asla sonuna gelinemez. Sonuna geldiğini sanan aldanır. Sonuna gelmek aslında yeniden başa dönmektir. Bu öyle söyleyeceği sonsuz bir kelamdır!' demektir. İşte bu nedenle bizim tekkemizde de Ramuzu'l-Ehadis kitabı bitmez. 'Bitirdim' demek mecazidir. 'Tekrar başa dönüyoruz' demektir."
Bakara sûresinin hemen başlarında "Onlar ki gayba iman ederler!" buyuran Cenab-ı Hakkın böyle bir hakikate de işaret ettiğini düşünüyorum. Biz, yani mü'minler, varlığa salt 'şahit olunduğu şekliyle' iman etmeyiz. Bitirmeyiz. Ya? Kuşatılamaz bir 'derinlikle' iman ederiz. Ne demektir bu? Bu, aslında varlığın sadece 'şahit olunandan' ibaret olmadığı, yani daha aşkın boyutlara da sahip olduğu ve şahit olunanlar hakkında yapılacak çıkarımların da ancak bu 'aşkınlığa imanla' birlikte dengeye kavuşacağı sezgisidir. Evet, evveliyetle, sezgisidir.
Bir mü'min önce buna iman eder. Ve ancak buna iman ettikten sonra diğer şeylere de iman ettiği görülür. Gaybına ihtimal vermeyen bir kalbin ancak 'gaybın varlığına bina edilebilecek' bir marifette ileri gitmesi düşünülemez. "Herşey bildiğimden ibarettir!" diyen mütekkebbirin yeni bir bilgiye eriştiği görülmüş şey değildir. Ancak "Bilmediğim şeyler da var!" diyen bir insan yeni şeyler öğrenmeye başlar. Zaten bilmediğimiz herşey de bir açıdan bizim gaybımızdır. Biz yaşarken bu kaybımızı bulmaya çalışırız. Kaybımızın bittiğini düşünürsek biz de biteriz. Onun sonuna gelmek kendimizin/amacımızın da sonuna gelmektir çünkü. Öğrenecekleri bittiğinde insan da biter.
'Sezgi' kelimesini kullandım. Amaçsız değildi. Oraya geleyim: "Sezgi nedir?" diye sorsanız bana, işte, mezkûr bakış açısından hareketle şöyle bir izah getiririm: Sezgi kalbin gaybından haberdar edilmesidir. Eline henüz hiçbir delili geçmemiş olsa dahi 'isimsiz eksikliğini/açlığını' duymasıdır. Varlığını koklamasıdır. Haberini arzulamasıdır. Madem ki insan da şu tevhidî bütünlüğün bir parçasıdır. Elbette parça bütünden haberdar edilmiştir. Doğru yerde durmak için 'bütüne göre' hareket etmesi gerektiğini içten içe sezmektedir.
Gündelik yaşamda dahi birçok şeyi sezinler insan. Vicdan sızısı çeker. Mantığı kabul etmez. Kalbi mutmain olmaz. Taşlar yerine oturmaz. Canı sıkılır. Ruhu bunalır. Birşeyler yanlıştır. Mutlaka birşeyler yanlıştır. Böyle olmamalıdır. Ve bu yanlış iliklenmiş düğme 'kusurun nerede olduğu tam kestirilemeden' dünyanızda döner dolaşır. (Kulağınıza gelen sözlere rağmen "Böyle olmaması lazımdı!" dedikten bir süre sonra 'hakikaten öyle olmadığını' farkettiğiniz şeyler şahidiniz olsun. Sıkı tutun onları. Ben de sözlerimi onların üzerine söyleyeyim.)
Buradan şuraya geçelim: Mürşidimin hutbelerin Türkçeye çevrilmesine bir itirazı var. İlginçtir. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılayayım:
"Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. (...) İkinci sebep:
'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.
Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"
Birkaç gün önce bir teravih öncesinde kürsüden soruldu: "İçinizde bir meal alıp baştan sona okuyan var mı?" Cemaat sessiz kalınca bir hayli tezyif edildi. Bense bu tezyifte bir haksızlık hissettim. Çünkü o camide bazı amcalar vardı, en doğrusunu elbette Allah bilir, sorandan daha ziyade ehl-i hâle benziyorlardı. Başka zamanlarda da böylesi insanlar tanıdım. Dedelerimiz zamanında böyle altınlar çoktu. (Şimdi bakırlar çoğaldı.) Bu altınlar, değil ellerine alıp meal okuyarak, ilmihalde kendilerine öğretilen amel-i salihleri bihakkın işlemeye çalışarak ve orada zikredilen günahlardan uzak durarak mü'min oluyorlardı. Vallahi, belki hepsinden daha çok okumuş-yazmış bir adamım, ama onların zerresini kendimde bulamazdım. Çünkü onların dinle ilişkisi benim gibi değildi.
Ben ahirzaman çocuğuyum. Ahirzaman bana meş'um bir bakış öğretmiş. Elime geçen her metni 'bilmekle bitirmeye' çalışıyorum. Bitince metnin benim olduğunu sanıyorum. O mübareklerse bilgiye böyle bakmıyorlardı. Onlar gereğince eyleyince ilmin kendilerinin olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle Kur'an'ın mealinden önce ilmihalle ilgiliydiler. Onu pek isabetli olarak Kur'an'ın hayata bihakkın tefsiri olarak görüyordular. Orada denildiği gibi eylemekle Kur'an'ı hayatlarına tefsir ediyordular. Yani hayatlarıyla Kur'an oluyordular.
Bense Kur'an'ı bir entelektüel biliş malzemesi haline getirmeye çalışıyorum. Yaşamak değil tartışmak istiyorum. Zeytinyağı olmak istiyorum. Sonuna varmak istiyorum. Bu yüzden meal istiyorum. Çünkü meal "İşte bu metin bu kadar!" diyecek. Beni anlamın sonuna getirecek. Gaybını yokedecek.
Onlarsa Bediüzzaman'ın dediği yerdeydiler: "Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur." Bununla yetiniyordular. Anlamını bilmedikleri şeylere ağlıyordular. Fakat pek isabetli yapıyordular. Çünkü sezdikleri 'mealler' değil Kur'an'ın 'neden indirildiği' idi. Onu işitmeleri parçaları değil bütünü hatırlatıyordu. Allah'ı hatırlatıyordu. Kalplerindeki bütün maneviyatı birden kendisine çağırıyordu. Bu onlara yetiyordu. Bu onları şevklendiriyordu. Allah onlardan razı olsun.
Mealciliği İslam'ın zirvesi sananları şu yüzleşmeye çağırıyorum: Biz, 'dini daha iyi yaşamak için' değil, 'din üzerinden entellik kasmak için' mealcilik yapıyoruz. Evet. Bariz olan durum bu. Buradan meal okumayı haram saydığım düşünülmesin. Tefsirleri tercih etmekle birlikte, mananın kenarına değmek kabilinden, okunmasının aleyhinde değilim. Fakat 'idealleştirilmesine' karşıyım. Avam-ı müsliminin cahilane(!) takvası üzerinde bir sopa kılınmasına karşıyım. Bilmenin istibdadı altında ruhî sezginin öldürülmesine karşıyım. Ki sezgi ancak gaybı öldürülmekle öldürülür. Sırrın kalmadığı yerde çağrışım yoktur. Ve mealcilik, Kur'an'ın sonuna geldiğini sanmakla, en çok bu gayba kastediyor. Belki biraz da bu 'gaybsız ilişki' yüzünden eskilerin o metinlerle kurduğu hayattar ilişkinin zerresi bizde görünmüyor. Kabuğunu soyunca elmadan olduk biz.
Herşeyin ölümü kendi cinsinden oluyor. Anlamın ölümü de anlaşılacakların ölümüdür. Bitirmek de bir tür cinayettir. Kitaplar sonlarına gelindiğinde ölürler. Metinlerin, eğer ki okundukça yeni şeyler söyleyeleri yoksa, ölümleri okunmakla olur. Okursunuz ve arkanızda bırakırsınız. Özellikle 'ucuz metinlerde' durum tastamam böyledir. Onlar bir avuç kabak çekirdeği gibi tüketilir. Fakat, kalitelerini arttırdıkça, yani her başına gelişte yeni şeyler söylemeye başladıkça, bir tür ölümsüzlüğe kavuşurlar. Böylesi metinler hakkında konuşurken 'bitirmenin öldürücülüğü'nden bahsedemeyiz. Çünkü onları asla bitiremeyiz.
Merhum Esad Coşan Hocaefendi (k.s.), bir Ramuzu'l-Ehadis dersinde, ilim meclislerinde bir kitabı tekrar tekrar okumanın ne anlama geldiğini ifade sadedinde (bilmana) diyordu ki:
"Biz böyle yapmakla onlardaki sırrın asla tükenmeyeceğine işaret ederiz. Kur'an'ı okurken de böyle yaparız. Kur'an hatmolduğunda ne olur? Kaldırılıp bir kenara mı konur? Hayır! Hatmin sonunda en başa dönülüp Fatiha sûresi okunur. Bakara sûresinden birkaç ayet kıraat edilir. Öyle bitirilir. Ne demektir bu? 'Bu kitabın asla sonuna gelinemez. Sonuna geldiğini sanan aldanır. Sonuna gelmek aslında yeniden başa dönmektir. Bu öyle söyleyeceği sonsuz bir kelamdır!' demektir. İşte bu nedenle bizim tekkemizde de Ramuzu'l-Ehadis kitabı bitmez. 'Bitirdim' demek mecazidir. 'Tekrar başa dönüyoruz' demektir."
Bakara sûresinin hemen başlarında "Onlar ki gayba iman ederler!" buyuran Cenab-ı Hakkın böyle bir hakikate de işaret ettiğini düşünüyorum. Biz, yani mü'minler, varlığa salt 'şahit olunduğu şekliyle' iman etmeyiz. Bitirmeyiz. Ya? Kuşatılamaz bir 'derinlikle' iman ederiz. Ne demektir bu? Bu, aslında varlığın sadece 'şahit olunandan' ibaret olmadığı, yani daha aşkın boyutlara da sahip olduğu ve şahit olunanlar hakkında yapılacak çıkarımların da ancak bu 'aşkınlığa imanla' birlikte dengeye kavuşacağı sezgisidir. Evet, evveliyetle, sezgisidir.
Bir mü'min önce buna iman eder. Ve ancak buna iman ettikten sonra diğer şeylere de iman ettiği görülür. Gaybına ihtimal vermeyen bir kalbin ancak 'gaybın varlığına bina edilebilecek' bir marifette ileri gitmesi düşünülemez. "Herşey bildiğimden ibarettir!" diyen mütekkebbirin yeni bir bilgiye eriştiği görülmüş şey değildir. Ancak "Bilmediğim şeyler da var!" diyen bir insan yeni şeyler öğrenmeye başlar. Zaten bilmediğimiz herşey de bir açıdan bizim gaybımızdır. Biz yaşarken bu kaybımızı bulmaya çalışırız. Kaybımızın bittiğini düşünürsek biz de biteriz. Onun sonuna gelmek kendimizin/amacımızın da sonuna gelmektir çünkü. Öğrenecekleri bittiğinde insan da biter.
'Sezgi' kelimesini kullandım. Amaçsız değildi. Oraya geleyim: "Sezgi nedir?" diye sorsanız bana, işte, mezkûr bakış açısından hareketle şöyle bir izah getiririm: Sezgi kalbin gaybından haberdar edilmesidir. Eline henüz hiçbir delili geçmemiş olsa dahi 'isimsiz eksikliğini/açlığını' duymasıdır. Varlığını koklamasıdır. Haberini arzulamasıdır. Madem ki insan da şu tevhidî bütünlüğün bir parçasıdır. Elbette parça bütünden haberdar edilmiştir. Doğru yerde durmak için 'bütüne göre' hareket etmesi gerektiğini içten içe sezmektedir.
Gündelik yaşamda dahi birçok şeyi sezinler insan. Vicdan sızısı çeker. Mantığı kabul etmez. Kalbi mutmain olmaz. Taşlar yerine oturmaz. Canı sıkılır. Ruhu bunalır. Birşeyler yanlıştır. Mutlaka birşeyler yanlıştır. Böyle olmamalıdır. Ve bu yanlış iliklenmiş düğme 'kusurun nerede olduğu tam kestirilemeden' dünyanızda döner dolaşır. (Kulağınıza gelen sözlere rağmen "Böyle olmaması lazımdı!" dedikten bir süre sonra 'hakikaten öyle olmadığını' farkettiğiniz şeyler şahidiniz olsun. Sıkı tutun onları. Ben de sözlerimi onların üzerine söyleyeyim.)
Buradan şuraya geçelim: Mürşidimin hutbelerin Türkçeye çevrilmesine bir itirazı var. İlginçtir. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılayayım:
"Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. (...) İkinci sebep:
'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.
Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"
Birkaç gün önce bir teravih öncesinde kürsüden soruldu: "İçinizde bir meal alıp baştan sona okuyan var mı?" Cemaat sessiz kalınca bir hayli tezyif edildi. Bense bu tezyifte bir haksızlık hissettim. Çünkü o camide bazı amcalar vardı, en doğrusunu elbette Allah bilir, sorandan daha ziyade ehl-i hâle benziyorlardı. Başka zamanlarda da böylesi insanlar tanıdım. Dedelerimiz zamanında böyle altınlar çoktu. (Şimdi bakırlar çoğaldı.) Bu altınlar, değil ellerine alıp meal okuyarak, ilmihalde kendilerine öğretilen amel-i salihleri bihakkın işlemeye çalışarak ve orada zikredilen günahlardan uzak durarak mü'min oluyorlardı. Vallahi, belki hepsinden daha çok okumuş-yazmış bir adamım, ama onların zerresini kendimde bulamazdım. Çünkü onların dinle ilişkisi benim gibi değildi.
Ben ahirzaman çocuğuyum. Ahirzaman bana meş'um bir bakış öğretmiş. Elime geçen her metni 'bilmekle bitirmeye' çalışıyorum. Bitince metnin benim olduğunu sanıyorum. O mübareklerse bilgiye böyle bakmıyorlardı. Onlar gereğince eyleyince ilmin kendilerinin olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle Kur'an'ın mealinden önce ilmihalle ilgiliydiler. Onu pek isabetli olarak Kur'an'ın hayata bihakkın tefsiri olarak görüyordular. Orada denildiği gibi eylemekle Kur'an'ı hayatlarına tefsir ediyordular. Yani hayatlarıyla Kur'an oluyordular.
Bense Kur'an'ı bir entelektüel biliş malzemesi haline getirmeye çalışıyorum. Yaşamak değil tartışmak istiyorum. Zeytinyağı olmak istiyorum. Sonuna varmak istiyorum. Bu yüzden meal istiyorum. Çünkü meal "İşte bu metin bu kadar!" diyecek. Beni anlamın sonuna getirecek. Gaybını yokedecek.
Onlarsa Bediüzzaman'ın dediği yerdeydiler: "Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur." Bununla yetiniyordular. Anlamını bilmedikleri şeylere ağlıyordular. Fakat pek isabetli yapıyordular. Çünkü sezdikleri 'mealler' değil Kur'an'ın 'neden indirildiği' idi. Onu işitmeleri parçaları değil bütünü hatırlatıyordu. Allah'ı hatırlatıyordu. Kalplerindeki bütün maneviyatı birden kendisine çağırıyordu. Bu onlara yetiyordu. Bu onları şevklendiriyordu. Allah onlardan razı olsun.
Mealciliği İslam'ın zirvesi sananları şu yüzleşmeye çağırıyorum: Biz, 'dini daha iyi yaşamak için' değil, 'din üzerinden entellik kasmak için' mealcilik yapıyoruz. Evet. Bariz olan durum bu. Buradan meal okumayı haram saydığım düşünülmesin. Tefsirleri tercih etmekle birlikte, mananın kenarına değmek kabilinden, okunmasının aleyhinde değilim. Fakat 'idealleştirilmesine' karşıyım. Avam-ı müsliminin cahilane(!) takvası üzerinde bir sopa kılınmasına karşıyım. Bilmenin istibdadı altında ruhî sezginin öldürülmesine karşıyım. Ki sezgi ancak gaybı öldürülmekle öldürülür. Sırrın kalmadığı yerde çağrışım yoktur. Ve mealcilik, Kur'an'ın sonuna geldiğini sanmakla, en çok bu gayba kastediyor. Belki biraz da bu 'gaybsız ilişki' yüzünden eskilerin o metinlerle kurduğu hayattar ilişkinin zerresi bizde görünmüyor. Kabuğunu soyunca elmadan olduk biz.
2 Mayıs 2018 Çarşamba
Evren tek boyuttan mı oluşuyor?
Bu yazımda bana ilginç gelen (daha doğrusu 'hikmetli' gelen) bir sıralamayı sizinle konuşmak/paylaşmak istiyorum. Peki 'sıralama' nerede? Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de. Neresinde? Finalinde. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi okuyanlar bilirler ki, kitap, Bediüzzaman'ın üç metniyle son buluyor. 1) Hüve Nüktesi. 2) Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım. 3) Na'büdü Nüktesi... Aslında, zâhirci bir nazarla, bu metinlerin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin temasıyla bir ilgisi yok gibi görünüyor. Çünkü mezkûr metinler ne gaybî bir sırdan haber veriyor ne de Risale-i Nur'a dair istihraçlar içeriyor.
Ya? Oraya geleyim: Ben bu metinlerin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye konmasını farklı bir şekilde anlamlı buluyorum. Onların öğrettikleri bakış açısının Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin anakonusunu oluşturan istihraçlara büyük bir desteği var gibime geliyor. Hatta şöyle bile söylenebilir: Bu metinlerin bakış açısını kuşanmış insanlar ancak 'istihraç' konusuna selametle bakabilirler. Neden? İşte şimdi, elimden geldiğince, şu sırrı izah etmeye çalışacağım. Peki nereden başlayalım? Bence Hüve Nüktesi'nden başlayalım.
Hüve Nüktesi bize neyi anlatıyor? Hüve Nüktesi, okuyanların hemen tahattur edeceği üzere, bir hava zerresinde saklı mucizeleri anlatıyor. Nasıl mucizeler bunlar? Kısaltılmış bir alıntıyla aktarmış olalım:
"Meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn gördüm ki, 'Hüve'nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, (...) fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn müşahede ettim."
Yani: Bir hava zerresi, birtek zerre olduğu halde, üzerinden geçen her sesi, her ışığı, her ısıyı, her radyo dalgasını, her kokuyu, belki daha nice şeyi şaşırmadan taşıyabiliyor. İnsan, aynı anda konuşan iki arkadaşını birden anlayamazken, hava zerresi sayısız sesleri doğru anlayıp akranlarına iletme konusunda hiçbir arıza yaşamıyor. İşte, zerrede saklanan mucizelerin bu farkındalığı ki, sizi, varlığın 'bir'ken 'çok' olabilme sırrına doğru taşıyor. Alıştırıyor. Birlerin çoklaşması artık sizi şaşırtmıyor.
Tamam. Bunu az-çok anladık. Özet de olsa bir tarif elde ettik. Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'a gelelim. Bu metin bize neyi anlatıyor? Bu defa alıntısız aktarayım. (Çünkü özetleyecek bir yer bulamadım.) Bu metin, bize, Nur sûresindeki 'zulmet üstünde zulmet' ve 'nur üstüne nur' ifadelerini tefsir ederek, âlemin aslında yaprakları içiçe gül goncası gibi bir yapıya sahip olduğunu, tek bir âlemi yaşıyoruz sansak da 'çok katmanlı' bir âlemle muhatap olduğumuzu anlatıyor.
Hemen girişinde rastlıyoruz zaten şu cümleye: "Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum." Finale yakın ise şu ifadelerle karşılaşıyoruz: "Elhasıl: Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu."
Yani, bu bölümün de bize verdiği ders, yaşadığımız âlem tek boyutlu değil. Birbiri içinde çok âlemler var. Esmaü'l-Hüsna sayısınca kuşanabileceğimiz bakış açıları ve bu bakış açıları sayısınca şahit olabileceğimiz âlemcikler var. Bir aynalar koridorunda yaşıyor gibiyiz. Eh, benim şahitliğime güvenmiyorsanız, metni kendiniz okumalısınız. Sanıyorum zikrettiğim hakikati az-çok görecek/bulacaksınız.
Gelelim üçüncü metne. Na'büdü Nüktesi. Peki Na'büdü Nüktesi bize neyi anlatıyor? Bu metnin bize anlattığını özetleyecek içinde harika bir bölüm var. Onu alıntılayarak söze başlayalım: "O vakit, herbir âyât-ı Kur'âniye, gayet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâğat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i'câzı içinde gördüm." Bediüzzaman, bu metin boyunca, Fatiha'daki "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz!" ifadesindeki 'biz'in kaç anlama birden gelebilir olduğunu tefsir ediyor. Yaşadığı bir uyanış üzerinden katman katman bu ayetin hitap ettiği 'bizlikleri' anlatıyor. Yani bu metin de bizi yine birşeyin (bir ayet-i kerimenin) çok katmanlı anlam dünyasına çağırıyor.
Evet, buraya kadar dökmeden-saçmadan meramımı anlatabildimse, şimdi sadede geleyim: Sikke-i Tasdik-i Gaybî bütününde bizi nasıl bir okumaya çağırıyor? Asırlar önce edilmiş duaların, yazılmış kasidelerin veya nazil olmuş ayet-i kerimelerin her zamanda (ve özellikle bu zamanda) muhatapları olduğuna dair bir okumaya değil mi?
Yani, orada, bir söz, bir mısra, bir ayet-i kerime yalnızca 'birşey' söylemiyor. Söyleneceklerin sayısı muhatap sayısınca artıyor. Zaman sayısınca artıyor. Kulak sayısınca artıyor. Okuma sayısınca artıyor. Tefekkür sayısınca artıyor. Kur'an-ı Kerim, tek bir kitap iken, muhataplarının fehmine göre binlerce tefsire dönüşüyor. Çiçeklerin sayısı güneşi yoramıyor. 'Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı' bir hale geliyor. Neden? Çünkü yaş ve kuru herşey onunla muhatap oluyor. Onunsa rahmeti, hikmeti, ilmi sonsuz. Muhatabını Ehadiyet gölgesinde kendisine has hisselerle donatıyor.
Bu, bir açıdan, Kuantum fiziğini anlatmada kullanılan 'Çift Yarık Deneyi'ni andırıyor. Tanecik sayısı yarık sayısına göre şekilleniyor. Bilinen fizik bu noktada kırılıyor. Yeni bir fiziğe sahip oluyorsunuz bu bakış açısıyla. Cenab-ı Hak, isimlerinde sonsuz olduğu gibi, kelamında da sonsuz oluyor. Vahyi zahirde bir mushafa sığacak kadar az iken, sanki kainatı şekillendiren ukdelerin ipleri ellerindeymiş gibi, her zamanın kulağına sesi gidiyor. Her zaman orada kendi hissesini alıyor. Her zihin dersini çıkarıyor. Hiçbiri diğerinin payına engel olamıyor.
Bence, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin arkasında bu üç metnin yeralması, aslında Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye bakılırken sahip olunması gereken bakış açısına işaret ediyor. Eğer varlığı, Hüve Nüktesi'nde öğretildiği gibi, 'birken çok şey yapabildiğini gösterir' bir gözlükle okursanız; Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'da ders verildiği gibi, 'zahirde birken gül goncası gibi katman katman' görmeyi bercerirseniz; Kur'an ayetlerine de Na'büdü Nüktesi'nde öğretildiği gibi tek bir harfinde/hecesinde dahi katman katman manaları kasteder bir gözle bakabilirsiniz. Ve o zaman Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de size anlatılanlar tuhafınıza kaçmaz. Çünkü varlığın her köşesi aynı nakkaş tarafından işlenmiştir. Kur'an kainatı tefsir ettiği gibi kainat da Kur'an'ı tefsir eder. Öyle ya. Tevhide iman edenler 'birşeyi herşey' ve 'herşeyi birşey' yapanın kudretine kainatta görüp iman etmişlerdir zaten. Artık aynı izi nerede görürlerse görsünler şaşırmazlar
Ya? Oraya geleyim: Ben bu metinlerin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye konmasını farklı bir şekilde anlamlı buluyorum. Onların öğrettikleri bakış açısının Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin anakonusunu oluşturan istihraçlara büyük bir desteği var gibime geliyor. Hatta şöyle bile söylenebilir: Bu metinlerin bakış açısını kuşanmış insanlar ancak 'istihraç' konusuna selametle bakabilirler. Neden? İşte şimdi, elimden geldiğince, şu sırrı izah etmeye çalışacağım. Peki nereden başlayalım? Bence Hüve Nüktesi'nden başlayalım.
Hüve Nüktesi bize neyi anlatıyor? Hüve Nüktesi, okuyanların hemen tahattur edeceği üzere, bir hava zerresinde saklı mucizeleri anlatıyor. Nasıl mucizeler bunlar? Kısaltılmış bir alıntıyla aktarmış olalım:
"Meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn gördüm ki, 'Hüve'nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, (...) fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn müşahede ettim."
Yani: Bir hava zerresi, birtek zerre olduğu halde, üzerinden geçen her sesi, her ışığı, her ısıyı, her radyo dalgasını, her kokuyu, belki daha nice şeyi şaşırmadan taşıyabiliyor. İnsan, aynı anda konuşan iki arkadaşını birden anlayamazken, hava zerresi sayısız sesleri doğru anlayıp akranlarına iletme konusunda hiçbir arıza yaşamıyor. İşte, zerrede saklanan mucizelerin bu farkındalığı ki, sizi, varlığın 'bir'ken 'çok' olabilme sırrına doğru taşıyor. Alıştırıyor. Birlerin çoklaşması artık sizi şaşırtmıyor.
Tamam. Bunu az-çok anladık. Özet de olsa bir tarif elde ettik. Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'a gelelim. Bu metin bize neyi anlatıyor? Bu defa alıntısız aktarayım. (Çünkü özetleyecek bir yer bulamadım.) Bu metin, bize, Nur sûresindeki 'zulmet üstünde zulmet' ve 'nur üstüne nur' ifadelerini tefsir ederek, âlemin aslında yaprakları içiçe gül goncası gibi bir yapıya sahip olduğunu, tek bir âlemi yaşıyoruz sansak da 'çok katmanlı' bir âlemle muhatap olduğumuzu anlatıyor.
Hemen girişinde rastlıyoruz zaten şu cümleye: "Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum." Finale yakın ise şu ifadelerle karşılaşıyoruz: "Elhasıl: Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu."
Yani, bu bölümün de bize verdiği ders, yaşadığımız âlem tek boyutlu değil. Birbiri içinde çok âlemler var. Esmaü'l-Hüsna sayısınca kuşanabileceğimiz bakış açıları ve bu bakış açıları sayısınca şahit olabileceğimiz âlemcikler var. Bir aynalar koridorunda yaşıyor gibiyiz. Eh, benim şahitliğime güvenmiyorsanız, metni kendiniz okumalısınız. Sanıyorum zikrettiğim hakikati az-çok görecek/bulacaksınız.
Gelelim üçüncü metne. Na'büdü Nüktesi. Peki Na'büdü Nüktesi bize neyi anlatıyor? Bu metnin bize anlattığını özetleyecek içinde harika bir bölüm var. Onu alıntılayarak söze başlayalım: "O vakit, herbir âyât-ı Kur'âniye, gayet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâğat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i'câzı içinde gördüm." Bediüzzaman, bu metin boyunca, Fatiha'daki "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz!" ifadesindeki 'biz'in kaç anlama birden gelebilir olduğunu tefsir ediyor. Yaşadığı bir uyanış üzerinden katman katman bu ayetin hitap ettiği 'bizlikleri' anlatıyor. Yani bu metin de bizi yine birşeyin (bir ayet-i kerimenin) çok katmanlı anlam dünyasına çağırıyor.
Evet, buraya kadar dökmeden-saçmadan meramımı anlatabildimse, şimdi sadede geleyim: Sikke-i Tasdik-i Gaybî bütününde bizi nasıl bir okumaya çağırıyor? Asırlar önce edilmiş duaların, yazılmış kasidelerin veya nazil olmuş ayet-i kerimelerin her zamanda (ve özellikle bu zamanda) muhatapları olduğuna dair bir okumaya değil mi?
Yani, orada, bir söz, bir mısra, bir ayet-i kerime yalnızca 'birşey' söylemiyor. Söyleneceklerin sayısı muhatap sayısınca artıyor. Zaman sayısınca artıyor. Kulak sayısınca artıyor. Okuma sayısınca artıyor. Tefekkür sayısınca artıyor. Kur'an-ı Kerim, tek bir kitap iken, muhataplarının fehmine göre binlerce tefsire dönüşüyor. Çiçeklerin sayısı güneşi yoramıyor. 'Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı' bir hale geliyor. Neden? Çünkü yaş ve kuru herşey onunla muhatap oluyor. Onunsa rahmeti, hikmeti, ilmi sonsuz. Muhatabını Ehadiyet gölgesinde kendisine has hisselerle donatıyor.
Bu, bir açıdan, Kuantum fiziğini anlatmada kullanılan 'Çift Yarık Deneyi'ni andırıyor. Tanecik sayısı yarık sayısına göre şekilleniyor. Bilinen fizik bu noktada kırılıyor. Yeni bir fiziğe sahip oluyorsunuz bu bakış açısıyla. Cenab-ı Hak, isimlerinde sonsuz olduğu gibi, kelamında da sonsuz oluyor. Vahyi zahirde bir mushafa sığacak kadar az iken, sanki kainatı şekillendiren ukdelerin ipleri ellerindeymiş gibi, her zamanın kulağına sesi gidiyor. Her zaman orada kendi hissesini alıyor. Her zihin dersini çıkarıyor. Hiçbiri diğerinin payına engel olamıyor.
Bence, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin arkasında bu üç metnin yeralması, aslında Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye bakılırken sahip olunması gereken bakış açısına işaret ediyor. Eğer varlığı, Hüve Nüktesi'nde öğretildiği gibi, 'birken çok şey yapabildiğini gösterir' bir gözlükle okursanız; Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım'da ders verildiği gibi, 'zahirde birken gül goncası gibi katman katman' görmeyi bercerirseniz; Kur'an ayetlerine de Na'büdü Nüktesi'nde öğretildiği gibi tek bir harfinde/hecesinde dahi katman katman manaları kasteder bir gözle bakabilirsiniz. Ve o zaman Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de size anlatılanlar tuhafınıza kaçmaz. Çünkü varlığın her köşesi aynı nakkaş tarafından işlenmiştir. Kur'an kainatı tefsir ettiği gibi kainat da Kur'an'ı tefsir eder. Öyle ya. Tevhide iman edenler 'birşeyi herşey' ve 'herşeyi birşey' yapanın kudretine kainatta görüp iman etmişlerdir zaten. Artık aynı izi nerede görürlerse görsünler şaşırmazlar
1 Mayıs 2018 Salı
'Yorum' değil 'aşırı yorum'
Şimdi, bilenler zaten biliyor, bilmeyenler için bir hatırlatma geçelim: İslam üç 'fıkıh'tan oluşuyor. 1) Fıkh-ı Ekber. Ki biz onu 'akaid' olarak da biliyoruz. 'Neye/nasıl inanacağımızı' söylüyor bize. 2) Fıkh-ı Zâhir. Ki biz onu da ilmihal kitaplarımızdan tanıyoruz. Eylemlerimizin 'ne şekilde olursa' rıza-i ilahîye uygun olacağını anlatıyor bize. Helali-haramı öğretiyor. 3) Fıkh-ı Bâtın. Ki o da genelde tasavvufun iştigal alanıdır. Dışımızdaki dünyada rıza ararken iç dengelerimizin bozulmamasının sırrını ders verir bize. Çünkü nihayetinde ameli rızaya uygun yapan 'ihlas'tır. Her niyet amelinin başlangıcıdır. Her şükür amelin nihayetidir. Bu ikisinin sağlam şekilde bağlanabilmesi için insanın içinde de bir denge gözetmesi gerekir. İşte bu dengenin dersi de Fıkh-ı Bâtın'dadır.
Ben, mürşidimin, tedrisinde Fıkh-ı Ekber ve Fıkh-ı Bâtın'la yoğun bir şekilde meşgul olduğu, fakat Fıkh-ı Zâhir konusunda mevcudu yeterli gördüğü kanaatindeyim. O nedenle Risale-i Nur'u okurken namazın 'ne şekilde' kılınacağına dair bir bilgiye pek rastlanmazken 'ne hikmetle kılınması gerektiği' veya 'nasıl bir kalbî teyakkuzla eylenmesi lazım geldiği' üzerine pekçok bilgi bulunur.
Bu, bazılarının yanlış lanse ettiği şekilde, Bediüzzaman'ın Fıkh-ı Zâhir'i 'küçümsemesinden' değildir. Hâşâ, hiçbir ehl-i sünnet âlimi, böyle bir cinnete teşebbüs etmez. Allah'ın 'Bâtın' ism-i şerifi 'Zâhir' ism-i şerifini 'önemsizleştirmediği' gibi Fıkh-ı Bâtın da Fıkh-ı Zâhir'i önemsizleştiremez. Bediüzzaman'ın bu konuya girmemesi, onu 'hikmetsiz' görmesinden değil, üzerine yapılan çalışmaları 'yeterli' bulmasındandır. Eğer bu alanda ümmetin eksik bir bilgiyle muhatap olduğunu düşünseydi, elbette, ona da eserlerinde yer verecekti. (Fakat bir-iki mesele dışında temas ettiğini görmüyoruz.)
Bu yüzden, velev Risale-i Nur metinlerinden hareketle olsun, Fıkh-ı Zâhir'in (tamamının veya bir parçasının) mevcut halini eleştirip 'yeni fıkıh' arayışına giren adamlar haltediyorlar. Bu haltın edildiğine çoklukla şahit oldum. (İsim vermeyeceğim. Zira sonra başıma iş geliyor.) Bir müellifin kasten girmediği/terkettiği bir alana, o alanla doğrudan ilgili olmayan metinler üzerinden girmek, züccaciyeye giren fil gibi olmaktır. Metni 'yorumlamak' değil (Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'daki tabiriyle) 'aşırı yorum'a tâbi tutmaktır. Kullanmaktır. Çünkü Fıkh-ı Zâhir'in Fıkh-ı Bâtın'dan ayrı bir usûlü vardır ve Fıkh-ı Bâtın bilgisini içeren metinler üzerinden oraya dalmak, âmiyane bir örnekle, basketbolu futbol kurallarıyla oynamaya benzer. Bu da elbette kâr değil zarardır. Şut çekerek basket atmaya çalışanlar, potaya zarar vermez belki amma, çok seyircinin başını yararlar. Pekçok canı acıtırlar.
Nur talebelerinin bu hususta dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Biz, elhamdülillah, dört mezhebin cadde-i kübrası içinde yaşamaktayız. Hanefiyiz, Şafiiyiz, Malikiyiz veya Hanbeliyiz. Akaid ve tasavvuf dersimizi mürşidimizden alsak da amelde yine kendi mezhebimize tâbiyiz. Onun helal dediğini 'helal' haram dediğini 'haram' biliriz. Böyle yaşarsak istikamette kalırız.
Fıkh-ı Bâtın'a dair bir metine bakarak insan kendi adına 'takva' seçimleri yapsa da, bu özel bir tercihtir, kimseye dayatamaz. Fıkh-ı Zâhir'in dengesini bozamaz. Cadde oymuş gibi tavır takınamaz. Amel dairesi fetva dairesi kadar geniştir. Bediüzzaman dört mezhebin üzerine bir beşinci mezhep kurmamıştır. Böyle bir ihtiyaca işaret de etmemiştir. Böyle anlamak/anlatmak hatadır. Bunu zaten nur talebeleri umumen bilir. Fakat işte insan bazen istisnalarla da karşılaşıyor. İfrat-ı muhabbetten bile gelse böyle marazlara dair birşeyler söylemek gerekiyor ki üzerimizdeki sorumluluk eda edilmiş olsun. Ben de bu yazıyı şunun için yazdım.
Ben, mürşidimin, tedrisinde Fıkh-ı Ekber ve Fıkh-ı Bâtın'la yoğun bir şekilde meşgul olduğu, fakat Fıkh-ı Zâhir konusunda mevcudu yeterli gördüğü kanaatindeyim. O nedenle Risale-i Nur'u okurken namazın 'ne şekilde' kılınacağına dair bir bilgiye pek rastlanmazken 'ne hikmetle kılınması gerektiği' veya 'nasıl bir kalbî teyakkuzla eylenmesi lazım geldiği' üzerine pekçok bilgi bulunur.
Bu, bazılarının yanlış lanse ettiği şekilde, Bediüzzaman'ın Fıkh-ı Zâhir'i 'küçümsemesinden' değildir. Hâşâ, hiçbir ehl-i sünnet âlimi, böyle bir cinnete teşebbüs etmez. Allah'ın 'Bâtın' ism-i şerifi 'Zâhir' ism-i şerifini 'önemsizleştirmediği' gibi Fıkh-ı Bâtın da Fıkh-ı Zâhir'i önemsizleştiremez. Bediüzzaman'ın bu konuya girmemesi, onu 'hikmetsiz' görmesinden değil, üzerine yapılan çalışmaları 'yeterli' bulmasındandır. Eğer bu alanda ümmetin eksik bir bilgiyle muhatap olduğunu düşünseydi, elbette, ona da eserlerinde yer verecekti. (Fakat bir-iki mesele dışında temas ettiğini görmüyoruz.)
Bu yüzden, velev Risale-i Nur metinlerinden hareketle olsun, Fıkh-ı Zâhir'in (tamamının veya bir parçasının) mevcut halini eleştirip 'yeni fıkıh' arayışına giren adamlar haltediyorlar. Bu haltın edildiğine çoklukla şahit oldum. (İsim vermeyeceğim. Zira sonra başıma iş geliyor.) Bir müellifin kasten girmediği/terkettiği bir alana, o alanla doğrudan ilgili olmayan metinler üzerinden girmek, züccaciyeye giren fil gibi olmaktır. Metni 'yorumlamak' değil (Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'daki tabiriyle) 'aşırı yorum'a tâbi tutmaktır. Kullanmaktır. Çünkü Fıkh-ı Zâhir'in Fıkh-ı Bâtın'dan ayrı bir usûlü vardır ve Fıkh-ı Bâtın bilgisini içeren metinler üzerinden oraya dalmak, âmiyane bir örnekle, basketbolu futbol kurallarıyla oynamaya benzer. Bu da elbette kâr değil zarardır. Şut çekerek basket atmaya çalışanlar, potaya zarar vermez belki amma, çok seyircinin başını yararlar. Pekçok canı acıtırlar.
Nur talebelerinin bu hususta dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Biz, elhamdülillah, dört mezhebin cadde-i kübrası içinde yaşamaktayız. Hanefiyiz, Şafiiyiz, Malikiyiz veya Hanbeliyiz. Akaid ve tasavvuf dersimizi mürşidimizden alsak da amelde yine kendi mezhebimize tâbiyiz. Onun helal dediğini 'helal' haram dediğini 'haram' biliriz. Böyle yaşarsak istikamette kalırız.
Fıkh-ı Bâtın'a dair bir metine bakarak insan kendi adına 'takva' seçimleri yapsa da, bu özel bir tercihtir, kimseye dayatamaz. Fıkh-ı Zâhir'in dengesini bozamaz. Cadde oymuş gibi tavır takınamaz. Amel dairesi fetva dairesi kadar geniştir. Bediüzzaman dört mezhebin üzerine bir beşinci mezhep kurmamıştır. Böyle bir ihtiyaca işaret de etmemiştir. Böyle anlamak/anlatmak hatadır. Bunu zaten nur talebeleri umumen bilir. Fakat işte insan bazen istisnalarla da karşılaşıyor. İfrat-ı muhabbetten bile gelse böyle marazlara dair birşeyler söylemek gerekiyor ki üzerimizdeki sorumluluk eda edilmiş olsun. Ben de bu yazıyı şunun için yazdım.
30 Nisan 2018 Pazartesi
İnsan da bir su birikintisidir
Hatırlarsanız "Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?" başlıklı yazımda 'eskiden astronomik gözlemlerin havuzlar sayesinde yapıldığından' bahsetmiş ve şöyle eklemiştim: "İnsanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: 'O, insanı bir damla sudan yarattı.' En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: 'Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur.' Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: 'Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir.' Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor."
Evet, aynalık yönünden 'toprak, su ve çamurdan olan insan' ile yine 'toprak, su ve çamurdan olan su birikintileri' arasında hâlâ bir benzerlik görüyorum. Hatta şöyle düşünüyorum: 'Hayat' aslında bu aynalığın giriftleşmiş halidir. Yani: 'toprak, su ve çamurdan olan havuz'dan 'toprak, su ve çamurdan olan insan'a gelindikçe aynalık değişmez, fakat şiddetlenir. Birikintilerin aynalığını yaptığı 'bir' manzara ise insanınki 'bin'lercedir. Üzülür, sevinir, kızar, neşelenir, sever, tiksinir, ağlar, gülümser... Bütün bu dalgalanmalar içinde kimbilir onda neler neler yansır. Anlarına ne yıldızlar sığar. Ne gökler göğsüne iner. Böylece insan 'toprak, su ve çamurdan gelen' aynalık fonksiyonunu (elbette kemalatı/gelişimi ölçüsünde) ileriye taşır.
Yalnız, tam bu noktada, diğer yazımda eksik bıraktığım birşeye de dikkat çekeceğim: Bu üç öğenin birlikteliğinden doğan aynada, 'yansıtıcı' olarak yalnızca yüzeydeki su görünse de, aslında herbir parçanın kendi yeteneğince bir aynalığı vardır. Onların aynalığı sayesinde suyun yüzeyinde bizim bildiğimiz aynalık fonksiyonu oluşur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Toprak, güneş ışığını bildiğimiz şekilde 'resmini koruyarak' yansıtmaz, fakat toprağın kısmî tutuculuğu da aslında bir çeşit aynalıktır. Burada aynalığı ışıkla hemhal olan herşey için kullandığımı ifade etsem daha açık davranmış olurum. Evet, toprak da güneşin bir aynasıdır, ama bağrından çiçekler fışkırtan bir aynasıdır. Eğer toprak, güneşten gelenin birazını tutup birazını bırakmasaydı, ne göz ile onu görebilirdik, ne de bağrından çıkan şeyleri elde edebilirdik. Onun aynalığının 'tutması yüksek' yanıdır ki, rengini koyultur, ama bağrından doğacakları zenginleştirir.
Evet, çukurun dibindeki toprak da ışığı biraz tutuyor, biraz da bırakıyor. Onun bu kısmî aynalığı (suyla temas ettiği bölgede) çamura doğru evrilirken biraz daha azalıyor. Ve yüzeydeki su altındaki bu daha az bırakır aynalar sayesinde güzel bir yansıtıcıya dönüşüyor. Yani içiçe konmuş üç ayna sayesinde bizim bir gözlem âletimiz oluyor. Bu söylediklerim tuhaf geldiyse dibi bembeyaz taşlarla örülü havuzları hayal edin. Onların yüzeyindeki yansımaların gücü sizce ne kadardır? Bir havuzun zemininin rengi açıldıkça yansımalarının gücü de zayıflar.
Buradan şuraya geleceğim: Mürşidim metinlerinde tekrar be tekrar kendisini 'üç şahsiyete' ayırıyor. "Nedir bu 'üç şahsiyet' ayrımı hey efendi?" dersiniz diye evvela bir alıntı yapalım:
"İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
Başka bir yerde ise dünyanın 'üç yüz'ünden bahsediyor yine mürşidim: "Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır..." Yazıyı uzatmaktan korkmasam bir de "Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir..." diye başlayan bir bölümü alıntılayacaktım, ama gözüm kesmedi. Azıcığını alıp geçeceğim: " (Birincisi:) İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder."
"En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla söyleyeyim: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde kullandığı bütün bu üçlü sistemlerin Kur'an'daki mezkûr üçlü sistemle bir ilgisi var. Herbir şahsiyetinin 'su, çamur, toprak' üçlemesinde bir yeri var. Mesela: Kendisinin 'karanlık' bulduğu üçüncü şahsiyeti ne çok toprak seviyesindeki 'az yansıtıcılığa' benzer. Ubudiyet vaktinde büründüğü ikinci şahsiyetinin ise su ve toprağın etkileşiminden oluşan çamur seviyesine ne çok benzerliği vardır. Çünkü ubudiyet de insanın üzerinden yansıyan Esmaü'l-Hüsna ile etkileşim içerisine girmesinden doğar. Allah'ın isimlerinin tecellilerini farkeden insan o tecellilerin rengine göre renkten renge girerek bir ubudiyet sergiler. Tıpkı üzerinde güneşin yansıdığı suyun toprakla etkileşime girmesi ve onu çamurlaştırması gibi. İnsan da ubudiyet vaktinde yumuşar. Çamurlaşır. Değişir. Veya işlenmeye müsait bir hal alır.
Birinci makamdaki dellallık ise tam bir yansıtma makamıdır. Orada mürşid ancak yansıtandır. Allah'ın kendisine bağışladığı marifetullaha dair ilmi/ahlakı talebeleriyle paylaşır. Tıpkı bir su birikintisinin, üzerinde yansıyan manzarayı, o manzaradan hiçbirşeyi kendisine ait kılmadan seyircilerin gözüyle paylaşması gibi. Evet. Göl güneşten haber verir. Ama göle güneş sığmaz. Göl bunu iddia etmez. Cam parçası yıldızları gösterir. Ama cam parçasına yıldız sığmaz. Cam parçası bunu iddia etmez. İnsan da öğrettiklerinin, taşıdıklarının, haber verdiklerinin tastamam içine sığdığı bir ayine değildir. Makam-ı irşadda muvaffak olduğu aslında sadece güzel bir ayineliktir.
Meselenin 'dünyanın üç yüzüne' bakan tarafını da ele almak istiyordum, ancak yazı uzadı gitti. Sizi de bıktırmak olmaz. Zaten lafı dolaştıra dolaştıra konuşmamdan yoruldunuz. O zaman o ciheti de sizin keskin fehimlerinize havale ederek Risale-i Nur'da sıkça karşımıza çıkan böylesi üçlemelere şöyle bir dikkat çekmiş olalım. Ve unutmayalım: Bir yanımızın tastamam yansıtıcı olabilmesi için diğer bir yanımızın da karanlıkta kalması gerekiyor. İnsanda bunu 'aczi ve fakrı' sağlıyor. Dünyada bunu 'ademe ve fenaya bakan yüzü' besliyor. Bediüzzaman'da ise aynı fonksiyonu gören 'üçüncü şahsiyet' var. Her şekilde aynalar sırlanıyor. Sırsız ayna olmaz. Çünkü sonsuzu yansıtıyorlar. Sonsuzu yansıtan, evren iki sonsuzluk birden kaldırmadığından, sınırlanmak/sırlanmak zorundadır. Kusurlarımız da sınırlarımız/sırlarımızdır bizim.
Evet, aynalık yönünden 'toprak, su ve çamurdan olan insan' ile yine 'toprak, su ve çamurdan olan su birikintileri' arasında hâlâ bir benzerlik görüyorum. Hatta şöyle düşünüyorum: 'Hayat' aslında bu aynalığın giriftleşmiş halidir. Yani: 'toprak, su ve çamurdan olan havuz'dan 'toprak, su ve çamurdan olan insan'a gelindikçe aynalık değişmez, fakat şiddetlenir. Birikintilerin aynalığını yaptığı 'bir' manzara ise insanınki 'bin'lercedir. Üzülür, sevinir, kızar, neşelenir, sever, tiksinir, ağlar, gülümser... Bütün bu dalgalanmalar içinde kimbilir onda neler neler yansır. Anlarına ne yıldızlar sığar. Ne gökler göğsüne iner. Böylece insan 'toprak, su ve çamurdan gelen' aynalık fonksiyonunu (elbette kemalatı/gelişimi ölçüsünde) ileriye taşır.
Yalnız, tam bu noktada, diğer yazımda eksik bıraktığım birşeye de dikkat çekeceğim: Bu üç öğenin birlikteliğinden doğan aynada, 'yansıtıcı' olarak yalnızca yüzeydeki su görünse de, aslında herbir parçanın kendi yeteneğince bir aynalığı vardır. Onların aynalığı sayesinde suyun yüzeyinde bizim bildiğimiz aynalık fonksiyonu oluşur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Toprak, güneş ışığını bildiğimiz şekilde 'resmini koruyarak' yansıtmaz, fakat toprağın kısmî tutuculuğu da aslında bir çeşit aynalıktır. Burada aynalığı ışıkla hemhal olan herşey için kullandığımı ifade etsem daha açık davranmış olurum. Evet, toprak da güneşin bir aynasıdır, ama bağrından çiçekler fışkırtan bir aynasıdır. Eğer toprak, güneşten gelenin birazını tutup birazını bırakmasaydı, ne göz ile onu görebilirdik, ne de bağrından çıkan şeyleri elde edebilirdik. Onun aynalığının 'tutması yüksek' yanıdır ki, rengini koyultur, ama bağrından doğacakları zenginleştirir.
Evet, çukurun dibindeki toprak da ışığı biraz tutuyor, biraz da bırakıyor. Onun bu kısmî aynalığı (suyla temas ettiği bölgede) çamura doğru evrilirken biraz daha azalıyor. Ve yüzeydeki su altındaki bu daha az bırakır aynalar sayesinde güzel bir yansıtıcıya dönüşüyor. Yani içiçe konmuş üç ayna sayesinde bizim bir gözlem âletimiz oluyor. Bu söylediklerim tuhaf geldiyse dibi bembeyaz taşlarla örülü havuzları hayal edin. Onların yüzeyindeki yansımaların gücü sizce ne kadardır? Bir havuzun zemininin rengi açıldıkça yansımalarının gücü de zayıflar.
Buradan şuraya geleceğim: Mürşidim metinlerinde tekrar be tekrar kendisini 'üç şahsiyete' ayırıyor. "Nedir bu 'üç şahsiyet' ayrımı hey efendi?" dersiniz diye evvela bir alıntı yapalım:
"İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
Başka bir yerde ise dünyanın 'üç yüz'ünden bahsediyor yine mürşidim: "Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır..." Yazıyı uzatmaktan korkmasam bir de "Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir..." diye başlayan bir bölümü alıntılayacaktım, ama gözüm kesmedi. Azıcığını alıp geçeceğim: " (Birincisi:) İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder."
"En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla söyleyeyim: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde kullandığı bütün bu üçlü sistemlerin Kur'an'daki mezkûr üçlü sistemle bir ilgisi var. Herbir şahsiyetinin 'su, çamur, toprak' üçlemesinde bir yeri var. Mesela: Kendisinin 'karanlık' bulduğu üçüncü şahsiyeti ne çok toprak seviyesindeki 'az yansıtıcılığa' benzer. Ubudiyet vaktinde büründüğü ikinci şahsiyetinin ise su ve toprağın etkileşiminden oluşan çamur seviyesine ne çok benzerliği vardır. Çünkü ubudiyet de insanın üzerinden yansıyan Esmaü'l-Hüsna ile etkileşim içerisine girmesinden doğar. Allah'ın isimlerinin tecellilerini farkeden insan o tecellilerin rengine göre renkten renge girerek bir ubudiyet sergiler. Tıpkı üzerinde güneşin yansıdığı suyun toprakla etkileşime girmesi ve onu çamurlaştırması gibi. İnsan da ubudiyet vaktinde yumuşar. Çamurlaşır. Değişir. Veya işlenmeye müsait bir hal alır.
Birinci makamdaki dellallık ise tam bir yansıtma makamıdır. Orada mürşid ancak yansıtandır. Allah'ın kendisine bağışladığı marifetullaha dair ilmi/ahlakı talebeleriyle paylaşır. Tıpkı bir su birikintisinin, üzerinde yansıyan manzarayı, o manzaradan hiçbirşeyi kendisine ait kılmadan seyircilerin gözüyle paylaşması gibi. Evet. Göl güneşten haber verir. Ama göle güneş sığmaz. Göl bunu iddia etmez. Cam parçası yıldızları gösterir. Ama cam parçasına yıldız sığmaz. Cam parçası bunu iddia etmez. İnsan da öğrettiklerinin, taşıdıklarının, haber verdiklerinin tastamam içine sığdığı bir ayine değildir. Makam-ı irşadda muvaffak olduğu aslında sadece güzel bir ayineliktir.
Meselenin 'dünyanın üç yüzüne' bakan tarafını da ele almak istiyordum, ancak yazı uzadı gitti. Sizi de bıktırmak olmaz. Zaten lafı dolaştıra dolaştıra konuşmamdan yoruldunuz. O zaman o ciheti de sizin keskin fehimlerinize havale ederek Risale-i Nur'da sıkça karşımıza çıkan böylesi üçlemelere şöyle bir dikkat çekmiş olalım. Ve unutmayalım: Bir yanımızın tastamam yansıtıcı olabilmesi için diğer bir yanımızın da karanlıkta kalması gerekiyor. İnsanda bunu 'aczi ve fakrı' sağlıyor. Dünyada bunu 'ademe ve fenaya bakan yüzü' besliyor. Bediüzzaman'da ise aynı fonksiyonu gören 'üçüncü şahsiyet' var. Her şekilde aynalar sırlanıyor. Sırsız ayna olmaz. Çünkü sonsuzu yansıtıyorlar. Sonsuzu yansıtan, evren iki sonsuzluk birden kaldırmadığından, sınırlanmak/sırlanmak zorundadır. Kusurlarımız da sınırlarımız/sırlarımızdır bizim.
28 Nisan 2018 Cumartesi
Bediüzzaman romanı neden eleştirdi?
Edebiyatla meşguliyetin müsekkin (yatıştırıcı) etkisine dair ilk uyanışı Orhan Pamuk'tan okuyunca yaşamışım gibi hatırlıyorum. (Manzaradan Parçalar'da mıydı? Allah bilir. Hergün bir parça edebiyatla meşguliyetin yatıştırıcılığından bahsediyordu.) Sonra benzeri cümlelere Kafka gibi birçok yazarda daha rastladım. Onlar da yazmayı bu şekilde 'kullanıyorlardı.' Hatta, daha ifratı, kalemi hayata tutunmanın bir aracı gibi görüyorlardı. Düşündüm. Ders aldım. Dikkat ettim: Kendimde de aynı tesiri hissettim.
Bu nedenle, aynı cümleye, fakat bu kez olumsuzlarken, Bediüzzaman'da rastlamak beni şaşırtmadı. O da şöyle söylüyordu Lemeât'ında: "(...) Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. (...)"
Metnin tamamına ulaşmak isteyenleri kaynağına havale ederek (Google Hoca bu konuda size yardımcı olacaktır) bu tekrar eden 'müsekkin' vurgusunun bana neler düşündüğünü bir parça izaha çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Hamd yalnızca Ona.
Evet, edebiyat bizde bir 'sakinleştirici' etkisi yapıyor, fanilikle uyanmış akıllarımızı bir parça uyuşturuyor, çünkü bizi vücudîlikte (varlıksallıkta) farklı bir boyuta taşıyor. Bir insanın yazdıkları, eğer güzel de bir metin ortaya koymuşsa ve yıllarca okunacağına dair kalbinde bir umut yanmışsa, varlığının maddeden bir parça aşkınlaşmasını sağlıyor. Örneğin: Güzel bir roman yazdığınızda, metinde bir tür vücud/varlık bulan öykü, kişisel ömrünüzden aşkınlaşıyor. Kahramanları yaşlanmıyor. Duyguları yıpranmıyor. Aşkları eskimiyor. Özlemleri sönmüyor. Oraya, o birkaç sayfaya sığdırdığınız hayatlar, sanki bir tür ebediyet kazanmış gibi kalbinizde bir tatmin yaratıyorlar. Okuyanlar da sizdekine benzer bir tatmin yaşıyorlar. Güya meyyitlerden hayat alıyorlar.
Fakat ne de olsa yalancı bir tatmindir bu. Çünkü yazılanlar gerçek değildir. Bekanın gözünde gerçek 'olan' veya 'olmaya devam eden'dir. Hem bir zamanlar gerçekleşmiş olsalar bile, tahayyülünüz ile bugün onlara giydirdiğiniz varlık, tasavvurdur, gerçek değildir. Hikayeler bitmiştir. Kahramanlar ölmüştür. Aşklar sönmüştür. Belki de zaten hiç yaşanmamıştır. Lakin okurları sayesinde tenasuh/reenkarnasyon geçirir gibi hayatta kalırlar. Birer parazit gibi bedenden bedene zıplarlar. Faniliği dolaşmakla bir tür sonsuzluk yalanı uydururlar. Ve siz o hikayelerin zamana yayılmış ömrüne bakarak ölümsüzlüğün bu dünyada da olabileceğini vehmedersiniz. Şuurla söylemeseniz de hisçe hissedersiniz.
Roman gezdiği ellerde binlerce farklı sûret giyer. Esas kızın tipi nasıldır? Esas oğlanın çehresi ne şekildedir? Birbirlerine nasıl bakmışlardır? Bunlar okurların dünyasında yeniden yeniden inşa olunur. Bu yeniden yeniden inşanın da bekayı (k)andırır bir yanı vardır. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, arızîlerin bekasına dair der ki: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." İnsan da bu türden edebî tekrarlarla bir sanal beka yaşar. Daha doğrusu, yaşamaz, ama 'olabileceğini' düşler. Kendisinden sonra devam eden hikayeler sahibi olmanın sonsuz olmakla ilgili olduğunu düşünür. Anılmayı gerçekten varolmakla karıştırır. Bu elbette bir aldatmacadır. Ancak her aldatmacada olduğu gibi bir müsekkin/yatıştırıcı etkisi vardır. Daha çok varolmanın sanrısı dahi 'fena yarası'nın acılarına bir merhem çalar.
Ben bu hali internette rastgeldiğim bir fotoğrafa çok benzetiyorum. Fotoğrafta iki heykel kolu var. Elele tutuşan iki insanın kolları. Kollardan gayrısı kırılmış. Onlar da kısmen bu yıkımdan pay almış. İşte, edebiyat bize, tıpkı "Cambaza bak!" der gibi, sadece ellere bakmayı telkin ediyor. Eller bir süre daha kalabiliyor çünkü. Yazdıklarımız da bizden sonraya bir süre kalıyor. Fakat bu hakiki bir varlık mı? Hakikaten bir kalış mı? Bedenleri yokolmuş kolların gerçek bir hikayesi olabilir mi? Buradan hayran olunacak bir aşk doğar mı? Romana, sinemaya, tiyatroya göre doğar. Çünkü bunların öykülerini zihninizde tekrar edebilirsiniz. Tekrar be tekrar yaşatabilirsiniz. Yirminizde okuduğunuz romanın kahramanını, ellinizde, sizdeki yaşlanmadan hiçbir pay almadan hayal edebilirsiniz.
Arkadaşım, işte, hayaller bizi kandırıyor! Sakinleştirici etkisi de kuvvetle muhtemel buradan geliyor. Yani bu reenkarnasyon etkisinden doğuyor. Hatta alıntıladığım metnin devamında Bediüzzaman diyor: "Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi, şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz."
İslam sûretperestliğe neden düşmandır? Belki şu yazıya bakmakla bunun da bir cevabı bulunabilir. Nihayetinde putperestler de putlarını/resimlerini birşeyleri tekrar be tekrar hatırlatması için kullanıyorlardı. Onların taştan, demirden, gümüşten veya altından devam eden varlığıyla o şeyin hakiki varlığını karıştırıyorlardı. Uzza'ya tapmayan adamlar Uzza'nın putuna ise tapabiliyorlardı. (Bugün de Monroe'nun çoktan çürümüş cesedine bakınca korkup kaçacak nefisler fotoğraflarından bir beka şehveti devşiriyorlar.)
Çünkü put eskimiyordu. Yaşlanmıyordu. Dolayısıyla faniliği hatırlatmıyordu. Bu bir tür sonsuzluğa benziyordu. Fakat hakiki varoluş 'faniliğin taşınmasında' aranmaz ki. Taşınmaya muhtaç olmayan bir güzelliktir sonsuzluğu kaldırabilecek olan. Hakiki varoluş ancak bir hüsn-i mücerredle mümkün olabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an'daki şu ifadeyi her duyduğumuzda/okuduğumuzda sarsılıyoruz: "Kullu şey’in hâlikun illâ vechehu.../Herşey helak olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." Öyle ya. Yüzü ona bakmadıktan sonra neyin ömrü kıyameti aşabilir? Kıyamet bütün sanal bekaların yıkılışıdır. O zaman, arkadaşım, herşeyin yüzünü Ona döndürelim. Çünkü biz 'biz' olarak kaldıkça sonsuz olamayız.
Bu nedenle, aynı cümleye, fakat bu kez olumsuzlarken, Bediüzzaman'da rastlamak beni şaşırtmadı. O da şöyle söylüyordu Lemeât'ında: "(...) Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. (...)"
Metnin tamamına ulaşmak isteyenleri kaynağına havale ederek (Google Hoca bu konuda size yardımcı olacaktır) bu tekrar eden 'müsekkin' vurgusunun bana neler düşündüğünü bir parça izaha çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Hamd yalnızca Ona.
Evet, edebiyat bizde bir 'sakinleştirici' etkisi yapıyor, fanilikle uyanmış akıllarımızı bir parça uyuşturuyor, çünkü bizi vücudîlikte (varlıksallıkta) farklı bir boyuta taşıyor. Bir insanın yazdıkları, eğer güzel de bir metin ortaya koymuşsa ve yıllarca okunacağına dair kalbinde bir umut yanmışsa, varlığının maddeden bir parça aşkınlaşmasını sağlıyor. Örneğin: Güzel bir roman yazdığınızda, metinde bir tür vücud/varlık bulan öykü, kişisel ömrünüzden aşkınlaşıyor. Kahramanları yaşlanmıyor. Duyguları yıpranmıyor. Aşkları eskimiyor. Özlemleri sönmüyor. Oraya, o birkaç sayfaya sığdırdığınız hayatlar, sanki bir tür ebediyet kazanmış gibi kalbinizde bir tatmin yaratıyorlar. Okuyanlar da sizdekine benzer bir tatmin yaşıyorlar. Güya meyyitlerden hayat alıyorlar.
Fakat ne de olsa yalancı bir tatmindir bu. Çünkü yazılanlar gerçek değildir. Bekanın gözünde gerçek 'olan' veya 'olmaya devam eden'dir. Hem bir zamanlar gerçekleşmiş olsalar bile, tahayyülünüz ile bugün onlara giydirdiğiniz varlık, tasavvurdur, gerçek değildir. Hikayeler bitmiştir. Kahramanlar ölmüştür. Aşklar sönmüştür. Belki de zaten hiç yaşanmamıştır. Lakin okurları sayesinde tenasuh/reenkarnasyon geçirir gibi hayatta kalırlar. Birer parazit gibi bedenden bedene zıplarlar. Faniliği dolaşmakla bir tür sonsuzluk yalanı uydururlar. Ve siz o hikayelerin zamana yayılmış ömrüne bakarak ölümsüzlüğün bu dünyada da olabileceğini vehmedersiniz. Şuurla söylemeseniz de hisçe hissedersiniz.
Roman gezdiği ellerde binlerce farklı sûret giyer. Esas kızın tipi nasıldır? Esas oğlanın çehresi ne şekildedir? Birbirlerine nasıl bakmışlardır? Bunlar okurların dünyasında yeniden yeniden inşa olunur. Bu yeniden yeniden inşanın da bekayı (k)andırır bir yanı vardır. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, arızîlerin bekasına dair der ki: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." İnsan da bu türden edebî tekrarlarla bir sanal beka yaşar. Daha doğrusu, yaşamaz, ama 'olabileceğini' düşler. Kendisinden sonra devam eden hikayeler sahibi olmanın sonsuz olmakla ilgili olduğunu düşünür. Anılmayı gerçekten varolmakla karıştırır. Bu elbette bir aldatmacadır. Ancak her aldatmacada olduğu gibi bir müsekkin/yatıştırıcı etkisi vardır. Daha çok varolmanın sanrısı dahi 'fena yarası'nın acılarına bir merhem çalar.
Ben bu hali internette rastgeldiğim bir fotoğrafa çok benzetiyorum. Fotoğrafta iki heykel kolu var. Elele tutuşan iki insanın kolları. Kollardan gayrısı kırılmış. Onlar da kısmen bu yıkımdan pay almış. İşte, edebiyat bize, tıpkı "Cambaza bak!" der gibi, sadece ellere bakmayı telkin ediyor. Eller bir süre daha kalabiliyor çünkü. Yazdıklarımız da bizden sonraya bir süre kalıyor. Fakat bu hakiki bir varlık mı? Hakikaten bir kalış mı? Bedenleri yokolmuş kolların gerçek bir hikayesi olabilir mi? Buradan hayran olunacak bir aşk doğar mı? Romana, sinemaya, tiyatroya göre doğar. Çünkü bunların öykülerini zihninizde tekrar edebilirsiniz. Tekrar be tekrar yaşatabilirsiniz. Yirminizde okuduğunuz romanın kahramanını, ellinizde, sizdeki yaşlanmadan hiçbir pay almadan hayal edebilirsiniz.
Arkadaşım, işte, hayaller bizi kandırıyor! Sakinleştirici etkisi de kuvvetle muhtemel buradan geliyor. Yani bu reenkarnasyon etkisinden doğuyor. Hatta alıntıladığım metnin devamında Bediüzzaman diyor: "Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi, şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz."
İslam sûretperestliğe neden düşmandır? Belki şu yazıya bakmakla bunun da bir cevabı bulunabilir. Nihayetinde putperestler de putlarını/resimlerini birşeyleri tekrar be tekrar hatırlatması için kullanıyorlardı. Onların taştan, demirden, gümüşten veya altından devam eden varlığıyla o şeyin hakiki varlığını karıştırıyorlardı. Uzza'ya tapmayan adamlar Uzza'nın putuna ise tapabiliyorlardı. (Bugün de Monroe'nun çoktan çürümüş cesedine bakınca korkup kaçacak nefisler fotoğraflarından bir beka şehveti devşiriyorlar.)
Çünkü put eskimiyordu. Yaşlanmıyordu. Dolayısıyla faniliği hatırlatmıyordu. Bu bir tür sonsuzluğa benziyordu. Fakat hakiki varoluş 'faniliğin taşınmasında' aranmaz ki. Taşınmaya muhtaç olmayan bir güzelliktir sonsuzluğu kaldırabilecek olan. Hakiki varoluş ancak bir hüsn-i mücerredle mümkün olabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an'daki şu ifadeyi her duyduğumuzda/okuduğumuzda sarsılıyoruz: "Kullu şey’in hâlikun illâ vechehu.../Herşey helak olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." Öyle ya. Yüzü ona bakmadıktan sonra neyin ömrü kıyameti aşabilir? Kıyamet bütün sanal bekaların yıkılışıdır. O zaman, arkadaşım, herşeyin yüzünü Ona döndürelim. Çünkü biz 'biz' olarak kaldıkça sonsuz olamayız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...