"Ve madem âyetler sâir kelamlar gibi cüz'î bir mânâya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddîn-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî gibi pek çok ehl-i velâyet mânâ-yı zâhirîden başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde 'Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad kalb ve nefistir' dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir; şüphe edilmemek gerektir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.
Katıldığım bazı derslerde, okuduğum kimi metinlerde ve şahit olduğum bazı paylaşımlarda 'ebced-cifir meselesi'ne dair şu tarz yorumlara rastladım/rastlıyorum: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi eserlerinde ebced-cifire temas etmesi bir mecburiyetti. Aslında bu mevzuya hiç girmek istemiyordu. Sevmiyordu. Fakat o dönemdeki talebeleri böyle şeyleri çok 'heyecan verici' buldukları için, onları kaybetmemek ve biraz da şevklendirmek adına, bu tarz konulara girdi. Bazı eserler telif etti. Eğer yaşadığı şartlarda böyle bir mecburiyet olmasaydı yanından bile geçmezdi.
Acaba? Acaba gerçekten öyle mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, müellif-i muhteremin, özellikle mezkûr eserler hakkında kendisine itirazları bulunan Abdulhakim Arvasî (k.s.) Hazretlerine yazdığı mektuplarda böyle bir renk-koku hafiften hissediliyor. Fakat sadece bu tarz metinlerden hissedilen renge-kokuya bu hüküm bina ediliyorsa, bence küçük bir yanlış anlama var, Bediüzzaman'ın oralarda isteksizlik duyduğu şey ebced-cifir değil. Kendi eserlerine dair gaybî işaretlerden bahsetmesi. Yoksa öylesi hiçbir metinde mezkûr usûlün yanlışa hizmet ettiğini düşünmüyor.
Yani, evet, endişeleniyor. Çünkü böylesi gaybî işaretlerden bahsetmesinin bir tür 'övünme' gibi anlaşılmasından korkuyor. Rahatsızlığı bundan. Yoksa yol olarak yanlış birşeyi takip ettiğini düşündüğünden değil. Bu meselede tereddüdü olmadığını ebced-cifir meselesine yaptığı savunudan da anlayabiliyorsunuz.
Bir de meselenin şöyle bir tarafı var: Bediüzzaman 'gaybiyyatın' kudsî metinlerde nasıl bir fonksiyon gördüğünün de farkında. Gaybiyyat bilgisi, dahil olduğu metinleri, bütün zamanlarla konuşur, dokunur, ilişki kurar hale getiriyor. Belki biraz da bu yüzden günümüz ehl-i bid'ası (her türüyle modernistler) en çok gaybiyyat konusundan rahatsızlık duyuyorlar. Evet. Çünkü gaybiyyatı olan metinleri bir zaman diliminde dondurup üzerine hevanızın kaçak katını çıkamazsınız. Sizin çıkacağınız bütün kaçak katlar aslında 'o metinlerin bugüne yetersizliği' üzerine kuruludur. Ancak gaybiyyat bilgisi, her türden işaretleriyle, zamanınızın da bu metinlerin kuşatması altında olduğu gösterir. İsbat eder.
Kur'an-ı Hakîm'de, hadis-i şeriflerde veya evliyaullahın metinlerinde... Bunların içerdiği gaybiyyat 'sırf gelecekteki mü'minler heyecanlansın' diye konulmuş şeyler değildir. Bunların içerdiği gaybiyyat bilgisi aslında onların 'tüm zamanlarla konuşur olduğunun' delilidir. Hatta bir açıdan kaderin de bir delilidir gaybiyyat. Allah'ın Alîm (herşeyi bilen) olduğunu da okuruz biz onlarla. Eğer kudsî metinlerimizde böylesi haberler olmasaydı, aklı gözüne yakın olanlarımız, onların getirdiği bilginin 'zamanlarına özgü' olduğunu düşünebilirlerdi. Lakin hayır. Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. O metinler herdem dinamiktir. Statik değillerdir.
İmam el-Eş'arî (r.a.) isimli eserinde Suriyeli âlim Abdulkadir Muhammed el-Huseyn diyor ki: "Müslümanların içinden türedi bir güruh Kur'an ve sünnet ile sabit olan gaybiyyatı handiyse inkâr eder hale geldi. Peygamberlerin mucizelerini inkâr akla gelen ilk marifetlerinden birisi mesela. Amelle ilgili noktada ise İslam şeriatının kat'î bazı emirlerinin hafife alındığını görüyoruz." Evet. el-Huseyn'in burada 'gaybiyyatı inkâr' ile 'şeriatın hafife alınması' arasında kurduğu bağ boşuna değil. Hakikaten de, metinlerin tüm zamanlarla konuştuğunu gösterir gaybiyyatı yokolduğunda, onlarla gelen emirlerin de tüm zamanlar için geçerliliği yaralanır. Hatta inkâr edilir. Nitekim Mustafa Öztürk gibi sözde âlimlerin tarihselcilikle bugün en çok yaptığı şey de budur.
Yani demek istiyorum ki: Tarihselcilik anlayışı Kur'an'daki gaybiyyatı inkâr etmeye muhtaçtır. Çünkü metnin bütün zamanlarla konuşur olduğunu ancak bu yolla inkâr edebilir. Ve ancak buna inandırdıktan sonra insanları şuna ikna edebilir. Halbuki, aksine, bütün zamanların aynı metinle eşit derecede muhatap olduğu şuuru açık tutulduğunda, hiçbir mü'min tarihselciliğin kurduğu vartalara düşmez. Buna inanmaz.
Ebubekir Sifil Hoca'nın tekrar be tekrar söylediği üzere, mesele, temelde 'nasıl bir Allah'a inandığınız' ile ilgilidir. Eğer Allah'a Alîm olarak, Kur'an'a bir Alîm-i Hakîm'in kelamı olarak, kadere 'Allah'ın zaman üstü bir bilişi olarak' iman ettiğiniz zaman tarihselcilik gibi birçok bid'a rüzgârının tesiri dağılır. Bu tesir dağıldıktan sonra da mü'minler şeriatın emirlerini hafif görmezler. Her ne emredilmişse, küçük veya büyük, üzerlerine alınırlar.
Bu açıdan ebced-cifir meselesinin mü'minlerde 'üzerine alınma şuurunu' genişletici bir yanı var. Evet, Bediüzzaman'ın da zikrettiği üzere, hiçbir keşfi olmadan bu mesleğe sülûk eden naehillerin şarlatanlık yapmasına müsait bir yapısı da var konunun. Ancak hakikati de var. Bediüzzaman bu hakikate ve faydasına inanıyor. Bu faydanın tezahürü için böylesi metinler telif ediyor. Hatta hapishane şartlarında böyle eserlerin telifine girişmesindeki sır da biraz bu. Müslümanlara 'gözden ırak olmadıklarını' hissettirmek. Allah herşeyi gören ve bilen olarak her işe nazır.
Dücane Cündioğlu'nun hakikat-hurafe ekseninde "Ben bir hurafeperestim!" derken durduğu yer de buna yakın gibi geliyor bana. O, hakikatin 'tahtieci bir üslûpla' teke indirilmesi ve gaybiyyata açık hiçbir alan bırakılmamasını eleştiriyor. Şu tavrın "Onlar ki gayba iman ederler!" ayetinin hükmüne bir açıdan muhalefet olduğunu düşünüyor. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın 'dimağdaki meratibi' sayarken 'tahayyül'ü 'tasdik'ten birkaç kademe önce zikretmesi, hayalsiz hakikate ulaşılamayacağının da ondaki en bariz ifadesi. Öyle ya. Hayalsiz hakikatin de yolları kapanır. Renkleri azalır. Cansuyu çekilir. Neşesi diner.
Yazıyı çok uzattık ama buna da temas etmeden geçemeyeceğim: Mürşidimin, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye, ebced-cifir ile ilgili metinler haricinde dahil ettiği şeyler de var. Hüve Nüktesi, Na'büdü'nün Nun'u mevzu, namaz tesbihatının ehemmiyetini anlatan metin vs. Bütün bu metinlerde şöyle bir ortaklık dikkatimi çekti benim: Bu metinlerin tamamı 'varlığı zamanı aşkın bir düzlemde zihne taşımayı' öğütlüyor.
Ne demek bu? Yani mesela: Namaz tesbihatı aslında tarikat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselamın zikri. Onu yaptığınız zaman sanki zamanlara/mekanlara yayılmış bir zikir halkasına dahil oluyorsunuz. Na'büdü'nün Nun'u mevzuu zaten bütün mü'minleri, yine zamanı/mekanı aşkın şekilde, kendilerini bir namazın saflarındaymış gibi görmeyi öğütlüyor. Hüve Nüktesi ise tek bir hava zerresinin 'çok şeye dönüşebilir' bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Üzerlerine bir de (Kur'an-ı Hakîm'in zamanlar üstü mesajlarını bize ulaştıran) diğer gaybiyyata dair metinleri ekleyin. Hepsinden çıkan resim şu gibi:
Fehminle zamanı aş. Bakışında zamanı aş. Büyük resmi gör. Zamanı aşamazsan varlığı vagonlara ayırırsın. Ve o vagonlara ayırıştan bir dolu ehl-i bid'anın iftirası türer. İşte, bence, tarihselcilik, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselamı vagonlara ayırmanın yeni bir yoludur. Bir tür emperyalizmdir. İslam itikadına yönelen bir parçala-yönet taktiğidir. Allah ayaklarımızı ehl-i sünnetin istikametli yolundan ayırmasın.
19 Aralık 2018 Çarşamba
17 Aralık 2018 Pazartesi
Kaderi inkâr eden Allah'a inanır mı?
"Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar." 5. Şua'dan.
Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.
'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.
Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.
Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.
Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.
Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.
Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.
Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.
Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.
Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?
İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?
Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.
Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"
Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.
Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.
Tabiat Risalesi'nde Bediüzzaman'ın en çok dikkatimizi çektiği şeydir: İnkârcıların reddettiği 'yaratıcılık' değil 'Allah'tır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Onlar tüm güzel isimleriyle/sıfatlarıyla 'kemalde bir Allah'a inanmazlar. Yoksa daha eksik tasavvurlu versiyonlarıyla bir yaratıcının varlığından rahatsız değillerdir. Hatta varoluşu açıklamak için onlara ihtiyaç da duyarlar. Örneğin: Tesadüfler pekâlâ 'yaratıcı' olabilirler. Tabiat pekâlâ bir 'yaratıcı' olabilir. Sebepler pekâlâ birşeyleri 'yaratmış' olabilirler. Bu açıdan Bediüzzaman'a göre 'ateizm' diye birşey sözkonusu değildir. Ateizm aslında üstü örtülü bir 'politeizm'dir. Bir Allah'ın varlığını inkâr eden 'şeyler sayısınca Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Her 'şey'e bir Allah'lık payesi dağıtmak mecburiyetine düşer. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, bu ilah tasavvuru İslam'daki gibi kemalde değildir. Çeşitli eksiklerle yaralıdır.
'İlah' kavramını teklikten çokluğa çıkardığınız anda subhaniyetine/kusursuzluğuna yara açmaya başlarsınız. Çünkü sonsuzluk, tanımı gereği, sınır kaldırmaz. Hem varlığı hiçlikten çıkarmak için gereken mutlak sonsuzluk ihtiyacını 'ilah' kavramının içinde ifade edip, hem de o kavramı 'çok sayıda sonsuzluk' ile birbirini sınırlar hale getiremezsiniz. Zira o zaman 'sonsuzluğu bölüştürmek' zorunda kalırsınız. Bu bölüştürme başladığı anda, tanım gereği mutlak sonsuz olması gereken ilah, sınırlanmaya başlar. Etki alanı daralır. Dışında bir şeyler/yerler olur. Birşeyin hem 'sonsuz' hem 'sınırlı' olması cemm-i zıddeyn/zıtların birliği gibi bir mantık hatasını ifade ettiğinden tevhid bu noktada tek çıkar yol olarak kalır. Birşey sonsuzsa tektir.
Fakat yazımızın konusu bu değil. Bu sadece bir girizgâh. Kader konusunu konuşacağız aslında. Ve onun yukarıda zikrettiğimiz 'kemalde bir Allah' tasavvuruna kattıklarını anlamaya çalışacağız. Evet. Ben bunu iddia ediyorum: Eğer kadere iman etmiyorsanız Allah'a da kemalde iman etmiyorsunuz demektir. Çünkü iman ettiğiniz tanrının tasavvuru, kadere imanın eksik kalmasıyla, birçok yerinden yara alır. Eksik kalır. Subhaniyetinden eser kalmaz. Hatta neredeyse, her yaratışta şart olarak gördüğümüz, ilim-irade-kudret üçlüsünden ilk ikisini yok saymak anlamına gelir bu. İşte, becerebilirsem, sizinle mevzuun bu yanını konuşmaya çalışacağım.
Tabiat Risalesi'ne yüzümüzü dönelim yine. Bediüzzaman'ın orada daha metnin başından itibaren bize anlatmak istediği nedir? Verilen bütün misalleri önümüze koyarak düşünelim. Tesadüflere, tabiata veya sebeplere yaratıcılık isnad edenler 'kemalde yaratıcı tasavvurundan' önce nesini çalarlar? Benim okumalarım sonucunda vardığım sonuç şu oldu: Böyle şeylere 'yaratıcılık' atfedenlerin ilah tasavvurundan ilk eksilttikleri şey 'ilim'dir. Sonra 'irade'dir. Evet. Onlar yaratılış için salt 'kudret'in yeterli olduğunu düşünürler. Bu nedenle zahiren kuvvet sahibi olan ama kendilerinde ilmin/iradenin zerresi bulunmayan şeylerin yaratıcılığına inanırlar. Tesadüfen birşey varolabilir herhangi bir ateiste göre. Çünkü nedenin kuvveti sonucu yaratmaya yeterlidir.
Acaba yeterli midir? Eğer şeylerin bir sanatı, düzeni, zerafeti, güzelliği, uyumu, yardımlaşması, ölçüsü vs. olmasaydı biz de bu kanaate katılabilirdik. Fakat onlardaki bu ilim ve iradeden haber verir yanlar 'yaratış için kudretin tek başına yeterli olmadığını' sürekli yüzümüze haykırıyor. Evet. Balın yaratılışını arıya veremiyoruz. Çünkü beyninde, bizim bugün bile kimya ilmiyle başaramadığımız, o muhteşem simyanın zekası bulunmuyor.
Upuzak mesafelerden dahi yuvalarını bulabilme yeteneğini güvercinlere bağışlayamıyoruz. Çünkü hiçbir güvercinin zihni böyle bir GPS sistemini kaldırabilir durmuyor. Haydi, bırakalım böylesi daha görünür olanlarını, bir hava zerresinin, çevresinde meydana gelen her sesi, her radyo dalgasını, her ışığı, her ısıyı, hiçbirini karıştırmayarak, bütün kulaklara, radyolara, gözlere, tenlere iletmesini onun yeteneğine atfedemiyoruz. Zira, tüm zekasına rağmen insan bile bunu başaramıyor. İki kişi aynı anda konuşsa karıştırıyor.
Yani işin özünde gözümüze çarpan şu: Varoluş varsa, ki var, herşey ortada, o halde bu varoluşu gerçekleştirebilmek için ilim-irade-kudret de olmalı. Bu üçlü birbirinden ayrılmamalı. Kudret sahibi olanın ilmi olmazsa, ilim sahibi olanın iradesi olmazsa, irade sahibi olanın kudreti olmazsa (veya daha farklı versiyonlarıyla düşünün) bir yaratışın meydana gelmesi mümkün değil. Birşeyin vücuda gelebilmesi için öncesinde onun nasıl 'eyleneceğini' bilen bir ilim olmalı, ilimde varolan bu bilgiyi kudrete 'taşıyacak' bir irade bulunmalı, irade edilen bu şeyin 'yaratılışını sağlayacak' kudrete sahip olunmalıdır.
Hadi bir misalle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Diyelim ki: Aman da aman! Pek de seversiniz. Anneniz size şahane bir üzümlü kek yaptı. (Ben muzlu severim.) Bu üzümlü kekin vücuda gelmesi için neler gerekiyor? 1) Malzemeler. 2) Araç-gereçler. 3) Usta. Bu kadar mı? Elbette değil. Bu kekin varolup size ulaşabilmesi için öncelikle annenizin "Üzümlü kek nasıl yapılır?" sorusunun cevabını bilmesi gerekiyor. Bu bilgi olmadan, istediğiniz kadar malzeme yığın önüne, size bir kek ulaşması mümkün değil.
Peki bu kadarı yeterli mi? Değil elbette. Annenizin kafasında birçok yemek formülü birden var. Anneniz bir kitap. Bir bilgi kaynağı. Fakat siz ondan üzümlü kek istediğinizde önünüze sahanda yumurta koymamasını ne sağlıyor? İşte iradeye ihtiyacımız burada başlıyor. İrade seçeneklerin sayısını azaltır. Bir tür vurguyla kudretin neyi yaratacağını tayin eder. Eğer bilgisi olsa, ama iradesi olmasa, anneniz seçenekler karşısında muhayyer kalır. Aynı malzeme ile yapılabilecek birçok yemek çeşidi bulunabilir. Hangisini seçecektir? Bir şıkkı seçebilme yeteneğiniz olmadıktan sonra tüm bilgiler zihinde yüktür. Sonuca götürmez. Çünkü ilim ile kudretin arası bağlanmaz.
Ve kudret. Sanıyorum materyalistlerin bile inkâr edemediği seçenek budur. Birşeyin vücuda gelmesi için kudretin varlığı kaçınılmazdır. Evet. Neden iter sonuç düşer. Neden atar sonuç tutar. Neden çeker sonuç gelir. Bu gerekenlerin en zâhiridir. Ancak Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç 'güç' değildir." Ve yaratış için kuvvet tek başına yeterli olamaz. Zira yapmak kadar yıkmaya da yatkındır. Hangisini yapacağını kim fısıldayacaktır? Tesadüfler mi? Tabiat mı? Sebepler mi? Hangisinde bu ilim/irade vardır?
İşte, kader, en başta yaratılışın (veya varoluşun diyelim) ilim ve iradeye bakan tarafını bize açıklar. Anneniz size üzülmü kek yapabilmektedir. Çünkü öncesinde üzümlük kekin 'bilgisine' ve gereken ölçülerin 'seçilip' uygun kuvvetle 'karıştırılmasına' müsait bir yeteneği vardır. Peki, varoluşun böyle küçük parçalarından biraz yukarıya yükseldiğimizde, bir tür fikrî miraç yaptığımızda, tüm evrendeki eyleyişin 'öncesindeki' ilim ve irade nerededir?
Şeyler, tabir-i caizse, binlerce/milyonlarca yıldır düzenle, sanatla, itinayla, güzellikle, istekle devam ettirdikleri fiillerinin 'ilim/irade' boyutlarını nerede saklamaktadır? Onların tecelligâhı neresidir? Kader tam da bu noktada devreye girer. Yaratılışın sadece gördüğümüzden ibaret olmadığını, bir öncesinin (zamandan aşkın boyutuyla biz buna 'ezel' diyoruz) bulunduğunu, bu öncenin bilgisi/iradesi ile şu yaratılışın meydana geldiğini biz kadere imanımızla ifade ederiz. Yani arkadaşım diğerleri gibi yapmayız. Bir kere Allah'a inandık mı, aralarda kalmayız, nihayetsiz kemalde bir Allah'a inanırız.
Bu yazıda özellikle dikkat çekmek istediğim nokta şurası: Varoluşu tesadüflere veya tabiata veya sebeplere veya evrime veya bilmem hangi safsataya verenler ile kaderi inkâr edenler arasında kıl kadar bir ayrım var. Yahut da bunlar kaderi inkâr ettiklerinde neyi inkâr ettiklerini anlamıyorlar. Yukarıda da tekrar be tekrar söylemeye çalıştık: Kaderi inkâr eden aslında varlığın ilme-iradeye bakan yanlarını inkâr eder. Geleceğin bilgisini, hâşâ, Allah'tan çalarak onu 'ne yaptığını bilmeden yaratan' konumuna getirir. Halbuki Kur'an musırrane sormaktadır: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"
Evet. Benim üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmem gerekmiyor. Çünkü keki ben yapmıyorum. Sadece yiyorum. Ama annemin üzümlü kekin nasıl yapıldığını bilmesi gerekiyor. Çünkü o yapıyor. Eğer varoluşun 'ne yapılacağını bilmeden/irade etmeden' mümkün olacağına iman ederseniz, bu sizi, annenizin 'üzümlü kek yapmayı bilmeden üzümlü kek yapabileceği' sonucuna götürür. Hatta daha da öncesi/ötesi: Anneniz yemek yapmayı bilmeden, üzüm nedir bilmeden, kek diye birşey duymadan, unun yenilecek birşey olduğunu tahmin bile etmeden, pişirmek denen şeyi duymadan size bir kek yapabilir. Siz buna iman etmiş oluyorsunuz. İlimsiz/takdirsiz yaratılışın mümkün olduğuna... Zira kader de en özünde bize bunu anlatıyor.
Sonuç olarak derim ki: Kaderi inkâr edenin ateist olması, normal bir müslümana göre, çok daha kolaydır. Çünkü zaten yolun epey bir kısmını almıştır. İlimsiz-iradesiz, yalnızca kuvvetle, yaratışın mümkün olduğunu düşünmektedir. Eh, ondan sonrası yalnızca bir adımdır, 'hop' diye hemencecik aşılır. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Ehl-i Sünnet istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Kalbimizi modern cerbezecilerin şerrinden korusun. Âmin. Allahümme âmin. Elfü elfi âmin.
10 Aralık 2018 Pazartesi
Gezi'de neden gaza geldik?
Murat Batmankaya, Küçülteç isimli kitabında, 'musibet' ve 'manipülasyon' arasındaki nüansa dair önemli birşey söyler: "Doğal afette insan ne olup bittiğini bilir; neyin yıkılıp gittiğini, zararları gidermek için nerede, nasıl harekete geçeceğini bilir. Ama bir spekülasyonda kimse ne olup bittiğini kestiremez. Kimse kalkıp da bu işin nedeni kömürdür diyemez; paradır, demir sıkıntısıdır, zahiredir, pamuktur ya da petroldür diyemez. Bu yüzden de kimse felaketin kaynağına el uzatamaz, çünkü kaynak sadece tek bir kişice bilinmektedir; o da kargaşalıkta çıkarını bulmak için sırrını asla açığa vurmayacaktır."
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
25 Kasım 2018 Pazar
Kanser vakıaları neden artıyor?
'Anlamın önceliği'ne imanımız, şeylerle muhatabiyetimizi, onlardan edindiğimiz bilginin niteliği yönüyle de etkiler. Bir mü'min için sanat varlığın özündedir. Herşey hayır üzerinedir. Bu nedenle edindiği bilginin 'her hayır elinde' olan bir Allah'ın katından ihsan olduğunu bilir. Fakat münkirin gözünde varlığın durumu, en iyi ihtimalle, nötrdür. Tarafsızdır. Bu nedenle 'görecelilik kuramı' etkisinde istediği rengi alır. Şeylere güvenemez münkir insan. Çünkü şeyler tekinsizdir. Hatta bazen öyle kem bir bakış açısıyla iman eder ki onlara, kalbi mühürlenir, iyiliklerini göremez olur. Sahip olduğumuz önyargılar/fobiler bunun şahididir.
Meseleyi bu noktaya sürükleyişim bir amaç ile. Mürşidimin metinlerinde rastladığım bazı uyanışlar nedeniyle herşeyin arkasındaki anlamı kovalamayı seviyorum. Halimi biraz şuna benzetiyorum: Bir filmdeki katil ve maktül ilişkisini, bir "Katil ateş etti. Maktül bu nedenle öldü. Olay bundan ibaret!" diye okumak vardır, bir de bu çerçeveden aşkın olarak "Senarist bununla şunu anlatmak istedi" diye okumak vardır. Ben, varlığın okunuş şeklinin, kadere imanla birlikte ikincisine evrildiğini düşünüyorum. Kader bize bütün bunların ardında bir 'takdir' olduğunu haber veriyor. Mevzu yatayta görünenden ibaret değil. Film perdede yaşanmıyor. Yaşandığı bir stüdyo, bir mekan, hatta birçok mekan var.
Bir kurguyla önümüze geliyor bu işler. Yatayda silahı ateşleyen katil olabilir. Fakat esasında onun elindeki silah kurusıkı. Belki de oyuncak. Maktülün yaşadıkları gerçek değil. Vurulmuş gibi yapıyor. Göğsünde patlayan ise sadece fünye. Göz aldatmacası. Asıl bunların arkasında bize öğretilmek istenen birşey var ki o da senarist veya yönetmenin sırrıdır. Nasibi olan ona dadanır. Onu alır. Onu okuyanlar makbul izleyici olur.
İşte mürşidim de böylesi dikey okumalar öğretiyor pekçok kereler bana. Sebepler perdesini aşıp Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın şeylere yüklediği anlamlara yönlendiriyor beni. Mesela peygamber mucizeleri hakkında diyor ki: "Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi: Birincisi: Belâğat ve fesahat. İkincisi: Şiir ve hitabet. Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek. Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti. İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu. Başta, ehl-i belâğate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler. İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü. Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi. Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi. İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar."
Hem yine Batılı miras hukukunun Türkiye'de uygulanmaya başlamasıyla yaşanan anne mağduriyetleri hakkında diyordu ki: "Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi. Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi? Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, 'Evlâdım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın' diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ, mütedeyyin de olsa, Kur'ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti."
Arkadaşım, Allahu'l-a'lem, bu ve şu gibi metinler bana şöyle bir sırrı fısıldadılar: En çok neye güveniyorsak Allah'a karşı, en çok o alınıyor elimizden. Mısırlılar sihirlerine güveniyor. Hz. Musa aleyhisselam gelip asâsıyla yılanlarını yutuveriyor. İsrailoğulları tababetlerine güveniyor. Hz. İsa aleyhisselam gelip ölülerini diriltiyor. Ve anneler, gaflete düşüp en çok evlatlarına yaslandıklarında dünyaya dair, Cenab-ı Hak oradan umdukları ümidi alıyor, yeni bir hukuka müsaade ederek. Yani, zamanın ve zeminin şartlarına göre, kim ne ile Allah'a (hâşâ) kafa tutabileceğini sanıyor, Kadir-i Zülcelal onu ellerinden çekerek veya zayıflığını göstererek veya gafil ümitlerini dağıtarak akıllarını başlarına getiriyor. En azından yüzü hidayete bakanlarını. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi...
Ben şimdilerde ahirzamanda kanser vakıalarının/türlerinin çoğalmasını da böylesi manevî bir sebebe bağlıyorum. Peki nedir o manevî sebep? Bence Darwinizmdir. Genetik üzerine inşa edilen sapkınlıktır. Bu dönemin insanı, 'tesadüflerine' genler üzerinden öyle bir büyük paye veriyor ki, neredeyse, her canlının yaratılışını ona bağlıyor. Onun eseri olarak ortaya çıktığını söylüyor. Ona vardırıyor.
Peki kanser bize özünde ne söylüyor? Bence tam tersini. O aksine diyor ki: "Eğer genler üzerinde sizin tesadüften umduğunuz şekilde değişiklikler olursa sonuçları benim gibi olur. Çünkü ben, işte gözünüz önünde, hücrelerin genlerinde meydana gelen değişikliğim. Bozulmayım. İster ciğerde olayım, ister karaciğerde, ister beyinde... Nerede olursam olayım, hangi etmenle ortaya çıkarsam çıkayım, görüyorsunuz, sizi öldürüyorum. Hâlâ mı tesadüflerin esintisiyle bize tapacaksınız?"
Hem psikolojik rahatsızların tür ve sayı olarak artmasında da sanki böylesi bir 'uyarının' izleri var. Evet. Allah'a karşı en çok neye dayanıyorsak en çok o parçalanıyor. Ahirzaman insanının Cenab-ı Hakka karşı en çok güvendiği şeylerden birisi olan 'hodbin benliği' yani enesi. İşte ahirzamanda da yine en çok o parçalarına bölünüyor. Bütün o teknolojik tırı-vırı, güç kalkanı, imkan ziyadeliği içinde ahirzaman insanı dertlerine karşı daha latif. Daha dokunaklı. Daha çabuk sarsılıyor. Daha çok boşluğa düştüğü gibi daha kolay hayatından vazgeçebiliyor.
İşte, arkadaşım, Bediüzzaman'dan aldığım bir bakış açısıyla ben hem bedenlerimizde hem de ruhlarımızda artan kanser vakıalarına böyle baktım. Düştüğümüz yerden kaldırılıyoruz en çok. Daha doğrusu: Düştüğümüz yerden uyarılıyoruz. Kaldığımız dersten sınava tutuluyoruz. Geçebilirsek ne âlâ. Cenab-ı Hak, cümlemize, zayıflıklarımızla barışmayı nasip etsin. Âmin. Zira onlarla barışmadan varlıklarını itiraf edemeyiz.
24 Kasım 2018 Cumartesi
Kışın soğuğu nasıl cehennemden olur?
“Sıcak (öğle vakti) şiddetlendiği zaman, onu namazla serinletin. Muhakkak ki, sıcaklığın şiddeti, cehennemin nefes almasından ileri gelir. Öyle ki, cehennem ateşi Rabbine ‘Ya Rabbi! Bir kısmım bir kısmımı yedi’ diyerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine Allah, nefesin biri kışta, biri de yazda olmak üzere (yılda) iki nefes almasına izin verdi. İşte sizin gördüğünüz en şiddetli sıcak ve en şiddetli zemherir/soğuk bundan (bu iki nefesten meydana gelmekte)dır.” (Buharî, Mevakît, 9; Müslim, Mesacid, 185, 186, 187)
Mürşidimden 'sırr-ı iktiran' diye duyduğum şeyin bunu da öğrettiğini düşünüyorum: Yaraya ve dermana kaderin taalluku birdir. Bazen yaraya derman verilir. Bazen dermana yara verilir. Ama her şekilde hem 'yara'nın hem 'derman'ın varlığı lazımdır. Gereklidir. Bu nedenle dermana yeterince ihtiyaç hissetmeyince dert sahibi kılınırız biz. Tıpkı derde giriftar olduğumuz vakit dermana kavuşturulduğumuz gibi. Sağlıklı bir marifet gelişimi için ikisinin de varlığına aynı derecede açlık duyarız. Örneğin: Allah'ın eş-Şafî ismini anlamamız yalnız 'sıhhat' ile olamaz. Öncesinde veya sonrasında hastalık olan bir sıhhatle bu ismin tecellisini kavrarız. Lezzetini alırız. Değişimi tadarız. Zıttına dair yaşanmışlığımız şeyler hakkındaki bilgimizi de edinilmiş kılar. Yani insan herşeyi kıyaslamakla öğrenir.
Evet. İnsan aslında sağlığı veya hastalığı değil 'değişimi' tadar. Sürekli sıhhat halinde sıhhatin varlığını ölçemez. Sürekli hastalık halinde hastalığın niceliğini sezemez. Ancak hastalık-sağlık döngüselliği içinde gelgitlerden bir ölçüm yapabilir. Değişimi farkedebilir. Ve bu değişimlere birer isim takar. Değişmeyenlerin ismi yoktur. İyiliğin bilgisi işte bu yönüyle kötülüğün bilgisine de muhtaçtır. Arkadaşım, "Allah günahları neden yaratıyor?" diye soracak olursan, belki cevabı burada vardır.
Allahu'l-a'lem kaydıysa söyleyelim. Ben bazen böyle düşünürüm: Eğer beşer, şu dünyada bir imtihan sürecine girmeden cennet ve cehenneme pay edilseydi, ne cennetlikler cenneti ne de cehennemlikler cehennemi hakkıyla takdir ederlerdi. Ancak iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, hayrın ve şerrin karıştığı şu âlemdeki karışık tecrübemizdir ki, bizi, şu kavramların birbirinden ayrıldığı âlemleri hakkıyla takdir edebilir kıldı. Evet. Cennete (inşaallah) gidersek oranın kıymetini biliriz. Çünkü bu dünyada zıttını bir nebze tattık. Evet. Cehenneme (hafazanallah) gidersek oranın dehşetini kavrarız. Ki bu dünyada onun da bir ölçüde zıttını tattık. Bu zıtlarına kıyaslayarak oralarda yaşadıklarımızın kötülüğünü/iyiliğini bilebiliriz. Bu tecrübeyle bir marifete erişebiliriz. Allahu'l-a'lem.
Mürşidim, cennet ve cehennem hakkında, bir yerde diyor ki: "Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar..." Böyle bakmayı başarınca herşey daha da netleşiyor gibi geliyor bana. Burada karışığız. Ama durulacağımız yere doğru akıyoruz. Zıtların ayrıldığı bir yer olacak. İşte bu ayrımdan sonrasına biz 'cennet' ve 'cehennem' diyoruz. Mutluluklarımız veya kederlerimiz ise bu dünyadaki izleri...
Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'yazın şiddet-i hararetinin cehennemden olduğunu ifade etmesi' ve yine 'dünyanın merkezindeki sıcak dokunun cehennemle ilişkisine dair' gelen haberler bize coğrafik/astronomik bilgilerden aşkın olarak birşey söylüyorlar: Biz bir turnusoluz. Neyin ne olduğunu gösterir bir ayracız. İnsana sıkıntı veren her ne varsa onlar bu karışıklığın karanlık tarafındandır. İnsana mutluluk veren her ne varsa da onlar bu karışıklığın aydınlık yanındandır. Şu nehir karışık akmaktadır. Karışıklığın biteceği bir ayrılık da olacaktır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi iyinin, güzelin, hayrın olduğu tarafa ayrılanlardan eylesin. Âmin.
Mürşidimden 'sırr-ı iktiran' diye duyduğum şeyin bunu da öğrettiğini düşünüyorum: Yaraya ve dermana kaderin taalluku birdir. Bazen yaraya derman verilir. Bazen dermana yara verilir. Ama her şekilde hem 'yara'nın hem 'derman'ın varlığı lazımdır. Gereklidir. Bu nedenle dermana yeterince ihtiyaç hissetmeyince dert sahibi kılınırız biz. Tıpkı derde giriftar olduğumuz vakit dermana kavuşturulduğumuz gibi. Sağlıklı bir marifet gelişimi için ikisinin de varlığına aynı derecede açlık duyarız. Örneğin: Allah'ın eş-Şafî ismini anlamamız yalnız 'sıhhat' ile olamaz. Öncesinde veya sonrasında hastalık olan bir sıhhatle bu ismin tecellisini kavrarız. Lezzetini alırız. Değişimi tadarız. Zıttına dair yaşanmışlığımız şeyler hakkındaki bilgimizi de edinilmiş kılar. Yani insan herşeyi kıyaslamakla öğrenir.
Evet. İnsan aslında sağlığı veya hastalığı değil 'değişimi' tadar. Sürekli sıhhat halinde sıhhatin varlığını ölçemez. Sürekli hastalık halinde hastalığın niceliğini sezemez. Ancak hastalık-sağlık döngüselliği içinde gelgitlerden bir ölçüm yapabilir. Değişimi farkedebilir. Ve bu değişimlere birer isim takar. Değişmeyenlerin ismi yoktur. İyiliğin bilgisi işte bu yönüyle kötülüğün bilgisine de muhtaçtır. Arkadaşım, "Allah günahları neden yaratıyor?" diye soracak olursan, belki cevabı burada vardır.
Allahu'l-a'lem kaydıysa söyleyelim. Ben bazen böyle düşünürüm: Eğer beşer, şu dünyada bir imtihan sürecine girmeden cennet ve cehenneme pay edilseydi, ne cennetlikler cenneti ne de cehennemlikler cehennemi hakkıyla takdir ederlerdi. Ancak iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, hayrın ve şerrin karıştığı şu âlemdeki karışık tecrübemizdir ki, bizi, şu kavramların birbirinden ayrıldığı âlemleri hakkıyla takdir edebilir kıldı. Evet. Cennete (inşaallah) gidersek oranın kıymetini biliriz. Çünkü bu dünyada zıttını bir nebze tattık. Evet. Cehenneme (hafazanallah) gidersek oranın dehşetini kavrarız. Ki bu dünyada onun da bir ölçüde zıttını tattık. Bu zıtlarına kıyaslayarak oralarda yaşadıklarımızın kötülüğünü/iyiliğini bilebiliriz. Bu tecrübeyle bir marifete erişebiliriz. Allahu'l-a'lem.
Mürşidim, cennet ve cehennem hakkında, bir yerde diyor ki: "Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar..." Böyle bakmayı başarınca herşey daha da netleşiyor gibi geliyor bana. Burada karışığız. Ama durulacağımız yere doğru akıyoruz. Zıtların ayrıldığı bir yer olacak. İşte bu ayrımdan sonrasına biz 'cennet' ve 'cehennem' diyoruz. Mutluluklarımız veya kederlerimiz ise bu dünyadaki izleri...
Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'yazın şiddet-i hararetinin cehennemden olduğunu ifade etmesi' ve yine 'dünyanın merkezindeki sıcak dokunun cehennemle ilişkisine dair' gelen haberler bize coğrafik/astronomik bilgilerden aşkın olarak birşey söylüyorlar: Biz bir turnusoluz. Neyin ne olduğunu gösterir bir ayracız. İnsana sıkıntı veren her ne varsa onlar bu karışıklığın karanlık tarafındandır. İnsana mutluluk veren her ne varsa da onlar bu karışıklığın aydınlık yanındandır. Şu nehir karışık akmaktadır. Karışıklığın biteceği bir ayrılık da olacaktır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi iyinin, güzelin, hayrın olduğu tarafa ayrılanlardan eylesin. Âmin.
18 Kasım 2018 Pazar
Kur'an sürükleyici değil mi?
Bir vakitler, öncelikle yamacından şahit olduğum, sonra da bir parça katıldığım bir tartışmaydı: Bir hukukçu, bir edebiyatçı ve ben laflıyorduk. Hukukçu gayet seküler idi. Edebiyatçı imam-hatip mezunu. Bende bir numara yok. Başlarda havadan-sudan bir sohbet iken işin rengi değişmişti. Sesler yükselmişti. Çünkü hukukçu Kur'an'ı 'zamanın gerisinde kalmakla' itham ediyordu. Edebiyatçı, itham ettiği noktalarda, Kur'an'ın onun sanrıladığı gibi şeyler söylemediğini belirtiyordu. Yok, aksi iddiada ise, yaslandığı ayet veya ayetleri nakletmesini öğütlüyordu. Diğerisi en nihayet "Ben ayet ayet söyleyecek kadar Kur'an okumadım!" deyiverdi. Edebiyatçı üsteledi: "O kadar roman okuyorsun. Her akşam elinde görüyoruz. Kur'an'ı da okusan ya." Hukukçunun o gün verdiği cevabı hiç unutmam: "O diğerleri gibi sürükleyici değil."
Unutmam. Çünkü Bediüzzaman'ın Lemeat'ta söylediği birşeyi kenarından-köşesinden anlamamı sağladı. Ki şöyledir: "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez."
Sanırım alışkanlıklarımız da zihnimizi bir tür şekillenmeye maruz bırakıyor. Misalen: (Konuyla ilgili herkesin altını çizdiği birşey.) Youtube çağında insanların 'görselin aynılığı'na karşı sabırları azaldı. Kısa zamanda anlatmalısın. Hızlı hızlı anlatmalısın. Sık sık kadraj değiştirmelisin. Herşey hareket halinde olmalı. Peki eskiden? Eskiden böyle değildi. Karşılıklı konuşan iki kişinin görüntüsü, eğer konu ilgimizi çekiyorsa, saatlerce izlenilirdi. Şimdi yapamıyoruz. Mevzu ne kadar sürükleyici olursa olsun. Gözümüz hareket istiyor. Kadrajlar değişsin istiyor. Herşey zıplasın, sıçrasın, oradan oraya hoplasın arzu ediyor. Ziyadesiyle aksiyon filmi izledik çünkü. Değişimin erişebileceği zirvelere gördük. O balı(!) tattık. Gözümüz o şehvetle tanıştı.
Onlar da beynimize yeni bir alışkanlık kazandırdı. Şekere razı olamıyoruz. Aynılığa eskisi kadar katlanamıyoruz. Örneğin: Ben şimdilerde hareketi azıcık eksik bir görsel öğenin başında yarım saatten fazla kalamıyorum. Araya birşey alıyorum. Bir mola veriyorum. Veya izleme ödevini bölüyorum. Sabrımın yeteceği parçalara ayırıyorum böylesi herşeyi. Dikkatimin zembereği kırılmış.
Romanla, hele şimdilerin 'çok satanları' ile, sık muhatap olmuş zihinlerde de benzer bir tahriş var. Bir metnin üzerinde kalabilmek için onun yükünün az olmasını istiyorlar. Yükünün azlığı ne demek? Yani üzerinde tekrar tekrar düşündürmesin. Beyni ardından çok da derinlere sürüklemesin. Rüzgar gibi geçsin. Güldürsün. Eğlendirsin. Ağlatsın. Duygulandırsın. Meşgul etsin. Bitsin. Bitsin. Bitsin. Yaşamaya devam etmesin. Sıçrama yaptırmasın. 'Acaba?' dedirmesin. Sonraya kalmasın. Dikkatimizi üzerinde eğleştirmesin. Tutmasın.
Günümüzde böyle metinler makbul. Çünkü zaten böylesi metinleri okumakla şekillenen zihinlere sahibiz. Dünya klasikleri denilerek bize dayatılan çoğu metin böyle. Bir yüzeye yayılma ürünü herbirisi. Giderek de basitleşiyoruz. Yüzeye yaklaşıyoruz. Yüzeye yayılıyoruz. Tıpkı çayda eriyen şeker gibi. Son yaklaştığında küçük bir parça yüzeye çıkıp 'daha çok görünür' oluyor. Ve en nihayet o da dağılıyor. Yani, en çok görünür olduğu an, aslında varlığının sonuna en çok yaklaştığı an. Elbette Kur'an'ın semasına çıkmakta zorlanırız. Çünkü Kur'an bu şekilde sürükleyici değil.
Peki gerçekten Kur'an sürükleyici değil mi? Evet. Elbette öyle değil. Fakat hayır. Elbette öyle. Cevabınız aslında 'nereye doğru sürüklenmek istediğinize' bağlı. Eğer varlığın Allah'a bakan yüzüne doğru sürüklenmek istiyorsanız Kur'an gayet sürükleyicidir. Kendi ifadesiyle 'kopmaz bir halat' veya 'sapasağlam bir kulp'tur. Sizi başında tutar. Heyecanla kendisini okutur. Hatta tırnaklarınızı kemirtir. Fakat aradığınız varlığın kendisine bakan yüzünde yuvarlanmaksa, elbette Kur'an'da aradığınızı bulamazsınız, sizi oralara doğru sürüklemez. Buna hizmet etmez. Canınızı sıkar. Akıp gitmenize izin vermez. Belki biraz da bu yüzden Tevbe sûresinde kısa bir mealiyle şöyle buyurulmuştur: "Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı (alaya alarak) der ki: 'Bu sizin hanginizin imanını artırdı?' İman edenlere gelince (bu sûre) imanlarını artırır ve sevinirler. Kalplerinde hastalık olanlara gelince: Onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler."
Benim o tartışmanın makamında arzettiğim bir misal var. Yeri geldi. Burada da arzetmek istiyorum. Gerçi pek eksik bir misaldir. Ancak yine de zihne yaklaştırıcı bir tarafı vardır. Faydası olacaktır. Şimdi, hayalgücünüzü avucunuza alıp, belki biraz da çocuklaşıp, iki araba düşlemenizi istiyorum. Bu arabalardan birisi tastamam tek parça. Bölünebilitesi yok. Tecezzi kabul etmiyor. Bir makineden hiçbir ekleme yapılmadan tek seferde dökülmüş. Aldığınız gibi kalmak zorunda. Onunla ancak bu şekilde oynayabilirsiniz. Diğeri ise elinize parçalı bir şekilde ulaşıyor.
Hatta biraz daha ileri gidelim. Zahmeti arttıralım. Bu araba legodan olsun. Paketini açıyorsunuz. Parçaları ortaya döküyorsunuz. Sonra birleştiriyorsunuz. İşte arabanız hazır. Oynayın bakalım. Fakat bir saniye! Neler farkettik öyle. Bu oyuncak yalnız araba olmaktan ibaret değilmiş. İstediğiniz vakit tekrar parçalarına ayırıp onları daha farklı bir şekilde birleştirebilirmişsiniz. Örneğin: Uçak olurmuş. Gemi olurmuş. Tabanca olurmuş. Tren olurmuş. Sizin hayaliniz nereye ulaşırsa onların hepsini olurmuş. İşte, maşaallah, ikinci oyuncak böyle bir oyuncakmış. Başta zahmet gibi görünen parçalı yapısı aslında nimete dönüşesiymiş. O parçalı hali sayesinde bu oyuncak 'bir iken bin' olabiliyormuş. Ayrılabilirliği 'daha farklı şekillerde de birleşebilirliği' haline geliyormuş. Elhamdülillah.
Kanaatimce, Kur'an'ın, roman okuyucularına 'sürükleyici' gelmeyen yapısında da böyle bir meziyet var. Ayetlerin konudan konuya geçer bir mahiyette bulunması aslında bizatihi bereket sebebi... Böylece Kur'an 6666 ayetten oluşmuş bir bütün iken 'ihtimal hesaplarına sığmayacak bir çoklukta' okumalara merkez olabiliyor. Eğer tek bir serüven etrafında birleşmiş bölünmez bir metin olsaydı Kur'an, yani roman gibi 'sürükleyici' olsaydı, o zaman bu bereketin kaynağı da olamazdı. Bir/birkaç anlama gelirdi ve okuması biterdi. Eskide kalırdı. Sonuna gelinirdi. Fakat yıldız yıldız inen ayetleri, herbir parçanın kendi başına da bir varlık/bütünlük ifade etmesiyle, tıpkı lego araba örneğimizde olduğu gibi, çoklu okumaların zemini olabiliyor. Ki mürşidim de bir yerde bu manayı sema-Kur'an, yıldız-ayet benzetmesiyle şöyle tarif ediyor:
"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir."
Evet. Kur'an'ın roman gibi sürükleyici olmamasında başka bir sürükleyicilik var. Ki ondört asırdır sayısız tefekkür erbabını peşinden sürüklüyor. Tek bir merkez etrafında şekillenmiyor belki. Tek bir yöne doğru gitmiyor. Fakat bu merkezsizlik onu 'çok merkezli bir evren' sahibi yapıyor. Hangi ayeti merkezi kılınsa diğerleri onun etrafında yeni bir düzene giriyorlar. Yeni bir okuma öğütlüyorlar. Yeni bir hikmet bağışlıyorlar. Yeni bir bakış açısı öğretiyorlar. Böylelikle serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü oluyor. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunuyor. Ama başta dedim ya: Birşeyde aradığınız sürükleyiciliği bulmanız onda ne tür bir sürükleyicilik aradığınıza bağlıdır. Ve bizim gibi, yüzeyde sürüklenmeye alışmış saman çöplerinin, mercanların indiği cennetlerden haberdar olmaması doğaldır.
Unutmam. Çünkü Bediüzzaman'ın Lemeat'ta söylediği birşeyi kenarından-köşesinden anlamamı sağladı. Ki şöyledir: "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez."
Sanırım alışkanlıklarımız da zihnimizi bir tür şekillenmeye maruz bırakıyor. Misalen: (Konuyla ilgili herkesin altını çizdiği birşey.) Youtube çağında insanların 'görselin aynılığı'na karşı sabırları azaldı. Kısa zamanda anlatmalısın. Hızlı hızlı anlatmalısın. Sık sık kadraj değiştirmelisin. Herşey hareket halinde olmalı. Peki eskiden? Eskiden böyle değildi. Karşılıklı konuşan iki kişinin görüntüsü, eğer konu ilgimizi çekiyorsa, saatlerce izlenilirdi. Şimdi yapamıyoruz. Mevzu ne kadar sürükleyici olursa olsun. Gözümüz hareket istiyor. Kadrajlar değişsin istiyor. Herşey zıplasın, sıçrasın, oradan oraya hoplasın arzu ediyor. Ziyadesiyle aksiyon filmi izledik çünkü. Değişimin erişebileceği zirvelere gördük. O balı(!) tattık. Gözümüz o şehvetle tanıştı.
Onlar da beynimize yeni bir alışkanlık kazandırdı. Şekere razı olamıyoruz. Aynılığa eskisi kadar katlanamıyoruz. Örneğin: Ben şimdilerde hareketi azıcık eksik bir görsel öğenin başında yarım saatten fazla kalamıyorum. Araya birşey alıyorum. Bir mola veriyorum. Veya izleme ödevini bölüyorum. Sabrımın yeteceği parçalara ayırıyorum böylesi herşeyi. Dikkatimin zembereği kırılmış.
Romanla, hele şimdilerin 'çok satanları' ile, sık muhatap olmuş zihinlerde de benzer bir tahriş var. Bir metnin üzerinde kalabilmek için onun yükünün az olmasını istiyorlar. Yükünün azlığı ne demek? Yani üzerinde tekrar tekrar düşündürmesin. Beyni ardından çok da derinlere sürüklemesin. Rüzgar gibi geçsin. Güldürsün. Eğlendirsin. Ağlatsın. Duygulandırsın. Meşgul etsin. Bitsin. Bitsin. Bitsin. Yaşamaya devam etmesin. Sıçrama yaptırmasın. 'Acaba?' dedirmesin. Sonraya kalmasın. Dikkatimizi üzerinde eğleştirmesin. Tutmasın.
Günümüzde böyle metinler makbul. Çünkü zaten böylesi metinleri okumakla şekillenen zihinlere sahibiz. Dünya klasikleri denilerek bize dayatılan çoğu metin böyle. Bir yüzeye yayılma ürünü herbirisi. Giderek de basitleşiyoruz. Yüzeye yaklaşıyoruz. Yüzeye yayılıyoruz. Tıpkı çayda eriyen şeker gibi. Son yaklaştığında küçük bir parça yüzeye çıkıp 'daha çok görünür' oluyor. Ve en nihayet o da dağılıyor. Yani, en çok görünür olduğu an, aslında varlığının sonuna en çok yaklaştığı an. Elbette Kur'an'ın semasına çıkmakta zorlanırız. Çünkü Kur'an bu şekilde sürükleyici değil.
Peki gerçekten Kur'an sürükleyici değil mi? Evet. Elbette öyle değil. Fakat hayır. Elbette öyle. Cevabınız aslında 'nereye doğru sürüklenmek istediğinize' bağlı. Eğer varlığın Allah'a bakan yüzüne doğru sürüklenmek istiyorsanız Kur'an gayet sürükleyicidir. Kendi ifadesiyle 'kopmaz bir halat' veya 'sapasağlam bir kulp'tur. Sizi başında tutar. Heyecanla kendisini okutur. Hatta tırnaklarınızı kemirtir. Fakat aradığınız varlığın kendisine bakan yüzünde yuvarlanmaksa, elbette Kur'an'da aradığınızı bulamazsınız, sizi oralara doğru sürüklemez. Buna hizmet etmez. Canınızı sıkar. Akıp gitmenize izin vermez. Belki biraz da bu yüzden Tevbe sûresinde kısa bir mealiyle şöyle buyurulmuştur: "Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı (alaya alarak) der ki: 'Bu sizin hanginizin imanını artırdı?' İman edenlere gelince (bu sûre) imanlarını artırır ve sevinirler. Kalplerinde hastalık olanlara gelince: Onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler."
Benim o tartışmanın makamında arzettiğim bir misal var. Yeri geldi. Burada da arzetmek istiyorum. Gerçi pek eksik bir misaldir. Ancak yine de zihne yaklaştırıcı bir tarafı vardır. Faydası olacaktır. Şimdi, hayalgücünüzü avucunuza alıp, belki biraz da çocuklaşıp, iki araba düşlemenizi istiyorum. Bu arabalardan birisi tastamam tek parça. Bölünebilitesi yok. Tecezzi kabul etmiyor. Bir makineden hiçbir ekleme yapılmadan tek seferde dökülmüş. Aldığınız gibi kalmak zorunda. Onunla ancak bu şekilde oynayabilirsiniz. Diğeri ise elinize parçalı bir şekilde ulaşıyor.
Hatta biraz daha ileri gidelim. Zahmeti arttıralım. Bu araba legodan olsun. Paketini açıyorsunuz. Parçaları ortaya döküyorsunuz. Sonra birleştiriyorsunuz. İşte arabanız hazır. Oynayın bakalım. Fakat bir saniye! Neler farkettik öyle. Bu oyuncak yalnız araba olmaktan ibaret değilmiş. İstediğiniz vakit tekrar parçalarına ayırıp onları daha farklı bir şekilde birleştirebilirmişsiniz. Örneğin: Uçak olurmuş. Gemi olurmuş. Tabanca olurmuş. Tren olurmuş. Sizin hayaliniz nereye ulaşırsa onların hepsini olurmuş. İşte, maşaallah, ikinci oyuncak böyle bir oyuncakmış. Başta zahmet gibi görünen parçalı yapısı aslında nimete dönüşesiymiş. O parçalı hali sayesinde bu oyuncak 'bir iken bin' olabiliyormuş. Ayrılabilirliği 'daha farklı şekillerde de birleşebilirliği' haline geliyormuş. Elhamdülillah.
Kanaatimce, Kur'an'ın, roman okuyucularına 'sürükleyici' gelmeyen yapısında da böyle bir meziyet var. Ayetlerin konudan konuya geçer bir mahiyette bulunması aslında bizatihi bereket sebebi... Böylece Kur'an 6666 ayetten oluşmuş bir bütün iken 'ihtimal hesaplarına sığmayacak bir çoklukta' okumalara merkez olabiliyor. Eğer tek bir serüven etrafında birleşmiş bölünmez bir metin olsaydı Kur'an, yani roman gibi 'sürükleyici' olsaydı, o zaman bu bereketin kaynağı da olamazdı. Bir/birkaç anlama gelirdi ve okuması biterdi. Eskide kalırdı. Sonuna gelinirdi. Fakat yıldız yıldız inen ayetleri, herbir parçanın kendi başına da bir varlık/bütünlük ifade etmesiyle, tıpkı lego araba örneğimizde olduğu gibi, çoklu okumaların zemini olabiliyor. Ki mürşidim de bir yerde bu manayı sema-Kur'an, yıldız-ayet benzetmesiyle şöyle tarif ediyor:
"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir."
Evet. Kur'an'ın roman gibi sürükleyici olmamasında başka bir sürükleyicilik var. Ki ondört asırdır sayısız tefekkür erbabını peşinden sürüklüyor. Tek bir merkez etrafında şekillenmiyor belki. Tek bir yöne doğru gitmiyor. Fakat bu merkezsizlik onu 'çok merkezli bir evren' sahibi yapıyor. Hangi ayeti merkezi kılınsa diğerleri onun etrafında yeni bir düzene giriyorlar. Yeni bir okuma öğütlüyorlar. Yeni bir hikmet bağışlıyorlar. Yeni bir bakış açısı öğretiyorlar. Böylelikle serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü oluyor. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunuyor. Ama başta dedim ya: Birşeyde aradığınız sürükleyiciliği bulmanız onda ne tür bir sürükleyicilik aradığınıza bağlıdır. Ve bizim gibi, yüzeyde sürüklenmeye alışmış saman çöplerinin, mercanların indiği cennetlerden haberdar olmaması doğaldır.
12 Kasım 2018 Pazartesi
Atatürk ilah değildir
Zuhruf sûresinin 54. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle buyrulur: "Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavimdi." 51 ve 52. ayetlerde ise Firavun'un halkını küçümseyişi şöyle nakledilir: "Firavun kavmine seslenerek dedi ki: Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yoksa, ben, neredeyse meramını anlatamayan şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?" Bu kısım esasında 'teolojik sapmalar'ın öncesini oluşturan 'ontolojik sanrılamalar'ın fotoğrafını çekip gösterir bize. Nasıl? Belki biraz şöyle: Eğer hayırlı/varlıksal olanın mülkü bir kişiye teslim edilirse, o bir kişi artık kabında duramaz, kalbinizi de istemeye başlar sizden. Hatta öyle bir noktaya gelir ki, yalnız yediğinizi-içtiğinizi değil, inanışınızı da kendisine hasretmenizi arzu eder. Tıpkı Kasas sûresinin 38. ayetinde yine Firavun'dan nakledildiği gibi "Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum!" demeye başlar. 'Olmasaydım olmazdınız'laşır.
Bu 'Olmasaydım olmazdınız' mevzusu pek mühimdir. Çünkü 'insan' ile 'ilah' ayrımı noktasında yaşanan feci bir arızayı/kaymayı da gösterir bize. Çoğunuzun malumudur. İslam akidesinde Allah'ın isimlerinden birisi de 'Vacibü'l-Vücud'dur. Bu tamlamanın en yalın karşılığı 'varlığı zorunlu olan' ise de en açıklayıcı şekli 'Allah olmazsa olmazdır'dır. Peki Allah'tan gayrısına ne denir? el-Cevap: 'Mümkin.' Yani? 'Varlığı zorunlu olmayan' ya da 'olmazsa olmaz olmayan' demektir bu da.
Şimdi altını çizmeye çalıştığımız hakikati toparlamaya çalışalım: Kainat gibi muhteşen bir eserin icadı için isimleri sonsuz bir Nazım'a/düzenleyiciye, bir Halık'a/yaratıcıya, bir Hakîm'e/hikmetle iş görene, bir Sanie/sanatla yaratana vs. zorunlu bir şekilde ihtiyaç vardır. Onun varlığı zorunludur. Çünkü, evvelinde onun varlığı olmadan, ancak onun yaratışıyla varolacak başka varlıklardan bahsedilemez. Marangozluk olmadan masadan konuşulamaz. Terzilik olmadan elbiseden dem vurulamaz. Ressamlık olmadan resim izah edilemez. Yaratılışın harikalığını ortaya koyan tüm boyutları, detaylara inildikçe sergilediği yeni yeni muhteşemliklerle, bir ustasının olduğunu, varlığının şu şahit olduğumuz varlığı açıklamak için mecburî olduğunu, 'olmazsa olmaz' olduğunu bütün netliğiyle ortaya koyar.
İşte Vacibü'l-Vücud bunun ifadesidir. Ve karşıtı olan 'mümkin' ise bizim varlıkta işgal ettiğimiz alanı izah eder. Bizim varlığımız yaratılışın varlığı ve devamı için 'olmazsa olmaz' değildir. Biz dünyaya gelmeden önce dünya böyle bir zorunluluğun arayışında olmamıştır. Bir vakit gelip göçtüğümüzde de yokluğumuzu pek aramayacaktır. Cenab-ı Hak, kudretinin sonsuzluğuyla, nasıl dilerse öyle yaratır. Arızî varlıklarımız onun Zatî varlığının devam bahşetmesiyle varolmaya devam eder. Diyebiliriz ki: İslam akidesinin özünde, tevhidin hemen arkasında, bu vardır. Evet. Allah birdir. Dolayısıyla 'olmazsa olmaz' da birdir. 'Olmasaydın olmazdık!' ancak Odur.
Fakat bu cümle bugünlerde pek farklı şekillerde kullanılıyor. Her kesim varlığını kendince önemli bulduğu bir ismi pek kolaylıkla 'Olmasaydın olmazdık!' mertebesine sıçratıyor. Halbuki, yukarıda zikrettiğimiz gibi, biz gibi tevhide iman etmiş müslüman bireyler için bu 'kabul edilemez' bir durumdur. Kabul edilemezdir, zira, Allah'ın isimlerinden birisinin bir kula tahsis edilmesi manası taşır. Hem tek sorunu bu da değildir. Bu ontolojik algı kayması, hayrın/varlıksallığın mahiyetine dair bu yanlış düşünüş, sanrı, rüyalama, aynı zamanda beşerî olanın kutsallaşmasına ve adaletin bozulmasına sebep olur. Çünkü 'adalet mülkün temeli' olduğu gibi 'adaletin temeli de mülkiyet hakkı'dır. Yani birisinin mülkünü diğer bir başkasının gasbetmemesidir.
Emirdağ Lahikası'nda yeralan, Bediüzzaman'ın, dönemin CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran'a yazdığı bir mektupta bu kaymanın oluşturacağı arızalara şöyle dikkat çekilir: "Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz."
Peki Bediüzzaman'ın burada dikkat çektiği arıza nedir? İşte ben bunun bugünkü tezahürlerinden birisini de "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı absürd sloganlar eşliğinde anlayabiliyorum. Sanki Atatürk ortaya çıkana kadar bu necip milletin (hâşâ) erkekleri pezevenklik, (yine hâşâ) kadınları fahişelik işiyle meşgulmüşler ve içlerinden Atatürk isminde birisi çıkmasa hemen bu erkekler karılarını işgalcilerin kucağına itecekmişler, onlar da hiç itirazsız bunlardan çocuk sahibi olacakmışlar gibi yapılan tasvirat, yok hayır, düpedüz terzilat/rezillik Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini anlamama bir yol oluşturuyor. Tamam. Kendi dedeleri-nineleri hakkındaki kem düşüncelerine birşey diyemem. Ama bu vatan toprağında yaşayan her bireyin Türk, Kürt, Çerkes veya Laz dedelerini ve ninelerini böyle bir deniyetten tenzih ederim. Yüzbin defa hâşâ! Onlar böyle alçak değildiler. Hem değillerdir. Hem olmamışlar. Hem olmayacaklardır.
Alçak olan sizsiniz. Çünkü sırf Atatürk'ün makamını yüce gösterebilmek için bir milletin kanının son damlasına kadar beraber direnişiyle elde ettiği bir zaferi onun mülkiyetine geçirmeye çalışıyorsunuz. Sizin gibi olanlar da size itaat ediyorlar. Hoşlarına gidiyor bu tutumunuz. Fakat, ben ve bizler, bu noktada tıpkı Bediüzzaman gibi düşüneceğiz: "(...) o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner..." Evet. "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" cümlesinin aslı/esası bu millete hakarettir. Bu hakareti haksızca üzerine atıldığı şanlı milletten alıp sahiplerine iade ederiz. Madem böyle inanıyorlar. O zaman bu balçık onlarda kalabilir. Bize bulaştırmasınlar. Yeter.
Bu 'Olmasaydım olmazdınız' mevzusu pek mühimdir. Çünkü 'insan' ile 'ilah' ayrımı noktasında yaşanan feci bir arızayı/kaymayı da gösterir bize. Çoğunuzun malumudur. İslam akidesinde Allah'ın isimlerinden birisi de 'Vacibü'l-Vücud'dur. Bu tamlamanın en yalın karşılığı 'varlığı zorunlu olan' ise de en açıklayıcı şekli 'Allah olmazsa olmazdır'dır. Peki Allah'tan gayrısına ne denir? el-Cevap: 'Mümkin.' Yani? 'Varlığı zorunlu olmayan' ya da 'olmazsa olmaz olmayan' demektir bu da.
Şimdi altını çizmeye çalıştığımız hakikati toparlamaya çalışalım: Kainat gibi muhteşen bir eserin icadı için isimleri sonsuz bir Nazım'a/düzenleyiciye, bir Halık'a/yaratıcıya, bir Hakîm'e/hikmetle iş görene, bir Sanie/sanatla yaratana vs. zorunlu bir şekilde ihtiyaç vardır. Onun varlığı zorunludur. Çünkü, evvelinde onun varlığı olmadan, ancak onun yaratışıyla varolacak başka varlıklardan bahsedilemez. Marangozluk olmadan masadan konuşulamaz. Terzilik olmadan elbiseden dem vurulamaz. Ressamlık olmadan resim izah edilemez. Yaratılışın harikalığını ortaya koyan tüm boyutları, detaylara inildikçe sergilediği yeni yeni muhteşemliklerle, bir ustasının olduğunu, varlığının şu şahit olduğumuz varlığı açıklamak için mecburî olduğunu, 'olmazsa olmaz' olduğunu bütün netliğiyle ortaya koyar.
İşte Vacibü'l-Vücud bunun ifadesidir. Ve karşıtı olan 'mümkin' ise bizim varlıkta işgal ettiğimiz alanı izah eder. Bizim varlığımız yaratılışın varlığı ve devamı için 'olmazsa olmaz' değildir. Biz dünyaya gelmeden önce dünya böyle bir zorunluluğun arayışında olmamıştır. Bir vakit gelip göçtüğümüzde de yokluğumuzu pek aramayacaktır. Cenab-ı Hak, kudretinin sonsuzluğuyla, nasıl dilerse öyle yaratır. Arızî varlıklarımız onun Zatî varlığının devam bahşetmesiyle varolmaya devam eder. Diyebiliriz ki: İslam akidesinin özünde, tevhidin hemen arkasında, bu vardır. Evet. Allah birdir. Dolayısıyla 'olmazsa olmaz' da birdir. 'Olmasaydın olmazdık!' ancak Odur.
Fakat bu cümle bugünlerde pek farklı şekillerde kullanılıyor. Her kesim varlığını kendince önemli bulduğu bir ismi pek kolaylıkla 'Olmasaydın olmazdık!' mertebesine sıçratıyor. Halbuki, yukarıda zikrettiğimiz gibi, biz gibi tevhide iman etmiş müslüman bireyler için bu 'kabul edilemez' bir durumdur. Kabul edilemezdir, zira, Allah'ın isimlerinden birisinin bir kula tahsis edilmesi manası taşır. Hem tek sorunu bu da değildir. Bu ontolojik algı kayması, hayrın/varlıksallığın mahiyetine dair bu yanlış düşünüş, sanrı, rüyalama, aynı zamanda beşerî olanın kutsallaşmasına ve adaletin bozulmasına sebep olur. Çünkü 'adalet mülkün temeli' olduğu gibi 'adaletin temeli de mülkiyet hakkı'dır. Yani birisinin mülkünü diğer bir başkasının gasbetmemesidir.
Emirdağ Lahikası'nda yeralan, Bediüzzaman'ın, dönemin CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran'a yazdığı bir mektupta bu kaymanın oluşturacağı arızalara şöyle dikkat çekilir: "Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz."
Peki Bediüzzaman'ın burada dikkat çektiği arıza nedir? İşte ben bunun bugünkü tezahürlerinden birisini de "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı absürd sloganlar eşliğinde anlayabiliyorum. Sanki Atatürk ortaya çıkana kadar bu necip milletin (hâşâ) erkekleri pezevenklik, (yine hâşâ) kadınları fahişelik işiyle meşgulmüşler ve içlerinden Atatürk isminde birisi çıkmasa hemen bu erkekler karılarını işgalcilerin kucağına itecekmişler, onlar da hiç itirazsız bunlardan çocuk sahibi olacakmışlar gibi yapılan tasvirat, yok hayır, düpedüz terzilat/rezillik Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini anlamama bir yol oluşturuyor. Tamam. Kendi dedeleri-nineleri hakkındaki kem düşüncelerine birşey diyemem. Ama bu vatan toprağında yaşayan her bireyin Türk, Kürt, Çerkes veya Laz dedelerini ve ninelerini böyle bir deniyetten tenzih ederim. Yüzbin defa hâşâ! Onlar böyle alçak değildiler. Hem değillerdir. Hem olmamışlar. Hem olmayacaklardır.
Alçak olan sizsiniz. Çünkü sırf Atatürk'ün makamını yüce gösterebilmek için bir milletin kanının son damlasına kadar beraber direnişiyle elde ettiği bir zaferi onun mülkiyetine geçirmeye çalışıyorsunuz. Sizin gibi olanlar da size itaat ediyorlar. Hoşlarına gidiyor bu tutumunuz. Fakat, ben ve bizler, bu noktada tıpkı Bediüzzaman gibi düşüneceğiz: "(...) o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner..." Evet. "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" cümlesinin aslı/esası bu millete hakarettir. Bu hakareti haksızca üzerine atıldığı şanlı milletten alıp sahiplerine iade ederiz. Madem böyle inanıyorlar. O zaman bu balçık onlarda kalabilir. Bize bulaştırmasınlar. Yeter.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...