"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasten görürsün." Barla Lahikası'ndan.
Simon Garfield Türkçeye 'Tam Benim Tipim' başlığıyla çevrilen eserinin bir yerinde diyor ki: "En iyi font okunurken farkedilmeyen fonttur." Bununla kastettiği aslında şu: İyi bir yazı karakteri okuyucusunu kendisiyle meşgul etmez. Şeffaf bir nesne gibi ardındaki manaya yönlendirir. Eğer, bir metni okurken fontunun da detaylarını farkediyorsanız, 'manaya perde olmaya başlamış' demektir. 'Dikkat dağıtıyor' demektir. 'Araçken aslın yerine oynuyor' demektir. Benzer birşeyi teknoloji tasarımcıları da söylerler. Onlara göre de en iyi tasarım 'kullanıcıların acabalarını en aza indiren tasarım'dır. Yani, yeni bir tüketici, aldığı ürün hakkında ne sıklıkta 'ne/nasıl oluyor?' sorunları yaşıyorsa-soruyorsa, tasarımın başarısı o ölçüde azalır.
Oyunlarsa böyle değildir. Gölge oyunlarını düşünelim mesela. Oynatıcı kendisini unutturduğu ölçüde başarılı olur onlarda. Bu nedenle asla perdesiz oynamaz. Kendisini göze vermez. Işık yalnız Karagöz ile Hacivat'ın görülmesini sağlayacak, ama elinden geldiğince oynatıcıyı göstermeyecek, şekilde ayarlanmıştır. Kuklacılık da böyledir. Hatta tiyatral bütün faaliyetler bir ölçüde 'perde arkasına körelme çabaları'dır. Bile-isteye aldanmalardır.
Eğer bir seyirciyseniz, dekor değişimi zamanı geldiğinde sahne ışıklarının sönmesine, perdelerin kapanmasına sevinirsiniz. Çünkü yaşanılanın kurgu olduğunu unutturur bu size. Aldanmak isteyen yanlarınızı aldatır. Evet. Sahi. İnsanın aldanmak isteyen yanları da vardır. Herşeyin bir oyun olduğunu bildiği halde, üstünün örtülmesini, elden geldiğince 'mış gibi' yapılmasını arzular. Yapıldığı ölçüde takdir eder. Yapılamadığı ölçüde aldatılamayışına kızar. Tuhaftır: İnsan, isteksizken aldatıldığına kızdığı gibi, istediği kadar/zaman aldanamayışına da kızar. Yüzünde beş kat boyayla dünya güzeli sandığını makyajsız görünce rahatsızlık hisseder.
Bunları yazarken, arkadaşım, aklımda Ankebût sûresinin bir ayeti vardı. Kısa bir meali de şöyledir: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir. Halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Sûreye de adını veren kırkbirinci ayettir bu. İtiraf edeyim: Cenab-ı Hakkın 'kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini' çok düşünmüşümdür. Peki. Tamam. Kabul ediyorum: Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de sığındıkları... Eyvallah. Amenna. Fakat hakikati yalnız bu kadarmış gibi gelmiyordu bu teşbihin bana. Fazlasını da sezdiriyordu. Düşündürüyordu.
Youtube'dan bir örümceğin ağ yapışını izledim sonraları. Hakkını verdim: Örümcek gerçekten büyük emek harcıyor. Saatler sürüyor belki de dantelini örmesi. Maşaallah. Gayet albenili de birşey oluyor eseri. Ancak, tıpkı demagojiler gibi, altı boş kalan bir emek bu. Temelsiz. Sütunsuz. Sistemindeki zayıflık nedeniyle güçlü değil. Öyle ya. Örümcekler birşeylerin arasını/boşluklarını mümkün mertebe şeffaf bir örtüyle kapatarak evleniyorlar. O örtüyü 'göremeyecek kadar zayıf dikkatleri' ve 'kaçamayacak kadar zayıf nefisleri' avlayabiliyorlar.
Küfrün demagojisi bundan farklı mı? O da ancak örtüsünü aşamayanları avlayabilecek bir imkana sahip. Güçlüleri tutamıyor. İbrahim aleyhisselamın Nemrut'u, Musa aleyhisselamın Firavun'u ve Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, tevhid hakikatinin izahları en sarsılmaz sanılan tahtları/bahtları dahi yerinden edebiliyor.
Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kıvamında bir müdahaleyle dağılmaya muntazırdır. Örümcek, ne kadar çabalarsa çabalasın, yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. "Bir dane-i sıdk bir harman yalanı yakar." Fakat belki, tıpkı o mübarek hicrette yaşandığı gibi, fehmi gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir. Aleyhissalatuvesselamın ay parçası yüzüne tül olup şeytan gözlülere göstermeyebilir. Hem, bir düşünsene arkadaşım, belki şeytan da bu yüzden vardır: Örtü/oyun âşıkları cennete giremesin diye. Nihayetinde dünya hayatı, aldanmak isteyenleri oyun-oyalanma olup aldatır, aldanmak istemeyenleri ayet olup uyandırır.
Bediüzzaman'ın sebeplerin yaratılış hikmetlerinden birisi de 'perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında' diyerek tarif ediyor. Ancak hemen arkasını şöyle tamamlıyor: 'ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...' Neden yarım bırakıyoruz? İfadeleri tam alıntılayalım: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden." Yani şu âlemin tasarımının iki vechi de var: 1) Arkasına bakmak isteyenler için kendisini unutturacak kadar bir göstericilik içeriyor. 2) Önüne konsantre olanlar için arkasını unutturacak kadar perde bulunduruyor. Dünya hayatı bu şekilde 'imtihan' oluyor.
Derinlik isteyene dalabileceğince derinlik, yüzey isteyene kanabileceğince yüzey, okyanusun yapısı böyle. Sen de bunu bilmez gibi bazen bana soruyorsun: "Bilimadamları bu kadar zeki oldukları halde neden ateist oluyorlar?" Halbuki yüzeyin zekası derinliğin irfanı türünden değildir ki. Sana Tom ve Jerry'nin yaptıklarını saatlerce anlatabilecek olan çocuğun/yeğenin o çizgifilmin perde arkasına dair ne tür bir bilgiye sahiptir? Evet. Oyunu isteyen oyunun bilgisine erer arkadaşım. Manayı isteyense tasarımı araçsallaştırır. Talibi istediğini alır.
31 Mayıs 2020 Pazar
29 Mayıs 2020 Cuma
Burada yokolduysan orada varolursun
Abdülvehhab Şarânî Hazretlerinin Türkçeye İslam'da Kardeşlik Hukukunun Esasları ismiyle çevrilmiş bir eseri var. Orada Musa aleyhisselam ile Cenab-ı Hak arasında şöyle bir diyalog zikrediliyor: Hak Teala vahyediyor ki: "Benim için amel işledin mi?" Musa aleyhisselam cevap veriyor: "Ya Rabbi, namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim..." Hakîm-i Mutlak'ın bu cevaba karşılığı şu oluyor: "Namaz senin için burhandır, oruç cennettir, sadaka gölgedir, zikir nurdur. Benim için hangi ameli işledin?" O zaman Musa aleyhisselam bu soru-cevabın eğitimi için olduğunu anlıyor: "Senin için olacak amele beni irşad buyur ya Rabbi!" Kıssa şöyle bir cümleyle hitama eriyor: "Bu vesile ile Musa aleyhisselam amellerin en faziletlisinin Allah için sevmek/buğzetmek olduğunu anladı."
Peki Ahmed vücudda/varlıkta geri bu amellerin fazilette/ihlasta en önceye gidişini nasıl anladı? Şöyle diyeyim: Bu kıssayı okuduğum zaman hatırıma Mehmed Kırkıncı Hoca merhumun "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır!" hadis-i şerifi hakkında yaptığı bir izah geldi. Yanlış anımsamıyorsam şöyle bir manayı deruhte ediyordu o izah: Âdemoğlu bir amel işlediğinde artık onun için 'yapmış olma'nın imtihanı başlar. Sözgelimi: Yüklü bir miktarda bağışta bulundunuz diyelim. Böyle bir cömertliği eyledikten hemen sonra şeytanınız sitayişlerle ihlasınıza yüklenir: "Of, of, of. Ne adamsın be! Helal. Maşaallah. Böyle bir hayrı da ancak senin gibi bir adam yapabilirdi. Başka kim var bu zamanda böyle bir sadaka verebilecek?" Eğer bu hususta ben gibi zayıflardansanız amelin sahipliğini büsbütün üzerinize alarak onu yakmanız işten bile değil. Halbuki doğru tavır şu olmalıydı: "Hâşâ, eğer Allah beni bu hayırda muvaffak kılmasaydı, nasıl şartları yoktan yaratıp ortaya çıkarabilirdim? Ben sadece bir vesileyim. İrade eden O. Yaratan O. Hatta, aksine, belki kusurlarım karışmıştır da o hayırda eksilmeler olmuştur. Asıl sahibi olduğu şeyde nasıl Mâlik-i Hakiki'ye hava atayım?"
Ancak şeytanının yanağına şu hakikatli tokadı basmak her kişiye değil er kişiye nasip olur. O nedenle nefsini terbiye etmemişler için her amel yeni bir sınanmaya vabestedir. Ortaya çıkanın heybeti arttıkça da sınanmanın şiddeti artar. Karun gibi "Bu bana ilmimle verildi!" demeye kadar gider. Cenab-ı Hak cümlemizi böylesi imtihanlardan korusun. Amellerimiz ortaya çıktığında niyetlerimizi yerinden oynatmasın. Âmin. Hasılı: 'Niyetin amelden hayırlı oluşu' henüz somut bir varlığa sahip olmayışından dolayı 'varlık imtihanına da uğratmaması' yönüyle anlaşılır. Allahu'l-a'lem.
Burada benim aklıma ikinci bir mana olarak da şu geliyor: Amelin bir varlık olarak ortaya çıkışı şahitlerini de çoğaltıyor. Misal: Yüz fakire bayramlık hediye etmeye niyetlendiniz diyelim. Yapıncaya kadar bu niyetin sizden başka tek şahidi Allah. Birisi daha yok. Dolayısıyla gönlünü etmeye çalışıp ihlası kaçırmanız ihtimali de yok. Herşey içinizde dönüyor. İçinizi de yalnız Rabbiniz biliyor. Fakat sonra o ameli vücud sahasına çıkarıyorsunuz. İnsanlar görüyorlar. Bazıları nasipleniyorlar. Bazıları duyuyorlar. Şahitlerin beğenisi ikinci bir iltifat olup yine göğsünüzü taciz ediyor. Onları da alsanız mı? Eyvah. "Şahit olarak Allah yetmez mi?" hükm-i Kur'anîsi öylece duruyor halbuki. Normalde yetmeli. Lakin nefis de şahitleri seviyor işte. Kaç kişi olsa "Dur!" demiyor işte. Ah! Her kabulde amel bir parça daha gasbınıza geçiyor. Belki de varoluşun asıl sahibi olan Rabb-i Rahîm, yarattığını sahiplenmenizden güceniyor, gazaplanıyor, kimbilir? Nihayetinde Ona gitmesi gereken teşekkürün arasına kalın bir perde olarak giriyorsunuz. 'Yolkesenlik' ediyorsunuz.
Bediüzzaman besmelenin sırrını anlattığı Birinci Söz'de kullanır bu ifadeyi: Katıu't-tarîk. Manası: Yolkesen. Yolkesenler çoktur. Perdeler sayısıncadır. Hepsinin çaresi de besmelenin manasını kuşanmaktır. O öyle bir devadır ki aradaki tüm perdeleri tek hamlede çeker: "Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız." Lakin küçük bir cevaz kapısı da vardır: "Hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."
Nehri şu yana çevirerek sözle bir bend yapayım: Bediüzzaman 'enenin/benliğin' yaratılış hikmetini açıkladığı 30. Söz'de fonksiyonunu da şöyle izah ediyor: "Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ; zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse o vakit bilinir." Devamında da diyor ki: "İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur!' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."
Yani insan Allah'ı anlayabilmek için bazı şeyleri kendisinde sanrılar. Sözgelimi: "Ben odamı nasıl temizliyorsam, temizlemediğimde de kirleniyorsa, bu temiz âlemi de bir temizleyen olmalı!" der. Veya "Ben kendi işlerimi/işyerimi nasıl düzenliyorsam, düzenlemediğimde de dağılıyorsa, bu düzenli âlemi de bir düzenleyen olmalı!" söyler. Farzettiği böylesi şeyler esasında Allah'ı idrak edebilmesi içindir. Hakiki değildir. Çünkü her fiilin hakiki sahibi ancak Allah'tır. Birşeyin hakiki sahibi olmak onu yoktan çıkarabilmeyi gerektirir. Gerisi emanetçiliktir. İnsan her ne kadar kendi tarlasını ektiğini düşünüyorsa da, eken Allah'ın kulu, ekilen Allah'ın toprağı, bitiren de Allah'tır. Beşerin sürece küçücük kesbiyle dahil oluşu onu bir yaratış sahibi yapmaz. Bir elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Bir evreni yaratmak içinse bir Allah.
"Bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar..." dediği mürşidimin budur. Bu durum, BMW'den yalnız bir araba satın almış kişinin "BMW'nin bütün hakları bana aittir!" demesine benzer. Hayır. Değildir. Aldığınız sadece bir arabanın emanetçiliğidir. Bozulsa yine BMW tamir eder. Yedek parçasını o üretir. Kur'an'da zikri geçen; 'göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanet'in bir vechi; işte bu 'ene/benlik'tir. İnsan onu yüklenmiştir. Fakat bu yükleniş, yukarıda dokunduğumuz gibi, hayırlı işlerinde bile ihlasını bir sınanmanın eşiğine getirmiştir: Allah'ın olanı sahiplenecek midir? Yoksa asıl sahibin O olduğunu kabul ederek geri çekilmeyi başaracak mıdır? İmtihan buradadır.
Kabul etmek gerekir ki biz bu imtihanı aşmakta zorlanıyoruz. Varlığımız arttıkça herşey daha da zorlaşıyor. Şahitleri çoğalttıkça sahipliği bırakmak güçleşiyor. 'Görünme çağı' da diyebileceğimiz bu devirde sosyalmedya kullanmayanımız çok az kaldı. Cami kumbarasına bir lira atarken dahi fotoğrafını çekip paylaşan ahirzaman çocuklarının "Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli!" diyen büyüklerini pek anladıkları yok. Niye böyle bir uyarı yapıldığını da anımsamıyorlar. İçlerinin yasasını çok düşünmüyorlar. Her şahitliğin/sahipliğin ayrı bir sınanma sayılacağına aldırmıyorlar. Takvayı amel-i salihin önüne geçiren sırrı sezmiyorlar. Hoş, bu lakırdıları yazıyorum da, ben pek mi hakikatindeyim bu işin? Yok. O da yalan. Fakat beynimin/kalbinin gerisinde şunu hep biliyorum:
Eğer Allah rızası için yapılmamışsa her yaptığımız hikaye olacak. Yalnız Onun var saydıkları ebediyen varolacak. Onlar yokluk da görünseler varolacaklar. "Gıybet etmedim!" diyenin 'etmediği' cennetinde varolacak. "Zina yapmadım!" diyenin 'yapmadığı' cennetinde varolacak. "Gönül kırmadım!" diyenin 'kırmadığı' cennetinde varolacak. Bunlar her ne kadar vücudî olmasalar da ahirette eylemlerden daha çok varolacaklar. Çünkü mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır. İşlediği amelden kaçıp niyetine sığınanlar, inşaallah, dünyada sakındıkları vücudları ahirette bulacaklar. Allahu'l-a'lem. Cenab-ı Hak'tan, burada bomboş bilemediğimiz avuçlarımızı, orada nimetleriyle doldurmasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.
Peki Ahmed vücudda/varlıkta geri bu amellerin fazilette/ihlasta en önceye gidişini nasıl anladı? Şöyle diyeyim: Bu kıssayı okuduğum zaman hatırıma Mehmed Kırkıncı Hoca merhumun "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır!" hadis-i şerifi hakkında yaptığı bir izah geldi. Yanlış anımsamıyorsam şöyle bir manayı deruhte ediyordu o izah: Âdemoğlu bir amel işlediğinde artık onun için 'yapmış olma'nın imtihanı başlar. Sözgelimi: Yüklü bir miktarda bağışta bulundunuz diyelim. Böyle bir cömertliği eyledikten hemen sonra şeytanınız sitayişlerle ihlasınıza yüklenir: "Of, of, of. Ne adamsın be! Helal. Maşaallah. Böyle bir hayrı da ancak senin gibi bir adam yapabilirdi. Başka kim var bu zamanda böyle bir sadaka verebilecek?" Eğer bu hususta ben gibi zayıflardansanız amelin sahipliğini büsbütün üzerinize alarak onu yakmanız işten bile değil. Halbuki doğru tavır şu olmalıydı: "Hâşâ, eğer Allah beni bu hayırda muvaffak kılmasaydı, nasıl şartları yoktan yaratıp ortaya çıkarabilirdim? Ben sadece bir vesileyim. İrade eden O. Yaratan O. Hatta, aksine, belki kusurlarım karışmıştır da o hayırda eksilmeler olmuştur. Asıl sahibi olduğu şeyde nasıl Mâlik-i Hakiki'ye hava atayım?"
Ancak şeytanının yanağına şu hakikatli tokadı basmak her kişiye değil er kişiye nasip olur. O nedenle nefsini terbiye etmemişler için her amel yeni bir sınanmaya vabestedir. Ortaya çıkanın heybeti arttıkça da sınanmanın şiddeti artar. Karun gibi "Bu bana ilmimle verildi!" demeye kadar gider. Cenab-ı Hak cümlemizi böylesi imtihanlardan korusun. Amellerimiz ortaya çıktığında niyetlerimizi yerinden oynatmasın. Âmin. Hasılı: 'Niyetin amelden hayırlı oluşu' henüz somut bir varlığa sahip olmayışından dolayı 'varlık imtihanına da uğratmaması' yönüyle anlaşılır. Allahu'l-a'lem.
Burada benim aklıma ikinci bir mana olarak da şu geliyor: Amelin bir varlık olarak ortaya çıkışı şahitlerini de çoğaltıyor. Misal: Yüz fakire bayramlık hediye etmeye niyetlendiniz diyelim. Yapıncaya kadar bu niyetin sizden başka tek şahidi Allah. Birisi daha yok. Dolayısıyla gönlünü etmeye çalışıp ihlası kaçırmanız ihtimali de yok. Herşey içinizde dönüyor. İçinizi de yalnız Rabbiniz biliyor. Fakat sonra o ameli vücud sahasına çıkarıyorsunuz. İnsanlar görüyorlar. Bazıları nasipleniyorlar. Bazıları duyuyorlar. Şahitlerin beğenisi ikinci bir iltifat olup yine göğsünüzü taciz ediyor. Onları da alsanız mı? Eyvah. "Şahit olarak Allah yetmez mi?" hükm-i Kur'anîsi öylece duruyor halbuki. Normalde yetmeli. Lakin nefis de şahitleri seviyor işte. Kaç kişi olsa "Dur!" demiyor işte. Ah! Her kabulde amel bir parça daha gasbınıza geçiyor. Belki de varoluşun asıl sahibi olan Rabb-i Rahîm, yarattığını sahiplenmenizden güceniyor, gazaplanıyor, kimbilir? Nihayetinde Ona gitmesi gereken teşekkürün arasına kalın bir perde olarak giriyorsunuz. 'Yolkesenlik' ediyorsunuz.
Bediüzzaman besmelenin sırrını anlattığı Birinci Söz'de kullanır bu ifadeyi: Katıu't-tarîk. Manası: Yolkesen. Yolkesenler çoktur. Perdeler sayısıncadır. Hepsinin çaresi de besmelenin manasını kuşanmaktır. O öyle bir devadır ki aradaki tüm perdeleri tek hamlede çeker: "Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız." Lakin küçük bir cevaz kapısı da vardır: "Hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."
Nehri şu yana çevirerek sözle bir bend yapayım: Bediüzzaman 'enenin/benliğin' yaratılış hikmetini açıkladığı 30. Söz'de fonksiyonunu da şöyle izah ediyor: "Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ; zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse o vakit bilinir." Devamında da diyor ki: "İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur!' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."
Yani insan Allah'ı anlayabilmek için bazı şeyleri kendisinde sanrılar. Sözgelimi: "Ben odamı nasıl temizliyorsam, temizlemediğimde de kirleniyorsa, bu temiz âlemi de bir temizleyen olmalı!" der. Veya "Ben kendi işlerimi/işyerimi nasıl düzenliyorsam, düzenlemediğimde de dağılıyorsa, bu düzenli âlemi de bir düzenleyen olmalı!" söyler. Farzettiği böylesi şeyler esasında Allah'ı idrak edebilmesi içindir. Hakiki değildir. Çünkü her fiilin hakiki sahibi ancak Allah'tır. Birşeyin hakiki sahibi olmak onu yoktan çıkarabilmeyi gerektirir. Gerisi emanetçiliktir. İnsan her ne kadar kendi tarlasını ektiğini düşünüyorsa da, eken Allah'ın kulu, ekilen Allah'ın toprağı, bitiren de Allah'tır. Beşerin sürece küçücük kesbiyle dahil oluşu onu bir yaratış sahibi yapmaz. Bir elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Bir evreni yaratmak içinse bir Allah.
"Bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar..." dediği mürşidimin budur. Bu durum, BMW'den yalnız bir araba satın almış kişinin "BMW'nin bütün hakları bana aittir!" demesine benzer. Hayır. Değildir. Aldığınız sadece bir arabanın emanetçiliğidir. Bozulsa yine BMW tamir eder. Yedek parçasını o üretir. Kur'an'da zikri geçen; 'göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanet'in bir vechi; işte bu 'ene/benlik'tir. İnsan onu yüklenmiştir. Fakat bu yükleniş, yukarıda dokunduğumuz gibi, hayırlı işlerinde bile ihlasını bir sınanmanın eşiğine getirmiştir: Allah'ın olanı sahiplenecek midir? Yoksa asıl sahibin O olduğunu kabul ederek geri çekilmeyi başaracak mıdır? İmtihan buradadır.
Kabul etmek gerekir ki biz bu imtihanı aşmakta zorlanıyoruz. Varlığımız arttıkça herşey daha da zorlaşıyor. Şahitleri çoğalttıkça sahipliği bırakmak güçleşiyor. 'Görünme çağı' da diyebileceğimiz bu devirde sosyalmedya kullanmayanımız çok az kaldı. Cami kumbarasına bir lira atarken dahi fotoğrafını çekip paylaşan ahirzaman çocuklarının "Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli!" diyen büyüklerini pek anladıkları yok. Niye böyle bir uyarı yapıldığını da anımsamıyorlar. İçlerinin yasasını çok düşünmüyorlar. Her şahitliğin/sahipliğin ayrı bir sınanma sayılacağına aldırmıyorlar. Takvayı amel-i salihin önüne geçiren sırrı sezmiyorlar. Hoş, bu lakırdıları yazıyorum da, ben pek mi hakikatindeyim bu işin? Yok. O da yalan. Fakat beynimin/kalbinin gerisinde şunu hep biliyorum:
Eğer Allah rızası için yapılmamışsa her yaptığımız hikaye olacak. Yalnız Onun var saydıkları ebediyen varolacak. Onlar yokluk da görünseler varolacaklar. "Gıybet etmedim!" diyenin 'etmediği' cennetinde varolacak. "Zina yapmadım!" diyenin 'yapmadığı' cennetinde varolacak. "Gönül kırmadım!" diyenin 'kırmadığı' cennetinde varolacak. Bunlar her ne kadar vücudî olmasalar da ahirette eylemlerden daha çok varolacaklar. Çünkü mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır. İşlediği amelden kaçıp niyetine sığınanlar, inşaallah, dünyada sakındıkları vücudları ahirette bulacaklar. Allahu'l-a'lem. Cenab-ı Hak'tan, burada bomboş bilemediğimiz avuçlarımızı, orada nimetleriyle doldurmasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.
28 Mayıs 2020 Perşembe
Ya her günahta bir koronalık varsa?
Derler ki: Hakikat Çekirdekleri'nde geçen bu sözü, Bediüzzaman, dönemin Ankara hükümetinin içki yasağındaki (Men-i Müskirat Kanunu) başarısı üzerine söylemiştir: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." Aynı dönemde Bediüzzaman Yeşilay'ın kurucuları içinde de yeralmıştır. İşgalci İngilizlerin teşvik ettiği bu kem alışkanlığı nasihatle de gidermeye çalışmıştır. Fakat nihayetinde 1. Meclis'in aldığı karar daha etkili olmuştur. Çünkü hükümetin aldığı kararın arkasında müeyyide vardır. Nasihatin müeyyidesi yoktur.
Koronayla bunu da tecrübe ettik sanıyorum. Aslında herşey bir parça imana bakıyor. İçimizdeki taşları doğru şekilde döşedikten sonra dışımızdaki en kadim alışkanlıklar bile yerinden oynatılabiliyor. Arşimed'in dünyayı zıplatmak için aradığı dayanak noktası bizde. İçimizde. Şundan birkaç ay önce kim sokakların bu hale geleceğini öngörebilirdi? Hele sokağa çıkma yasağını bizzat halkın talep eder hale geleceğini? Normalde isyan çıkarırdı böyle yasaklar. Şimdi hiç öyle bir hava yok. Hatta uymayanları gördüğümüz zaman 'Cık, cık, cık'lanıyoruz. Maske takmayanlarla kavga ediyoruz. Fazla yakınımızda duranlarla da. Bu itikadın gücüdür. Lakin, aman, sakın, aldanmayalım. İnsan itikadından ibaret de değildir.
Geometride ilk öğretilen şeylerden birisiydi 'aksiyom' bize. "Nedir?" derseniz Wikipedia'dan tarif aşırayım: "Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat denir." Çok mu karmaşık oldu? O halde şöyle misalle açmayı deneyelim: “İki şey ayrı ayrı birşeye eşitse o iki şey de kendi aralarında eşittir!" ifadesi bir aksiyomdur.
Aksiyomlar elbette ki önemlidirler. Gereklidirler. Neden? Şöyle: Eğer böylesi temel düzeyde genel kabuller kurgulanmazsa ilgili oldukları ilmin/bilimin koridorlarında ilerlenmez. Taş üzerine taş konulamaz. Hep en başa dönülür. Sistemler inşa edilemez. Sözgelimi: A'nın B'ye eşit olduğu bir soruda A'yı '2' diye çıkardıktan sonra B'yi de bulmuş olduğunuzu kanıtlayamazsınız. Öyle ya: Normalde A kardeş 2'ye eşitse B kardeş de 2'ye eşittir. "Öyle olmak zorunda değildir!" derseniz bu artık yeni bir matematik kurgulamak anlamına gelir ki cümle matematikçiler bu hale hayretlerinden damaklarını şaklatırlar.
Ancak matematikçilerin de farklı olasılıklara hiç kapı aralamadıkları söylenemez. 1O'dalık yerine başka bir sistemin tanımlandığı durumlar böyledir. (Bu da ortaokul-lise seviyesinde gördüğümüz bir konudur.) O zaman yapılan işlemlerin sonucu da elbette farklı çıkar. Her neyse. Eğer bu konuya girersem iş iyice karışacak. Kısa yoldan geri döneyim.
Her ilim dalının terminolojisi aslında bir açıdan aksiyomudur. Kelimenin o ilim dalı konuşulurken/yazılırken 'bundan sonra geleceği anlam' belirlenmiş olur. Lügatçeden kopulur. Hatta bazen zıtlaşılır. 'Ağacın kökü'nden bahsedilirken anlaşılanla bir 'sayının kökü'nden bahsedilirken anlaşılan aynı şey değildir. Yine halk arasında kullanılan 'tevatür' kelimesiyle hadis ilminde kullanılan 'tevatür' kavramının karşılıkları aynı değildir. Hatta bu ikisi neredeyse zıttırlar. Birisi 'söylenti'yi karşılarken ötekisi 'kesin bilgi'yi işaret eder. İşte bu şekilde tüm ilimler kendi kurgu alanlarını inşa ederek içlerinde ilerlerler. Aslında böylece ortak bir dil oluştururlar. Bu dilin kabulü ölçüsünde de metodolojileri yerleşir. Yayılır. Periyodik cetvelin, çarpım tablosunun veya imlanın normlaşması bundandır.
Norm haline geldiğini düşünen yöntem sairlerini de yargılamaya başlar. Bakınız, bu nokta çok önemli, tekrar altını çizmek istiyorum: Bir yöntem, metod veya kabul eğer 'tek geçerlinin kendisi olduğunu' düşünmeye başlarsa farklı olanları da kovalamaya çalışır. "Defterlerinizde sadece başlıklar kırmızı kalemle olacak!" diyen öğretmen, tabusunun aksine, metni kırmızıyla ama başlıkları maviyle yazan öğrenciyi gördüğünde cezalandırır. Fonksiyonel anlamda hiçbir farkı yoktur çocuğun yaptığının. Nihayetinde not tutulmuştur. Lakin not tutulurken eğitimin aksiyomlarından birisi ihmal edilmiştir. Yazılar illa mavidir.
Dedim ya başta: Hepsi nihayet imana bakıyor. Baştaki kabullere bakıyor. Üzerine basılan tanımlara bakıyor. Neye göre itikadınızı şekillendiriyorsanız onun doğrularını normalleştiriyorsunuz. Mesela: Korona gibi bela bir hastalığın def'i için, normalde uygulanamayacak, uygulansa isyan edilecek, isyanından belki hükümetler düşürülecek yasakları 'lazımın da lazımı' gibi görebiliyorsunuz. Fakat "Zina da bir hastalıktır!" dendiğinde hopluyorsunuz. Ona dair dinin öngördüğü yasakları kabullenemiyorsunuz.
Hatta burada da kalmıyor iş. Bir de yolundan emin olanlara cevap türetiyorsunuz: "Yasakla olmaz canım. İnsanın kalbini ikna etmek lazım. Kalbi ikna olmadıktan sonra yasaklasan ne!" Aaaa, demek öyle, o halde neden korona ile ilgili yasakların da 'gönüllülük usûlü' ile uygulanmasını talep etmediniz? Neden hatta devletten cebr u ceza istediniz? Ondan muameleniz 'böyle' iken dinle ilgili mevzulara gelince neden 'öyle' oldu?
Arkadaşlar, uzatıyorum, amma mevzuun özü bellidir. Meselemiz itikaddır. İslam, Alîm-i Mutlak olan Allah'ın koyduğu yasalar bütünü olarak görüldüğünde, elbette onun içeriğine karşı algımız da farklılaşır. Müeyyide içeren günahlar hakkında deriz ki mesela: "Cenab-ı Hak en doğrusunu bilendir. Eğer bu günah için sadece 'tavsiye' yeterli olsaydı 'müeyyide' emretmezdi. Nasıl ki koronayı durdurmak için yetmiyor." Hatta, garibim Trump, ABD'de hop-hop hopluyor ve de haklı olarak da Çin'e kızıyor ki: "Başladığı yerde neden ensesine çökemediniz? Eğer iyi çökseydiniz böyle olmazdı. Dörtbir yanımıza yayılmazdı."
Haksız mı? Değil. İşte, Cenab-ı Hak da herbiri bir hastalık olan böylesi günahlar için, ortaya çıktığı yerde ensesine çöktürücü müeyyideler tayin etmiş. Eşcinselliği yasaklamış, zinadan men etmiş, hırsızın elini kestirmiş vs. Bunların bulaşıcılığının da ötekiler gibi olduğunu bilmiş. Bildirmiş. Korunmayı emretmiş. Elhamdülillah. Hem yine insanın sırf tavsiyeyle yönetilebilecek akıldan ibaret bir canlı olmadığını bildiğinden, yaratan bilmez olur mu hiç, nefsinin dilini yakmış. Dil yakıcı cezalar koymuş. Ona da elhamdülillah. Sen şimdi, kafandaki-kalbindeki ayarların gümlediğinden haberin yok, burnunun ucunu görmez, oturduğun yerden 'Öyle olmaz da şöyle olur'lu ahkâmlar kesiyorsun.
Aga, sana Allah'ın değiştiğini düşündüren nedir, söyler misin? Her işinde Alîm-i Mutlak olan şeriatında değişir mi? Değişti mi? O Allah, hâşâ, başka bir Allah mı oldu? Ne oldu da sahabeye yeterli görünmeyen 'tavsiyeler' şimdi sana yeterli görünmeye başladı? Aman, ha, sakın. İblis sağınızdan yaklaşıyor olmasın? Ayırabilmen için bir turnusol da vereyim: Soldan gelişi küfürdür. Sağdan gelişi bi'dattır. Bana de ki: "Kudretim yetmiyor ki baharı getireyim." Amenna. Ona ben de katılıyorum. Fakat sen baharı arzulamayı da bırakmışsın. Hatta bundan da beteri var sende: Artık besbelli kışı arzuluyorsun. Etme.
Koronayla bunu da tecrübe ettik sanıyorum. Aslında herşey bir parça imana bakıyor. İçimizdeki taşları doğru şekilde döşedikten sonra dışımızdaki en kadim alışkanlıklar bile yerinden oynatılabiliyor. Arşimed'in dünyayı zıplatmak için aradığı dayanak noktası bizde. İçimizde. Şundan birkaç ay önce kim sokakların bu hale geleceğini öngörebilirdi? Hele sokağa çıkma yasağını bizzat halkın talep eder hale geleceğini? Normalde isyan çıkarırdı böyle yasaklar. Şimdi hiç öyle bir hava yok. Hatta uymayanları gördüğümüz zaman 'Cık, cık, cık'lanıyoruz. Maske takmayanlarla kavga ediyoruz. Fazla yakınımızda duranlarla da. Bu itikadın gücüdür. Lakin, aman, sakın, aldanmayalım. İnsan itikadından ibaret de değildir.
Geometride ilk öğretilen şeylerden birisiydi 'aksiyom' bize. "Nedir?" derseniz Wikipedia'dan tarif aşırayım: "Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat denir." Çok mu karmaşık oldu? O halde şöyle misalle açmayı deneyelim: “İki şey ayrı ayrı birşeye eşitse o iki şey de kendi aralarında eşittir!" ifadesi bir aksiyomdur.
Aksiyomlar elbette ki önemlidirler. Gereklidirler. Neden? Şöyle: Eğer böylesi temel düzeyde genel kabuller kurgulanmazsa ilgili oldukları ilmin/bilimin koridorlarında ilerlenmez. Taş üzerine taş konulamaz. Hep en başa dönülür. Sistemler inşa edilemez. Sözgelimi: A'nın B'ye eşit olduğu bir soruda A'yı '2' diye çıkardıktan sonra B'yi de bulmuş olduğunuzu kanıtlayamazsınız. Öyle ya: Normalde A kardeş 2'ye eşitse B kardeş de 2'ye eşittir. "Öyle olmak zorunda değildir!" derseniz bu artık yeni bir matematik kurgulamak anlamına gelir ki cümle matematikçiler bu hale hayretlerinden damaklarını şaklatırlar.
Ancak matematikçilerin de farklı olasılıklara hiç kapı aralamadıkları söylenemez. 1O'dalık yerine başka bir sistemin tanımlandığı durumlar böyledir. (Bu da ortaokul-lise seviyesinde gördüğümüz bir konudur.) O zaman yapılan işlemlerin sonucu da elbette farklı çıkar. Her neyse. Eğer bu konuya girersem iş iyice karışacak. Kısa yoldan geri döneyim.
Her ilim dalının terminolojisi aslında bir açıdan aksiyomudur. Kelimenin o ilim dalı konuşulurken/yazılırken 'bundan sonra geleceği anlam' belirlenmiş olur. Lügatçeden kopulur. Hatta bazen zıtlaşılır. 'Ağacın kökü'nden bahsedilirken anlaşılanla bir 'sayının kökü'nden bahsedilirken anlaşılan aynı şey değildir. Yine halk arasında kullanılan 'tevatür' kelimesiyle hadis ilminde kullanılan 'tevatür' kavramının karşılıkları aynı değildir. Hatta bu ikisi neredeyse zıttırlar. Birisi 'söylenti'yi karşılarken ötekisi 'kesin bilgi'yi işaret eder. İşte bu şekilde tüm ilimler kendi kurgu alanlarını inşa ederek içlerinde ilerlerler. Aslında böylece ortak bir dil oluştururlar. Bu dilin kabulü ölçüsünde de metodolojileri yerleşir. Yayılır. Periyodik cetvelin, çarpım tablosunun veya imlanın normlaşması bundandır.
Norm haline geldiğini düşünen yöntem sairlerini de yargılamaya başlar. Bakınız, bu nokta çok önemli, tekrar altını çizmek istiyorum: Bir yöntem, metod veya kabul eğer 'tek geçerlinin kendisi olduğunu' düşünmeye başlarsa farklı olanları da kovalamaya çalışır. "Defterlerinizde sadece başlıklar kırmızı kalemle olacak!" diyen öğretmen, tabusunun aksine, metni kırmızıyla ama başlıkları maviyle yazan öğrenciyi gördüğünde cezalandırır. Fonksiyonel anlamda hiçbir farkı yoktur çocuğun yaptığının. Nihayetinde not tutulmuştur. Lakin not tutulurken eğitimin aksiyomlarından birisi ihmal edilmiştir. Yazılar illa mavidir.
Dedim ya başta: Hepsi nihayet imana bakıyor. Baştaki kabullere bakıyor. Üzerine basılan tanımlara bakıyor. Neye göre itikadınızı şekillendiriyorsanız onun doğrularını normalleştiriyorsunuz. Mesela: Korona gibi bela bir hastalığın def'i için, normalde uygulanamayacak, uygulansa isyan edilecek, isyanından belki hükümetler düşürülecek yasakları 'lazımın da lazımı' gibi görebiliyorsunuz. Fakat "Zina da bir hastalıktır!" dendiğinde hopluyorsunuz. Ona dair dinin öngördüğü yasakları kabullenemiyorsunuz.
Hatta burada da kalmıyor iş. Bir de yolundan emin olanlara cevap türetiyorsunuz: "Yasakla olmaz canım. İnsanın kalbini ikna etmek lazım. Kalbi ikna olmadıktan sonra yasaklasan ne!" Aaaa, demek öyle, o halde neden korona ile ilgili yasakların da 'gönüllülük usûlü' ile uygulanmasını talep etmediniz? Neden hatta devletten cebr u ceza istediniz? Ondan muameleniz 'böyle' iken dinle ilgili mevzulara gelince neden 'öyle' oldu?
Arkadaşlar, uzatıyorum, amma mevzuun özü bellidir. Meselemiz itikaddır. İslam, Alîm-i Mutlak olan Allah'ın koyduğu yasalar bütünü olarak görüldüğünde, elbette onun içeriğine karşı algımız da farklılaşır. Müeyyide içeren günahlar hakkında deriz ki mesela: "Cenab-ı Hak en doğrusunu bilendir. Eğer bu günah için sadece 'tavsiye' yeterli olsaydı 'müeyyide' emretmezdi. Nasıl ki koronayı durdurmak için yetmiyor." Hatta, garibim Trump, ABD'de hop-hop hopluyor ve de haklı olarak da Çin'e kızıyor ki: "Başladığı yerde neden ensesine çökemediniz? Eğer iyi çökseydiniz böyle olmazdı. Dörtbir yanımıza yayılmazdı."
Haksız mı? Değil. İşte, Cenab-ı Hak da herbiri bir hastalık olan böylesi günahlar için, ortaya çıktığı yerde ensesine çöktürücü müeyyideler tayin etmiş. Eşcinselliği yasaklamış, zinadan men etmiş, hırsızın elini kestirmiş vs. Bunların bulaşıcılığının da ötekiler gibi olduğunu bilmiş. Bildirmiş. Korunmayı emretmiş. Elhamdülillah. Hem yine insanın sırf tavsiyeyle yönetilebilecek akıldan ibaret bir canlı olmadığını bildiğinden, yaratan bilmez olur mu hiç, nefsinin dilini yakmış. Dil yakıcı cezalar koymuş. Ona da elhamdülillah. Sen şimdi, kafandaki-kalbindeki ayarların gümlediğinden haberin yok, burnunun ucunu görmez, oturduğun yerden 'Öyle olmaz da şöyle olur'lu ahkâmlar kesiyorsun.
Aga, sana Allah'ın değiştiğini düşündüren nedir, söyler misin? Her işinde Alîm-i Mutlak olan şeriatında değişir mi? Değişti mi? O Allah, hâşâ, başka bir Allah mı oldu? Ne oldu da sahabeye yeterli görünmeyen 'tavsiyeler' şimdi sana yeterli görünmeye başladı? Aman, ha, sakın. İblis sağınızdan yaklaşıyor olmasın? Ayırabilmen için bir turnusol da vereyim: Soldan gelişi küfürdür. Sağdan gelişi bi'dattır. Bana de ki: "Kudretim yetmiyor ki baharı getireyim." Amenna. Ona ben de katılıyorum. Fakat sen baharı arzulamayı da bırakmışsın. Hatta bundan da beteri var sende: Artık besbelli kışı arzuluyorsun. Etme.
22 Mayıs 2020 Cuma
Sen aya çık da istersen sol ayağınla çık
Kenan Demirtaş Hoca'nın kavramlar üzerine yürüttüğü o kıymetli çalışma sırasında farkedip anlattığı birşey vardı: "İnayet kısaca 'nizam' demektir." Tabii kendisi bu keşfini nurculara bile anlatmakta zorlandı. Çünkü alışıldık manası şu idi: "İkram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış..." Halbuki alıntı da yapıyordu: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir." Yazının içinde tekrar bu konuya dönemeyeceğim, ama bu yazıyı okuyanlar, belki nizamın neden 'inayet' olduğuna da bir işaret bulacaklar. Uyarmadan yazıya girmeyeyim dedim. Uyardık. O zaman başlıyoruz. Bismillah.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı Puzzle filmi hakkında daha evvel bir yazı karalamıştım. (Şimdi arşivime baktım. 9 Mayıs 2019'da yazmışım. Yani neredeyse tam bir yıl önce. Başlığı da şu: Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin.) İkincisini de yazacağımı vaadetmiş fakat yapamamıştım. Macdonald'ın, satışa çıkardıkları gölevinin önünde, "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevap üzerine söyleşiyorduk: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Yeri gelmişken yazının ahirine bıraktığım 'not'u da tırnaklayayım: "Bu filme dair şu yazdığım yazı 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken'e dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası yapıyor. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan."
Zaman geçti. Havam dağıldı. Yazamadım. Ve İrfan Han öldü. Filmi/yazıyı yeniden hatırladım. Sonra twitter'da dolaşırken Âdem Hanbaba (@AdemHanbaba) isminde birisinin yazdığı şu twiti görüp yeniden gayrete geldim: "Tuvalete hangi ayakla girileceğini bile dini konu yapan bu ümmet, Kur’an’ı nasıl anlasın? Nasıl teknoloji üretsin?" Bu süper ilmî(!) tesbit beni önce Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersine götürdü. Mişkatü'l-Mesabih'in Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadisle başlayan ders, aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne 'bâtıl psikolojisi'nin çok da değişmediğini gösteriyordu. Özetleyeyim: Bir müşrik, Selman radyallahu anha, alaycı bir üslûpla soruyordu ki: "Arkadaşınız (Aleyhissalatuvesselamı kastediyor) tuvalette dahi ne yapacağınızı öğretiyormuş ha?"
Tam bu noktada Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şey şu idi: Selman radyallahu anh bu alaycılık karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan diyordu ki: "Evet. O bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması 'temizlik adabı'na dair içerdiği bilgilerden ötürüydü. Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün nakiller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sırf bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet âdâbı da vardı. Hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de. Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise baştaki sorudan anlıyoruz.
Şimdi bu Hanbaba kardeşimiz de, yazık, orijinal birşey söylediğini sanıyor işte. Okumadığından bilmiyor. Halbuki tekrardan ibarettir. Yani söylemi esasında bir 'sapkınlık klişesi'dir. Selman radyallahu anh ondört asır önce gereken cevabı vermiştir. Ama yanak dediğin kolay kolay eskimez. Hak aşkına bir tane biz yapıştıralım. Yapıştırmaya da mürşidimin şu metniyle başlayalım: "Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır. Ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa. Yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Dâhilerin hayatlarına dair okuma yapanlarınız varsa bilirler. 'Neredeyse ortak' diyebileceğiniz şöyle bir özelliklerine sıkça rastlarsınız: Hayatlarında ayrı ayrı dikkat edilecek detayları azaltmaya çalışırlar. Mesela: Einstein'ın 'her sabah ne giyeceğini tekrar tekrar düşünmemek için' giysi dolabını aynı takım elbiseden birçok adetle doldurduğu söylenir. (İlgili bir makelede yirmi takım olduğu söyleniyor.) Yakın tarihe gelirsek: Oracle'ın kurucusu Larry Ellison, Google'ın kurucusu Sergey Brin, Segway'in mucidi Dean Kamen, Microsoft'un ceolarından Satya Nadella, Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg, Apple'ın kurucusu Steve Jobs ta benzer kaygılarla aynı tür kıyafetlere dadananlardan. Uzatmayayım. İnternette şöyle bir aratınca konuyla ilgili epey bir done bulabiliyorsunuz zaten.
Benimse bununla varmak istediğim hakikat şu: Tuvalete hangi ayakla gireceğini 'belirli kılma'nın Kur'an'ı tefekkür etmeyi veya teknoloji üzerine çalışmayı zorlaştırdığını kim söylüyor? Sandalyesinin sırtlığından başka neye dayanarak? Hatta, aksine, hayatın geri kalanında 'izlerinin sıhhati konusunda hiçbir acaba olmayana tâbi olma'nın, yoğunlaşılmak istenen başka alanlara zaman/dikkat kazandırdığı söylenemez mi? Zihnî gayretin dağılmasını engellediği savunulamaz mı? Bana gayet savunabililiriz gibi geliyor. Çünkü esasında gündelik yaşamın her alanında biz zaten birilerinin sünnetini 'kolaylaştıcılar' olarak kullanıyoruz. Sözgelimi: Başımız ağrıdığında gidip eczaneden ağrıkesici alıyoruz. Yeni baştan oturup ağrıkesici keşfetmiyoruz. Olanı tüketiyoruz. Tıbbın sünnetine uymuş oluyoruz. Yine trafikte ilerlerken tâbi olduğumuz yasaları tekrar tekrar baştan ele almıyoruz. Otoritenin belirleyiciliği işimizi kolaylaştırıyor. Herkesin norm kabul ettiği sistem içinde daha rahat hareket edebiliyoruz.
Yani Hanbaba efendinin tamba da tumba salladığı mezkûr Kur'an Müslümanı klişesinin özünde bilimsel hiçbir karşılığı yok. Çünkü bilim hep öncesinin sünnetinden faydalanarak ilerliyor. "Atomun proton-nötron-elektron değerlerinin nasıl yazılacağını bile bilimin konusu yapan bir ümmet nasıl gelişsin?" falan denmiyor. Aksine, yazım sistemini 'norm' kabul edilerek, üzerine yoğunlaşılacak şeyler azaltılıyor. Dikkatini hususi meşgale alanına kaydırıyor. Yani her defasında yeni sistem kurmuyor. Sistemin kendisini yolculadığı yerden seyahate devam ediyor. Aferin bilimselliğin sünnetselliğine.
Yalnız bilim mi böyle? Yok. Hayır. Edebiyat da öyle. Hangimiz yeni metin telif edeceğinde yeni dil inşa ediyor? Hayır. Anlamıyla, alfabesiyle, imlasıyla ve noktalamasıyla bir dilin sünnetini takip ediyoruz. "Tuvalete sol ayakla girilmelidir!" deniyor sol ayakla giriyoruz. Pardon. "Yazmaya soldan başlanmalıdır!" diyor öyle yazıyoruz. Virgülün, noktanın, soru işaretinin vs... Hepsinin konulacağı yerleri bizden evvel norma bağlıyor. Biz de arkasından yürüyoruz. Böyle yapmak işimize geliyor. Çünkü öncemizde kurulmuş bir sistemin içinde hareket ediyoruz. En başa dönmemiz gerekmiyor. 'Acaba'lar azalıyor. Hem muhataplarımız da bu sistemin içinde oldukları için mesajlarımızı kolay anlıyorlar.
Her yerde geçerli olan (hem de hoşumuza da giden) bu yolu, mevzu Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi olunca, neden kaldıramıyoruz? Neden aklımız almıyor? Neden işimize gelmiyor? Cevabını yine ben vereyim: Çünkü yolumuz yol değil. Birşey üretmek peşinde değiliz. Varmak niyetinde değiliz. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmak derdindeyiz. Normlar işimize gelmiyor. Yoksa İslam medeniyeti dediğimiz, turistlere gösterirken göğsümüzü kabarttığımız, övündüğümüz, şişindiğimiz neyimiz varsa ümmetin 'taklid dönemi'nde inşa ettiğini gayet iyi biliyoruz. Demek: Taklid 'durmak' anlamına gelmiyor. 'Belirgin usûller-uygulamalar-bilgiler sahibi olma' anlamına geliyor. Zaten taklidin bozulmasından değil mi ki şimdilerde ancak çenemiz çalışıyor da hiçbirşey üretemiyoruz. Sabah en erken kalkan sözde ilahiyatçı, darbe dönemlerinde erken kalkan generalin darbe yapması gibi, dinden birşeyi inkâr ediyor. Öteki peşinden daha ileriye gidiyor. Beriki daha da gaza geliyor. Sonuç? Sonuçta hiçbirşey yok. Demagoji var. Yıkım var. Toz var. Duman var. Gelişme yok. Samimiyet yok. Yok, yok, yok.
Hasılı bu 'Hanbaba'ların Dembaba kadar imanı olmadığı için kendi işlerine baktıkları yok. Habire ihtisasları olmayan mevzuları karıştırıyorlar. Öncekinin belirginliği yıktıkları için de ileriye bir adım yürüyemiyorlar. Öyle ya: Önüne, yüz sorudan doksanının doğru cevaplandığı bir kağıt gelse, sen kalanları rahat rahat cevaplamaya çalışmak yerine tutup önceki doksan soruyu yeniden çözmeye çalışsan, üstelik işaretli cevapları da beğenmesen, o öğrenciliğin nasıl bir şekle girer? Sünnete ittibaı midesi kaldırmayan şaşkınlar verdiğim bu misalde imanlarını görsünler. Baksınlar: Ne şekle girmiş? Hasılı: Hanbaba kardeş, sen aya çık da, istersen sol ayağınla çık. Sıkıntı yok.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı Puzzle filmi hakkında daha evvel bir yazı karalamıştım. (Şimdi arşivime baktım. 9 Mayıs 2019'da yazmışım. Yani neredeyse tam bir yıl önce. Başlığı da şu: Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin.) İkincisini de yazacağımı vaadetmiş fakat yapamamıştım. Macdonald'ın, satışa çıkardıkları gölevinin önünde, "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevap üzerine söyleşiyorduk: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Yeri gelmişken yazının ahirine bıraktığım 'not'u da tırnaklayayım: "Bu filme dair şu yazdığım yazı 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken'e dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası yapıyor. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan."
Zaman geçti. Havam dağıldı. Yazamadım. Ve İrfan Han öldü. Filmi/yazıyı yeniden hatırladım. Sonra twitter'da dolaşırken Âdem Hanbaba (@AdemHanbaba) isminde birisinin yazdığı şu twiti görüp yeniden gayrete geldim: "Tuvalete hangi ayakla girileceğini bile dini konu yapan bu ümmet, Kur’an’ı nasıl anlasın? Nasıl teknoloji üretsin?" Bu süper ilmî(!) tesbit beni önce Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersine götürdü. Mişkatü'l-Mesabih'in Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadisle başlayan ders, aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne 'bâtıl psikolojisi'nin çok da değişmediğini gösteriyordu. Özetleyeyim: Bir müşrik, Selman radyallahu anha, alaycı bir üslûpla soruyordu ki: "Arkadaşınız (Aleyhissalatuvesselamı kastediyor) tuvalette dahi ne yapacağınızı öğretiyormuş ha?"
Tam bu noktada Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şey şu idi: Selman radyallahu anh bu alaycılık karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan diyordu ki: "Evet. O bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması 'temizlik adabı'na dair içerdiği bilgilerden ötürüydü. Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün nakiller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sırf bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet âdâbı da vardı. Hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de. Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise baştaki sorudan anlıyoruz.
Şimdi bu Hanbaba kardeşimiz de, yazık, orijinal birşey söylediğini sanıyor işte. Okumadığından bilmiyor. Halbuki tekrardan ibarettir. Yani söylemi esasında bir 'sapkınlık klişesi'dir. Selman radyallahu anh ondört asır önce gereken cevabı vermiştir. Ama yanak dediğin kolay kolay eskimez. Hak aşkına bir tane biz yapıştıralım. Yapıştırmaya da mürşidimin şu metniyle başlayalım: "Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır. Ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa. Yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Dâhilerin hayatlarına dair okuma yapanlarınız varsa bilirler. 'Neredeyse ortak' diyebileceğiniz şöyle bir özelliklerine sıkça rastlarsınız: Hayatlarında ayrı ayrı dikkat edilecek detayları azaltmaya çalışırlar. Mesela: Einstein'ın 'her sabah ne giyeceğini tekrar tekrar düşünmemek için' giysi dolabını aynı takım elbiseden birçok adetle doldurduğu söylenir. (İlgili bir makelede yirmi takım olduğu söyleniyor.) Yakın tarihe gelirsek: Oracle'ın kurucusu Larry Ellison, Google'ın kurucusu Sergey Brin, Segway'in mucidi Dean Kamen, Microsoft'un ceolarından Satya Nadella, Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg, Apple'ın kurucusu Steve Jobs ta benzer kaygılarla aynı tür kıyafetlere dadananlardan. Uzatmayayım. İnternette şöyle bir aratınca konuyla ilgili epey bir done bulabiliyorsunuz zaten.
Benimse bununla varmak istediğim hakikat şu: Tuvalete hangi ayakla gireceğini 'belirli kılma'nın Kur'an'ı tefekkür etmeyi veya teknoloji üzerine çalışmayı zorlaştırdığını kim söylüyor? Sandalyesinin sırtlığından başka neye dayanarak? Hatta, aksine, hayatın geri kalanında 'izlerinin sıhhati konusunda hiçbir acaba olmayana tâbi olma'nın, yoğunlaşılmak istenen başka alanlara zaman/dikkat kazandırdığı söylenemez mi? Zihnî gayretin dağılmasını engellediği savunulamaz mı? Bana gayet savunabililiriz gibi geliyor. Çünkü esasında gündelik yaşamın her alanında biz zaten birilerinin sünnetini 'kolaylaştıcılar' olarak kullanıyoruz. Sözgelimi: Başımız ağrıdığında gidip eczaneden ağrıkesici alıyoruz. Yeni baştan oturup ağrıkesici keşfetmiyoruz. Olanı tüketiyoruz. Tıbbın sünnetine uymuş oluyoruz. Yine trafikte ilerlerken tâbi olduğumuz yasaları tekrar tekrar baştan ele almıyoruz. Otoritenin belirleyiciliği işimizi kolaylaştırıyor. Herkesin norm kabul ettiği sistem içinde daha rahat hareket edebiliyoruz.
Yani Hanbaba efendinin tamba da tumba salladığı mezkûr Kur'an Müslümanı klişesinin özünde bilimsel hiçbir karşılığı yok. Çünkü bilim hep öncesinin sünnetinden faydalanarak ilerliyor. "Atomun proton-nötron-elektron değerlerinin nasıl yazılacağını bile bilimin konusu yapan bir ümmet nasıl gelişsin?" falan denmiyor. Aksine, yazım sistemini 'norm' kabul edilerek, üzerine yoğunlaşılacak şeyler azaltılıyor. Dikkatini hususi meşgale alanına kaydırıyor. Yani her defasında yeni sistem kurmuyor. Sistemin kendisini yolculadığı yerden seyahate devam ediyor. Aferin bilimselliğin sünnetselliğine.
Yalnız bilim mi böyle? Yok. Hayır. Edebiyat da öyle. Hangimiz yeni metin telif edeceğinde yeni dil inşa ediyor? Hayır. Anlamıyla, alfabesiyle, imlasıyla ve noktalamasıyla bir dilin sünnetini takip ediyoruz. "Tuvalete sol ayakla girilmelidir!" deniyor sol ayakla giriyoruz. Pardon. "Yazmaya soldan başlanmalıdır!" diyor öyle yazıyoruz. Virgülün, noktanın, soru işaretinin vs... Hepsinin konulacağı yerleri bizden evvel norma bağlıyor. Biz de arkasından yürüyoruz. Böyle yapmak işimize geliyor. Çünkü öncemizde kurulmuş bir sistemin içinde hareket ediyoruz. En başa dönmemiz gerekmiyor. 'Acaba'lar azalıyor. Hem muhataplarımız da bu sistemin içinde oldukları için mesajlarımızı kolay anlıyorlar.
Her yerde geçerli olan (hem de hoşumuza da giden) bu yolu, mevzu Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi olunca, neden kaldıramıyoruz? Neden aklımız almıyor? Neden işimize gelmiyor? Cevabını yine ben vereyim: Çünkü yolumuz yol değil. Birşey üretmek peşinde değiliz. Varmak niyetinde değiliz. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmak derdindeyiz. Normlar işimize gelmiyor. Yoksa İslam medeniyeti dediğimiz, turistlere gösterirken göğsümüzü kabarttığımız, övündüğümüz, şişindiğimiz neyimiz varsa ümmetin 'taklid dönemi'nde inşa ettiğini gayet iyi biliyoruz. Demek: Taklid 'durmak' anlamına gelmiyor. 'Belirgin usûller-uygulamalar-bilgiler sahibi olma' anlamına geliyor. Zaten taklidin bozulmasından değil mi ki şimdilerde ancak çenemiz çalışıyor da hiçbirşey üretemiyoruz. Sabah en erken kalkan sözde ilahiyatçı, darbe dönemlerinde erken kalkan generalin darbe yapması gibi, dinden birşeyi inkâr ediyor. Öteki peşinden daha ileriye gidiyor. Beriki daha da gaza geliyor. Sonuç? Sonuçta hiçbirşey yok. Demagoji var. Yıkım var. Toz var. Duman var. Gelişme yok. Samimiyet yok. Yok, yok, yok.
Hasılı bu 'Hanbaba'ların Dembaba kadar imanı olmadığı için kendi işlerine baktıkları yok. Habire ihtisasları olmayan mevzuları karıştırıyorlar. Öncekinin belirginliği yıktıkları için de ileriye bir adım yürüyemiyorlar. Öyle ya: Önüne, yüz sorudan doksanının doğru cevaplandığı bir kağıt gelse, sen kalanları rahat rahat cevaplamaya çalışmak yerine tutup önceki doksan soruyu yeniden çözmeye çalışsan, üstelik işaretli cevapları da beğenmesen, o öğrenciliğin nasıl bir şekle girer? Sünnete ittibaı midesi kaldırmayan şaşkınlar verdiğim bu misalde imanlarını görsünler. Baksınlar: Ne şekle girmiş? Hasılı: Hanbaba kardeş, sen aya çık da, istersen sol ayağınla çık. Sıkıntı yok.
15 Mayıs 2020 Cuma
Bediüzzaman'ın tarikate bakışında tutarsızlık mı var?
Yamuk Bakan Öyküler'de deniyor ki: "Bilgi artan bir hızla çoğaldığı için anlamlı soruları saptayabilmek giderek daha zor bir hale geldi. Mantık tek başına yeterli değildi. İhtiyaç duyulan şey az bulunur türden bir sezgiydi." Bu satırları okuduğumda aklım hemen Ebubekir Sifil Hoca'nın 'entelektüel obezite' yahut Nabi Avcı Bey'in 'enformatik cehalet' diye tabir ettikleri şeye gitti. Benzer bir manayı eskiler daha farklı bir vurguyla şöyle isimlendiriyorlardı: 'Cehl-i mürekkep.' Mürşidim de yine yakın bir makamda şunları söylüyordu: "Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Bediüzzaman Telvihat-ı Tis'a'da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman'ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada 'öyle' burada 'böyle' demesi fikriyatı hakkında bir 'tutarsızlık' verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman 'tarikat' dediği her yerde 'tarikate dair herşeyi' murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur'da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:
"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:
"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.
Bediüzzaman'ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü'minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü'min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.
Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin 'done'leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir 'gayret' gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir 'ihlas' gerekli. Bu anlamda Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur'an-ı Hakîm'in 'ahirzamanın entelektüel kulağını' ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse 'hakka hak için tarafgir olabilmek' gerekir.
Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu 'tarikat karşıtlığı' olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman'ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.
İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. 'Olmazsa olmaz'ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden 'bilmediğimizi bilecek' kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.
Bediüzzaman Telvihat-ı Tis'a'da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman'ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada 'öyle' burada 'böyle' demesi fikriyatı hakkında bir 'tutarsızlık' verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman 'tarikat' dediği her yerde 'tarikate dair herşeyi' murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur'da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:
"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:
"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.
Bediüzzaman'ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü'minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü'min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.
Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin 'done'leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir 'gayret' gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir 'ihlas' gerekli. Bu anlamda Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur'an-ı Hakîm'in 'ahirzamanın entelektüel kulağını' ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse 'hakka hak için tarafgir olabilmek' gerekir.
Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu 'tarikat karşıtlığı' olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman'ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.
İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. 'Olmazsa olmaz'ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden 'bilmediğimizi bilecek' kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.
11 Mayıs 2020 Pazartesi
Bediüzzaman'ın bahtı da Şeyh Bedreddin'e benzemesin
Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar'ın Şeyh Bedreddin isimli eseri "İyi ki okudum!" dediğim eserlerden oldu. Zira hazret hakkında kulaktan dolma bilgilerden fazlasına sahip değildim. Kitabı okuduğumda ise kulağıma dolanların çoğunun lafügüzaf olduğunu öğrendim. Bu yazdığıma belki en çok sol görüşlü arkadaşlar şaşıracaklar ama yapacak birşey yok: Nazım Hikmet'in destanında yansıttığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin arasında hiçbir ilgi olmadığını gördüm. Hatta hakiki Şeyh Bedreddin sünnilikte öyle kavi bir duruşa sahip ki, bu duruş, bugünün soft hocalarına bile 'yobaz' diyenler için epey sarsıcı olacaktır. Ahmed Güner Hoca'nın alıntıladığı bir-iki fıkhî görüşüne yer vererek misallendirelim:
"Her kim herhangi bir peygamberi bir şekilde ayıplayıp ya da peygamberlerin sünnetlerinden bir sünnete razı olmazsa kâfir olur. (...) 'Hazreti Peygamber şu şeyi çok severdi' mesela 'kabağı' denilse, bir kişi de 'Ben onu sevmem!' dese, kâfir olur."
Kitaptaki bu tarz alıntıları okuduğunuzda yazar gibi şöyle demekten kendinizi alamıyorsunuz: "Şeyh ehl-i sünnet bir müslümandır." Hem kitabın hüneri sadece bundan ibaret de değil. Yazar, evvel telif edilmiş araştırmaları da, yine bizzat Şeyh Bedreddin'in eserleri üzerinden, sigaya çekiyor. Olabilir. Hepsine katılmayabilirsiniz. (Benim de 'acaba' dediğim hususlar oldu.) Lakin genel fotoğrafa da karşı koyamazsınız. O fotoğrafta görünen de şudur: Sosyalistlerin bayraklaştırdığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin'in hiçbir alakası yok. Hatta Şeyh Bedreddin'i sembolleştirme fikri ilk olarak sosyalistlerin değil liberallerin aklına gelmiş. Mizancı Murad Bey onu II. Meşrutiyet yıllarında serbestî rüzgârına 'gelenek' olarak seçmiş. Zaten genel olarak Şeyh'e dair çarpıtmalar da ithal ideolojilerin tutunabilmek için kendilerine bir kök/gelenek bulma ihtiyacından kaynaklanmakta.
İşin bu kısmını merak edenleri kitaba havale ederek mevzuun başka bir boyutuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Nedir? Şeyh Bedreddin'in 'devlette göre alma'ya dair duruşudur. Evet. Şeyh Bedreddin bu tutumunda da sünniliğin sahip olduğu çerçeveyle hareket ediyor. Zulmüne âlet olabileceği hükümdarların tekliflerini kabul etmezken hayra yönlendirebileceğini düşündüğü zeminde vazifeleri kabul ediyor. Misalen: Timur'dan gelen şeyhülislamlık teklifini reddedip Edirne'de inzivada yaşamayı tercih ederken Musa Çelebi'nin kadıaskerlik teklifini kabul edebiliyor. Buna dair eserlerinden yapılan bazı alıntılar ise şöyle:
"Birçok sahabe, Hz. Ali'ye muhalefetini koymasından sonra, Hz. Muaviye'nin yönetimi altında birçok görevler üstlenmişlerdir. Halbuki haklı olan Hz. Ali'ydi. Yine sahabiler, fâsıklığı ve zulmüne rağmen, Yezid'den de görev almışlardır. (...) Zalim bir idarecinin hâkimlik görevini almak caizdir. Ancak zalim idareciden görev alındığında hakkaniyete uygun karar verilemeyecekse caiz olmaz. (...) Şehir halkından birisi, ilim ve iffeti sebebiyle kadılık görevi için taayyün etmişse, yani tek seçenek olarak belirli hâle gelmişse, görev talebinde bulunmamazlık edemez. Yerine cahil veya fâsık birisi atanırsa talepte bulunmayan kişi günahkâr olur." Görüldüğü gibi Şeyh'in bu noktada da devlete komple bir düşmanlığı yoktur.
Buradan şuraya geleceğim: Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de devletle ilişkisinde Şeyh Bedreddin'e yakın bir duruşa sahip olduğunu düşünenlerdenim. Amma sosyalistlerin tahayyül ettiği 'kalkışmacı Şeyh Bedreddin'e değil 'sünni olan Şeyh Bedreddin'e. Evet. Bediüzzaman da 'yönetim durumuna göre' devletle ilişki içinde olmuştur. Rus esaretinden dönüşünde Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye üyeliğini kabul ettiğini biliyoruz mesela. Yine Sultan Reşad merhumun Rumeli seyahatine katıldığını da tarih bize aktarıyor. I. Dünya Savaşı yıllarında da Osmanlı ordusunda 'gönüllü alay kumandanı' olarak görev yaptığı malum birşey. Fakat daha sonraki dönemde, yani tek parti iktidarı zamanında, bizzat Mustafa Kemal'in teklif ettiği 'şark umumi vaizliğini' kabul etmemiştir kendisi. Hatta yıllar sonra dahi tutumunda bir değişiklik olmamıştır: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi." Ancak aynı Bediüzzaman'ın Menderes döneminde devlete önceki kadar mesafeli olmadığı da gerçektir.
Farkediyorum ki, Bediüzzaman'ın bu ikinci duruşu üzerinden, bugünlerde bir muğalata gerçekleştiriliyor. Sanki Bediüzzaman her halûkârda 'devletten görev almanın' veya 'devletle temas halinde olmanın' kötülüğünden bahsediyormuş gibi bir hava estiriliyor. Yanlıştır. Hakikat adına buna direnmek mecburiyetindeyiz. Zira resmin bütünü bize öyle birşey söylemiyor. O bütünlükten olsa olsa göreceğimiz, tıpkı Şeyh Bedreddin'in tavrında olduğu gibi, 'zulme alet olacağını düşündüğü yerde görev kabul etmemek' ve 'hayra vesile olacağını düşündüğü yerde kabul etmek'tir. Ki bu sünni ulemanın malum duruşlarından bir duruştur.
Elbette bundan başka duruşlar seçenler de olmuştur. Sözgelimi: Mezhepler Tarihi'nde anlatılır ki: İmam-ı Âzam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh devletten ne görev ne de akçe almıştır. İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh devletten akçe almış ama görev almamıştır. İmam-ı Şâfiî, İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhim ecmain hazeratı ise hem görev hem akçe almışlardır. Görüldüğü gibi bu duruşlardan birisi tutum olarak belirlense de diğerleri de büsbütün kenara atılamaz. Dışlanamaz. Çünkü duruş sahipleri kenara atılabilecek kişiler değildir. Onlar bu ümmetin imamlarıdırlar. Yıldızlarıdırlar. Hayatlarıyla mehazdırlar. Hem devletle ilişkisinde İmam-ı Âzam Hazretlerine yakın bir tavır sergileyen İmam-ı Ahmed rahmetullahi aleyh dahi arkadaşı olan diğer imamları haram işlemekle itham etmemiştir.
Yani korkumun özeti şu: Devletle/hükümetle ilişkilerinde kronik bir şekilde muhalefete saplanmış bir kitle Bediüzzaman'ı da ardından sürüklemeye çalışıyor. Tıpkı başkalarının Şeyh Bedreddin'i sürüklemeye çalıştığı gibi. (Tarih tekerrür ediyor.) Kendilerine bir kök/gelenek olarak onu seçiyor, çarpıtıyor ve dışarıda kalanları da töhmet altında bırakıyorlar. Hayır. Bu oyuna gelmeyelim. Kimseyi töhmet altında bırakmayalım. Sevad-ı Âzam'ın duruşuna bakarak istikameti koruyalım. Devlet müslümanlar için öcü değildir. Zalim olmak öcüdür. Zulme âlet olmak öcüdür. Bu iki arızayı aşabileceğine düşünen/güvenen varsa elbette görev alabilir. Nitekim nice ulema devlete birçok görevde hizmet vermişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. İdeolojik bağnazlıklarla/saplanmışlıklarla o salihlerin ruhlarını incitmeye ne gerek var?
Yazıyı yine Ahmed Güner Sayar Hoca'nın duruma dair bir tesbitiyle bitirelim: "(...) Kolaylık, Şeyh Bedreddin'in hakiki kimliğini aramak yerine, araştırıcının onu kendi düşünce ve eğilimlerine uydurmak gayretine dayanmaktadır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin'in şiî, rafizî, alevî, bâtınî, hurufî, ibahî, mülhid, zındık, panteist, iştirak-i emval ve iştirak-i nisa taraftarı, sosyalist, komünist, enternasyonalist, ihtilalci, âsî, makyavelist, sahte şeyh, hırsız, esrarkeş, yarı deli, deli vb. olarak etiketlenmesi akla zarardır. 'Halk, yansıdığı kaba göre zuhur eder, suyun rengi kabın rengidir' diyen Beyazid-i Bistamî ne kadar haklı imiş!"
"Her kim herhangi bir peygamberi bir şekilde ayıplayıp ya da peygamberlerin sünnetlerinden bir sünnete razı olmazsa kâfir olur. (...) 'Hazreti Peygamber şu şeyi çok severdi' mesela 'kabağı' denilse, bir kişi de 'Ben onu sevmem!' dese, kâfir olur."
Kitaptaki bu tarz alıntıları okuduğunuzda yazar gibi şöyle demekten kendinizi alamıyorsunuz: "Şeyh ehl-i sünnet bir müslümandır." Hem kitabın hüneri sadece bundan ibaret de değil. Yazar, evvel telif edilmiş araştırmaları da, yine bizzat Şeyh Bedreddin'in eserleri üzerinden, sigaya çekiyor. Olabilir. Hepsine katılmayabilirsiniz. (Benim de 'acaba' dediğim hususlar oldu.) Lakin genel fotoğrafa da karşı koyamazsınız. O fotoğrafta görünen de şudur: Sosyalistlerin bayraklaştırdığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin'in hiçbir alakası yok. Hatta Şeyh Bedreddin'i sembolleştirme fikri ilk olarak sosyalistlerin değil liberallerin aklına gelmiş. Mizancı Murad Bey onu II. Meşrutiyet yıllarında serbestî rüzgârına 'gelenek' olarak seçmiş. Zaten genel olarak Şeyh'e dair çarpıtmalar da ithal ideolojilerin tutunabilmek için kendilerine bir kök/gelenek bulma ihtiyacından kaynaklanmakta.
İşin bu kısmını merak edenleri kitaba havale ederek mevzuun başka bir boyutuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Nedir? Şeyh Bedreddin'in 'devlette göre alma'ya dair duruşudur. Evet. Şeyh Bedreddin bu tutumunda da sünniliğin sahip olduğu çerçeveyle hareket ediyor. Zulmüne âlet olabileceği hükümdarların tekliflerini kabul etmezken hayra yönlendirebileceğini düşündüğü zeminde vazifeleri kabul ediyor. Misalen: Timur'dan gelen şeyhülislamlık teklifini reddedip Edirne'de inzivada yaşamayı tercih ederken Musa Çelebi'nin kadıaskerlik teklifini kabul edebiliyor. Buna dair eserlerinden yapılan bazı alıntılar ise şöyle:
"Birçok sahabe, Hz. Ali'ye muhalefetini koymasından sonra, Hz. Muaviye'nin yönetimi altında birçok görevler üstlenmişlerdir. Halbuki haklı olan Hz. Ali'ydi. Yine sahabiler, fâsıklığı ve zulmüne rağmen, Yezid'den de görev almışlardır. (...) Zalim bir idarecinin hâkimlik görevini almak caizdir. Ancak zalim idareciden görev alındığında hakkaniyete uygun karar verilemeyecekse caiz olmaz. (...) Şehir halkından birisi, ilim ve iffeti sebebiyle kadılık görevi için taayyün etmişse, yani tek seçenek olarak belirli hâle gelmişse, görev talebinde bulunmamazlık edemez. Yerine cahil veya fâsık birisi atanırsa talepte bulunmayan kişi günahkâr olur." Görüldüğü gibi Şeyh'in bu noktada da devlete komple bir düşmanlığı yoktur.
Buradan şuraya geleceğim: Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de devletle ilişkisinde Şeyh Bedreddin'e yakın bir duruşa sahip olduğunu düşünenlerdenim. Amma sosyalistlerin tahayyül ettiği 'kalkışmacı Şeyh Bedreddin'e değil 'sünni olan Şeyh Bedreddin'e. Evet. Bediüzzaman da 'yönetim durumuna göre' devletle ilişki içinde olmuştur. Rus esaretinden dönüşünde Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye üyeliğini kabul ettiğini biliyoruz mesela. Yine Sultan Reşad merhumun Rumeli seyahatine katıldığını da tarih bize aktarıyor. I. Dünya Savaşı yıllarında da Osmanlı ordusunda 'gönüllü alay kumandanı' olarak görev yaptığı malum birşey. Fakat daha sonraki dönemde, yani tek parti iktidarı zamanında, bizzat Mustafa Kemal'in teklif ettiği 'şark umumi vaizliğini' kabul etmemiştir kendisi. Hatta yıllar sonra dahi tutumunda bir değişiklik olmamıştır: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi." Ancak aynı Bediüzzaman'ın Menderes döneminde devlete önceki kadar mesafeli olmadığı da gerçektir.
Farkediyorum ki, Bediüzzaman'ın bu ikinci duruşu üzerinden, bugünlerde bir muğalata gerçekleştiriliyor. Sanki Bediüzzaman her halûkârda 'devletten görev almanın' veya 'devletle temas halinde olmanın' kötülüğünden bahsediyormuş gibi bir hava estiriliyor. Yanlıştır. Hakikat adına buna direnmek mecburiyetindeyiz. Zira resmin bütünü bize öyle birşey söylemiyor. O bütünlükten olsa olsa göreceğimiz, tıpkı Şeyh Bedreddin'in tavrında olduğu gibi, 'zulme alet olacağını düşündüğü yerde görev kabul etmemek' ve 'hayra vesile olacağını düşündüğü yerde kabul etmek'tir. Ki bu sünni ulemanın malum duruşlarından bir duruştur.
Elbette bundan başka duruşlar seçenler de olmuştur. Sözgelimi: Mezhepler Tarihi'nde anlatılır ki: İmam-ı Âzam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh devletten ne görev ne de akçe almıştır. İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh devletten akçe almış ama görev almamıştır. İmam-ı Şâfiî, İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhim ecmain hazeratı ise hem görev hem akçe almışlardır. Görüldüğü gibi bu duruşlardan birisi tutum olarak belirlense de diğerleri de büsbütün kenara atılamaz. Dışlanamaz. Çünkü duruş sahipleri kenara atılabilecek kişiler değildir. Onlar bu ümmetin imamlarıdırlar. Yıldızlarıdırlar. Hayatlarıyla mehazdırlar. Hem devletle ilişkisinde İmam-ı Âzam Hazretlerine yakın bir tavır sergileyen İmam-ı Ahmed rahmetullahi aleyh dahi arkadaşı olan diğer imamları haram işlemekle itham etmemiştir.
Yani korkumun özeti şu: Devletle/hükümetle ilişkilerinde kronik bir şekilde muhalefete saplanmış bir kitle Bediüzzaman'ı da ardından sürüklemeye çalışıyor. Tıpkı başkalarının Şeyh Bedreddin'i sürüklemeye çalıştığı gibi. (Tarih tekerrür ediyor.) Kendilerine bir kök/gelenek olarak onu seçiyor, çarpıtıyor ve dışarıda kalanları da töhmet altında bırakıyorlar. Hayır. Bu oyuna gelmeyelim. Kimseyi töhmet altında bırakmayalım. Sevad-ı Âzam'ın duruşuna bakarak istikameti koruyalım. Devlet müslümanlar için öcü değildir. Zalim olmak öcüdür. Zulme âlet olmak öcüdür. Bu iki arızayı aşabileceğine düşünen/güvenen varsa elbette görev alabilir. Nitekim nice ulema devlete birçok görevde hizmet vermişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. İdeolojik bağnazlıklarla/saplanmışlıklarla o salihlerin ruhlarını incitmeye ne gerek var?
Yazıyı yine Ahmed Güner Sayar Hoca'nın duruma dair bir tesbitiyle bitirelim: "(...) Kolaylık, Şeyh Bedreddin'in hakiki kimliğini aramak yerine, araştırıcının onu kendi düşünce ve eğilimlerine uydurmak gayretine dayanmaktadır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin'in şiî, rafizî, alevî, bâtınî, hurufî, ibahî, mülhid, zındık, panteist, iştirak-i emval ve iştirak-i nisa taraftarı, sosyalist, komünist, enternasyonalist, ihtilalci, âsî, makyavelist, sahte şeyh, hırsız, esrarkeş, yarı deli, deli vb. olarak etiketlenmesi akla zarardır. 'Halk, yansıdığı kaba göre zuhur eder, suyun rengi kabın rengidir' diyen Beyazid-i Bistamî ne kadar haklı imiş!"
30 Nisan 2020 Perşembe
Ayna güneşi incitmesin
"Melikin atiyyelerini ancak matıyyeleri taşır." İmam-ı Rabbanî (r.a.), Mektubat'tan.
Size de böyle olmuş mudur bilmem: Namaza başladığım ilk dönemlerde kendimle şu 'al-ver'i çok yaşardım: "Şu hayatına bak, amellerine bak, arkadaşlıklarına bak. Şu boş sohbetlerine, kemliklerine, serseriliklerine bak. Şu, şu, şu... Bak, bak, bak..." En nihayet bu 'al-ver'ler sonunda kendimi 'namaz kılmaya layık olmaktan' öyle uzak görürdüm ki seccadeyi bırakırdım. Derdim: "Namaz kılmak için onu kılmaya layık bir hayat yaşamak lazım. Sende böyle bir hayat yok. Kusurun bini bir para. O halde beynamazlığa devam."
Elbette bugünden bakınca yaşadığımın bir 'şeytan hilesi' olduğunu farkediyorum. (Elhamdülillah.) Çünkü buna ayılabiliyorum: Allah'a ibadet etmek, benim ibadet etmeye layık olmamla değil, Onun ibadet edilmeye layık olmasıyla ilgilidir. Allah Allah'tır. Ve dahi Rahman'dır, Rahim'dir, Kerim'dir, Rabbü'l-Âlemîn'dir. Tabii ki koşulsuz ibadete layık olandır. Şükrüm Rabliğinin hakkıdır. Hukukullahtır. Ben ister öyle olayım, ister böyle, ister daha başka bir şekilde, bu beni ibadet etme ihtiyacımdan/borcumdan kurtarmaz. Çünkü Allah'ın Allahlığı değişmez. İltifatın sahibi ister bülbül olsun, ister karga, ister çekirge, gülün iltifatı haketmesi önemlidir. Gülün güzelliği gül yüzünde durdukça iltifatı da sesten sese bürünüp ona ulaşır. Ulaşmalıdır. Sesin çirkinliği gülün haketmişliğine zarar vermez. Kıbleyi göstermek parmağı kıble etmez.
Buradan şuraya geçeyim: Bediüzzaman'ın kendisini 'üç şahsiyete' bölmesi hakkında daha evvel de yazmıştım. (Tekrara düşersem affedin.) Bu defa şu dersin başka bir yanını (daha kendime bakar bir yanını) yazmayı deneyeceğim: Efendim, şöyle-böyle İslamî konularda konuşmayı-yazmayı bir vazife olarak edinen herkesin, eğer haddini bilen birisiyse, şöyle bir vesveseye düştüğü olur: Bir yanına kirli hayatını koyar. Diğer yanına hakkında kelam edeceği hakikatlerin pir u pâklığını yerleştirir. Ve kara kara düşünmeye başlar: "Benim haddim mi bunlar hakkında söz söylemek? Ben kim? Bunları öğütlemek kim?" Bu elbetteki güzel bir tereddüttür. İçeride herdaim de muhafazası lazımdır. Maşaallah. Zaten bu endişe diri kalırsa ancak 'ihlas' diye birşeyin daha derinlerde varolduğu ümit edilebilir. Eğer bir insan kendisine kaldığında böyle ızdıraplar yaşamıyorsa, hem metinlerinde hem gündelik yaşamında, istikametten sapmaya daha yatkın olur. Böyle düşünürüm. Tecrübelerimi de hep bunu doğrular gördüm doğrusu.
Fakat bu endişenin ölçüsünü kaçırması da bir tür vartadır. Evet. Vartadır. Çünkü zaman ahirzamandır. Ahirzamanda herkesin eteğindeki hakikat taşını, elbette Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası içinde kalmaya özen göstererek, ortaya dökmesi gerekmektedir. Bu devir gayret devridir. Eğer mezkûr endişeler gibi şeylerle cümle istidat sahipleri geri dururlarsa bayrak yere düşer. Şerr-i cüzîden kaçılırken şerr-i kesir işlenilir. İşte mürşidimin 'üç şahsiyeti' bu noktada bana çok kurtarıcı gelmiştir. Hem 'tahdis-i nimet' dengesini bu alana taşımanın bir yolu gibi görünmüştür. Fakat önce üzerine konuştuğumuz metinden bir parça alıntı yapalım:
"Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. (...) İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
İşte bence mezkûr vesveseden kurtulmanın yolu Bediüzzaman'ın yukarıdaki 'üç şahsiyet' formülasyonunda var. Biz, hasbelkader (hesabü'l-kader) bu görevin omuzumuza kalmasıyla, bir yerde/zamanda Kur'an hakikatlerini anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve, evet, hayatımızın bize bakan tarafı böyle mübarek emanetleri taşıyabilecek gibi durmayabilir. Hadsizlik yapmak cidden gözümüzü korkutabilir. Lakin eğer kendimizi şahsiyetlere bölersek, yani Kur'an hizmetindeki mesaimizle ferdî hayatımızı birbirinden ayırabilirsek, şöyle bir umut ışığı ortaya çıkar:
Bizim kusurlarımız, onları sahiplenip pişmanlığını yüreğimizde taşıdığımız müddetçe, dilimizden dökülenleri kirletmez. Çünkü üzerimizden ifade edilen hakikatleri sahiplenmeyiz. Tenzih ederiz. Kusur bizde kemal Onda kalır. Aynanın çatlağı yansıttığının yüzeyini de çatlatmaz. Ayna, sadece bir ayna olduğunu itiraf ettiği sürece, yansıttığına zarar vermez. Ona zarar vermediği gibi kendisi de zarar görmez. Haddinden fazla iddialarla şımarıklık etmez. Güneşi yansıtan çizikli ayna "Ben güneşim!" dese de hadsizliktir, "Çizik onundur!" dese de.
Şunu unutmayalım: Allah anılmaya layık olandır. İslam öğretilmeye en yakışan şeydir. Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi dünya hayatının şeker u balıdır. Tırnağımızın kirine bakıp gül dağıtmayı bırakmamalıyız. Hem kimbilir? Belki o gülün hürmetine sahibi bize de rayihasından sürer. Bize de pâklığını edindirir. İnşaallah. Yalnız şuna pek dikkat etmeliyiz: O gülü taşımak gül olmak anlamına gelmez. Oradan ne sahiplensek hata ederiz. Farkı korumalıyız.
Hitabetiniz çok iyi olabilir. Kaleminiz pekçe tesir edebilir. Fakat ne biliyorsunuz? Bunlar istidraç da sayılabilir. Karun'un ilmi ona cehennemin derinliğinden daha fazla ne kazandırdı? O halde taşıdıklarımızın zararlarından korunmanın yolu onlardan kendimize kemal gömleği biçmemekte. Biçersek şahsiyetler karışmaya başlar. Gülü taşıyan merkep kokuyu kendinden bilmeye başlar. Halbuki merkep merkeptir. Semerinde gül her gören herkes de bunu bilir. Eşek kokuyu sahiplenmekle ancak nefsine muğalata eder. Başka hiçkimseyi de aldatamaz. Bediüzzaman'ın 'üç şahsiyeti' bu anlamda da bize bir yol gösteriyor. Aynayı-yansıttığını birbirinden ayırmamızı öğütlüyor. Eh, evet, hitama geldik. Yine ayrılıyoruz. Son olarak şunu da hatırlatayım sana: Yazdıklarımı "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla hatırında tut arkadaşım.
Size de böyle olmuş mudur bilmem: Namaza başladığım ilk dönemlerde kendimle şu 'al-ver'i çok yaşardım: "Şu hayatına bak, amellerine bak, arkadaşlıklarına bak. Şu boş sohbetlerine, kemliklerine, serseriliklerine bak. Şu, şu, şu... Bak, bak, bak..." En nihayet bu 'al-ver'ler sonunda kendimi 'namaz kılmaya layık olmaktan' öyle uzak görürdüm ki seccadeyi bırakırdım. Derdim: "Namaz kılmak için onu kılmaya layık bir hayat yaşamak lazım. Sende böyle bir hayat yok. Kusurun bini bir para. O halde beynamazlığa devam."
Elbette bugünden bakınca yaşadığımın bir 'şeytan hilesi' olduğunu farkediyorum. (Elhamdülillah.) Çünkü buna ayılabiliyorum: Allah'a ibadet etmek, benim ibadet etmeye layık olmamla değil, Onun ibadet edilmeye layık olmasıyla ilgilidir. Allah Allah'tır. Ve dahi Rahman'dır, Rahim'dir, Kerim'dir, Rabbü'l-Âlemîn'dir. Tabii ki koşulsuz ibadete layık olandır. Şükrüm Rabliğinin hakkıdır. Hukukullahtır. Ben ister öyle olayım, ister böyle, ister daha başka bir şekilde, bu beni ibadet etme ihtiyacımdan/borcumdan kurtarmaz. Çünkü Allah'ın Allahlığı değişmez. İltifatın sahibi ister bülbül olsun, ister karga, ister çekirge, gülün iltifatı haketmesi önemlidir. Gülün güzelliği gül yüzünde durdukça iltifatı da sesten sese bürünüp ona ulaşır. Ulaşmalıdır. Sesin çirkinliği gülün haketmişliğine zarar vermez. Kıbleyi göstermek parmağı kıble etmez.
Buradan şuraya geçeyim: Bediüzzaman'ın kendisini 'üç şahsiyete' bölmesi hakkında daha evvel de yazmıştım. (Tekrara düşersem affedin.) Bu defa şu dersin başka bir yanını (daha kendime bakar bir yanını) yazmayı deneyeceğim: Efendim, şöyle-böyle İslamî konularda konuşmayı-yazmayı bir vazife olarak edinen herkesin, eğer haddini bilen birisiyse, şöyle bir vesveseye düştüğü olur: Bir yanına kirli hayatını koyar. Diğer yanına hakkında kelam edeceği hakikatlerin pir u pâklığını yerleştirir. Ve kara kara düşünmeye başlar: "Benim haddim mi bunlar hakkında söz söylemek? Ben kim? Bunları öğütlemek kim?" Bu elbetteki güzel bir tereddüttür. İçeride herdaim de muhafazası lazımdır. Maşaallah. Zaten bu endişe diri kalırsa ancak 'ihlas' diye birşeyin daha derinlerde varolduğu ümit edilebilir. Eğer bir insan kendisine kaldığında böyle ızdıraplar yaşamıyorsa, hem metinlerinde hem gündelik yaşamında, istikametten sapmaya daha yatkın olur. Böyle düşünürüm. Tecrübelerimi de hep bunu doğrular gördüm doğrusu.
Fakat bu endişenin ölçüsünü kaçırması da bir tür vartadır. Evet. Vartadır. Çünkü zaman ahirzamandır. Ahirzamanda herkesin eteğindeki hakikat taşını, elbette Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası içinde kalmaya özen göstererek, ortaya dökmesi gerekmektedir. Bu devir gayret devridir. Eğer mezkûr endişeler gibi şeylerle cümle istidat sahipleri geri dururlarsa bayrak yere düşer. Şerr-i cüzîden kaçılırken şerr-i kesir işlenilir. İşte mürşidimin 'üç şahsiyeti' bu noktada bana çok kurtarıcı gelmiştir. Hem 'tahdis-i nimet' dengesini bu alana taşımanın bir yolu gibi görünmüştür. Fakat önce üzerine konuştuğumuz metinden bir parça alıntı yapalım:
"Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. (...) İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
İşte bence mezkûr vesveseden kurtulmanın yolu Bediüzzaman'ın yukarıdaki 'üç şahsiyet' formülasyonunda var. Biz, hasbelkader (hesabü'l-kader) bu görevin omuzumuza kalmasıyla, bir yerde/zamanda Kur'an hakikatlerini anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve, evet, hayatımızın bize bakan tarafı böyle mübarek emanetleri taşıyabilecek gibi durmayabilir. Hadsizlik yapmak cidden gözümüzü korkutabilir. Lakin eğer kendimizi şahsiyetlere bölersek, yani Kur'an hizmetindeki mesaimizle ferdî hayatımızı birbirinden ayırabilirsek, şöyle bir umut ışığı ortaya çıkar:
Bizim kusurlarımız, onları sahiplenip pişmanlığını yüreğimizde taşıdığımız müddetçe, dilimizden dökülenleri kirletmez. Çünkü üzerimizden ifade edilen hakikatleri sahiplenmeyiz. Tenzih ederiz. Kusur bizde kemal Onda kalır. Aynanın çatlağı yansıttığının yüzeyini de çatlatmaz. Ayna, sadece bir ayna olduğunu itiraf ettiği sürece, yansıttığına zarar vermez. Ona zarar vermediği gibi kendisi de zarar görmez. Haddinden fazla iddialarla şımarıklık etmez. Güneşi yansıtan çizikli ayna "Ben güneşim!" dese de hadsizliktir, "Çizik onundur!" dese de.
Şunu unutmayalım: Allah anılmaya layık olandır. İslam öğretilmeye en yakışan şeydir. Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi dünya hayatının şeker u balıdır. Tırnağımızın kirine bakıp gül dağıtmayı bırakmamalıyız. Hem kimbilir? Belki o gülün hürmetine sahibi bize de rayihasından sürer. Bize de pâklığını edindirir. İnşaallah. Yalnız şuna pek dikkat etmeliyiz: O gülü taşımak gül olmak anlamına gelmez. Oradan ne sahiplensek hata ederiz. Farkı korumalıyız.
Hitabetiniz çok iyi olabilir. Kaleminiz pekçe tesir edebilir. Fakat ne biliyorsunuz? Bunlar istidraç da sayılabilir. Karun'un ilmi ona cehennemin derinliğinden daha fazla ne kazandırdı? O halde taşıdıklarımızın zararlarından korunmanın yolu onlardan kendimize kemal gömleği biçmemekte. Biçersek şahsiyetler karışmaya başlar. Gülü taşıyan merkep kokuyu kendinden bilmeye başlar. Halbuki merkep merkeptir. Semerinde gül her gören herkes de bunu bilir. Eşek kokuyu sahiplenmekle ancak nefsine muğalata eder. Başka hiçkimseyi de aldatamaz. Bediüzzaman'ın 'üç şahsiyeti' bu anlamda da bize bir yol gösteriyor. Aynayı-yansıttığını birbirinden ayırmamızı öğütlüyor. Eh, evet, hitama geldik. Yine ayrılıyoruz. Son olarak şunu da hatırlatayım sana: Yazdıklarımı "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla hatırında tut arkadaşım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...