Monotonluktan sıkıldığını biliyorum. Belki faydası dokunur. O yüzden sana bunu da yazmak istiyorum arkadaşım: Tekrarda bir şefkat de var. Ben gördüm. Bunu bana gördüren/düşündüren okuduğum bir yazardır. Ki o yazar, eserlerinde, aynı konulara sık sık değinir. Aynı hakikatlerin altını sık sık çizer. Ancak bunu bir özenle yapar. Tekrar özenle yapılırsa insanı bıktırmaz. Ne demek istedim şimdi? İzah edeyim: Eğer bir insanın 'özellikle' ve 'yeni özenişlerle' birşeyi tekrar ettiğini hissedersen sıkılmazsın. Arkasındaki kastı/ilgiyi hissedersin. Görünüşteki sıradanlığı aşarsın. Fakat aynı insan özensizce/ilgisizce ve yenilenmeyen bir emekle tekrarlar yaparsa bu seni bıktırır. Çünkü görmezden gelindiğini, aradan çıkarıldığını veya ıskalandığını düşündürür.
Niyet bu yüzden azizdir. Sevdiğinin, gözlerine dikkatle bakarak "Seni seviyorum!" demesiyle, her konuşmanın ardına farklı farklı sevgi sözcükleri iliştirmesi arasında bir fark vardır. İlkinde 'tekrar içinde bir yenidenlik' ikincisinde 'yenidenlik içinde bir tekrar' yaşanır. İşte, benim sevdiğim yazar da aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyor, fakat bunu yeni cümleler ve bağlamlarla yaptığı için 'metni şişirmeye çalışmadığı' anlaşılıyor. Bunu farketmek beni 'aradan çıkarılmadığım' hissiyle besliyor. İnsan özenilmekten beslenir mi? Mutlaka beslenir. Allah'ın üzerimizde yarattığı açlıklardan birisi de budur.
Ehadiyeti, yani Allah'ın bütün isimleriyle her an herbirimizin yanında olduğunu, herbirimize ayrı ayrı yönelişi olduğunu ve hiçbirimizin onun, tabir-i caizse, dikkatinden kaçmadığımızı biz bu açlık sayesinde biliriz. Pardon, önce böyle bir dikkatin üzerimizde olmasını arzularız, buna şiddetli bir açlık duyarız, sonra da yaşadığımız 'bize özel' harikalar/mucizeler üzerinden bunu okur, bilir ve doyarız. Zaten ancak bu olursa (buna inanıyorsak) dua ederiz. Çünkü ancak böyle inanılırsa istenilir ve isteriz.
Fatiha'daki geçişin öğrettiği sırdır bu. Bundan umutlanırız. Dikkatten asla kaçmadığımız hissidir ki, bizi, Allah ile birebir irtibatlı, birebir ona âşık, birebir ondan ister/diler kılar. "Malikiyevmiddin." Hesap gününün sahibi ise, yani bize bir hesap soracak ise, bize ilgisi var demektir. Üzerimizde nazarı var demektir. Hesap sormak ilgi işidir çünkü. O zaman isteyebiliriz: "İyyake nabüdü ve iyyake nestain." Çünkü bizi duyar. Çünkü bizi görür. Çünkü bize ilgilidir. Geri kalan herşeye dudak kıvırabiliriz böylece. Şirk bu dudak kıvırmayla tarumar olur.
İzzetimiz de en çok buradan beslenir. Allahımız Ehad olduğu için hiçkimseye eyvallahımız yoktur. Çünkü onların üzerimizdeki gözeticinin bilişini ve tasarrufunu perdeleme imkanları yoktur.
Tekrardaki şefkate geri dönelim. İşte, bu yazar, metinlerindeki tekrarla beni güzelce teselli ediyor. Bana şefkat ediyor. Nasıl? Bu tekrar sayesinde umutlanıyorum ki: Metnin tamamını okumayı başaramamış olsam da, hatta bazı satırlarda şaşırsam da, herşeyi kaçırmamış olabilirim. Yani okuyamadığım kısımları da bir nebze okumuş olabilirim. Eğer bu mesaj, eşit şekilde metnin tüm katmanlarına nüfuz etmişse, ki bu nüfuzu en çok 'tekrar' gösterir, o halde okunmamışlar da birazcık okunmuş sayılabilir. Evet! Kaçırılanlara üzülünmez artık. Çünkü kaçırılanlar da aslında tastamam kaçırılmamıştır.
İşte, bu yüzden, o yazarın okumadığım bir metni varsa bir yerlerde, okuyamadığım için dertlenmem. Eksik kaldığımı düşünmem. Elime geçeni okumaya çalışmak bana yeter. Çünkü kelamları birbirine bir şekilde benzer. Aynı hakikatleri söyler. Aynı gerçekleri bildirir. Bu açıdan, bana hakkında sorulsa, 'o yazarın okurlarına çok ama çok şefkatli olduğunu' söylerim tam bir inançla.
Ne mutlu bana! Bir kere onu okumayı öğrenmişimdir ya! Ellerim ne kadar küçük olursa olsun içine bir dünya sığmıştır demek ki. Varlığımdan bu dünyanın yalnızca bir parçası değil bir özeti geçmiştir. Sahibim, şahitleri olamadığım, ama varlıklarından haberdar olduğum hiçbirşeyden benim mahrum etmemiştir. Hepsinden bir kaşık şu küçük damağa dokunmuştur. Şükürler olsun.
Buraya kadar bana katlanan arkadaşım. Biraz da mürşidimin şu güzel cümlelerini dinle. Belki buradan hem Kur'an'daki tekrarlara hem de bazen hata ile şikayetçisi olduğun kainatta tekrar be tekrar yaşanan fiillere gönül tazeleyen bir bakış bulursun: "Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş."
Evet, Kur'an'da çok şefkatli bir tekrar var, ama yalnız Kur'an'da değil bu tekrar. Kainatta da var. Hayatta da var. Bir döngü çerçevesinde yaşanıyor herşey. Bu döngü herşeyi herşeyin özeti haline getiriyor. Kem bahtından şikayetçi olma. Yaşadığımız özet bütünden nasipsiz değil. Onun sayesinde insanlığa söylenen hiçbirşeyi kaçırmamış oluyoruz. Şimdi yazının başında dediklerimi aklına getir ve düşün: Bu inceliği, hiçbir söylediğini/yarattığını diğerine benzetmek zorunda olmayan sonsuz bir yaratış sahibine yaptıran, rahmetinden başka, nedir sence?
29 Aralık 2017 Cuma
25 Aralık 2017 Pazartesi
Tevhid kainatın ismetidir
Geçtiğimiz günlerde 7. Şua'yı tekrar okurken farkettim. Mürşidim birşeye çok sık vurgu yapıyor. O da şudur: Şirkin şükür dağıtıcılığıdır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Cenab-ı Hak, herşeyi insanın merkezde olduğu bir düzende, insanı ise şükrün merkezde olduğu bir düzende yaratmış/yaratıyor. İçiçe geçmiş dairelerin merkezinde veya şu ağacın meyvesinde 'şükür' var. Varoluşun en son dönüştüğü şey şükür. Sanki bu çarkın tüm işleyişi şu mahsul için. Varoluşun döngüsü hep nihayetinde ona hizmet ediyor. Ve ona hizmet ettikçe de değer kazanıyor. Bu pencereden bakarak diyor ki mürşidim:
"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi?"
Külliyat içinde bu dersi içerir çok yer var. Özetle öğrettikleri ise şu: Dünya tarlasını şükür mahsulü için yaratan Allah, sebeplerin/nedenlerin eline de bir yaratma gücü verip, murad ettiği mahsulü onlarla paylaşmaz. Eğer almak dilediği şu mahsulse, ki belli ki öyledir, o halde mahsulün 'kime ait olacağını' şaşıracağı bir 'şirk sistemi' kurmaz. Makbul seçeneklerin sayısını arttırarak zatına hasredilmesini istediği ibadetin, şükrün veya hamdin başka ellere dağılmasına yol açmaz. Yok, eğer açtıysa, bu sefer adresi şaşıranlara hesap sormak gibi bir adaletsizlik yapmaz. Vahyinde 'Yalnız kendisine ibadet etsinler diye' yarattığını söylemez. Şart koşmaz. Çünkü yaratıcıların sayısını arttırarak adresleri çoğaltan da kendisidir. Yani yaratışından nihayet kemalde olduğu anlaşılan bir Allah, kullarını, hem 'şaşırtan' hem de 'şaşırdıkları için hesap soran' olamaz.
Buradan şuraya geleceğim: Biz peygamberlerin ismetine neden inanırız? Sadece kudsî metinlerde öyle haber verildiği için mi? Hayır. Hem kudsî metinlerde öyle haber verildiği için hem de akıl/mantık bunu zorunlu kıldığı için inanırız. Ne demek bu? Açmaya çalışayım: Eğer bir peygamber 'günah işleyebilir' olursa tebliğ ettiği şeriatın içinde de pekâlâ böyle günahlar işleyebilir.
Mesela: Bir peygamber (hâşâ) yalancı olursa insanlığa ilettiği hakikatlerin içerisine de 'Sinek küçüktür ama mide bulandırır' tarzı bir zehir damlar. Böyle bir şüphe oluştuktan sonra şeriatın ne kadarı tastamam vahiy, ne kadarı vahiy değil, beşer bunu ayıramaz/anlayamaz hale gelir. Çünkü akıl gayba dair bilgilere şehadet alemindeki bilgiler gibi yakîn kesbedemez. Miraç olmuş mudur olmamış mıdır? Namaz beş vakit mi emredilmiştir yoksa Aleyhissalatuvesselam (hâşâ) kendisi mi bu rakamı uygun görmüştür? Hz. Ebubekir (r.a.) gibi "O söylüyorsa doğrudur!" mertebesine ulaşmadan bir yere gidemeyiz. Kur'an "O ancak kendisine vahyolunanı söyler!" derken bu türden muhtemel kirleri de temizler.
Yani demem o ki: Böyle şeylerin tamamından kurtuluşumuz 'ismete iman' iledir. Ve ismet de, görüldüğü üzere, Cenab-ı Hakkın Hakîm isminin muktezasıdır/gereğidir. Eğer bir nebi gönderip de ona ismet vermezse Hak Teala gönderdiği mesajın ne kadarının güvenilir olduğunu-olmadığını tesbitte insanlık müşküle düşer. Ayıramaz. Tayin edemez. Bir cümlesinin yalan oluşu diğer bütün cümlelerinde de aynı tereddüdün oluşabilmesine sebep olur. Bu yüzden biz iman ederiz ki: Nübüvvette ismet vardır. Bu zaruridir. İsmeti olmayan nebi de olamaz. Hem zaten o güzeller güzelinin güzel ahlakı bu ismetin en açık delilidir.
İşte, nasıl ki, ismeti olmayan nebi olamaz, Vahdet sahibi olmayan da Allah olamaz. İhlas sûresinin ilk ayetinin verdiği dersle: "Allah tektir." Kainatı hiçbir yardım almadan yaratmıştır. Başka hiçbirşeyin hilkate müdahalesi yoktur. Yaratışının sistemi tevhiddir. Tevhiddir ki; kainattaki her fiili isimleriyle bağlamamızı, yaratışında sıfatlarının/şuunatının izlerini aramamızı ve eriştiğimiz her nimette ona şükretmemizi sağlar. Eğer kainat tevhid ile yaratılmış olmazsa, tıpkı ismet meselesinde olduğu gibi, kime inanacağımızı şaşırırız biz. Kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Kime ibadet edeceğimizi şaşırırız. Adresler çoğalır. Kafamız karışır. Müşküle düşeriz. Bu açıdan diyebiliriz ki:
Yaratışın kusursuzluğu da tevhid iledir. Bu sayede ibadetin tek mercii Allah olur. Yoksa, ismetsizlikte bir nebinin hangi sözüne inanacağımızı şaşıracağımız gibi, tevhidsizlikte de hangi yaratış için kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Hangi yaratışı Allah'ın eseri gözüyle okumamız gerektiğini şaşırırız. Hangi yaratıştan onun sıfat ve esmasına dair okumalar yapacağımızı şaşırırız. İşte bu yüzden derim ki: Tevhid de kainatın ismetidir.
"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi?"
Külliyat içinde bu dersi içerir çok yer var. Özetle öğrettikleri ise şu: Dünya tarlasını şükür mahsulü için yaratan Allah, sebeplerin/nedenlerin eline de bir yaratma gücü verip, murad ettiği mahsulü onlarla paylaşmaz. Eğer almak dilediği şu mahsulse, ki belli ki öyledir, o halde mahsulün 'kime ait olacağını' şaşıracağı bir 'şirk sistemi' kurmaz. Makbul seçeneklerin sayısını arttırarak zatına hasredilmesini istediği ibadetin, şükrün veya hamdin başka ellere dağılmasına yol açmaz. Yok, eğer açtıysa, bu sefer adresi şaşıranlara hesap sormak gibi bir adaletsizlik yapmaz. Vahyinde 'Yalnız kendisine ibadet etsinler diye' yarattığını söylemez. Şart koşmaz. Çünkü yaratıcıların sayısını arttırarak adresleri çoğaltan da kendisidir. Yani yaratışından nihayet kemalde olduğu anlaşılan bir Allah, kullarını, hem 'şaşırtan' hem de 'şaşırdıkları için hesap soran' olamaz.
Buradan şuraya geleceğim: Biz peygamberlerin ismetine neden inanırız? Sadece kudsî metinlerde öyle haber verildiği için mi? Hayır. Hem kudsî metinlerde öyle haber verildiği için hem de akıl/mantık bunu zorunlu kıldığı için inanırız. Ne demek bu? Açmaya çalışayım: Eğer bir peygamber 'günah işleyebilir' olursa tebliğ ettiği şeriatın içinde de pekâlâ böyle günahlar işleyebilir.
Mesela: Bir peygamber (hâşâ) yalancı olursa insanlığa ilettiği hakikatlerin içerisine de 'Sinek küçüktür ama mide bulandırır' tarzı bir zehir damlar. Böyle bir şüphe oluştuktan sonra şeriatın ne kadarı tastamam vahiy, ne kadarı vahiy değil, beşer bunu ayıramaz/anlayamaz hale gelir. Çünkü akıl gayba dair bilgilere şehadet alemindeki bilgiler gibi yakîn kesbedemez. Miraç olmuş mudur olmamış mıdır? Namaz beş vakit mi emredilmiştir yoksa Aleyhissalatuvesselam (hâşâ) kendisi mi bu rakamı uygun görmüştür? Hz. Ebubekir (r.a.) gibi "O söylüyorsa doğrudur!" mertebesine ulaşmadan bir yere gidemeyiz. Kur'an "O ancak kendisine vahyolunanı söyler!" derken bu türden muhtemel kirleri de temizler.
Yani demem o ki: Böyle şeylerin tamamından kurtuluşumuz 'ismete iman' iledir. Ve ismet de, görüldüğü üzere, Cenab-ı Hakkın Hakîm isminin muktezasıdır/gereğidir. Eğer bir nebi gönderip de ona ismet vermezse Hak Teala gönderdiği mesajın ne kadarının güvenilir olduğunu-olmadığını tesbitte insanlık müşküle düşer. Ayıramaz. Tayin edemez. Bir cümlesinin yalan oluşu diğer bütün cümlelerinde de aynı tereddüdün oluşabilmesine sebep olur. Bu yüzden biz iman ederiz ki: Nübüvvette ismet vardır. Bu zaruridir. İsmeti olmayan nebi de olamaz. Hem zaten o güzeller güzelinin güzel ahlakı bu ismetin en açık delilidir.
İşte, nasıl ki, ismeti olmayan nebi olamaz, Vahdet sahibi olmayan da Allah olamaz. İhlas sûresinin ilk ayetinin verdiği dersle: "Allah tektir." Kainatı hiçbir yardım almadan yaratmıştır. Başka hiçbirşeyin hilkate müdahalesi yoktur. Yaratışının sistemi tevhiddir. Tevhiddir ki; kainattaki her fiili isimleriyle bağlamamızı, yaratışında sıfatlarının/şuunatının izlerini aramamızı ve eriştiğimiz her nimette ona şükretmemizi sağlar. Eğer kainat tevhid ile yaratılmış olmazsa, tıpkı ismet meselesinde olduğu gibi, kime inanacağımızı şaşırırız biz. Kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Kime ibadet edeceğimizi şaşırırız. Adresler çoğalır. Kafamız karışır. Müşküle düşeriz. Bu açıdan diyebiliriz ki:
Yaratışın kusursuzluğu da tevhid iledir. Bu sayede ibadetin tek mercii Allah olur. Yoksa, ismetsizlikte bir nebinin hangi sözüne inanacağımızı şaşıracağımız gibi, tevhidsizlikte de hangi yaratış için kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Hangi yaratışı Allah'ın eseri gözüyle okumamız gerektiğini şaşırırız. Hangi yaratıştan onun sıfat ve esmasına dair okumalar yapacağımızı şaşırırız. İşte bu yüzden derim ki: Tevhid de kainatın ismetidir.
22 Aralık 2017 Cuma
Güzele bakmak yaradır
Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)
Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:
"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:
Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.
Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.
Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."
Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.
İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.
Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.
Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!
Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.
Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.
Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:
"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:
Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.
Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.
Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."
Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.
İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.
Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.
Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!
Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.
Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.
9 Aralık 2017 Cumartesi
Allah'ı zamana sıkıştırmak...
Bu tam bir yazı gibi olmayacak. Evet. Başlarken hemen belirtelim. Yine yazı görünümlü notlarımdan birisiyle karşıkarşıyasınız. 28. Lem'a'nın 9. Nüktesi'ni yeniden okurken aklıma gelen birşeyi paylaşmak istiyorum bu karalamada sizlerle. Malum o metin 'kaylule uykusu'na dair. ('Öğle uykusu' diyelim daha anlaşılır olsun.) Dikkatimi çeken şeyse... Oraya gelmeden şunu söyleyelim:
Bir ehl-i bid'a, modernist ve/veya tarihselci olsanız, daha 'kaylule uykusu' başlığından haberdar olur olmaz, elinizi çenenize koyup şöyle diyebilirsiniz: "Hımm... Arapların yaşadığı bölge zaten çok sıcaktı. Bir de güneş tepeye çıktı mı hepten ayakta durulmaz oluyordu. Ne yapsın adamcağızlar? Çaresiz o vakti uyuyarak geçiriyorlardı. Elbette, onlardan birisi olması hasebiyle, Efendimiz de (a.s.m.) onlar gibi öğle vakti uyuyordu. Fakat bir 'yöre âdeti olarak' uyuyordu." Falan filan feşmekan... Onlardan olsanız kesinlikle dersiniz bunu.
Ve yine dersiniz ki: "Şimdi İslam'ın yaşandığı öyle bölgeler var ki yazın bile sıcak olmuyor. Sıcak olmadığına göre çalışmak da sorun olmuyor. Öğlen vakti bunaltmıyor. Güneşin en tepede olması güçten düşürmüyor. O halde ne imiş efendim bu zamanda öğle uykusu? Böyle sünnet mi olur? Geleneksel şeyler bunlar canım. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) her yaptığı da sünnet değildir ya!"
Fakat bakınız mezkûr metinde mürşidim ne diyor: "Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyyedir. Duhâ vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir."
Bir soruyla hemen dikkatinizi çekerim: Mürşidim kaylule uykusunun ana hikmeti olarak neye işaret ediyor? Sıcaklık mı? Hayır! Sıcaklık değil kaylulenin ana sebebi. O sadece daha ziyade kuvvetlendirmiş. Ya? "Gece kıyamına sebebiyet verdiği için..." Ne demek gece kıyamı? Yani gecenin bir miktarında uyanık kalabilme. İbadete vakit ayırabilme. Hani Kur'an'da ve sünnette çok övülmüş olan ibadet vakitlerine. İşte, ahiret adına, o vakitleri değerlendirebilmek için de öğle uykusuna ihtiyaç var. Belki bilemediğimiz bir dolu hikmeti daha var.
Hülasa, arkadaşlar, şöyle argümanları duyarsanız artık alnının ortasına aptallık kaşesini basın: 'Vay efendim Araplar sarık sarıyordu da o yüzden Efendimiz (a.s.m.) sarardı. Vay efendim Araplar öğle uykusuna yatardı da ondan Efendimiz (a.s.m.) öğle uykusuna yatardı. Vay efendim Araplar pis bir milletti de Efendimiz (a.s.m.) onları temizliğe alıştırmak için abdesti emretti vs..."
Bu gibi 'akılcı görünen herzeleri' söyleyerek Efendimizin (a.s.m.) hayatını 'döneminin duvarları içinde' okumaya tâbi tutanların yaptıkları hata her defasında aynı aslında: Buldukları 'tarihsel' veya 'sosyolojik' hikmeti o şeyin tek illeti, nedeni veya hikmeti olarak sanrılıyorlar. Hatta dayatıyorlar!
Günümüzde bu tür körleştirici okumalar da en çok 'sosyoloji' alanında karşımıza çıkıyor. Materyalizm nasıl dalaletine dayanak olarak sözde fen bilimlerinin verilerini (esasında dogmalarını) kullanıyorduysa modernizm de sosyal bilimleri (esasında dogmalarını) dayanak olarak kullanıyor. Orada 'biyolojik evrim' burada 'sosyolojik evrim.' İkisinde de bulduğunu mutlaklaştırma ve başka hikmete müsaade etmeyecek şekilde dayatma var. Bir ilmî isbidat/zorbalık sözkonusu. Ve her ikisi de konu ettikleri alana dışarıdan 'akrebî/vahyî' bir müdahalenin olabileceğini kabullenemiyorlar.
Yaşananları 'dış müdahalelerden tamamen arındırıldığını sanrıladıkları' laboratuar alanın içindeki nedenlerle açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki dinin kendisi dış müdahaleye inanmakla (gayba imanla) başlar. Dış müdahaleye inanmayan bilimdallarının/bilimadamlarının dinin üzerinde yükseldiği hakikati anlaması mümkün müdür? Zira yapısal olarak onlar esbabperesttirler. Bu noktada mürşidimin şu tesbitinin de ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar:
"Binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."
Özetlersem: Bu gibi okumaların en temel hatasının 'vahyi hesaba katmamak' olduğunu söyleyebilirim. Zamanlar üstü bir ilahın nebisinin davranışlarının 'tamamen konjontürel nedenlerle' izah edilip bağlanması, işte bu hata, onları tesbitlerinde zamanlarının kölesi kılıyor. Biz ezelî ve ebedî bir Allah'a inanmış olan mü'minler, inandığımız zamanlar üstü İslam'ı, neden onların 'günübirlik taktik ve stratejileriyle' değiştirelim? Böyle bir Allah'ın böyle bir nebisine şöyle daraltılmış bir nazarla bakmak önyargılı bir eksiklik değil midir?
Bir ehl-i bid'a, modernist ve/veya tarihselci olsanız, daha 'kaylule uykusu' başlığından haberdar olur olmaz, elinizi çenenize koyup şöyle diyebilirsiniz: "Hımm... Arapların yaşadığı bölge zaten çok sıcaktı. Bir de güneş tepeye çıktı mı hepten ayakta durulmaz oluyordu. Ne yapsın adamcağızlar? Çaresiz o vakti uyuyarak geçiriyorlardı. Elbette, onlardan birisi olması hasebiyle, Efendimiz de (a.s.m.) onlar gibi öğle vakti uyuyordu. Fakat bir 'yöre âdeti olarak' uyuyordu." Falan filan feşmekan... Onlardan olsanız kesinlikle dersiniz bunu.
Ve yine dersiniz ki: "Şimdi İslam'ın yaşandığı öyle bölgeler var ki yazın bile sıcak olmuyor. Sıcak olmadığına göre çalışmak da sorun olmuyor. Öğlen vakti bunaltmıyor. Güneşin en tepede olması güçten düşürmüyor. O halde ne imiş efendim bu zamanda öğle uykusu? Böyle sünnet mi olur? Geleneksel şeyler bunlar canım. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) her yaptığı da sünnet değildir ya!"
Fakat bakınız mezkûr metinde mürşidim ne diyor: "Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyyedir. Duhâ vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir."
Bir soruyla hemen dikkatinizi çekerim: Mürşidim kaylule uykusunun ana hikmeti olarak neye işaret ediyor? Sıcaklık mı? Hayır! Sıcaklık değil kaylulenin ana sebebi. O sadece daha ziyade kuvvetlendirmiş. Ya? "Gece kıyamına sebebiyet verdiği için..." Ne demek gece kıyamı? Yani gecenin bir miktarında uyanık kalabilme. İbadete vakit ayırabilme. Hani Kur'an'da ve sünnette çok övülmüş olan ibadet vakitlerine. İşte, ahiret adına, o vakitleri değerlendirebilmek için de öğle uykusuna ihtiyaç var. Belki bilemediğimiz bir dolu hikmeti daha var.
Hülasa, arkadaşlar, şöyle argümanları duyarsanız artık alnının ortasına aptallık kaşesini basın: 'Vay efendim Araplar sarık sarıyordu da o yüzden Efendimiz (a.s.m.) sarardı. Vay efendim Araplar öğle uykusuna yatardı da ondan Efendimiz (a.s.m.) öğle uykusuna yatardı. Vay efendim Araplar pis bir milletti de Efendimiz (a.s.m.) onları temizliğe alıştırmak için abdesti emretti vs..."
Bu gibi 'akılcı görünen herzeleri' söyleyerek Efendimizin (a.s.m.) hayatını 'döneminin duvarları içinde' okumaya tâbi tutanların yaptıkları hata her defasında aynı aslında: Buldukları 'tarihsel' veya 'sosyolojik' hikmeti o şeyin tek illeti, nedeni veya hikmeti olarak sanrılıyorlar. Hatta dayatıyorlar!
Günümüzde bu tür körleştirici okumalar da en çok 'sosyoloji' alanında karşımıza çıkıyor. Materyalizm nasıl dalaletine dayanak olarak sözde fen bilimlerinin verilerini (esasında dogmalarını) kullanıyorduysa modernizm de sosyal bilimleri (esasında dogmalarını) dayanak olarak kullanıyor. Orada 'biyolojik evrim' burada 'sosyolojik evrim.' İkisinde de bulduğunu mutlaklaştırma ve başka hikmete müsaade etmeyecek şekilde dayatma var. Bir ilmî isbidat/zorbalık sözkonusu. Ve her ikisi de konu ettikleri alana dışarıdan 'akrebî/vahyî' bir müdahalenin olabileceğini kabullenemiyorlar.
Yaşananları 'dış müdahalelerden tamamen arındırıldığını sanrıladıkları' laboratuar alanın içindeki nedenlerle açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki dinin kendisi dış müdahaleye inanmakla (gayba imanla) başlar. Dış müdahaleye inanmayan bilimdallarının/bilimadamlarının dinin üzerinde yükseldiği hakikati anlaması mümkün müdür? Zira yapısal olarak onlar esbabperesttirler. Bu noktada mürşidimin şu tesbitinin de ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar:
"Binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."
Özetlersem: Bu gibi okumaların en temel hatasının 'vahyi hesaba katmamak' olduğunu söyleyebilirim. Zamanlar üstü bir ilahın nebisinin davranışlarının 'tamamen konjontürel nedenlerle' izah edilip bağlanması, işte bu hata, onları tesbitlerinde zamanlarının kölesi kılıyor. Biz ezelî ve ebedî bir Allah'a inanmış olan mü'minler, inandığımız zamanlar üstü İslam'ı, neden onların 'günübirlik taktik ve stratejileriyle' değiştirelim? Böyle bir Allah'ın böyle bir nebisine şöyle daraltılmış bir nazarla bakmak önyargılı bir eksiklik değil midir?
6 Aralık 2017 Çarşamba
Kusur insanın imzasıdır
"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir." (Nisâ sûresi 79)
İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...
Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.
Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.
Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:
"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."
Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."
Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:
"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."
İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.
Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.
Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.
İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.
İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.
Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.
Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.
Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:
Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.
"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."
İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...
Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.
Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.
Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:
"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."
Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."
Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:
"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."
İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.
Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.
Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.
İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.
İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.
Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.
Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.
Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:
Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.
"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."
2 Aralık 2017 Cumartesi
Boşluklara ihtiyacın var
"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi 19)
Bunu da itiraf etmek gerek: Kalem bir kürek. Beyaz sayfa bir filika. Yazı bir kaçış süreci. Her zaman olmasa da bazen. Gemi kurtarılamayacak gibi durduğunda filikalara atlıyoruz. Kafamızın içinden kurtarılıyoruz. İçimizdeki basınçtan bir miktarı, tıpkı tencerenin düdüğünden fışkıran buhar gibi, dışımıza akıtılıyor. Say ki yaz sıcaklarındayız, tansiyonumuz yükselmiş, biraz kan alınıyor.
Rahatlıyoruz. Kimseye birşey ihsan ettiğimiz yok. Kimseyi aklımıza getirdiğimiz yok. Bize ihsan ediliyor. Bize ihsan edilenden başkasına da pay veriliyor. Haberimiz yok. Tohumunun sevincini canlılarla paylaşan ağaçlar gibiyiz. Meyvenin tadını düşündüğümüz yok. Fakat bize de bir teşekkür ediliyor.
Evet. Öyledir. Yazmam kaçışımdır benim. Çünkü bazı bazı şu dünyada Titanik'in son anlarında gibiyim. Gemiye yakın durdukça onunla birlikte batma ihtimalim artar gibi gelir. Kalemimle batacak olanlardan uzaklaşmaya çalışırım. Batıp gidenleri sevmem. Beni korkuturlar. Beni de beraberlerinde götürmesinler diye. Kaçarım. Kendimden uzaklaşırım. Dalgalı denizlerden uzaklaşırım. Kaçarım. Evet. Kaçarım. Yazmak bunu da sağlar. İnsan yazarak kendinden uzaklaşır. Hatta bizzat kendisini yazarken dahi kendisinden kaçmaktadır. Yüzdeyüz kendisi değildir çünkü yazdığı.
Yazarken kendimiz de ötekimizdir. Olmasını istediğimizdir. Hakkında konuştuğumuz herşey bir açıdan geride kalmıştır. Onlara bakabilmek için bile çoktan olmuş olmaları gerekir. İnsan şimdiye bakamaz. Olmak geçmiştir. Yıldızlara bakarken ne kadar geçmişi görüyorsam kendimi tartarken de o kadar geçmişi görüyorum. Ahmed'e dair söylediğim herşey geçmişteki Ahmed'lere ait. Çünkü onun hakkında konuşurken bile bu çorbaya yeni malzemeler katıyorum. Tadı değişiyor. Tadı değişecek. Ben dilime değen son kaşığı anlatacağım.
İnsan iyi yanlarıyla meşgul olup kötülüklerini örter. Dualarıyla meşgul olup bugününü örter. Umuduyla meşgul olup kederini örter. Hayaliyle meşgul olup gerçeğini örter. Yoksa hayata tutunmak zorlaşır. Kimse kendisini kötü bilerek kendisine sarılamaz. Kendine katlanmak için de bir örtü gerekir. Bu açıdan hayat bizler için hep bir kaçış ve sığınıştır. Kötülük ne kadar yakınımıza düşerse o kadar uzun süre onunla yaşarız ve ondan kaçarız. Bizzat bizim üzerimize düşerse hep onunla yaşarız ve hep ondan kaçarız. İnsan kendi içinin koşucusudur.
Halbuki insan fıtraten kötülüğü tanır. Çirkinliği, ondan kurtulamasa da, bilir. Mülkü de olsa uzun uzadıya kemliğe katlanamaz. Dosyası bir daha açılmayacak şekilde meşrulaştıramaz. Sürekli örtünebileceği birşeyler arar. İntikam bile hatalarımızı hatırlamamak için bir örtüdür.
Ben de başaramam bunu. Allah'ın Settar ismine sığınırım. Şiddet-i zuhurumdan kaçarım. Rabb-i Rahimim, lütfeder, beni de bana karşı örter. Beni benim pişmanlığımdan saklar. 'Kişi ile kalbi arasına girer.' Benimle benim arama rahmetini koyar. Şükürler olsun. Yazarım. Şükürler olsun. Unuturum. Şükürler olsun. Tevbe ederim. Şükürler olsun. Hayal kurarım. Şükürler olsun. Yeniden başlarım. Şükürler olsun. Hepsi için, geceyi gündüzle, gündüzü de geceyle örten Rabbime teşekkür etmeliyim. Çünkü ancak 'birbirine karışmayan denizleri sayesinde' ve 'varlığa koyduğu eşikler gölgesinde' yeniden başlarım.
İşte böyle arkadaşım. Settar ism-i şerifinin de yazarlıkla bir ilgisi var. Nasıl? Belki biraz şöyle: Her beyaz sayfa birşeylerin üstüne serilmiş olur. Birşeyleri örter. Birşeyleri yeniden başlatır. Birşeylere eşiklik yapar. Birşeylerin birbirine karışmasına mani olur. Neden açtık beyaz sayfayı? Çünkü ondan önceki sayfalar dolmuş gibiydi. Daha birşeyler yazılmaz gibiydi. Hem yazmak denense de okunmaz gibiydi. Böyle böyle sıkıntılar yüzünden kaçtık o eskilerden.
O sayfayı kapattık. O sayfayı kapatabilmek için yenisini açtık. Eşik aradık. Önceden kaçmamız sonra sayesinde oldu. Zaman bize bu şekilde de büyük bir rahmet oldu. Şimdi yazacaklarımızın daha okunaklı olacağına inanıyoruz. Belki biraz da 'daha iyi.' Bunu başarabilmek için yazıyoruz. Bunu başarabilmek için yaşıyoruz. Bunu başarabilmek için her sabah yeniden uyanıyoruz.
İnsanın da bir kitap olduğu en çok âleminde açılıp kapanan sayfalardan anlarız. Ayraç varsa kitap da vardır. Eşik varsa geçiş de vardır. Dünyanın sayfaları da gecesinden gündüzüne açılıyor. Evren de koca bir kitap belki. Onun da bir sayfa çevirişi var. Bir bitişi var. Seninkine ölüm onunkine kıyamet diyorlar.
Kendimde yeni bir sayfa açmak için yazıyorum. Çünkü eski sayfalarıma katlanamıyorum. Nefes almalıyım. Yeniden dirilmek üzere yaratıldığım arada bir bu ihtiyacın tekerrür etmesinden belli. Dirilmek hakikati bende nüksediyor.
Tevbe de tam bunun için değil midir? İnsan yaşamı içinde öyle telaşlara düşer ki gelecekte defterini okunmaz hale getirir. İşte, arkadaşım, yeni bir sayfaya ihtiyaç duyuran sancı! Bir kere değil her kere yaşarız. Ölüm ve haşir bu pişmanlıklar ve tekrar denemeler sayesinde anlara kadar iner. Tevbe ettiğimiz zaman bir kötü öldürmeye niyet ederiz ve iyi olarak dirilmesini dileriz. Sigarayı bıraktığında bile insan, kendisinde, memnun olmadığı birşeylerin ölüp olacağı şeylerin dirildiğini farkeder. Bize ahirette tekrar dirilmeyi vadeden Rabbimiz sanki her günümüze bununla ilgili bir uyarı levhası asmıştır. Öyle tecrübeler yaşarız ki bazen, ertesi günü, yeni bir hayata başlamışız gibi gelir.
Defterde daha sayfa var. Ne zaman biteceği belli değil ama şimdilik sayfa var. Öyle görünüyor. O halde yazarın umutsuz olmaması lazım. Yeni sayfalar açarak ferahlaması lazım. Kendinden kaçacak yolları arttırması lazım. Ne kadar çok öykü yazarsak o kadar iyi. Bunlardan birisi bize 'yazar' dedirtirse yeter. Bir kere de olsa kendi semamıza ihlasla dokunmamız lazım. Bu yüzden yazarın kalemiyle üstündeki toprağı kazıp içindeki iyiliğe ulaşması şart. Beyaz sayfalar varsa umut da var. Yoksa umut da yok. Sayfanı mutlaka yenile. Yazar olmak için yazmak yetmez sadece. Yazdıklarının okunabileceği boşluklara da ihtiyacın var.
Bunu da itiraf etmek gerek: Kalem bir kürek. Beyaz sayfa bir filika. Yazı bir kaçış süreci. Her zaman olmasa da bazen. Gemi kurtarılamayacak gibi durduğunda filikalara atlıyoruz. Kafamızın içinden kurtarılıyoruz. İçimizdeki basınçtan bir miktarı, tıpkı tencerenin düdüğünden fışkıran buhar gibi, dışımıza akıtılıyor. Say ki yaz sıcaklarındayız, tansiyonumuz yükselmiş, biraz kan alınıyor.
Rahatlıyoruz. Kimseye birşey ihsan ettiğimiz yok. Kimseyi aklımıza getirdiğimiz yok. Bize ihsan ediliyor. Bize ihsan edilenden başkasına da pay veriliyor. Haberimiz yok. Tohumunun sevincini canlılarla paylaşan ağaçlar gibiyiz. Meyvenin tadını düşündüğümüz yok. Fakat bize de bir teşekkür ediliyor.
Evet. Öyledir. Yazmam kaçışımdır benim. Çünkü bazı bazı şu dünyada Titanik'in son anlarında gibiyim. Gemiye yakın durdukça onunla birlikte batma ihtimalim artar gibi gelir. Kalemimle batacak olanlardan uzaklaşmaya çalışırım. Batıp gidenleri sevmem. Beni korkuturlar. Beni de beraberlerinde götürmesinler diye. Kaçarım. Kendimden uzaklaşırım. Dalgalı denizlerden uzaklaşırım. Kaçarım. Evet. Kaçarım. Yazmak bunu da sağlar. İnsan yazarak kendinden uzaklaşır. Hatta bizzat kendisini yazarken dahi kendisinden kaçmaktadır. Yüzdeyüz kendisi değildir çünkü yazdığı.
Yazarken kendimiz de ötekimizdir. Olmasını istediğimizdir. Hakkında konuştuğumuz herşey bir açıdan geride kalmıştır. Onlara bakabilmek için bile çoktan olmuş olmaları gerekir. İnsan şimdiye bakamaz. Olmak geçmiştir. Yıldızlara bakarken ne kadar geçmişi görüyorsam kendimi tartarken de o kadar geçmişi görüyorum. Ahmed'e dair söylediğim herşey geçmişteki Ahmed'lere ait. Çünkü onun hakkında konuşurken bile bu çorbaya yeni malzemeler katıyorum. Tadı değişiyor. Tadı değişecek. Ben dilime değen son kaşığı anlatacağım.
İnsan iyi yanlarıyla meşgul olup kötülüklerini örter. Dualarıyla meşgul olup bugününü örter. Umuduyla meşgul olup kederini örter. Hayaliyle meşgul olup gerçeğini örter. Yoksa hayata tutunmak zorlaşır. Kimse kendisini kötü bilerek kendisine sarılamaz. Kendine katlanmak için de bir örtü gerekir. Bu açıdan hayat bizler için hep bir kaçış ve sığınıştır. Kötülük ne kadar yakınımıza düşerse o kadar uzun süre onunla yaşarız ve ondan kaçarız. Bizzat bizim üzerimize düşerse hep onunla yaşarız ve hep ondan kaçarız. İnsan kendi içinin koşucusudur.
Halbuki insan fıtraten kötülüğü tanır. Çirkinliği, ondan kurtulamasa da, bilir. Mülkü de olsa uzun uzadıya kemliğe katlanamaz. Dosyası bir daha açılmayacak şekilde meşrulaştıramaz. Sürekli örtünebileceği birşeyler arar. İntikam bile hatalarımızı hatırlamamak için bir örtüdür.
Ben de başaramam bunu. Allah'ın Settar ismine sığınırım. Şiddet-i zuhurumdan kaçarım. Rabb-i Rahimim, lütfeder, beni de bana karşı örter. Beni benim pişmanlığımdan saklar. 'Kişi ile kalbi arasına girer.' Benimle benim arama rahmetini koyar. Şükürler olsun. Yazarım. Şükürler olsun. Unuturum. Şükürler olsun. Tevbe ederim. Şükürler olsun. Hayal kurarım. Şükürler olsun. Yeniden başlarım. Şükürler olsun. Hepsi için, geceyi gündüzle, gündüzü de geceyle örten Rabbime teşekkür etmeliyim. Çünkü ancak 'birbirine karışmayan denizleri sayesinde' ve 'varlığa koyduğu eşikler gölgesinde' yeniden başlarım.
İşte böyle arkadaşım. Settar ism-i şerifinin de yazarlıkla bir ilgisi var. Nasıl? Belki biraz şöyle: Her beyaz sayfa birşeylerin üstüne serilmiş olur. Birşeyleri örter. Birşeyleri yeniden başlatır. Birşeylere eşiklik yapar. Birşeylerin birbirine karışmasına mani olur. Neden açtık beyaz sayfayı? Çünkü ondan önceki sayfalar dolmuş gibiydi. Daha birşeyler yazılmaz gibiydi. Hem yazmak denense de okunmaz gibiydi. Böyle böyle sıkıntılar yüzünden kaçtık o eskilerden.
O sayfayı kapattık. O sayfayı kapatabilmek için yenisini açtık. Eşik aradık. Önceden kaçmamız sonra sayesinde oldu. Zaman bize bu şekilde de büyük bir rahmet oldu. Şimdi yazacaklarımızın daha okunaklı olacağına inanıyoruz. Belki biraz da 'daha iyi.' Bunu başarabilmek için yazıyoruz. Bunu başarabilmek için yaşıyoruz. Bunu başarabilmek için her sabah yeniden uyanıyoruz.
İnsanın da bir kitap olduğu en çok âleminde açılıp kapanan sayfalardan anlarız. Ayraç varsa kitap da vardır. Eşik varsa geçiş de vardır. Dünyanın sayfaları da gecesinden gündüzüne açılıyor. Evren de koca bir kitap belki. Onun da bir sayfa çevirişi var. Bir bitişi var. Seninkine ölüm onunkine kıyamet diyorlar.
Kendimde yeni bir sayfa açmak için yazıyorum. Çünkü eski sayfalarıma katlanamıyorum. Nefes almalıyım. Yeniden dirilmek üzere yaratıldığım arada bir bu ihtiyacın tekerrür etmesinden belli. Dirilmek hakikati bende nüksediyor.
Tevbe de tam bunun için değil midir? İnsan yaşamı içinde öyle telaşlara düşer ki gelecekte defterini okunmaz hale getirir. İşte, arkadaşım, yeni bir sayfaya ihtiyaç duyuran sancı! Bir kere değil her kere yaşarız. Ölüm ve haşir bu pişmanlıklar ve tekrar denemeler sayesinde anlara kadar iner. Tevbe ettiğimiz zaman bir kötü öldürmeye niyet ederiz ve iyi olarak dirilmesini dileriz. Sigarayı bıraktığında bile insan, kendisinde, memnun olmadığı birşeylerin ölüp olacağı şeylerin dirildiğini farkeder. Bize ahirette tekrar dirilmeyi vadeden Rabbimiz sanki her günümüze bununla ilgili bir uyarı levhası asmıştır. Öyle tecrübeler yaşarız ki bazen, ertesi günü, yeni bir hayata başlamışız gibi gelir.
Defterde daha sayfa var. Ne zaman biteceği belli değil ama şimdilik sayfa var. Öyle görünüyor. O halde yazarın umutsuz olmaması lazım. Yeni sayfalar açarak ferahlaması lazım. Kendinden kaçacak yolları arttırması lazım. Ne kadar çok öykü yazarsak o kadar iyi. Bunlardan birisi bize 'yazar' dedirtirse yeter. Bir kere de olsa kendi semamıza ihlasla dokunmamız lazım. Bu yüzden yazarın kalemiyle üstündeki toprağı kazıp içindeki iyiliğe ulaşması şart. Beyaz sayfalar varsa umut da var. Yoksa umut da yok. Sayfanı mutlaka yenile. Yazar olmak için yazmak yetmez sadece. Yazdıklarının okunabileceği boşluklara da ihtiyacın var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...