28 Şubat 2013 Perşembe

Vaazlar değil, kitaplar yetiştirir...

Yazı, benim için her zaman sözlü ifadeden daha kıymetlidir. Çünkü söz, düşüncelerimi sistemleştirmemi engeller. Yazarken yaşamam bu güçlüğü. Konuşurken ne anlattığımı tüm köşeleriyle hatırlamam güçtür. Bazen küçük bir müdahaleyle ne anlatacağımı unuttuğum bile olur. Yazarken öyle değil. Her ne anlatacaksam hepsi önümde hazır olur o zaman. Hem risk de azalır. Tekrar tekrar okurum yazdıklarımı sunmadan önce. Vermeye niyetlendiğim bilgileri sınayabilirim. Yanlış anlaşılabileceleri düzeltebilirim. Daha kalıcı olur yazı. Sonra tekrar bakabilirim. Bu yönleriyle yazmak hakikatin naklinde daha sıhhatli bir araç olmuştur benim için.

Hem ne yalan söyleyeyim, hakikati öğrenirken de yazılı eserleri tercih ederim. Hatiplerin sözlerine kitaplar kadar kıymet vermem. Çünkü bilirim; hatipler ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, o an boşaltırlar içlerindekileri. Hataya müsait anlarda aktarırlar malumatlarını. Ve ehl-i ilim, vaaz dinleyen cemaatlerden değil, okuyarak ilmi sinelerine nakşetmeye çalışan talebelerin içerisinden çıkar.

Bu yönüyle Bediüzzaman’ın yazıya ve okumaya olan düşkünlüğünü anlarım. Onun güçlü bir hatip olmasına rağmen Yeni Said döneminde insanlara hutbe vermekten kaçınmasını anlarım. Kendisinden hutbe bekleyen insanlara (Hanımlar Rehberi’nin başında belirttiği gibi) beklentilerini karşılamak yerine metinler/mektuplar göndermesini anlarım. Ziyaretine gelmek isteyenlere, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumalarını öğütlenmesini anlarım.

Hatta bunların ötesinde Hulusi Yahyagil, Sabri Halıcı, Hafız Ali gibi talebelerine eserlerini gönderdikten sonra hissettiklerini kendisine yazmalarını söylemesini anlarım. Bütün öğrencilerini birer müellif haline getirip birbirleriyle mektuplaşmalarını sağlamasını anlarım. Onlardan beğendiklerini lahika suretinde kendi eserlerinin içine katmasını anlarım. Hatta okumayazması zayıf talebelerini bile eserlerini çoğaltmaya yönlendirmesini—bir yazma pratiği olarak—anlarım. Bütün bunlardan anlarım ki; ahirzamanda yazı, sözden öne geçecek. Fikirler yazmak suretiyle muhataplarına tesir edecek.

Ve bunu bir yerden daha anlarım. “Mahrem bir suale cevaptır” mektubunda bir yerden... Orada (belki biraz da garip bulunabilecek bir bakış açısıyla) yazının öncelendiğini, sözlü anlatımın ötelendiğini anlarım. Nasıl mı anlarım? Şöyle:

“(...) Çünkü, ‘yazılan’ Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”

Evet, ben bu metni, sadece bir kelimeyi küçük harfle yazarak daha farklı anlarım: Yazılan sözler (ancak) tasavvur değil tasdiktir. Çünkü akıl işin içine karışmış ve onu sistemle kağıda dökülmeye zorlamıştır. Ve kağıda dökülürken herşey ister istemez bir tasdik sisteminden geçer, tartılır. Yazılan sözler (ancak) teslim değil, imandır. Çünkü insan ancak iman ettiği/tam anladığı şeyleri yazıya dökebilir. Kendi anlatacak seviyeye gelebilir. Ezberleri/teslim oldukları ise hep tekler kağıda dökülürken. Her sınavda kendini eleverir...

Yazılan sözler (ancak) marifetin ötesinde bir şahadettir, şuhuddur. Çünkü yazmak bilmenin ötesinde o bilişin itirafıdır, ifadesidir, şahid olmaktır. Aynı hakikatin kendi süzgeçlerimizden geçerek bizim şahitliğimizde, bizim sözcüklerimizle ifadesidir. O metin dahi bir şahitlik belgesidir. Yazılan sözler (ancak) iltizam değil, iz’andır. Çünkü bir gerekliliği değil, kalben iman edilmiş bir düşünceyi barındırır arkasında. Yazılan sözler (ancak) tasavvuf değil hakikattir. Çünkü hakikatin şe’ni daha elle tutulur olmaktır. Yazılan sözler (ancak) dava değil, daha içinde bir burhandır. Çünkü metin, sözden daha kavidir.

Ben o paragrafı zahir manası dışında bir de böyle anlarım. Ve Bediüzzaman’ın sonrasındaki paragraf içinde Sözler ile birlikte ‘yazdığım’ ifadesini kullanmasını anlamlı bulurum.

Hem birşey daha söyleyeyim mi? Her kim ki yazdıklarıyla değil hitabetiyle kalabalıkları etkilemeye çalışmıştır, onda genelin rağmına bir sistemsizlik hissederim. Ses tonu, anlatımı, kişisel karizmasıyla birşeyler yapmaya çalıştığını, hakikatteki boşluğunu onunla doldurmaya gayret ettiğini düşünürüm.

Bugün de en çok sesiyle (ve bazen fon müziğiyle de) oynayanlar yeni hakikatler keşfetmekten yoksun, menkıbeleri hoş bir sada ile anlatmaya meftun insanlar değil midir? Bence Risale-i Nur’un başarısının bir sebebi de müellifinin Yeni Said döneminde konuşmak yerine yazmayı seçmesidir. Ve talebelerini de yazmaya ve okumaya teşvik etmesidir. Hani şahsıma ait bir görüştür bu, herkes de kabul etmeyebilir. Fakat bana hep öyle gelir: Yazı, sözden kuvvetlidir. Ve de güvenlidir.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Bir tebliğ hatası olarak: Gıpta damarını tahrik ede ede tebliğ...

Mahrem kelimesinin sözlük anlamına baktığınızda küçük nüanslar dışında fark göremiyorsunuz. Genelde; ‘başkalarına söylenmeyen, gizli’ gibi anlamlara geliyor. Risale-i Nur içindeki kullanımlarında da benzer şeyler var: Her nerede bir ‘mahrem’ ifadesi geçiyorsa, hemen anlıyorsunuz ki; o mesele biraz özel/içsel bir meseledir. Her yerde bahsi uygun değildir. O meseledeki hakikate ulaşmak için metinlere belli bir yakınlığın—ve belki muhabbetin—hasıl olması gerekir. Yoksa yine doğru olur, fakat hikmetli olmaz. Ki belagat de hakikatin, muhatap ve zamanla uyumlu dile getirilmesidir.

Bugünlerde Barla Lahikası’ndaki “Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken de bunlar aklımdaydı. Orada, ‘bir talebesinin’ sorusuna cevap veren Bediüzzaman da mektubunun başına bu kaydın düşülmesini istemişti.

Damağımda aynı lezzeti bıraktı cevap ve soru... Fakat mahrem kavramı üzerine düşününce, yeni soru işaretlerim oldu bu sefer. Öyle ya, ben şimdiye kadar bu mahrem kaydını devrin idaresinin sakıncalı gördüğü eserlerin ‘daha tedbirli’ bir şekilde ulaştırılması için konulan birşey olduğunu düşünüyordum. Yani her ne ki, mahremdi; bir zamanlar yasaklı/siyasi bir eserdi. (Örneğin: 5. Şua ve Kevser tefsiri...) Şimdi şartlar değişmiş, mahremiyetten eser kalmamıştı. Peki kayıtlar hâlâ neden duruyordu? Ve daha önemlisi: Böylesi siyasetle alakasız bahislerde neden bu kayıt vardı?

Biraz sonra, yaşadığım örneklerden hareketle şuna uyandım: Böylesi mahrem kaydı olan bahisler, ne zaman her sınıftan insanın dahil olduğu bir platformda konuşulsa; orada bir rekabet hissi uyanıyordu. Risale-i Nur’un böylesi bahisleri, biraz daha yakınlık gerektirdiği için, yeni tanışanlarla (veyahut tanıyan ama muhabbeti yeterli seviyeye gelmeyenlerle) konuşulsa, onların bir kısmında arıza yapıyordu. Hatta çokları Risaleleri sevdikleri halde bunların konuşulmasından sıkılıyorlardı. Gönüllerindeki mürşidin üstünde bir makamı Risalelere atfetmemiz, onları rahatsız ediyordu.

Burada bir yanlışı daha tanımladım: Bazı acemi ama samimi talebeler, Risale-i Nur’a daha çok talebe kazandırmak için uğraşırlarken; eğer karşılarındaki dinî arkaplana sahip birisi ise, önce böylesi bahislerle tebliğe girişiyorlardı. Risale-i Nur’un faziletlerinin yüksekliğini, diğerlerini nasıl geride bıraktığını medar-ı bahis yaparak tebliğe başlıyorlardı. Bu yöntem, kalp kazanmaktan ziyade, kaybettiriyordu.

Mesela bu “Mahrem bir suale cevaptır” bahsi... Neredeyse bütün Hizmet Rehberleri’nde bulunan bu bahis, üzerindeki mahrem kaydı unutularak bir tebliğ aracı olarak kullanılıyordu. Ve belki çoklarda da aksi netice veriyordu. Risale-i Nur’u sevdirelim derken, soğutuyordu. Halbuki bizzat müellifinin kaydıyla bu, dairenin zaten içinde olanlara yapılan bir açıklamaydı. Dışarıdakilerle bu dille konuşmak doğru değildi. Hatırlarsak, böylesi bir amaçla yazdığı İhlas Risalesi’nde şöyle diyordu: “(...) kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.”

Böylece, bu bahisten hareketle bir hatamı daha teşhis etmiş oldum. Risale-i Nur’u anlatmaya bizzat Risale-i Nur’un ‘diğerlerinden yüksekliğini’ konuşarak başlamak, diğerlerine muhabbeti olanlar için ciddi bir yaralamaydı. Apaçık bir şekilde gıpta damarını tahrikti. Mahrem, mahrem olanlarla konuşulmalıydı. Ve mahremin bir diğer manası da ‘en yakın insanlar dairesi’ demekti.

19 Şubat 2013 Salı

Aşmak ya da açmak, işte bütün mesele...

Peki... Zor bir yazı olacak şimdiden kabul edelim. Çok şey anlatan bir kitabı, birkaç sayfa içinde aktarmaya çalışacağım. Büyük hayaller kurmaya gerek yok. Muhtemelen beceremem. Yine eteğimde ne kaldıysa onlar dökülecek ortaya. O halde biraz kendi geçmişimden bahsedeyim size. Oradan başlayınca, yaşamak gibi, herşey kolay geliyor. Okuduklarımı hayatımla tefsir ediyorum böylece, daha bir kalıcı oluyor. Ayıraç koyduğun sayfaya dönmek gibi birşey. Tanıdık bir satır bulmak gibi. Oradan tekrar okumaya başlıyorsun herşeyi. Herşey evine giden yol gibi tanıdık oluyor.

Benim Risalelerle tanışıklığım aslında eskidir. Daha önce bahsetmiştim. Ortaokul yıllarımdan itibaren, hatta belki daha öncesinde Risale metinleri görmüştüm. Birinci Söz’ü de yine o yıllarda okumuştum. Daha sonra ise yine sevdiğim bir abimin (ve de kendi abimin) etkisiyle Nur cemaatlerinin birisine dahil oldum. Dahil olmak derken, işte Fen Lisesi sınavlarına hazırlanırken üniversite öğrencisi abilerden dersler falan almaya gidiyorduk ilçemizdeki yurda. Dinî bir eğitim de alıyorduk. Dahil olduğum bu daire beni ancak lise ikiye kadar taşıyabildi. Daha sonra attı omuzlarından... Evet, resmen atıldım. Çünkü ben biraz aykırı bir adamdım.

Ahlaksızdım, hırsızdım, yalancıydım anlamında değil; biraz beynime ve irademe düşkündüm diyeyim. Bana birşeyin yapılması söylendiğinde—eğer ikna edici bir sebep zikredilmezse—onu yapmıyordum. Çok soru soruyordum. Hatta dersanede böyle ev işlerine falan koştururken heyecanla yaptığım birşeyi, birisinin “Yap!” diye emretmesiyle derhal bırakıyordum. Daha elimi de sürmüyordum. Garip bir şekilde emir-komutaya uymayan bir yapım vardı. Dahası; beynimin açlığı giderek artıyordu. Okuduklarımla (ki okuduğumuz kitaplar da kontrol ediliyordu bir nevi) bu açlık doymuyordu. Eh, en nihayet bir gün arkadaşlarım dersaneden geldiklerinde benim cemaatten atıldığımı söylediler. Herşeye rağmen umursamadım desem yalan olur. Umursadım. Hatta yaşarken cehenneme gitmiş gibi hissettim kendimi.

Nedenine gelirsek, işte bu neden beni Geleceğe Dönüş kitabına bağlıyor. Çünkü aynı kitapta anlatıldığı gibi, Bediüzzaman’ın daire dışına çıkanlar hakkında yaptığı yorumları kendi cemaatlerine/kanaatlerine münhasır gören insanlar bana şakiler defterine yazıldığımı öğrettiler. Onlara göre ben artık iflah olmazdım. Tuhaftır, ben de bu telkinin etkisiyle onlara hak veriyordum. Aralarda aksatsam da kıldığım namazlarımı tamamen bıraktım. Hatta cumaları hiç kaçırmayan birisiyken onları da terk ettim. Her tarafımı şüpheler sardı. Bir boşluğa düştüğümü hissettim. Bana öyle geliyordu ki, artık ben cehenneme doğru gidiyordum. Her neyse...

Yıllar geçtikten sonra Cenab-ı Hak, insanların rağmına, benden vazgeçmediğini göstererek beni sevindirdi. Hem sadece Cenab-ı Hak da değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi de bana küsmemişti. O güzel kitaplar yıllar sonra bana tekrar açıldılar. Dört beş yıllık ademî bir hayatın ardından tekrar vücudumla buluştum. Hem de ne güzel buluştum. Bu sefer taklidî değil, tam bir tahkikle sarıldım onlara. Doğrudan onlara sarıldım. Başka hiçkimse arada kalmadı. Her perdeden soyundum.

Şimdi, Metin Karabaşoğlu’nun Geleceğe Dönüş kitabına geri dönelim. Geleceğe Dönüş, aslında isminden başlayarak benim gibi öyküleri olan Nurculara hitap ediyor kanaatimce. (Çok mu üzerime alındım?) Bizim geleceğimiz aslında ilk Risaleleri elimize aldığımız gün. O günkü tat, lezzet. O günkü samimiyet. Daha külliyatın dışında, külliyatın üzerinden geliştirilen hiçbir sınırla tanışmadığımız o zaman dilimi. Oraya dönmek aslında bu kitapla amaçlanan. Müellifin izahı başka Sunuş’ta ama ben cüretkâr davranıp farklı izah edeceğim. Benim arkalarda okuduğum başka şeyler var. Kavgalardan yorgun başka şeyler...

Metin abinin Geleceğe Dönüş boyunca aradığı/sorguladığı şey, aslında(n) kaybolan metinler, becayiş-i mekanî yaşamış anlamlar ve tevillerle incitilmiş hakikatler... Amaçların önüne geçmiş araçlar, araçlaşmış amaçlar, görmezden gelinen gerçekler ve hepsinin ortasında hâlâ temizliğini koruyabilmiş bir güzellik: Umut. Risale-i Nur’un ilk yazılmaya başladığı günlerden bugünlere inşa etmek istediği insan tipiyle, insanların inşa etmek istediği Nurcu tipi arasındaki derin uçurumlar... Sanıyorum bütün bunlar Geleceğe Dönüş’te var. Ve sanıyorum, eylem ve söylem arasındaki farklılıklara uyanmış her insanın da bu kitaptan istifadesi olacaktır.

Ben hep birşey söylerim bana Risale-i Nur’u soranlara: Risale-i Nur bir kitaptır, cemaat değildir. Bir yönüyle cemaatlerin ilk ilhamı ondan olsa da sonuçta bu kadar çok insanın karıştığı bir çorbadan bir kitabın lezzeti, nizamı beklenemez. Biz ilk hatayı oradan yapıyoruz. Nurculuğu kulaktan dolma yaşıyoruz. İnsanlardan okuyoruz. Metinlerle aramız iyi değil. Çok okumak da değil kastettiğim, yanlış bile çıkacak olsan, hakikati arayarak okumak...

Aslında biraz daha içerikten bahsetmek istiyordum ama şimdi neresini anlatsam? Her yazı değişik bir zaman diliminin ve yaranın ilacı. İlaç diyorum çünkü taşların kafanızda yerlerini bulması açısından çok anlamlı. Metin Karabaşoğlu’nun Risale Okumaları serisi, Risale-i Nur’u okumaya başlamadan önce değil, ama en azından bir miktar haşır neşir olduktan sonra mutlaka takip edilmesi gereken eserler. Çünkü cemaat içinde eritilen sorularınızı yeniden diriltiyorlar. Bu kadar cemaat aleyhinde konuştum da onların düşmanı değilim tabii... Ama içinde bu kadar insan olan hiçbir şeye (kendim de dahil) kitaplar kadar güvenmiyorum. Ve en az müellif kadar endişe ediyorum hakikatlerin yerini kişilerin/kanaatlerin almasından...

Nurculuk açısından bence çok önemli bir özeleştiri dili (belki tek dil bu) geliştiren Metin Karabaşoğlu’nu tebrik etmek gerek. Belki Risale-i Nur’u geleceğe bu sorular taşıyacak. Sorusu olmayana hiçbir şey öğretemezsiniz. Nur talebelerinin de kendilerini geleceğe taşıyacak yeni sorulara ihtiyacı var. Gerçi Metin abi kitabını ifade eden cümleyi “Risale-i Nur aşılmayı değil, açılmayı bekliyor” olarak seçiyor. Fakat kitabı anlamak için benim tavsiyem 254. sayfanın ilk paragrafının okunması. Yapılmaya çalışılan en çok bu... Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Bu kitaplık benden bu kadar...

17 Şubat 2013 Pazar

İyi de neden Allah'ın zikriyle?

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” demeyeyim de “Bir kitap okudum, yeni bir bakış açısı kazandım!” diyeyim. Böylesi daha uygun. Zira kanaatimce hiçbir kitabın hayatı değiştirecek gücü yoktur. Kitapların yapabildiği tek şey nazarları değiştirmektir. Her kitap da yapamaz bunu. Yeni bir bakış açısı veremez. Böylesi kitapları bu yüzden daha bir kıymetli bulurum. Zaten dünyamda kitapları ikiye ayırırım: Bilgi kazandıranlar ve bakış açısı kazandıranlar. İkinci kısmı daha çok önemsediğimi yaptığım girizgâhtan anladınız.

Hakikatin Dengesi kitabı hakkında da konuşurken bu sınıflandırmanın bana faydası olacak. Zira bence Metin Karabaşoğlu eserleri, bilgi vermeye değil, onun da ötesinde bakış açısı kazandırmaya konsantre olmuş eserlerdir. Okuduğum kadarıyla (en aşağı on kitaptır) itiraf edeyim: Her vakit aynı fikirde olmasam da Metin abinin her kitabını okuduktan sonra kafamda soru işareti sayısı artar.

Bu çok iyi birşey. Hatta sırf bu yüzden bir oturuşta yüz sayfayı aşmasıyla meşhur benim gibi birisi için o kitapların yirmi sayfasını geçmek büyük başarıdır. Kitap boyunca aklıma o kadar şey hücum eder ki; durup düşünürüm. Oradan oraya... Oradan oraya... Sonra bir bakmışım, okuduğum metinden kopmuşum. Bu yüzden hep söylüyorum: Metin Karabaşoğlu okuması yaparken çok sayfa sayısına, zamana kastırmamak gerek. Yapamazsınız da zaten. Bir hakkını verememişlik hissi huzursuz eder.

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Her kitabı bir yana da Hakikatin Dengesi her nedense biraz daha fazla etkiledi. (Yakın zamanda konuştuğum Said Nohut kardeşim de aynı tesirden bahsediyordu, tevafuk.) Tam neden, ifade edemem. Ama tahmin ettiğim şey; kitabın, başlığından itibaren hedeflediği şeyi, hedeflediği şekilde yapması bunda etkili oldu. Ve enteresandır, bana, her ne okusam veya kendimce keşfetsem onda bir istiğrak yaşama diyebileceğim bir haleti yasakladı. Eskiden vardı çünkü. Severdim birşeye fazlaca kapılmayı. Şimdi neye kapılacak olsam bir de öteki tarafa başımı çevirmeye çalışıyorum. Denge—haklı bulununca—bir saplantı oluyor. Öteki tarafın ağırlığına bakmazsam ayağım kayar diye korkuyorum. Garip, ama hoş bir durum.

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” diyemem. Başta da söyledim. Ama bazı kitaplar hayata açılan yeni pencereler verebilir size. Hakikatin Dengesi de öyle birşey. Mesela geçen dönüp dönüp aklıma gelen bir ayeti tekrar tefekkür ederken bu denge beni kovaladı ve en nihayet kafamda yerini arayan parçayı keşfetmemi sağladı. O ayet şudur: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (Râd sûresi, 28) Nasıl birşey açtığını şimdi anlatayım:

Efendim, azıcık Risale-i Nur aşinalığı olanlar bilirler. Bediüzzaman’ın bize öğrettiği en büyük tefekkür sırlarından birisi, isimden isme geçme yeteneğidir. “Birbirine bakar şe’n ve namlar...” (24. Söz) temsili içinde ders verdiği bu yetenek, aynı zamanda Allah’ı daha derinden tanımayı sağlar. Yani bir insan mesela çiçeğin güzelliğine bakarak Allah’ın sanatını ve sanatkârlığını keşfetmekle birlikte, biraz daha akıl gözünü kıstığında, onun arkasında hikmetinin parıltılarını da görür. Yerli yerindelik sarar kainatın her yanını. Bu yerli yerindelik bir düzen işidir aynı zamanda. İksadı seven birisinin işidir. Her neyse...

Ben bu denge müptelalığına uğrayana kadar bu isimden isme geçiş meselesini sadece Allah’a iman vesilesi olarak görürdüm. Hatta işte bu nesneler üzerinden tefekkür etme olayında da pek ileri gitmezdim. İşte ezber ettiğim birkaç şey vardı, onları böyle kafamdan yapar geçerdim. İmanım vardı zaten. Zorum neydi? Fakat şimdi denge meselesi devreye girince mezkur ayet farklı görünmeye başladı gözüme.

Mesela ayetle ilgili sormaya başladım: Orada Allah neden başka bir ismini söylemiyor da “Allah” diyor? Mesela neden “Rahman’ı zikretmekle...” veya “Hakîm’i zikretmekle...” veyahut “Kadîr’i zikretmekle...” demiyor? Bunları sormaya başladım. Ha, bu soruları nereden çıkardın derseniz, İşaratü’l-İ’caz’dan bilirsiniz; Üstad, orada bazı kelimelerde aynen buna benzer sorgulamalar yapar. Ama daha çok çekimlerden hareketle bunu yapar. Referansım oradan... O başka bir yazının konusu olsun. Sadede gelirsem:

Ben şimdi anlıyorum ki; kalp denilen şeyin tatmin olması için bir isim veya birkaç isim yetmiyor. Allah’ı sadece birkaç yönüyle, ismiyle tanımak kalbi tatmin etmiyor. Allah lafzının esma terminolojisinde en önemli özelliği, bütün isimleri kapsayan bir isim oluşu. Ve Allah’tan başkasına isim olarak verilemeyişi. Yani Cenab-ı Hak, hissettiğim kadarıyla, orada muhteşem bir denge dersi veriyor ve diyor ki: “Allah’ı yalnız Rahman olarak zikretmekle, Allah’ı yalnız Hakîm olarak zikretmekle, Allah’ı yalnızca Kadîr olarak zikretmekle kalbiniz tatmin olmaz. Kalpler ancak bütün isimlerin birden kuşatılmasıyla, yani Allah lafzının kastettiği bütün isimler ve özellikleri bilinerek tatmin olur. Yoksa eksik kalırsınız. Tatmin olmazsınız.”

Zaten yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle bütün dalaletler de Cenab-ı Hakkı doğru tanımamaktan kaynaklanmıyor mu? Bütün sapkın fırkaların hareket kaynağı bir ismin tecellisine garkolma ve onunla kalbini tatmin etmeye çalışmadan ortaya çıkmıyor mu? Al sana 24. Söz’den Râd 28’e uzanan bir merdiven!

Hakikat, ama dengeli bir hakikat... İman, ama dengeli bir iman... Allah bilgisi ama tüm isimlerini kuşatan bir tefekkürle edinilmiş bir Allah bilgisi... Sanıyorum bizim ihtiyacımız biraz bu. Durun, durun! Buradan “Allah’ın 99 ismi var. Kim bu isimleri bilirse cennete girer” hadisinin bir manası da gözkırpıyor birden bana. Hakikaten, Allah’ı böylesi bir dengeyle tanıyan için; uzakta bir cennete kadar düşlemeye gerek yok; daha bu dünyada o cennete girer. Çünkü kalbi o dengeli tefekkürün kazandırdıklarıyla herşeye doğru anlamları yükler. Herşeyde bir kalp tatmini, bir ferah bulur. Bana sorarsanız; huriler, gılmanlar, ırmaklar değil; asıl cennet budur: Kalpte Allah...

16 Şubat 2013 Cumartesi

Kerametten inayete sığınmak...

Bir önceki yazıda birşeye dikkatinizi çekmiştim hatırlarsanız. Bediüzzaman’ın, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele boyunca kerameti—yumuşak bir üslupla—ötelediğini, onun yerine talip olunması gereken şey olarak inayeti öncelediğini söylemiştim. Şimdi, bıraktığım noktadan alarak, bir miktar daha keramet ve inayet konusunda sarf-ı kelam edeceğim.

Öncelikle; hamdın üzerine biraz konuşalım. Hamd, bütün dinî metinlerden ders aldığımız şekilde, övünülecek herşeyin aslında Allah’a ait olduğunu kendimize itiraf etmektir. Hatta kabul ettirmektir. Çünkü insan, elinden çıkmış güzel işleri (bazen kötülerini bile) başkasına bırakmak istemez. Bu yönüyle hamdetmek kul için büyük bir irade sınavıdır. Belki de bu yüzden, Kur’an’ın kalbi sayılan Fatiha, onun ifade edilişiyle başlar. Erişilen her nimetin Allah’ın lütfu ve rahmeti olduğunun itirafı, hamdın manasıdır.

İşte Fatiha ile Yunus sûreleri bu noktada birbirine bağlanıyor bence. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de tefsir edilen Yunus sûresinin ellisekizinci ayeti de Fatiha’nın ilk ayetine çağrışım yapacak şekilde Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinmeyi salık veriyor. Belki bu mezkur ayet, Fatiha’nın dayandığı mantığı haber veriyor: “Allah’a hamdetmelisin. Ve bunu yapmakla da sevinmelisin. Bu, dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”

Peki, insan, zâhiren elinden ortaya çıkan fiillerin ve nimetlerin ne kadarını Allah’a bırakıyor? Ne kadarını Onun (celle celaluhu) lütfu ve rahmeti sayıyor? Ve bunların ötesinde bir soru: Kendisini vazgeçilmez bir şart sayarak, bu hamdın içinde örtülü bir şirki ne derece saklıyor? Bu soruyu çok önemli buluyorum. Zira keramet konusuyla ilgisi olduğunu düşünüyorum.

İşaretler boyunca dikkat edin, Bediüzzaman kerametten bahsederken onu hep Allah’a atıfla değil, bir başka sebebe atıfla anar. Mesela beşinci işarette inayeti ‘inayet-i İlahîye’ terkibi içinde Allah’a atıfla anarken, ikramı da ‘ikram-ı Rabbanî’ terkibiyle yine Allah’a ait bir sıfata bağlar. Fakat keramete gelince iş değişir. Kerametin aynı cümle içinde atfedildiği şey Kur’an’dır: Keramet-i Kur’aniye... Yine ikinci işarette ise kerameti velilik ile irtibatlandırırken, inayeti şahs-ı manevînin veli-yi kamil olmasıyla mazhar olabileceği birşey olarak söyler. Yani inayet, yine edilgen bir kullanımdadır.

Benim bütün bunların içinden varmak istediğim netice ise şu: Sanıyorum kerametin görece masumiyeti, avam-ı nasta, onun Allah’a atfında bir dizi sorun yaşanmasına neden oluyor. Kerameti bir makbuliyet alameti olarak önemseyen terbiye metodlarında denge bozulabiliyor. Bir velide, ilimden ziyade, keramet aranılır, beklenilir oluyor. Bu noktadan sonra, niyet halis olsa da, keramet ve kişi arasında sağlıksız bir neden-sonuç ilişkisi de kuruluyor. “Falancanın kerameti çoktur...” tarzında kullanımlar artık arkasındaki ikram ve inayet tabakalarının da görünmesine engel oluyorlar.

Bu noktada, Bediüzzaman’ın, mezkur ayetten aldığı dersle Yedinci Risale olan Yedinci meselede bu kırılmanın önünü almaya çalıştığını, eriştikleri nimetler adına kerameti öteleyerek inayet işaretlerinin okunmasını öğütlediğini görüyoruz. İnayete, ikrama ve işarete yaptığı övgüleri kerametten esirgeyerek bize bir bakış açısı dersi veriyor adeta orada. Hatta bu dersin düğümünü bence ikinci işaretteki şu paragrafta bağlıyor: “Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütünganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz.”

Sadece şu cümleler bile inayetin kerametten yüksekliğini ve asıl aranması gerekenin inayetin ayak izleri olduğunu göstermeye yetmez mi sizce? Kendine keramet için bile olsun paye vermemek. Kerameti hiçbir kişiye atfetmeyip Allah’la bağlayarak inayete dönüştürmek... Sanıyorum Yunus sûresi ellisekizinci ayetinin bize verdiği en büyük ders bu: Elinden hasıl olan keramet dahi olsa, sana atfedilmemesi için bir yol bulabiliyorsan, onu kullan. Doğrudan Allah’ı adres ver. Kerameti, inayete dönüştür.

11 Şubat 2013 Pazartesi

Keramet saplantısı veya inayete körlük...

“(...) Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp tesbih etmesin; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. (...)” (İsra sûresi, 44’ten...)

Bediüzzaman’ın, felsefe üzerinden modern bilimleri eleştirirken, onların ilgiye değer bilgiyi arayışlarında hep sıradışı olana konsantre olmalarını yanlış bir konumlanma olarak gördüğünü; çünkü sıradanlaştırılan herşeyde aslında Cenab-ı Hakkın pekçok harikasının saklı olduğunu söylediğini biliriz. Mesela 20. Söz’de, Cenab-ı Hakkın, insanlara taşları misal vermesindeki hikmet, ülfet/sıra­dan­laştırma perdesi kaldırılarak anlatılır.

Aslında peygamber mucizelerinin şekli de, devrin insanlarının sıradanlığı aşmada yaşadıkları güçlükle ilgilidir kanaatimce. Cenab-ı Hak, bu kabiliyetini yitirmiş olan münkir gözlere, o sıradanlığı, peygamberleri eliyle kırmak suretiyle bir ‘hayret tedavisi’ uygular. Ama çokluğuna rağmen nihayetinde bu mucizeler tebliğde asıl değildir. Asıl olan, zaten varolan harikalardır. Ve Kur’­an, peygamber mucizelerinden çok, sıradan saydığımız harikaları bize misal gösterir. Onları örnek vererek bizden doğru yolu bulmamızı ister.

Peki, bu anlamda bizde bir felsefe tortusu var mı? Ol­ma­dı­ğını söylemek güç. Sıradışı olanı görme sevdası, sanıyorum, ilerleyen zaman dilimlerinde velilerde keramet görme sevdasına dönüşüyor. Asıl olan o değilken ve kainatta doğru bir nazarla bakıldığında herşey bir mucize eseriyken, insanlar, inatla harikalar gör­mek istiyorlar. Hatta bazı zaman oluyor, sermayesinin ne olduğuna dikkat edil­meden; dilinin ne söylediğine bakılmadan insanlara bu gibi harikalarla bağlanabiliyorlar. Böylece hidayet bulayım derken dalalete sürüklenebiliyorlar.

Barla Lahikası’nın başında yer alan Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de bu açıdan bakılınca büyük dersler olduğunu düşünüyorum. Bu risalenin sebepler bölümünde inayet, muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz şeklinde bir sıralamayı öğreten Bedi­üzzaman; işaretler bahsinde kerameti öteleyerek inayeti musır­rane önüne geçiriyor. Eser-i inayet ve işaret-i gaybiye dediği iki şeyi; kerametten öncelikli olarak anıyor. Adeta kerametlere değil, bunlara konsantre olunmasını istiyor. İnayet dediği şeye örnekler vererek, aslında kafamızda hiç de harikalık gibi durmayan birşeye hayret etmemizi öğütlüyor: Nurlardaki ilmî başarıya...

Sizi bilmem, ama ben bu bahisleri okuyuncaya kadar inayetin böyle bir yerde saklı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çünkü bence keramet, yani kanunların sizin hat­rınıza Cenab-ı Hak tarafından delinmesi, böyle ilmî başarılardan daha üst birşeydi. Hatta böyle şeyler elinden zuhur eden insanları, ilmî başarıya sahip insanlardan daha üst olarak görürdüm. Öyle bir terbiyeyle büyümüştüm çünkü... Fakat burada Bediüz­zaman, öyle bir eserlerinin başarısını aktarıyor ki, insan ister istemez “Acaba?” diyor. “Acaba, Cenab-ı Hakkı anlatan bir eserin ilmî başarısı, kerametler üstü bir inayet midir?”

İşaretlerden benim aldığım ders şu: “Evet, öyledir.” O eserlerin şimdiye kadar başarılamayan tarzda karmaşık meseleleri izah etmesi, çok zor koşullar altında yazılması da Bediüzzaman tarafından inayet tahtında inceleniyor işaretlerde. İnayetin kerametten farkı, onun daha kollektif bir arzuya karşılık gelmesi olarak netleşiyor dimağımda. Bu eserler, bir kişinin değil, toplumun duasının neticesi olarak meydana çıkıyor.

Risale-i Nur’dan alınabilecek böyle çok ders var. Müellifi tarafından bin yıldır birikmiş problemlerin çözümü olarak tarif edilen Risale-i Nur’un hakikaten bu tarife mazhar olması, biraz da yaralarımıza mukabil devalara aramakla mümkün. Ben işte bu metinde, kişileri eserlerin önüne koyma hastalığıma bir deva buldum. Kerameti, inayetten önce ele alma hastalığıma da... Ne diyelim: Cenab-ı Hakk yaralarımıza böyle şifalar bulabilmeyi nasip eylesin, amin.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Tevafuklar neden bu kadar önemli?

Nur talebelerinin dilinde bir şeker var. Çok seviyorum ben onu. Ne zaman nazarlarına hoş gelen, arkasında hikmet olduğunu düşündükleri birşeyi yaşasalar ‘tevafuk’ diyorlar. Bazılarının dilinde o kadar yerleşmiş ki, sohbetlerinden tanıyorsunuz hemen. Hiç tesadüf dememelerinden, hep tevafuk demelerinden anlıyorsunuz. “Kesin bu da bir nur talebesidir!” diyorsunuz. Öyle hoş bir karakter olmuş ‘tevafuk’ onlarda. Dünyaya bakışlarının penceresi olmuş. Zaten sadeleştirme meselesine birazcık kızıyorsam bundan kızıyorum. Bu ortak dili elimizden alacak diye korkuyorum.

Soru işaretlerimden birisidir: Bediüzzaman tevafuku neden bu kadar çok önemser? Külliyatın detaylarına indiğinizde, Bediüzzaman’ın—zatı hakkında—keramet nevinden şeylerin zikrinden alabildiğine çekindiğini görürsünüz. Hatta kendisinden bu yönüyle bahsedilmesinden de rahatsızlık duyar. Ama mesele tevafuğa geldiğinde tavrı aksine döner. Metinlerdeki, olaylardaki, hatta kişi isimlerindeki tevafukları bile çok önemser.

Bütün bunları karşınıza koyduğunuz zaman benimle aynı soruyu sormaktan kendinizi alamazsınız: Kerametlerinin zikrine bu denli soğuk bakan bu âlim, neden böyle ufak tefek(!) rastgelişleri ehemmiyetle metinlerine alır? Neden onlara özel bölümler açar? Neden tekrar be tekrar onlardan bahseder? Kerameti bu denli görmezden gelen göz, iş tevafuğa geldiğinde, neden onu sitayişle herkese duyurmaya çalışır?

Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’nin işaretler kısmını okurken bu sırrı birazcık anlamaya başladım sanki: Bu tevafukla ilgili bahislerde Bediüzzaman aslında bize bir bakış açısı eğitimi vermeye çalışıyor. Kelimelerdeki sırlı denk gelişlerden başlayarak yola çıktığı tedriste, varlığın içindeki ahengi yakalamaya konsantre olmamızı öğretiyor. Yedi işareti öyle bir sıralanışı var ki, tevafuk eğitimin bütün aşamalarını net bir şekilde okuyabiliyorsunuz.

Birinci işarette, eserleri içinde tevafuk eden kelimelere dikkat etmemizi isterken; ikinci işarette, hizmetteki insanların tevafuk ediş şekillerine konsantre olmamızı istiyor. Yani önce kendi metinlerinde kolay bir yolla farkedebileceğimiz birşeyi daha sonra hayatımıza da uygulamamızı, hayatımızda da benzeri denk gelişlerin mevcut olduğunu görmemizi öğütlüyor. Hatta ilerleyen işaretler boyunca hep buna benzer öğütler, perspektif eğitimleri var. Özellikle altıncı işarette Bediüzzaman’ın kendi hayatını da bu denk geliş/tevafuk sırrıyla okuduğunu görüyorsunuz. Metnin finalinde de tevafukların bunlardan ibaret olmadığını söyleyerek bitiriyor zaten yedinci işareti. Belki bir sarayın yalnızca kapısını açıyor. Gerisini fikrimize bırakıyor.

Hepsini tek tek anlatamayacağım. (Yazının hacmi alıp yürüyor sonra...) Fakat ne kadar isterim bu gözle o bahsi tekrar okumanızı. Hayatın, tarihin, İslam tarihinin, İslam tefekkür tarihinin, Risale-i Nur tarihinin ve en önemlisi kendi hayatımızın içindeki tevafuk izlerini okumak, eser-i inayetleri görmek açısından bu çok önemli. O tevafuk kelimesi var ya. Biz onu hiç boş yere kullanmıyoruz. Onunla eğitildik çünkü. O bizim kainata bakış açımız, yaşam tarzımız. Bizim varlık hikmetimizi en güzel o anlatıyor. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’nin başındaki ayetle (Yunus sûresi, 58) bağlarsak; ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’ ancak varlığın içindeki tevafukları farketmekle mümkün oluyor. Amenna!

3 Şubat 2013 Pazar

Allah hayretini arttırsın, şaşkınlığını değil

Bediüzzaman’ın, felsefe üzerinden, modern bilimlerin bilgi üretim şekline yaptığı çok eleştiri var. Fakat bunlardan ikisi ayrıca dikkatimi çekiyor. Birisi, harika şeyleri ‘bir nam takmakla’ sıradanlaştırmaları hakkında yaptığı; diğeri, sıradışıyı arama yolculuğuna çıktıklarında ‘kanun dairesinden huruç etmiş fertleri’ aramaya koyulmaları üzerine yaptığı... Bu iki eleştiri bence çok kıymetli. Zira, en nihayetinde, insanın hayretini de kafasındaki öğretiler yönlendiriyor. Modern bilimin tabularını aşamayanlar ise, elbette, müminane bir hayretin/merakın lezzetini duyamıyorlar sinelerinde.

Ve bu, daha evvelki yazımda altını çizmeye çalıştığım ‘hakikat açlığını’ çok etkiliyor. Belki biraz da bu yüzden marifet-i ilâhî içindeki lezzet-i ruhaniye şu zamanın insanları tarafından yeterince yudumlan(a)mıyor. Çünkü bilginin değer algısı farklı zihinlerimizde. Örneğin; her yerde bulunan bizce kıymetli değil. Birşeyin iktisadî bir değer arzetmesi, az bulunmasıyla olabiliyor ancak. Düşünsenize; eğer altın, toprak kadar çok bulunsa, şimdiki değerinde kalabilir miydi? Yahut petrol, su gibi her yerden kaynasa, bugünkü kadar iktisadî bir değer taşıyabilir miydi? Fakat hakiki muhtaciyet meselesine geldiğimizde ne petrol, ne altın bir bardak su kadar değerli olabiliyor.

Bana “Kur’ân’ın en büyük davaları nelerdir?” diye sorulsa, belki ilk onu içinde hiç tereddüt etmeden “İnsanın ülfetini kırmak...” diyebilirim. Çünkü gerek 20. Söz’den aldığım ders, gerekse Bediüzzaman’ın yukarıda Kur’ân ekseninde felsefeye/modern bilimlere yaptığı eleştiri, bana bu şıkkı söyleyebilme cür’eti veriyor. Evet, bence, Kur’ân’ın bir davası da zikrettiğimiz iki şekilde tezahür etmiş olan ‘bilgi üretim’ ve ‘bilgi algı’ hatalarını gidermektir. Bunu da en çok insanların ‘sıradan’ saydığı şeyleri onlara tekrar be tekrar misal göstererek yapar.

Mesela; 20. Söz’de altı çizildiği gibi, bazen taşları örnek gösterir ve ona başka bir nazarla bakmasını ister insanın. Bazen bir karıncayı, bazen arıyı, bazen de dağları misal gösterir. Bazen incirin, bazen gündüz ve gece gibi sıradan(!) şeylerin üzerine yemin eder. Aslında bu yeminler de o varlıklardaki sırlara dikkattimizi çekmek içindir. Ülfetimizi kırmak, ‘sıradanlaştırma’ hastalığına karşı tedaviye başlamak içindir.

Peki, Kur’ân, elimizden bu felsefik şaşkınlığı almakla yerine hangi hayreti bina eder?

İşte ben, bunun cevabını bir nebze, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de bulduğumu düşünüyorum. Zira orada yedi sebep sıralanırken, özellikle altıncı sebepte ‘muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz-ı manevinin şuleleri’ silsilesi içinde, bir büyük keşfin de kapılarını aralanıyor gibi geliyor. Ve ileride, sebepler bitip işaretler başladığında, yine bu muvaffakiyet/tevafuk, ikram, keramet meselelerine değinilerek hayretin nereye yönlendirilebileceğinin adresi veriliyor. Nasıl mı? Bence şöyle:

Mesela orada, daha birinci işarette, metinlerdeki tevafuklara dikkatimiz çekilerek ‘huruç etmiş fertlere’ değil, bilakis, büyük bir sebepler silsilesinin birlikte hareket etmesiyle ancak var olacak bir uyumun izlerine okumamız öğretiliyor.

Sonra bu tevafuk bahsi, ikinci işarette daha üst bir düzeye taşınarak, Kur’ân hizmetindeki insanların nasıl denk getirildiklerini (artık tevafuk değil, keramet olarak) görmemiz öğütleniyor. Daha sonra ise; üç, dört ve beşinci işaretlerde, bütün külliyat üzerinden o muhteşem uyumun izlerini okumayı (hem tefekkür tarihimizi de arkaplan yaparak) nasihat verirken; altıncı işarette, kendi hayatının nasıl bu eserlerin telifine yönlendirilir gibi yaşatıldığını anlatıyor Bediüzzaman. Ki hatırlarsınız, aynı bahsin birinci sebebinde bu ahirki altıncı işaretin sinyalini de veriyordu. Orada rüyasıyla özetlediği şeyi, burada detaylarıyla aktarıyor.

Ve en nihayet yedinci işarette de yine elde ettikleri muvaffakiyetlerin nasıl bir eser-i inayet olduğunun vurgusunu yaparak dikkatlerimizi büyük dairedeki uyumun izlerini okumaya davet ediyor. Hani toparlarsam diyebilirim ki:

Bediüzzaman, modern bilimlerin öğütlediği şaşkınlık yerine, büyük uyum farkedilerek yerine konulabilecek bir hayretin varlığını ispatlıyor burada. Hatta bu noktada tefsiri yapılan ayetle de mevzu çok ilgili. Orada öğütlenen ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’ belki bir yönüyle bunun ifadesi. Yani ‘toplayıp durduklarımızın’ şaşkınlığından vazgeçip, Allah’ın lütfu ve rahmetine hayret etme meselesi bu mesele. Belki de ancak böyle anlayınca anlayacağız Efendimiz aleyhissalâtü vesselamın “Allah’ım hayretimi arttır” duasının hikmetini. Eh, ne diyelim? Allah hakkıyla hayret edenlerden eylesin bizi. Modern çağın enformasyon şaşkını eylemesin. Âmin...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...