Yaşlanmak neyin delili olabilir acaba? Düşünsenize: Küçüğüz. Bebeğiz. Ağzımıza verilmese emziğe bile güç yetiremeyiz. Sonra çocuğuz. Yine hayatımızı idame edemeyecek kadar aciziz. Sonra genciz. Kendimizi çok güçlü biliriz. Yumruklarımızla duvarları delebiliriz. Daha sonra ortayaşlıyız. Sınırlarımızın farkındayız. En nihayet ihtiyarız. Yani yeniden bebeğiz. Mülkümüz sandığımız bazı şeyleri gelecek kuşaklara devretmişiz. Zayıflamışız. Güçsüzleşmişiz. Hatta bildiklerimizi unutmaya başlamışız. Belki de bunamışız. Söyleneni zor duyarız. Duyduğumuzu zor anlarız. Anlasak da hafızamızda tutamayız. Suya yazılmış bir yazı gibi kayıp gider zihnimizden. Bilmek bile güçlüdür acizliğimizden.
Bence, bu döngünün insana veriliş hikmeti, tıpkı Rum sûresinin haber verdiği gibi. Ne diyor 54. ayetinde hatırlayalım: "O Allah ki, sizi güçsüz bir halde yarattı; güçsüzlükten sonra size kuvvet verdi; kuvvetin ardından yine bir güçsüzlük ve ihtiyarlık verdi. O dilediğini yaratır. Çünkü O herşeyi bilen, herşeye gücü yetendir." Ve hüve'l-Alîmü'l-Kadîr. Ayet-i kerime böyle bitiyor. Cenab-ı Hak, buyurduğu yadsınamaz hakikatlerin ardından iki mübarek ismine dikkatlerimizi çekiyor: Alîm ve Kadîr. Ne demek Alîm? "Herşeyi bilen." Ne demek Kadîr? "Herşeye gücü yeten."
Özetle böyle söyleniyor. Ancak mezkûr ayet-i kerimeyi daha nitelikli bir şekilde anlayabilmek için biraz daha derin okumak gerekiyor bu iki ismi. Nasıl? Alîm: "Bütün arızî bilmeler Onun sonsuz bilgisinin birer bahşı olan." Kadîr: "Bütün arızî güç yetirmeler Onun sonsuz kudretinin birer delili olan." Yani bu iki isimde sadece Allah'ın bilişini ve kudretini tarif yok. Aynı zamanda kainattaki bilişin ve kudretin kaynağına da işaret var.
Kusurlu bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım. Elimizde üç tane bez parçası olsun. Bunlardan bir tanesini su kovamıza batırıp sıkabildiğimiz kadar sıkalım ve güneşin karşısına koyalım. Diğerini kovamıza batırıp sadece sıkalım. Üçüncüsü ise suya batırıp çıkaralım. Yani ne sıkalım ne de asalım. Ve şimdi bu üçünün ıslaklığını karşılaştıralım. Nasıl cevaplar verebiliriz? 1) Az ıslak. 2) Islak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Islak. 2) Daha ıslak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Nemli. 2) Islak. 3) Sırılsıklam. Bu üç bez arasında böylesi sıralamalar yapabiliriz. Fakat iş ıslaklığın kaynağına (yani suyun bizzat kendisine) geldiğinde ona bu tür bir soru soramazsınız: "Su ne kadar ıslak?" Saçma olur. Çünkü su ıslaklığın kendisidir. Sonsuzluğudur. Yani suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, zâtîye misaldir. Bezlerdeki ıslaklık ise arızîye misaldir.
Bu nedenle biz dünyada, varlıklar arasında, zeki-daha zeki-çok zeki veya güçlü-daha güçlü-çok güçlü gibi sıralamalar yapabiliriz. Arızîler arasında böyle sıralamalar yapabilmek mümkündür. Fakat zâtî olan böyle bir sıralamaya tâbi olmaz. (İhlas sûresini hatırlayalım.) Olursa zâtî olmaz. Birşeyin zâti olması aynı zamanda kaynağın o olması anlamına gelir. Birşey kaynağı olduğu şeyde acze düşmez. Bu yüzden müslümanlar olarak inanırız ki: Cenab-ı Hakkın tüm isimleri ve sıfatları sonsuzdur. Misli, şebihi, naziri yoktur. Çünkü bizdeki kıyaslanabilir izler sonsuz bir asla işaret ederler. Sonsuzluk asloluşun gerekliliğidir.
Geri dönelim. Ayette, dikkatimizi çektiği üzere, önce iki gelip-geçicilikten ve sonra da iki asıldan bahsediliyor bize. Yani önce çocukluktan büyüklüğe ve büyüklükten ihtiyarlığa değişen şeylerden örnekler veriliyor ve sonra da değişmeyen iki şeye işaret ediliyor. Evet, biz, tıpkı kovaya batırılıp çıkarılan bir bez gibi, önce ıslaklığın zirve noktasına doğru koşuyoruz. Sonra da kovadan uzaklaşan bez gibi zamanla kuruyoruz. Bu gelgitler işaret ediyor ki: Bizdeki bu meziyetler, mesela çok çok bilmekler, mesela çok çok kuvvetli hafızalar, mesela çok çok ağır şeyleri kaldırabilmeler, mesela çok çok çalışabilmekler, bütün bunlar aslında arızî şeyler. Ve biz bunların arızî olduğunu, yani bizim kendi üretimimiz/malımız değil bizde emanet olduğunu, onların elimizden gitmesiyle anlayabiliyoruz. Ve ihtiyarlık da bu noktada Alîm ve Kadîr isimlerinin iki şahidi oluveriyor. Yani ayet-i kerimenin ilk kısmı hemen peşinden gelen Esmaü'l-Hüsna'ya delil fonksiyonu görüyor.
Öyle ya! Bütün bu gelgitler bizden bağımsız olarak bin yıllar boyunca devam ediyorsa, o halde kova başka yerde, su başka yerde, asıl başka yerde. Bizim varlığımız yalnızca bir bezdir. Arızîdir. Islaklığın sahibi bize bahşettiğinde, bahşettiği kadar, biz de ıslanırız. Islaklığın sahibi bizden bahşını kestiğinde, bahşısı kestiği kadar, biz de kururuz. Değişenler değişmeyenin delilidir. Değişen herşey değişmeyen tekin delilidir.
Hem sadece bu da değil. İhtiyarlıkla gelen unutkanlığın Alîm ismine başka bir delaleti daha var. O da mürşidimin şu satırlarında bana gülümseyen birşeydir: "Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu, bana çok acımamak için haber veriyorum. (...) Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm."
Metnin devamını da düşünerek benim anladığım şudur: İnsan bildiğini unuttuğunda yeni bilmekler için kafasında yer açılır. Cehaletin tazelenmesi bir açıdan ilmin ziyadeleşmesidir. Bitirdiğini sandığı şeyi unuttuğunda bitmediğinin farkına varır insan. "Vardım!" sanrısını terkettiğinde yolun devam ettiğini anlar. Hafızası zayıf olanların yorum gücünün yüksekliği belki de buradandır. Onlar herşeyle yeniden yeniden muhatap olduklarından sürekli en başa dönerler. Ve bu da Alîm isminin bitmeyen hazinelerinin kapısını tekrar tekrar çalmak olur. Elhamdülillah. Cenab-ı Hak hiçbir hazinesinden bizi mahrum bırakmasın. Âmin.
27 Mart 2018 Salı
26 Mart 2018 Pazartesi
Yoksa ben sen misin?
Sagopa'nın Kendim İçin şarkısında bir dize var: "Olması gereken şeylerin adını 'iyilik yapmak' koymuşlar!" diyor. Ben de bu dizenin kapısından geçerek sık sık kendime söylüyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. İnsanın kendisinde zamanla oluşturduğu bir 'öyle olması gerekenler' listesidir. Bu liste yıllandıkça ve kabardıkça ve bir de seçimlerimiz doğrudan uzaklaştıkça fıtratın yerine geçmeye başlar. Niyetlerimizi değiştirir. O niyetlerden gelen bozulmalarla eşyaya verdiğimiz isimleri değiştirir. Yeni bir âlem kurgular kendince.
Fıtrat demekle neyi kastediyoruz? Öncelikle: Yaratılışımızın ayarlarını. Yahut da 'fabrika ayarlarımız' demeliyiz. Cenab-ı Hakkın bizi üzerine yarattığı bir hayır/varlıksallık var. Ve bir de bizim yaşam boyunca biriken seçimlerimiz. Bunların tamamı hayır değil. İşte, hayır olmayanların sayısı arttıkça, varlığımız bu ikisini birbiriyle karıştırmaya başlıyor. Belki her noktada değil. Fakat pekçok noktada. Sonra durup kendisine diyor ki: "Galiba üzerine yaratıldığım hal bu. O halde ne yapmalıyım? Bu yeni 'ben'i korumaya çalışmalıyım."
İnsan fıtratını korumaya da programlanmıştır. Lakin alışkanlıklar bu tavrın ayarlarını bozarlar. Akıl, şehvet ve gazap kuvvelerinin bize veriliş hikmetlerinden birisi de budur: Üzerine yaratıldığımız amacı/amaçları gerçekleştirmeye çalışmak. Lakin alışkanlıklar bir gün fıtratın yerine öyle bir sağlam kurulur ki, kendimizi, kuvvelerimizin bütün kuvvetiyle onları korumaya çalışıyorken buluruz. Biyolojik olarak hiçbir mecburiyetimiz olmadığı halde alkolsüz, televizyonsuz, dedikodusuz yapamaz hale geliriz. Bunlar aslında birer 'ihtiyaç' değil 'sahte ihtiyaç'lardır. (Sahte ihtiyaçların diğer adı ise 'israf'tır.) Ancak alışkanlıklarımızı fıtrat sanmaya başladığımızda ikisini ayırmak zor olur.
Sahte ihtiyaçlar terkedildiğinde vücuda hiçbir zarar vermezler. Hatta çoğu zaman bu terkedişin faydası da olur. Gerçek ihtiyaçlar ise eksildiklerinde varoluşumuzu da eksiltirler. İnsan gazoz içmese midesine iyi gelir de su içmese bünyesine hiç iyi gelmez. İşte, gerçek ihtiyaçlar ile sahteleri arasında yapacağımız bir ayrım, bize, fıtratımız ile alışkanlıklarımız arasında bir ayrım yapmayı da öğretir.
Ben bunu biraz da Natalie Portman ve Oscar Isaac'ın başrollerini paylaştığı Annihilation/Yokoluş filmindeki duruma benzetiyorum. Kırılmanın merkezine yaklaştıkça yansımanın şiddeti artıyor. Sahteliğin benzerliği artıyor. Asıl kendinden şüphe eder hale geliyor. Şöyle bir örnek üzerinden anlamaya çalışalım: Sihirli bir aynaya sahip olduğumuzu düşünelim. Bu ayna, öyle bir ayna ki, yansıttığı şeyler gerçekten varoluyor. Aynaya yaklaştıkça siz, ayna sizi daha iyi tanıdığı için, daha net kopyalıyor. Öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, hangisi gerçek siz, hangisi yansımanız ayıramıyorsunuz. Tıpkı filmin finaline doğru Oscar Isaac'ın sorduğu gibi soruyorsunuz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?"
İşte, yaşadığımız hayat da, bir açıdan, Yokoluş filmindeki o gizemli bölgeye benziyor. Allah'ın fıtratımıza koyduğu şeyler/seçimler o alanda bir kırılmaya uğruyorlar. Dışarıda kanser sayılacak şeyler o kurgu alanda doğallığa dönüşüyorlar. Farklı bir fizik, kimya, biyoloji, mantık işlemeye başlıyor. Gelin biz buna 'nefsin fiziği' diyelim. Evet, insan, eğer takva ile kendisini korumazsa, yavaş yavaş fıtratının fiziğini terkederek nefsin fiziğine doğru yöneliyor.
Doğrular ve yanlışlar, gerçekler ve yalanlar, olacaklar ve asla olmaması gerekenler bu sahada karışıyor. Ve bir noktadan sonra biz de yansımamıza Oscar Isaac gibi soruyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Ve kalan kısmımızı da (belki fosfat bombasıyla değil ama) bir şekilde öldürüyoruz. İkiliğe dayanamıyoruz. Sahtelik sahnede tek kalıyor.
Belki birçok psikolojik sıkıntının işaret ettiği hakikat de bu. Bu ikinci kişilik, kopya ben, asıl ben olmadığını alttan alta hissediyor. Tıpkı, Yokoluş'ta kopyanın hafızasının boşluklarını telafi edememesi gibi, sahte 'ben'imiz de yaratıldığı üzere olmamanın boşluklarını tedavi edemiyor. Bir türlü 'tamam' olamıyor. Her neyse... Konuyu fazla dağıttım. Bu yazıyı asıl kaleme alış sebebim ise şuydu:
Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde, Hz. Aişe (r.anha) validemiz ile Aleyhissalatuvesselam arasında geçen ve çoğumuzun "Şükreden bir kul olmayayım mı?" final cümlesiyle hatırladığı meşhur hâdiseyi naklederken, yapılan çevirinin eksik olduğunu ifade etti. Doğrusunun ise şöylesi manalar içermesi gerektiğini söyledi: "Allah'a şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi? Şükreden bir kul olmayı sevmeyeyim mi?"
Ben buradan, Allahu'l-alem kaydıyla ifade edeyim, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Aişe (r.anha) validemize, fıtratının berraklığından gelen, şöyle bir doğal tepki verdiğini anladım: "Nasıl yani? Cenab-ı Hak, geçmiş-gelecek bütün günahlarımı affettiğini bildirdi diye, beni cennetine koymayı vaadetti diye, beni bu kadar faziletle/ikramla donattı diye, şükretmeyi bırakmalı mıyım?" Çünkü, malumunuz, Hz. Aişe (r.anha) validemiz onun ibadetlerinde kendisini çok yormasından endişe ediyordu. Sorusu da şöyleydi: "Ey Allah'ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?"
İşte, kanaatimce, bu cevabın fıtratla bir ilgisi var arkadaşım. Aleyhissalatuvesselamın fıtratı o kadar berrak, o kadar yaratıldığı gibi olmak üzere, o kadar sapasağlam idi ki, ibadeti müsbet/menfaatli sonuçları için değil, olması gereken o olduğu için, fıtratı onun üzerine olduğu için, tabir-i caizse, canı ona meylettiği için ediyordu. Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da ihlası tarif ettiği şekliyle, yani, "İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar..." hakikatini yaşıyordu.
Bizimse hayat aynasında edindiğimiz çok kopyamız var. Bazıları ibadetlerin dahi, değil cennet için, dünyadaki karşılıkları için edilmesini istiyor. Olması gereken şeylerin adını farklı şekillerde koyuyor. Onların varlığına o kadar alıştık ki bazen biz de sormadan edemiyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Sahi asıl benden ne kadarı kaldı bizde? İşte, bu kalanı koruma çabasına arkadaşım, amelde olursa takva, niyetle olursa ihlas diyoruz. Cenab-ı Hak bizi onlarda muvaffak kılsın. Âmin.
Fıtrat demekle neyi kastediyoruz? Öncelikle: Yaratılışımızın ayarlarını. Yahut da 'fabrika ayarlarımız' demeliyiz. Cenab-ı Hakkın bizi üzerine yarattığı bir hayır/varlıksallık var. Ve bir de bizim yaşam boyunca biriken seçimlerimiz. Bunların tamamı hayır değil. İşte, hayır olmayanların sayısı arttıkça, varlığımız bu ikisini birbiriyle karıştırmaya başlıyor. Belki her noktada değil. Fakat pekçok noktada. Sonra durup kendisine diyor ki: "Galiba üzerine yaratıldığım hal bu. O halde ne yapmalıyım? Bu yeni 'ben'i korumaya çalışmalıyım."
İnsan fıtratını korumaya da programlanmıştır. Lakin alışkanlıklar bu tavrın ayarlarını bozarlar. Akıl, şehvet ve gazap kuvvelerinin bize veriliş hikmetlerinden birisi de budur: Üzerine yaratıldığımız amacı/amaçları gerçekleştirmeye çalışmak. Lakin alışkanlıklar bir gün fıtratın yerine öyle bir sağlam kurulur ki, kendimizi, kuvvelerimizin bütün kuvvetiyle onları korumaya çalışıyorken buluruz. Biyolojik olarak hiçbir mecburiyetimiz olmadığı halde alkolsüz, televizyonsuz, dedikodusuz yapamaz hale geliriz. Bunlar aslında birer 'ihtiyaç' değil 'sahte ihtiyaç'lardır. (Sahte ihtiyaçların diğer adı ise 'israf'tır.) Ancak alışkanlıklarımızı fıtrat sanmaya başladığımızda ikisini ayırmak zor olur.
Sahte ihtiyaçlar terkedildiğinde vücuda hiçbir zarar vermezler. Hatta çoğu zaman bu terkedişin faydası da olur. Gerçek ihtiyaçlar ise eksildiklerinde varoluşumuzu da eksiltirler. İnsan gazoz içmese midesine iyi gelir de su içmese bünyesine hiç iyi gelmez. İşte, gerçek ihtiyaçlar ile sahteleri arasında yapacağımız bir ayrım, bize, fıtratımız ile alışkanlıklarımız arasında bir ayrım yapmayı da öğretir.
Ben bunu biraz da Natalie Portman ve Oscar Isaac'ın başrollerini paylaştığı Annihilation/Yokoluş filmindeki duruma benzetiyorum. Kırılmanın merkezine yaklaştıkça yansımanın şiddeti artıyor. Sahteliğin benzerliği artıyor. Asıl kendinden şüphe eder hale geliyor. Şöyle bir örnek üzerinden anlamaya çalışalım: Sihirli bir aynaya sahip olduğumuzu düşünelim. Bu ayna, öyle bir ayna ki, yansıttığı şeyler gerçekten varoluyor. Aynaya yaklaştıkça siz, ayna sizi daha iyi tanıdığı için, daha net kopyalıyor. Öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, hangisi gerçek siz, hangisi yansımanız ayıramıyorsunuz. Tıpkı filmin finaline doğru Oscar Isaac'ın sorduğu gibi soruyorsunuz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?"
İşte, yaşadığımız hayat da, bir açıdan, Yokoluş filmindeki o gizemli bölgeye benziyor. Allah'ın fıtratımıza koyduğu şeyler/seçimler o alanda bir kırılmaya uğruyorlar. Dışarıda kanser sayılacak şeyler o kurgu alanda doğallığa dönüşüyorlar. Farklı bir fizik, kimya, biyoloji, mantık işlemeye başlıyor. Gelin biz buna 'nefsin fiziği' diyelim. Evet, insan, eğer takva ile kendisini korumazsa, yavaş yavaş fıtratının fiziğini terkederek nefsin fiziğine doğru yöneliyor.
Doğrular ve yanlışlar, gerçekler ve yalanlar, olacaklar ve asla olmaması gerekenler bu sahada karışıyor. Ve bir noktadan sonra biz de yansımamıza Oscar Isaac gibi soruyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Ve kalan kısmımızı da (belki fosfat bombasıyla değil ama) bir şekilde öldürüyoruz. İkiliğe dayanamıyoruz. Sahtelik sahnede tek kalıyor.
Belki birçok psikolojik sıkıntının işaret ettiği hakikat de bu. Bu ikinci kişilik, kopya ben, asıl ben olmadığını alttan alta hissediyor. Tıpkı, Yokoluş'ta kopyanın hafızasının boşluklarını telafi edememesi gibi, sahte 'ben'imiz de yaratıldığı üzere olmamanın boşluklarını tedavi edemiyor. Bir türlü 'tamam' olamıyor. Her neyse... Konuyu fazla dağıttım. Bu yazıyı asıl kaleme alış sebebim ise şuydu:
Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde, Hz. Aişe (r.anha) validemiz ile Aleyhissalatuvesselam arasında geçen ve çoğumuzun "Şükreden bir kul olmayayım mı?" final cümlesiyle hatırladığı meşhur hâdiseyi naklederken, yapılan çevirinin eksik olduğunu ifade etti. Doğrusunun ise şöylesi manalar içermesi gerektiğini söyledi: "Allah'a şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi? Şükreden bir kul olmayı sevmeyeyim mi?"
Ben buradan, Allahu'l-alem kaydıyla ifade edeyim, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Aişe (r.anha) validemize, fıtratının berraklığından gelen, şöyle bir doğal tepki verdiğini anladım: "Nasıl yani? Cenab-ı Hak, geçmiş-gelecek bütün günahlarımı affettiğini bildirdi diye, beni cennetine koymayı vaadetti diye, beni bu kadar faziletle/ikramla donattı diye, şükretmeyi bırakmalı mıyım?" Çünkü, malumunuz, Hz. Aişe (r.anha) validemiz onun ibadetlerinde kendisini çok yormasından endişe ediyordu. Sorusu da şöyleydi: "Ey Allah'ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?"
İşte, kanaatimce, bu cevabın fıtratla bir ilgisi var arkadaşım. Aleyhissalatuvesselamın fıtratı o kadar berrak, o kadar yaratıldığı gibi olmak üzere, o kadar sapasağlam idi ki, ibadeti müsbet/menfaatli sonuçları için değil, olması gereken o olduğu için, fıtratı onun üzerine olduğu için, tabir-i caizse, canı ona meylettiği için ediyordu. Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da ihlası tarif ettiği şekliyle, yani, "İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar..." hakikatini yaşıyordu.
Bizimse hayat aynasında edindiğimiz çok kopyamız var. Bazıları ibadetlerin dahi, değil cennet için, dünyadaki karşılıkları için edilmesini istiyor. Olması gereken şeylerin adını farklı şekillerde koyuyor. Onların varlığına o kadar alıştık ki bazen biz de sormadan edemiyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Sahi asıl benden ne kadarı kaldı bizde? İşte, bu kalanı koruma çabasına arkadaşım, amelde olursa takva, niyetle olursa ihlas diyoruz. Cenab-ı Hak bizi onlarda muvaffak kılsın. Âmin.
24 Mart 2018 Cumartesi
Şu 'değişmek' neden var?
'Görünmek' ve 'göstermek' arasında şöyle bir fark var: Görünmek 'kendine dair'liktir. Göstermek 'başkası için'liktir. Birşey bizzat görünüyor olsa bu onun sabitliğini gerektirir. Görünen şeyler gösterdikleri şeyde bir sabitlikle ancak görünebilirler. Ben, eğer bizatihi görünen olsam, bu bende bir sabitlikle mümkün olur. Ben olmakta değişmem. Her an başka birşey olmam. Fakat bende iş böyle olmuyor. Ne demek bu? Kafanızı birazcık karıştırdığımın farkındayım. Meseleyi yaklaştırabilmek için, kusurlu bir örnek de olsa, 'sinema' ve 'tiyatro' arasındaki nüansa değinelim:
Tiyatro sahnesi 'bizzat görünenlerin sahnesi' olarak ele alınsa, bu durum, ondaki 'şey'lerin sabitliğiyle kendisini ortaya koyar. Oyuncular sabittir. Dekorlar, gözü aldatmak için azıcık değişse de, sahnenin bütününde yatsınamaz bir sabitelik vardır. Tiyatroyu izleyen her izleyici bilir ki: İzlenen sahnedekinin kendisidir. Bunlar gerçek şeylerdir. Salt görüntüler değillerdir. Sahdeki insanlar nefes almaktadır. Terlemektedir. Yorulmaktadır. Canlılardır. Bundan dolayı tiyatrodaki değişimler sinemaya nazaran sınırlarla sınırlanırlar.
Sinemada durum böyle olmaz. Sinemadaki gerçeklik algımız tiyatrodakinden farklı olarak bize söyler ki: Bu izlediğimiz şeyler, her ne kadar tiyatro sahnesindekine benzer de olsa, görüntülerdir. Bizzat kendisi için varolan şeyler değildir. İşaretlerdir. Yansıyan şeylerdir. Boyutça eksiktir. Yaşamca eksiktir. Varlıkça eksiktir. Bu nedenle tiyatroya nazaran bazı sınırlardan da kurtulmuşlardır.
Bu iki varlık algısı arasındaki fark en çok 'değişim' üzerinden okunur. Sinemada birkaç saniye içinde hem Mekke sokaklarında hem İstanbul'da bulunabilirsiniz. İkisini birden görebilirsiniz. Ancak gerçek hayatta bu mümkün olmaz. Bu şiddetli değişim, yani yitirilmiş sabitelik, bize o görünen şeyin aslında gösterilen olduğunu söyler. Beyaz perdeye (yoksa siyah mı demeli) bakarken birden görünmeye başlayan şekiller, böyle şiddetli bir değişim yokolan bir sabitelikten haber verdiği için, perdenin 'görünen' değil 'üzerinden gösterilen' olduğu ihtar eder. Ancak burada Vahdetü'l-Vücud'un düştüğü bir yanlışa da düşmeyelim. Yansıma için yine de, perde kadarcık olsun, bir varlığa muhtacız. Taşıyıcı bir sabitelik olmazsa görüntü nerede yansıyacaktır? Sinemada bu işi perde yapar.
Hem mürşidim bu noktada der: "Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. (...) Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücut, çendan Vâcibü'l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor."
Buradan da seni alıp şu dünyanın değişimine getirmek istiyorum arkadaşım. Görüyorsun ya, her saniye, hatta her an bir başkalık dünyamıza hücum ediyor. Evet, ruh, bir derece sabitelik sağlıyor. Ahmed beş dakika sonra da yine Ahmed oluyor. Geçmişini bir derece hatırlıyor. Huylarını bir derece saklıyor. Ama acaba büsbütün aynı Ahmed mi oluyor? Hiç mi değişmiyor? Selma aynı Selma mı? Ayşe aynı Ayşe mi kalıyor? Sen de biliyorsun ki: Varlığın coşkun nehrinde büsbütün bir aynılıktan bahsetmek mümkün değil. İşte, arkadaşım, bu yitirilmiş sabitelik sanki birşey ihtar ediyor: Sen bizzat görünen değilsin. Gösterensin. Varsın. Fakat sinema perdesi gibisin. Üzerinde birşey gösteriliyor. Bu nedenle bencil veya kibirli olamazsın. Hakkın değildir. Çünkü üzerinde görünenler senin hakkında değildir.
Hatta, fırsat bu fırsat, şunu da belirtmeliyim: Tiyatro sahnesi örneğim de seni kandırmamalı. Çünkü tiyatro sahnesi dahi 'bizzat kendisi olarak görünmek' için değil 'üzerinden bir oyunu göstermek' içindir. Başka bir hakikate işaret eder. İşaret ettiği hakikat için değişir. Oyuncular değişir. Oyunculuklar değişir. Giysiler değişir. Giyenler değişir. Dekorlar değişir. Dekoratörler değişir.
Buradan şu hakikate varabileceğimizi zannediyorum: Her ne ki, bizzat ve yalnız kendisine işaret etmemek için vardır, onun için değişim de vardır. Bu yüzden biz iman ederiz: Allah kadimdir. Bakidir. Subhandır. Kayyumdur. Bizim gibi değişmekten, halden hale geçmekten, hatta bizde olunca kemal sayılan gelişmekten münezzehtir. Zira bunlar, dolaylı bir şekilde, hem 'öncesinde bir eksikliğe' hem de 'başka birşey için varolmaya' işaret eder. Fakat biz İhlas sûresinden şunun dersini tam aldık arkadaşım: Kendisinden başka birşeye işaret eden varlık 'ilah' olamaz.
22 Mart 2018 Perşembe
Öfke bir kaçıştır
İnsana öfke neden verilmiş? Sadece kendisini savunması için mi? Bu cevap bir noktaya kadar tatmin ediyor beni. Fakat ancak bir noktaya kadar. Çünkü insanın gerçekten öfkeyi hikmetli bulduğu çok az yer var. Dışımıza karşı kendimizi savunurken bile, öfke, çoğu zaman daha büyük yıkımların nedeni oluyor. Onu yutmak çözüme daha fazla yaklaştırıyor. Onu aşamamak güzel sonuçlardan uzaklaştırıyor. Hem aşırıya kaçmaya da yatkın birşey şu öfke. Dışarıya doğru ipleri koyverildiğinde nerede duracağı kestirilemez. Hem bizi dişler hem dışımızdakini. Hem bizi yaralar hem dışımızdakini. Saldırgandır ama sâdık değildir. Bir kere komut verilince sahibini dahi tanımayan bir köpektir.
Peki bu araba, ilk bakışta göründüğü gibi, frensiz mi yaratıldı? Hayır. Böyle olduğunu düşünmüyorum. İçimizdeki herşeyi dengelerle yaratan Allah öfkeyi de mutlaka bir denge içinde yarattı. Yani kafesiyle birlikte yarattı. Duvarıyla birlikte yarattı. Sınırlarıyla birlikte yarattı. Dengeleyicisiyle birlikte yarattı. Her hastalığın bir şifası olduğu gibi bu ifratın da içimize konulmuş bir devası vardı. Fakat bu deva onu ancak 'öncesinde kullanıldığı zamanlar' kontrol altına alabiliyordu. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Öfkenin şifası öncesindeki merhamettir. Merhamet ettiğiniz şeye öfkelendiğinizde ancak öfkenizi kontrol edebiliyorsunuz. Eğer öfkenin öncesinde, öfke duyulan şeye karşı bir şefkat yoksa, o zaman öfkenin etkileri ölümcül olabiliyor. Aksine, daha öncesinde o şeye karşı kalbinizi şefkatlendirmişseniz, o şefkat öfkenin gadrini eksiltiyor. Annenin evladına elini kaldırıp vuramadan indirmesine benziyor.
Yani demem o ki: Kalbimize herşeye karşı konulan şefkat aslında onların üzerine sürülen güneş kremine benziyor. Bu krem sayesinde ancak başkaca duygularımızdan gelecek zararlardan korunulabiliyor. Ebeveyne bu duygunun fazlaca verilmesi de koruması gereken canlıya karşı daha dikkatli olabilmesi için. Narinlik ne kadar ona sürülen güneş kremi o kadar. Yavrucukların korunmaya duyduğu ihtiyaç onların daha çok şefkat edilesi yaratılmalarının sebebi.
Bence, Kur'an'da ve sünnette bize hatırlatılan aramızdaki bağlar, aslında bu şefkati duyulması gereken herkese/herşeye karşı diri tutma ihtarıdır. Hatta, bu açıdan bakıldığında, 'tevhid' öyle büyük bir hatırlatmadır ki, bir insanın kalbine girdiği zaman kainatın tamamı nazarında güneş kremiyle kaplanır. Mü'min kâfire dahi merhamet eder. Nasıl? Mü'minin kâfire merhameti ona yaptığı tebliğidir. Muhatabını cennete götürmek isteyen elbette ona karşı şefkatlidir.
Buradan şuraya gelelim: Öfkenin bize veriliş hikmetlerinden birisinin 'kendimize değiştirmek' amaçlı olduğunu düşünüyorum. Evet. Öfke, doğru bir şekilde, belki biraz da olduğumuz kötü şeyden pişmanlığa dönüşerek, bize yöneldiğinde bizi 'bir başkası' kılmaya başlıyor. Çok konuşma huyuna karşı öfke duyan bir insan yavaş yavaş daha az konuşuyor. Yalancılığına öfkelen birisi giderek dürüstlüğe yaklaşıyor. Hatta, zararlı birçok alışkanlığın terki de, müptelalarının içten içe o alışkanlığa karşı biriktirdiği öfke vasıtasıyla oluyor. (Tasavvufta 'nefs-i levvamme/kınayan nefis' denilen makam da bu belki.) Yani öfke, insanın içinde, onu değiştirebilir bir sihirli değnek olarak kullanılabiliyor.
Hem bunu destekler şöyle bir kanıtım da var: İnsan kendisine karşı ister-istemez şefkatlidir. Yani dışına karşı güneş kremi sürünmüş insanın içine karşı da süründüğü bir krem vardır. Bu kendisine karşı korunmuşluk, önce ve bizzat kendisine sevme hissi, bir çeşit şefkat tezahürü olarak da görünür. Cebinde kalan son parasıyla canının çektiği şeyi alır. Âdeta içindeki çocuğu gözetir. Bu nedenle insanın kendisine karşı duyduğu öfkenin onda ifrata neden olması da zordur. "İmkansızdır!" demek yanlış olur. Kendisine karşı duyduğu öfkeyle nefsini mahvedenler de vardır. Fakat fıtrî şefkatimiz bu riskin oranını epey azaltır. Belki insanın nefsine bu denli prim vermesinin asıl sebebi de ona karşı doğuştan şefkatli yaratılmasıdır. Tıpkı annenin yavrusuna şefkatli yaratılması gibi.
Bir delilim daha var. O da şu izlenimim: İçinde değişmesi gereken şeyler olduğuna dair bir bilinç sahibi olanlar, dışarıya karşı bunu ne kadar gizlerlerse gizlesinler, öfkeleriyle rahatsızlıklarını belli ediyorlar. İçine öfkelenmeyi başaramayanlar dışarıya öfke duyuyorlar. Nefsini suçlayamayanlar dünyayı suçluyorlar. Yani bu öfke bir şekilde ortaya çıkıyor. Ancak muhatabın ahlakına uygun şekilde mümkün bir delikten fırlıyor. Bazen bir canavar, yoktan yere yüz kişinin katili de olsa, kendisini bu hale getirdiği için dünyaya saydırıyor.
En nihayet demem o ki: Öfkeli insanlara daha yakından bakın. Size gösterdikleri şeyin adresi muhtemelen başka bir yerdir. Dışarıya karşı öfkeleri içlerindeki pişmanlığa karşı bir duvardır. Korunmadır. İçerideki yüzleşmeden bir kaçıştır. Bu noktada İslam'ın insanı özeleştiri noktasında yüksek bir bilince çağırışı/çağırması, bir açıdan da, dışını (bizzat kendi dışını da) ondan gelecek zararlardan koruma çabasıdır.
Hadis-i şerifin haber verdiği şekilde 'en büyük pehlivan'lar olabilmenin sırrı burada yatıyor belki de. Hem ayet-i kerimenin “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir!” demesinin bir hikmeti de buradan anlaşılıyor. Biz öfkeyi yoketmiyoruz. Biz onu yutuyoruz. İçimizde layık olduğu yerde savaşını vermesi için yutuyoruz. Anlamlandırıp içimize yolluyoruz. Bu bir kendinle güreşmektir. Kendisini yenenden daha büyük pehlivan olabilir mi?
Şimdi, isterim ki, mürşidimin şu nasihatini, bir 'yutma egzersizi' olarak da oku arkadaşım: "Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun."
Peki bu araba, ilk bakışta göründüğü gibi, frensiz mi yaratıldı? Hayır. Böyle olduğunu düşünmüyorum. İçimizdeki herşeyi dengelerle yaratan Allah öfkeyi de mutlaka bir denge içinde yarattı. Yani kafesiyle birlikte yarattı. Duvarıyla birlikte yarattı. Sınırlarıyla birlikte yarattı. Dengeleyicisiyle birlikte yarattı. Her hastalığın bir şifası olduğu gibi bu ifratın da içimize konulmuş bir devası vardı. Fakat bu deva onu ancak 'öncesinde kullanıldığı zamanlar' kontrol altına alabiliyordu. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Öfkenin şifası öncesindeki merhamettir. Merhamet ettiğiniz şeye öfkelendiğinizde ancak öfkenizi kontrol edebiliyorsunuz. Eğer öfkenin öncesinde, öfke duyulan şeye karşı bir şefkat yoksa, o zaman öfkenin etkileri ölümcül olabiliyor. Aksine, daha öncesinde o şeye karşı kalbinizi şefkatlendirmişseniz, o şefkat öfkenin gadrini eksiltiyor. Annenin evladına elini kaldırıp vuramadan indirmesine benziyor.
Yani demem o ki: Kalbimize herşeye karşı konulan şefkat aslında onların üzerine sürülen güneş kremine benziyor. Bu krem sayesinde ancak başkaca duygularımızdan gelecek zararlardan korunulabiliyor. Ebeveyne bu duygunun fazlaca verilmesi de koruması gereken canlıya karşı daha dikkatli olabilmesi için. Narinlik ne kadar ona sürülen güneş kremi o kadar. Yavrucukların korunmaya duyduğu ihtiyaç onların daha çok şefkat edilesi yaratılmalarının sebebi.
Bence, Kur'an'da ve sünnette bize hatırlatılan aramızdaki bağlar, aslında bu şefkati duyulması gereken herkese/herşeye karşı diri tutma ihtarıdır. Hatta, bu açıdan bakıldığında, 'tevhid' öyle büyük bir hatırlatmadır ki, bir insanın kalbine girdiği zaman kainatın tamamı nazarında güneş kremiyle kaplanır. Mü'min kâfire dahi merhamet eder. Nasıl? Mü'minin kâfire merhameti ona yaptığı tebliğidir. Muhatabını cennete götürmek isteyen elbette ona karşı şefkatlidir.
Buradan şuraya gelelim: Öfkenin bize veriliş hikmetlerinden birisinin 'kendimize değiştirmek' amaçlı olduğunu düşünüyorum. Evet. Öfke, doğru bir şekilde, belki biraz da olduğumuz kötü şeyden pişmanlığa dönüşerek, bize yöneldiğinde bizi 'bir başkası' kılmaya başlıyor. Çok konuşma huyuna karşı öfke duyan bir insan yavaş yavaş daha az konuşuyor. Yalancılığına öfkelen birisi giderek dürüstlüğe yaklaşıyor. Hatta, zararlı birçok alışkanlığın terki de, müptelalarının içten içe o alışkanlığa karşı biriktirdiği öfke vasıtasıyla oluyor. (Tasavvufta 'nefs-i levvamme/kınayan nefis' denilen makam da bu belki.) Yani öfke, insanın içinde, onu değiştirebilir bir sihirli değnek olarak kullanılabiliyor.
Hem bunu destekler şöyle bir kanıtım da var: İnsan kendisine karşı ister-istemez şefkatlidir. Yani dışına karşı güneş kremi sürünmüş insanın içine karşı da süründüğü bir krem vardır. Bu kendisine karşı korunmuşluk, önce ve bizzat kendisine sevme hissi, bir çeşit şefkat tezahürü olarak da görünür. Cebinde kalan son parasıyla canının çektiği şeyi alır. Âdeta içindeki çocuğu gözetir. Bu nedenle insanın kendisine karşı duyduğu öfkenin onda ifrata neden olması da zordur. "İmkansızdır!" demek yanlış olur. Kendisine karşı duyduğu öfkeyle nefsini mahvedenler de vardır. Fakat fıtrî şefkatimiz bu riskin oranını epey azaltır. Belki insanın nefsine bu denli prim vermesinin asıl sebebi de ona karşı doğuştan şefkatli yaratılmasıdır. Tıpkı annenin yavrusuna şefkatli yaratılması gibi.
Bir delilim daha var. O da şu izlenimim: İçinde değişmesi gereken şeyler olduğuna dair bir bilinç sahibi olanlar, dışarıya karşı bunu ne kadar gizlerlerse gizlesinler, öfkeleriyle rahatsızlıklarını belli ediyorlar. İçine öfkelenmeyi başaramayanlar dışarıya öfke duyuyorlar. Nefsini suçlayamayanlar dünyayı suçluyorlar. Yani bu öfke bir şekilde ortaya çıkıyor. Ancak muhatabın ahlakına uygun şekilde mümkün bir delikten fırlıyor. Bazen bir canavar, yoktan yere yüz kişinin katili de olsa, kendisini bu hale getirdiği için dünyaya saydırıyor.
En nihayet demem o ki: Öfkeli insanlara daha yakından bakın. Size gösterdikleri şeyin adresi muhtemelen başka bir yerdir. Dışarıya karşı öfkeleri içlerindeki pişmanlığa karşı bir duvardır. Korunmadır. İçerideki yüzleşmeden bir kaçıştır. Bu noktada İslam'ın insanı özeleştiri noktasında yüksek bir bilince çağırışı/çağırması, bir açıdan da, dışını (bizzat kendi dışını da) ondan gelecek zararlardan koruma çabasıdır.
Hadis-i şerifin haber verdiği şekilde 'en büyük pehlivan'lar olabilmenin sırrı burada yatıyor belki de. Hem ayet-i kerimenin “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir!” demesinin bir hikmeti de buradan anlaşılıyor. Biz öfkeyi yoketmiyoruz. Biz onu yutuyoruz. İçimizde layık olduğu yerde savaşını vermesi için yutuyoruz. Anlamlandırıp içimize yolluyoruz. Bu bir kendinle güreşmektir. Kendisini yenenden daha büyük pehlivan olabilir mi?
Şimdi, isterim ki, mürşidimin şu nasihatini, bir 'yutma egzersizi' olarak da oku arkadaşım: "Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun."
20 Mart 2018 Salı
Soyu kesik olan kimdir?
Bilenler bilir. Mürşidim meyveye benzeterek bu ümmetin evliya ve asfiyasını sıklıkla yâdediyor. Hatta onları, Aleyhissalatuvesselamın davasının zamana yayılmış, yaşamış, nefes almış, konuşmuş, öğretmiş, hissetmiş, ahlak edinmiş, akletmiş ve istikametli hayatları ile getirdiği hakikatin doğruluğunu isbat etmiş delilleri olarak anıyor. Ben de, yine bu pencereden bakarak, Kevser sûresini (bir yönüyle daha) anlamak noktasında (İktidar Hayrettedir yazımda) dedim ki:
"Bu nedenle, ben derim ki, yeniden elde edilmek istenen 'kültürel iktidarın' lazımlarından birisi de şu hayrettir. Neye hayret ettiğinizin cevabı iktidarın kimde olduğunu da belirler. Görünürde ne kadar savletli olursanız olun. Geçicidir. Eğer bu gücü (veya hakikati diyelim) sizden sonrakilere 'hayret' olarak aktaramıyorsanız soyunuz kesiktir. Kevser sûresi, bu noktada, kimin 'ebter' olduğunu tam bir isabetle teşhis eder. Hayret edilecek ahlak, ehl-i şirkte değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdadır. Akması kesilmeyen kevser ondadır. Dersi hiç bitmeyen istikamet ondadır. O halde devam edecek olan hakikat de odur. Onundur. Zaman da bu hükmü isbatlamıştır."
Evet. Zaman bu hükmü isbatlamıştır. Hatta, bu noktadan bakıldığında, Yunus sûresinin 38. ayetindeki meydan okuma daha incelikli bir şekilde anlaşılır: "Yoksa onu (Muhammed kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın."
Bu meydan okumanın cevabı körkütük bir sessizliktir. Çünkü kâfirler, ne ilk nüzul ettiği çağda, ne de daha sonrasında Kur'an'ın bir benzerini getirememişlerdir. Kanaatimce: Kur'an'ın 'tarihselliği' (yani dönemine özgü olduğu) yönündeki iddialar da en çok böylesi ayetlerin çelikten pençesiyle yara alır. Zira sekülerizmin zamanla gelişen(!) şeyler üzerinden dogmatik şekilde iman ettiği 'şartların değişmişliği' veya 'eskidenliği' bu ayetlerle yanlışlanmıştır.
Kur'an'ın benzeri getirilemeyecektir. Bunun tarihselliği falan yoktur. Yerine birşey koyabilmek, öncekini eskitebilmek, zamanın değişmişliğinden dem vurabilmek, bütün bunlar da aslında 'benzerini getirmek' çabalarıdır. Ne önce ne de sonra. Ne şimdi ne de gelecekte. Ne Ebu Cehiller bunu başarabilecektir ne de Marxlar. O halde Kur'an'ın indiği şartlarla bugünün şartları arasında bir değişiklik yoktur. Bütün zamanın insanları acizliklerinde eşittir.
Hatta şu da var: Bu acizlikte bir artma veya azalmadan sözedilecekse Yunus sûresinin 38. ayeti bize acizliğin 'azalma' değil 'artma' yönünde geliştiğini söyler. Öyle ya! Aleyhissalatuvesselam bu dini ilk tebliğ ettiği günlerde mübarek ağaç henüz bir tohumdur. Ondan bütün dünyayı saran, bağrından onlarca devlet ve medeniyet çıkaran, eserleriyle küre-i arzı süsleyen, yetiştirdikleriyle insanlığa ışık tutan bir İslamiyet ağacı yeşermemiştir. Tohumun tohumu taklit etmesi bir derece kolaydır. Bazı tohumlar vardır ki, ehli olmayanlar, toprağa atılıncaya kadar onları karıştırabilirler. Birisinin tohumunu diğerinin sanabilirler. Fakat toprak sâdıktır. Her yalanı ortaya çıkarır. Menekşe diye atılan eğer başka bir çiçeğinse, toprağı yalancı çıkaramaz, ondan menekşe çıkar. Elma diye ekilen fidan başka bir ağacınsa, toprak aldatılamaz, bağrından elma ağacını yeşertir.
Zaman da işte böyle bir topraktır. Ona atılan da yeşerdikçe üzerine söylenmiş yalanları ortaya çıkarır. Aleyhissalatuvesselamın getirdiği Kur'an'ın, daha yeşerip 14-15 asırlık bu devasa ağacı bağrından taşırmadan evvel taklid edilememesi, ileride asla taklid edilemeyeceğine sapasağlam bir delili olur. Çünkü tohumken taklidi becerilemeyen ağaçken asla taklid edilemez. Taklitçiler taklidde giderek acze düşerler. Zaman onların ancak aczlerini arttırır.
Kur'an'ın benzerini getirmek İslam'ın da benzerini getirmektir. Bağrından milyarlarca müslüman; milyonlarca evliya, asfiya, meşayih, ârifan; onlarca devlet, medeniyet, âdil sultan çıkaran bir dinin benzerini getirmek, giderek insanlığın daha fazla acze düştüğü bir meseledir. Kevser sûresindeki 'kevser'in bir ucu da buna bakar. Yani: Müseyleme, belagatıyla o kevsere erişmekte ne kadar acizse, modern zaman ideologları da demagojileriyle o kadar acizdir.
Evet. Belki onun, kâfirlerin övünç vesilesi saydığı türden, erkek evlatlarla yeşerip büyüyen bir soyu olmamıştır. Ancak getirdiği hakikatle dünyayı saran öyle bir manevî soyun sahibidir ki, onun karşısında diğer bütün soylar, ideolojiler, sahte dinler, medeniyetler Musa aleyhisselamın asâsı karşısında sahte yılanları yutulan büyücülere dönerler. Herbirinin insanlığa getirdiği felaketler dizisi, saadet vaadlerindeki yalancılıkları, bağırlarından çıkan zulm u zakkum meyvelerin acılığı, bu ayetin ve Kevser ayetlerinin haber verdiği şekilde İslam'ın hak olduğunun delili olur. Allahu'l-alem.
"Bu nedenle, ben derim ki, yeniden elde edilmek istenen 'kültürel iktidarın' lazımlarından birisi de şu hayrettir. Neye hayret ettiğinizin cevabı iktidarın kimde olduğunu da belirler. Görünürde ne kadar savletli olursanız olun. Geçicidir. Eğer bu gücü (veya hakikati diyelim) sizden sonrakilere 'hayret' olarak aktaramıyorsanız soyunuz kesiktir. Kevser sûresi, bu noktada, kimin 'ebter' olduğunu tam bir isabetle teşhis eder. Hayret edilecek ahlak, ehl-i şirkte değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdadır. Akması kesilmeyen kevser ondadır. Dersi hiç bitmeyen istikamet ondadır. O halde devam edecek olan hakikat de odur. Onundur. Zaman da bu hükmü isbatlamıştır."
Evet. Zaman bu hükmü isbatlamıştır. Hatta, bu noktadan bakıldığında, Yunus sûresinin 38. ayetindeki meydan okuma daha incelikli bir şekilde anlaşılır: "Yoksa onu (Muhammed kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın."
Bu meydan okumanın cevabı körkütük bir sessizliktir. Çünkü kâfirler, ne ilk nüzul ettiği çağda, ne de daha sonrasında Kur'an'ın bir benzerini getirememişlerdir. Kanaatimce: Kur'an'ın 'tarihselliği' (yani dönemine özgü olduğu) yönündeki iddialar da en çok böylesi ayetlerin çelikten pençesiyle yara alır. Zira sekülerizmin zamanla gelişen(!) şeyler üzerinden dogmatik şekilde iman ettiği 'şartların değişmişliği' veya 'eskidenliği' bu ayetlerle yanlışlanmıştır.
Kur'an'ın benzeri getirilemeyecektir. Bunun tarihselliği falan yoktur. Yerine birşey koyabilmek, öncekini eskitebilmek, zamanın değişmişliğinden dem vurabilmek, bütün bunlar da aslında 'benzerini getirmek' çabalarıdır. Ne önce ne de sonra. Ne şimdi ne de gelecekte. Ne Ebu Cehiller bunu başarabilecektir ne de Marxlar. O halde Kur'an'ın indiği şartlarla bugünün şartları arasında bir değişiklik yoktur. Bütün zamanın insanları acizliklerinde eşittir.
Hatta şu da var: Bu acizlikte bir artma veya azalmadan sözedilecekse Yunus sûresinin 38. ayeti bize acizliğin 'azalma' değil 'artma' yönünde geliştiğini söyler. Öyle ya! Aleyhissalatuvesselam bu dini ilk tebliğ ettiği günlerde mübarek ağaç henüz bir tohumdur. Ondan bütün dünyayı saran, bağrından onlarca devlet ve medeniyet çıkaran, eserleriyle küre-i arzı süsleyen, yetiştirdikleriyle insanlığa ışık tutan bir İslamiyet ağacı yeşermemiştir. Tohumun tohumu taklit etmesi bir derece kolaydır. Bazı tohumlar vardır ki, ehli olmayanlar, toprağa atılıncaya kadar onları karıştırabilirler. Birisinin tohumunu diğerinin sanabilirler. Fakat toprak sâdıktır. Her yalanı ortaya çıkarır. Menekşe diye atılan eğer başka bir çiçeğinse, toprağı yalancı çıkaramaz, ondan menekşe çıkar. Elma diye ekilen fidan başka bir ağacınsa, toprak aldatılamaz, bağrından elma ağacını yeşertir.
Zaman da işte böyle bir topraktır. Ona atılan da yeşerdikçe üzerine söylenmiş yalanları ortaya çıkarır. Aleyhissalatuvesselamın getirdiği Kur'an'ın, daha yeşerip 14-15 asırlık bu devasa ağacı bağrından taşırmadan evvel taklid edilememesi, ileride asla taklid edilemeyeceğine sapasağlam bir delili olur. Çünkü tohumken taklidi becerilemeyen ağaçken asla taklid edilemez. Taklitçiler taklidde giderek acze düşerler. Zaman onların ancak aczlerini arttırır.
Kur'an'ın benzerini getirmek İslam'ın da benzerini getirmektir. Bağrından milyarlarca müslüman; milyonlarca evliya, asfiya, meşayih, ârifan; onlarca devlet, medeniyet, âdil sultan çıkaran bir dinin benzerini getirmek, giderek insanlığın daha fazla acze düştüğü bir meseledir. Kevser sûresindeki 'kevser'in bir ucu da buna bakar. Yani: Müseyleme, belagatıyla o kevsere erişmekte ne kadar acizse, modern zaman ideologları da demagojileriyle o kadar acizdir.
Evet. Belki onun, kâfirlerin övünç vesilesi saydığı türden, erkek evlatlarla yeşerip büyüyen bir soyu olmamıştır. Ancak getirdiği hakikatle dünyayı saran öyle bir manevî soyun sahibidir ki, onun karşısında diğer bütün soylar, ideolojiler, sahte dinler, medeniyetler Musa aleyhisselamın asâsı karşısında sahte yılanları yutulan büyücülere dönerler. Herbirinin insanlığa getirdiği felaketler dizisi, saadet vaadlerindeki yalancılıkları, bağırlarından çıkan zulm u zakkum meyvelerin acılığı, bu ayetin ve Kevser ayetlerinin haber verdiği şekilde İslam'ın hak olduğunun delili olur. Allahu'l-alem.
15 Mart 2018 Perşembe
İktidar hayrettedir
Hiç kıvırmaya gerek yok. Hayreti yöneten gayreti de yönetir. Bu hep böyle olmuştur. Bediüzzaman'ın, gerek İçtihad Risalesi'nde 'selefin yetkinliği' ve 'bizim yetkisizliğimiz' hakkında söyledikleri, gerekse II. Dünya Harbi'ne duyulan merakın 'hizmet-i imaniyeye vereceği zararlar' bağlamındaki endişesi, aynı sırrı fısıldar bize: Hayretimiz gayretimizin paçasıdır. Onu kaptırırsak şunu da kaptırmış oluruz. Odak noktamızı yitirirsek (veya başkalaştırırsak), bu, peşinden gelen her çabayı da sürükler. Kendisinin malı yapar.
"Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı celb eden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ, bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetle iştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i Salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'ân'la kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih idi. Bunun için, istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi. Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarf edilecek müstakim bir içtihad yoktur."
Bu nedenle, ben derim ki, yeniden elde edilmek istenen 'kültürel iktidarın' lazımlarından birisi de şu hayrettir. Neye hayret ettiğinizin cevabı iktidarın kimde olduğunu da belirler. Görünürde ne kadar savletli olursanız olun. Geçicidir. Eğer bu gücü (veya hakikati diyelim) sizden sonrakilere 'hayret' olarak aktaramıyorsanız soyunuz kesiktir. Kevser sûresi bu noktada kimin 'ebter' olduğunu tam bir isabetle teşhis eder. Hayret edilecek ahlak, ehl-i şirkte değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdadır. Akması kesilmeyen kevser ondadır. Dersi hiç bitmeyen istikamet ondadır. O halde devam edecek olan hakikat de odur. Onundur. Zaman da bu hükmü isbatlamıştır.
Bunun benim çocukluğuma bakan yanı ise şöyle: Ben çocukken, bilmiyorum hangi saikle, evliya menkıbesi okumaya pek meraklı idim. Siyer, sahabe hayatı, peygamberler tarihi türü eserlerden sonra en yoğun ilgim menkıbelereydi. (Yahut da çevremde o türden kitapların çokluğu nedeniyle bu ilgim gelişmişti.) Ve ben menkıbeleri okurken şimdi yeğenimin Örümcek Adamı veya Süpermen'i izlerken aldığına benzer bir lezzet alırdım. Özellikle kerametlere dair bahisler ayaklarımı yerden keserdi. Güzel ahlaklarına dair örnekler ruhumu ateşlerdi. Zekalarını kullanış tarzları, hakkı savunmaktaki sebatları, belalara karşı sabırları, ezberlerinde bilgi miktarı ve ilim yolunda girdikleri zahmetler benim için büyüleyiciydi. Eğer hakikaten bir süper kahramanlar dünyasından bahsedilecekse, işte, onlardı. Ben bu hayret ile büyüdüm. Geçenlerde Emirdağ Lahikası'nı okurken farkettim ki: Mürşidim de aynı hayretle büyümüş.
"Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar—onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebeler, âlimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa, büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı."
Bu hayreti küçük görmemek gerekiyor. Küçükken dünyasına hayretin böylesi nakşolmamış bir çocuğun gayretini sonradan çevirmek de zor. Şimdi bakıyorum, görece dindar yayınevlerinde dahi, böyle evliya menkıbelerini (özellikle çocuklara göre versiyonlarını) bulmak güçleşiyor. Çünkü böylesi bir hayretin o yaşlarda uyandırılması gerektiğine inançlarını yitirmiş durumdalar. Hatta kimi dindar aileler böylesi menkıbelerin çocuklarının kafalarını karıştıracağını dahi düşünüyorlar. (Her nedense evrim ve ateizm üzerine kurulu süperkahraman yapımları değil de bunlar karıştırıyor.) Naklolan hâdiselere 'hurafe' demeyi seçenleri hiç anmıyorum bile. Onların çocuklarının, eğer Allah'tan bir inayet gelmezse, alacakları hal belli. Geçmişe karşı öfke. Köklerine karşı bir tepki. Özlerine dair bir küçük görme. Varacakları yer az-çok burası.
Bu açıdan bakınca 'kültürel iktidar' meselesini artık daha doğru bir zemine oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Neden? Biraz da şundan: Eğer sen, köklerine dair bir hayreti uyandırmak yerine, yine ellere hayret uyandırıyorsan; varsın bütün yayınevleri, sinemalar, tiyatrolar senin olsun; iktidar falan elde edemezsin. Öncelikle hayretinin köklerine yönelmesi gerek. Ve yönlendirmesi gerek. Diğerlerinin öncelikle senin gözlerinden düşmesi gerek. Fakat şimdi bakıyorum: En çok 'kültürel iktidar' meselesini atıf yapanlar aynı zamanda takdiratını en çok dağıtanlar. Sen bu hayret üzere gidersen gayretin nasıl 'senin iktidarını' netice verebilir ki? Yapabileceğinin en ilerisi gayrının iktidarını tahkim etmek olur. Çünkü sen, aynı iktidarın isminin üzerinden görünürlüğünü istiyorsun, hakiki hayretini istemiyorsun. Ebterliğin kaçınılmaz senin.
"Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı celb eden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ, bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetle iştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i Salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'ân'la kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih idi. Bunun için, istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi. Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarf edilecek müstakim bir içtihad yoktur."
Bu nedenle, ben derim ki, yeniden elde edilmek istenen 'kültürel iktidarın' lazımlarından birisi de şu hayrettir. Neye hayret ettiğinizin cevabı iktidarın kimde olduğunu da belirler. Görünürde ne kadar savletli olursanız olun. Geçicidir. Eğer bu gücü (veya hakikati diyelim) sizden sonrakilere 'hayret' olarak aktaramıyorsanız soyunuz kesiktir. Kevser sûresi bu noktada kimin 'ebter' olduğunu tam bir isabetle teşhis eder. Hayret edilecek ahlak, ehl-i şirkte değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdadır. Akması kesilmeyen kevser ondadır. Dersi hiç bitmeyen istikamet ondadır. O halde devam edecek olan hakikat de odur. Onundur. Zaman da bu hükmü isbatlamıştır.
Bunun benim çocukluğuma bakan yanı ise şöyle: Ben çocukken, bilmiyorum hangi saikle, evliya menkıbesi okumaya pek meraklı idim. Siyer, sahabe hayatı, peygamberler tarihi türü eserlerden sonra en yoğun ilgim menkıbelereydi. (Yahut da çevremde o türden kitapların çokluğu nedeniyle bu ilgim gelişmişti.) Ve ben menkıbeleri okurken şimdi yeğenimin Örümcek Adamı veya Süpermen'i izlerken aldığına benzer bir lezzet alırdım. Özellikle kerametlere dair bahisler ayaklarımı yerden keserdi. Güzel ahlaklarına dair örnekler ruhumu ateşlerdi. Zekalarını kullanış tarzları, hakkı savunmaktaki sebatları, belalara karşı sabırları, ezberlerinde bilgi miktarı ve ilim yolunda girdikleri zahmetler benim için büyüleyiciydi. Eğer hakikaten bir süper kahramanlar dünyasından bahsedilecekse, işte, onlardı. Ben bu hayret ile büyüdüm. Geçenlerde Emirdağ Lahikası'nı okurken farkettim ki: Mürşidim de aynı hayretle büyümüş.
"Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar—onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebeler, âlimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa, büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı."
Bu hayreti küçük görmemek gerekiyor. Küçükken dünyasına hayretin böylesi nakşolmamış bir çocuğun gayretini sonradan çevirmek de zor. Şimdi bakıyorum, görece dindar yayınevlerinde dahi, böyle evliya menkıbelerini (özellikle çocuklara göre versiyonlarını) bulmak güçleşiyor. Çünkü böylesi bir hayretin o yaşlarda uyandırılması gerektiğine inançlarını yitirmiş durumdalar. Hatta kimi dindar aileler böylesi menkıbelerin çocuklarının kafalarını karıştıracağını dahi düşünüyorlar. (Her nedense evrim ve ateizm üzerine kurulu süperkahraman yapımları değil de bunlar karıştırıyor.) Naklolan hâdiselere 'hurafe' demeyi seçenleri hiç anmıyorum bile. Onların çocuklarının, eğer Allah'tan bir inayet gelmezse, alacakları hal belli. Geçmişe karşı öfke. Köklerine karşı bir tepki. Özlerine dair bir küçük görme. Varacakları yer az-çok burası.
Bu açıdan bakınca 'kültürel iktidar' meselesini artık daha doğru bir zemine oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Neden? Biraz da şundan: Eğer sen, köklerine dair bir hayreti uyandırmak yerine, yine ellere hayret uyandırıyorsan; varsın bütün yayınevleri, sinemalar, tiyatrolar senin olsun; iktidar falan elde edemezsin. Öncelikle hayretinin köklerine yönelmesi gerek. Ve yönlendirmesi gerek. Diğerlerinin öncelikle senin gözlerinden düşmesi gerek. Fakat şimdi bakıyorum: En çok 'kültürel iktidar' meselesini atıf yapanlar aynı zamanda takdiratını en çok dağıtanlar. Sen bu hayret üzere gidersen gayretin nasıl 'senin iktidarını' netice verebilir ki? Yapabileceğinin en ilerisi gayrının iktidarını tahkim etmek olur. Çünkü sen, aynı iktidarın isminin üzerinden görünürlüğünü istiyorsun, hakiki hayretini istemiyorsun. Ebterliğin kaçınılmaz senin.
10 Mart 2018 Cumartesi
Erdoğan'ın sözleri bizi neden korkuttu?
Bediüzzaman'ın 1. Meclis'e hitaben yazdığı hutbede vurguladığı şeylerden birisidir: "Bâhusus bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef'âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor." Sanıyorum, Cumhurbaşkanımızın, İslam'ın güncellenmesi hakkındaki sözlerinden dolayı ciğerimizin yanmasının en büyük sebeplerinden birisi de şu sözlerde saklı olan hikmetti. Onlardaki hukukullahın hukuk-u ibâdı da tazammun etmesiydi.
Öyle ya. Güçlü bir iktidarın muktedirliği tartışmasız bir lideriydi bunu söyleyen. Üstelik ülke için anlamı sadece siyasi başarısından kaynaklanmıyordu. Halkı onu hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için de seviyordu. Tıpkı bir zamanlar Mustafa Kemal'i sevdiği gibi.
Hakkında okuması olanların malumudur: Mustafa Kemal, 1. Meclis'in açılışını öyle dinî bir hava içerisinde gerçekleştirir ki, Kazım Karabekir gibi kimi isimler bu vurgunun şiddetinden rahatsız olurlar. Aşırı bulduklarını hatıralarında/günlüklerinde yazarlar. Fakat aynı Mustafa Kemal, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, öyle bir hale gelir ki, aksi yönde bir vurguyla toplumu yeniden inşa etmeyi dahi dener. Ezanı yasaklar. İslam harflerini yasaklar. Medreseleri yasaklar. Tekkeleri yasaklar. Dinî eğitimi yasaklar. Dinî kıyafetleri yasaklar.
Bundan başka, FETÖ gibi başa gelen nice tecrübe vardır ki, mürşidimin ifade ettiği şu sırrı tekrar eder: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."
Yani, haklı bir noktada başlamak, haklı kalmanın garantisi değildir. Haklılığın garantisi her adımında hakkın içinde kalmaktır. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Sağlaması nasıl yapılabilir? Bunun sağlaması ancak Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mizanlarıyla olur. Onun mirasına sahip çıkarak olur. Onun iltizamlarına taraftarlıkla olur.
Bu cadde-i kübradan ayrılan en küçük adımlar bile alınan büyük risklerdir. Çünkü arkalarından onları taklide meyyal çokların yürümesiyle dalalet fırkaları haline gelebilirler. İslam tarihi böylesi nice tecrübeyle doludur. Bu da ferasetli mü'minlere bir teenni refleksi kazandırır. İşte, bizim, Cumhurbaşkanının sözleri karşısında harekete geçen refleksimiz, çok tecrübelere dayanan bu reflekstir.
Şimdi korkuyoruz. Değil kara kaşı-gözü için, hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için, canımız gibi sevdiğimiz liderimizin 14-15 asırlık bu cadde-i kübraya taraftarlığını yitirmesinden korkuyoruz. Zira bu taraftarlığı yitirmek yerelliğini yitirmektir. İçimizden birisinin yabancıya dönüşmesidir. Biz onun adına bundan da korkuyoruz. Kökleriyle olan bağında sorunlar çıkmasından korkuyoruz. Bu sorunların onda kalmayıp teşvikiyle topluma da inmesinden korkuyoruz. Zaten her gün yüz çeşit saldırıyı göğüslemekteyiz. Bir de böylesi dost bir yüzden gelmesinden korkuyoruz.
Bakınız, bu sıradan bir iş değildir, devam ederse bir dönüşümdür. Bizden olanın başkasına dönüşümüdür. AK Parti içinde hangi köşeleri tuttuklarını tam olarak bilmediğimiz bid'a görüş sahiplerinin tesirlerinin çok yukarılara çıktığının bir göstergesidir.
O metni Cumhurbaşkanımız yazmamıştır. Yazanlar vardır. Ona bu metni okutabildiklerine göre makamına tesirleri de vardır. Bütün bu peşpeşe okumalar bizi dehşetli bir endişeye sevkederler. Çünkü bize Erdoğan dinin selameti için gereklidir. Din Erdoğan için gerekli değildir. Siyaset İslam için gereklidir. İslam siyaset için değildir.
Eğer o istikametini kaybederse sevildiği şey adına artık sevilmemesi gerekir. Değil hayır 'ehven-i şerreyn' bile sayılmaması gerekir. Din bütün hayırların başıdır. İmanın istikameti ise o dinin tek zeminidir. Eğer biz, İslam'ın güncellenmesi gerektiğine inanmaya başlayan bir yönetimin eline düşersek, mesele, Bediüzzaman'ın Hz. Eyyüb aleyhisselamın duasını yorumladığı şekle döner:
"Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: 'Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor!' diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş."
Biz bu iktidar için pekçok şeye katlandık. Pekçok şeye katlanmayı da kafamıza koyduk. Siyasi yalnızlaşmaymış, ABD'nin düşmanlığıymış, Rusya'yla geçimsizlikmiş, Avrupa bizi sevmemesiymiş, aç kalırmışız, darbe olurmuş, ülkece kötüye gidermişiz vs... Vallahi, tallahi, billahi, bunlardan hiçbirisini sallamadık. Hatta böyle haberler kulağımıza üflendiğinde "Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara: İnsanlar size karşı toplandı; onlardan korkun, dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: Bize Allah yeter; ne güzel vekildir O..." ayetine güzel bir masadak olduk.
Fakat şimdi korkuyoruz. Çünkü kurdun gövdeye girmesinden endişe ediyoruz. Bu iş, iman işi, başka şeylere benzemiyor. Ödenecek bedeli başka noktalarda hayırlar umarak görmezden gelinemiyor. Yine de "Allah ululemrimizi Ehl-i Sünnet istikameti üzerine eylesin!" diye dua ederiz. Ne diyelim: Allah bize böyle bir imtihan yaşatmasın.
Öyle ya. Güçlü bir iktidarın muktedirliği tartışmasız bir lideriydi bunu söyleyen. Üstelik ülke için anlamı sadece siyasi başarısından kaynaklanmıyordu. Halkı onu hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için de seviyordu. Tıpkı bir zamanlar Mustafa Kemal'i sevdiği gibi.
Hakkında okuması olanların malumudur: Mustafa Kemal, 1. Meclis'in açılışını öyle dinî bir hava içerisinde gerçekleştirir ki, Kazım Karabekir gibi kimi isimler bu vurgunun şiddetinden rahatsız olurlar. Aşırı bulduklarını hatıralarında/günlüklerinde yazarlar. Fakat aynı Mustafa Kemal, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, öyle bir hale gelir ki, aksi yönde bir vurguyla toplumu yeniden inşa etmeyi dahi dener. Ezanı yasaklar. İslam harflerini yasaklar. Medreseleri yasaklar. Tekkeleri yasaklar. Dinî eğitimi yasaklar. Dinî kıyafetleri yasaklar.
Bundan başka, FETÖ gibi başa gelen nice tecrübe vardır ki, mürşidimin ifade ettiği şu sırrı tekrar eder: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."
Yani, haklı bir noktada başlamak, haklı kalmanın garantisi değildir. Haklılığın garantisi her adımında hakkın içinde kalmaktır. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Sağlaması nasıl yapılabilir? Bunun sağlaması ancak Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mizanlarıyla olur. Onun mirasına sahip çıkarak olur. Onun iltizamlarına taraftarlıkla olur.
Bu cadde-i kübradan ayrılan en küçük adımlar bile alınan büyük risklerdir. Çünkü arkalarından onları taklide meyyal çokların yürümesiyle dalalet fırkaları haline gelebilirler. İslam tarihi böylesi nice tecrübeyle doludur. Bu da ferasetli mü'minlere bir teenni refleksi kazandırır. İşte, bizim, Cumhurbaşkanının sözleri karşısında harekete geçen refleksimiz, çok tecrübelere dayanan bu reflekstir.
Şimdi korkuyoruz. Değil kara kaşı-gözü için, hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için, canımız gibi sevdiğimiz liderimizin 14-15 asırlık bu cadde-i kübraya taraftarlığını yitirmesinden korkuyoruz. Zira bu taraftarlığı yitirmek yerelliğini yitirmektir. İçimizden birisinin yabancıya dönüşmesidir. Biz onun adına bundan da korkuyoruz. Kökleriyle olan bağında sorunlar çıkmasından korkuyoruz. Bu sorunların onda kalmayıp teşvikiyle topluma da inmesinden korkuyoruz. Zaten her gün yüz çeşit saldırıyı göğüslemekteyiz. Bir de böylesi dost bir yüzden gelmesinden korkuyoruz.
Bakınız, bu sıradan bir iş değildir, devam ederse bir dönüşümdür. Bizden olanın başkasına dönüşümüdür. AK Parti içinde hangi köşeleri tuttuklarını tam olarak bilmediğimiz bid'a görüş sahiplerinin tesirlerinin çok yukarılara çıktığının bir göstergesidir.
O metni Cumhurbaşkanımız yazmamıştır. Yazanlar vardır. Ona bu metni okutabildiklerine göre makamına tesirleri de vardır. Bütün bu peşpeşe okumalar bizi dehşetli bir endişeye sevkederler. Çünkü bize Erdoğan dinin selameti için gereklidir. Din Erdoğan için gerekli değildir. Siyaset İslam için gereklidir. İslam siyaset için değildir.
Eğer o istikametini kaybederse sevildiği şey adına artık sevilmemesi gerekir. Değil hayır 'ehven-i şerreyn' bile sayılmaması gerekir. Din bütün hayırların başıdır. İmanın istikameti ise o dinin tek zeminidir. Eğer biz, İslam'ın güncellenmesi gerektiğine inanmaya başlayan bir yönetimin eline düşersek, mesele, Bediüzzaman'ın Hz. Eyyüb aleyhisselamın duasını yorumladığı şekle döner:
"Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: 'Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor!' diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş."
Biz bu iktidar için pekçok şeye katlandık. Pekçok şeye katlanmayı da kafamıza koyduk. Siyasi yalnızlaşmaymış, ABD'nin düşmanlığıymış, Rusya'yla geçimsizlikmiş, Avrupa bizi sevmemesiymiş, aç kalırmışız, darbe olurmuş, ülkece kötüye gidermişiz vs... Vallahi, tallahi, billahi, bunlardan hiçbirisini sallamadık. Hatta böyle haberler kulağımıza üflendiğinde "Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara: İnsanlar size karşı toplandı; onlardan korkun, dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: Bize Allah yeter; ne güzel vekildir O..." ayetine güzel bir masadak olduk.
Fakat şimdi korkuyoruz. Çünkü kurdun gövdeye girmesinden endişe ediyoruz. Bu iş, iman işi, başka şeylere benzemiyor. Ödenecek bedeli başka noktalarda hayırlar umarak görmezden gelinemiyor. Yine de "Allah ululemrimizi Ehl-i Sünnet istikameti üzerine eylesin!" diye dua ederiz. Ne diyelim: Allah bize böyle bir imtihan yaşatmasın.
9 Mart 2018 Cuma
En çok düğümlerimize dolanıyor ayaklarımız
Hepimizin içinde çözemediğimiz düğümler var. Bizi 'ben' yapan düğümler. Oralarımızdan yakalandığımızda meseleler giriftleşiyor. Örneğin: İşler ötemizdeyken, herkese, her hakkını teslim edebiliyoruz da, menfaatimiz sözkonusu olduğunda durumlar tuhaflaşabiliyor. Veyahut: Herkese en içten dileklerimizle mutluluklar diliyoruz da, iş düşmanımıza geldi mi, dilimiz tutulabiliyor. Dostumuzun adı anıldığında bedduamız, sevdiğimizin sûreti görününce ilgisizliğimiz, büyüğümüzün sesini duyunca cesaretimiz tutuluyor.
Engel olamıyoruz. Karşı koyamıyoruz. Öyle anlar geldiğinde, ister istemez, kendiliğimizin duvarlarına çarpıyoruz. Sanki herşey böylesi düğümlerle varedilmiş. Yahut da bu düğümleri yaşarken biz atıyoruz. Tecrübelerimizle 'hayat' denen kilimimizi dokuyoruz. Bu kilimin sahip olduğu her nakış, hem cemalinin, hem de esaretinin delili oluyor. Öyle ya! Nakış olmasa güzellik olmaz. Fakat nakışı bozmak sadeliği bozmaktan kolaydır. Hatta ne kadar giriftleşirse o kadar kolaydır. Güzellik inceleştikçe kırılganlaşır. Düzen dakikleştikçe hassaslaşır. Bu durum da hürriyetimizden çalar.
Kayanın güzelliğini balyoz bozamaz da elmasın güzelliğini bir çizik bozar. Ahsenü'l-takvim olan, yani kıvamların en güzelinde yaratılan, elbette onu yitirmemekte daha dikkatli olmalıdır. Vaktiyle "Yiğidi bir dert öldürür. Güzeli bir ben öldürür..." diye bir söz duymuştum. Bu sözün hakikati de sanıyorum aynı yerde saklıdır. Güzelliğin ziyadeleşmesi arızîleri hassaslaştırır.
Bizler yaratıcılar değil taşıyıcılarız. Taşıyan yaratan gibi değildir. Yaratan da taşımak zorunda değildir. Ancak taşıyan, ihtiyaç duyduğunda tekrar yaratamayacağından, sahip olduklarını omuzlamak zorundadır. Korumak zorundadır. Düşürmemek zorundadır. Taşıyıcı yükünün artmasıyla daha şiddetli imtihan olur. Taşıyabildiği kadar güzelleşir. Güzelleştiği şiddette sınanır. Belki biraz da bu latif sır sebebiyle bazı anneler güzel kızları için 'çirkin talihi' dilerler.
Ve ancak insan göklerin, yerin ve dağların kabullenmediği emaneti taşır. İmtihan da ancak onun başına açılır. Çünkü bu yükü ancak o kaldırır. Hatta, mahlukatın en eşrefi olması yanında, aynı zamanda en acizi olması da, böyle bir perspektifle anlaşılabilir. Yani: En acizi olmuştur. Çünkü en güzeli o olmuştur. Yükü en ağır odur. Çünkü en çok taşıyabilen odur. En büyük açlık ona verilmiştir. Çünkü en çok lezzet de ona verilecektir. Nihayetinde demem o ki: Evet, kolay dağılıyoruz, çabuk yıkılıyoruz, üzülüyoruz. Çünkü Rabbimiz bizi çok güzel yarattı.
Düğüm meselesine geri dönelim: Düğümün bizi güzelleştiren/griftleştiren şey olduğunu konuştuk. Evet, hakikaten de, bir düğüme rastgelene kadar örgü ipini çektiğiniz yöne doğru sökülmeye devam eder. Fakat düğüm işi karıştırır.
Düğüm çekildiğinde farklı yönlerden ona katılarak kendisi oluşturmuş her ipin mukavemetiyle karşılaşırsınız. Diğelim üç farklı yönden gelen ipin bu düğümde payı vardır. O halde düğümü çekmek, yalnızca bir ipi çekmek olmaz artık, üç ipi birden çekmektir. Üç farklı yönü birden çekmektir. Ve bu yönler, ne de olsa farklı taraflara doğru akmak istediklerinden, kuvvetinizi bölerler. Bir noktada ise, artık, kuvvetinizi size karşı kullanarak emeğinize mani olurlar.
Nakış giriftleştikçe güzelleşir. Tamam. Fakat aynı zamanda giriftleştikçe içindeki düğüm sayısı artar. İnsanın onu taştan, ağaçtan, hayvandan ayıran o muhteşem 'ahsen-i takvim' nakışı da içinde birçok düğüm barındırır. Sanatı buradan gelir. Lakin güçlükleri de yine buradan doğar.
Bir eşeğin inat ettiği kaç şey vardır? Peki bir insan kaç şeye inat edebilir? Bir ağacın, Allah bilir, hiç düşmanı yoktur. Fakat bir insan ömrünün kaç gününü hasımsız/öfkesiz geçirebilir? Bir kayanın hased ettiğini görenimiz olmamıştır. Lakin şu ömrünü hiçkimseye hased etmeden geçiren kaç insan vardır?
İşte, bizi, Felak sûresinde buyrulduğu şekilde, hased ettiğinde hasedcinin şerrinden sabahın Rabbine sığındıran da budur. Hased eden, kendisindeki düğümlerden birisine dolanmakla, aynı zamanda varlığın akışına da zarar vermeye niyetlenir. Bir güzelliğin varolmasıyla, ancak kendisindeyken varolması, hatta başkasındayken yokolması arasında yaptığı tercih; nefsi ile hayreti arasında takıldığı o düğüm; budur hasedciyi yakıp kavuran.
Kimse Allah'ın "Ol!" buyurduğuna karşı koyamaz. Allah'ın dilediğine hiçkimse kendi küçücük 'keşke'siyle direnemez. Ancak hasedci içindeki düğüme ayağı dolandığı için bunu arzulamaya başlar. Onun bu düğümüne üfleyenler, gıpta damarını tahrik edenler, belki tahkir ile öfkesini körükleyenler de bu cürme dahildir. Zaten hased, eğer kişinin kendi karakterindeki bir hamlıktan kaynaklanmıyorsa, telkinden doğan birşeydir.
Bu yüzden belki de, Bediüzzaman, İhlas Risalesi'nin bir yerinde "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." diye önemli bir düstura dikkat çeker. Yani İhlas Risalesi'nden Felak sûresine uzanan böylesi yollar vardır. Hem sadece bu da değil. Daha bizim içimizde, üzerine oynanırsa çok hasedleri doğuracak, gecemizin karanlığını arttıracak ne ukdeler vardır!
Faşizmin kulağına şer üflediği milliyetçilik düğümü böyle bir düğümdür. Sosyalizmin kulağına anarşi öğütlediği zengin-fakir ayrımı böyle bir düğümdür. Feminizmin saçıdan tutup kendisine çektiği cinsiyet ayrımı böyle bir düğümdür. Hatta kendi mazimizde, aşamadığımız, içinden çıkamadığımız, barışamadığımız her ne kötü olay varsa, yani üflenince hased damarlarımızı tahrik eden her ne varsa, bence böylesi düğümlerden birisidir.
Bazı olur, kocanın karısına attığı bir tokat, kadının kocasına ettiği bir kem söz, evladın babasına ettiği bir edepsizlik, akrabanın akrabaya ettiği bir eziyet, komşunun komşuya çektirdiği bir çile... Bütün bunlar birer düğüm olarak kalbimizde dururlar. Efendimiz aleyhissalatuvesselam belki biraz da bu yüzden mü'minlere şöyle der: "Fitne uykudadır. Uyandırana Allah lanet etsin!"
İşte, gördün arkadaşım, Felak sûresini öyle ötemizde birşey gibi okuyamayız artık. Çünkü hayatımızdaki düğümleri gördük.
Onlara karşı nasıl savaşacağımızı ise bize önce Kur'an, sonra Sünnet, sonra da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat büyüklerinin nasihatleri öğretir. Dilersen, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ni de, Felak sûresinin fıkh-ı bâtın çerçevesinde bir tefsiriymişçesine, okuyabilirsin. Ve yine Uhuvvet Risalesi de aynı sûrenin sosyolojik zeminde bir tefsiri olarak analiz edebilirsin. İktisat Risalesi'ni, ekonomi alanında, yine öyle. Nihayetinde insan bu. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Hem Derviş Yunus'un (k.s.) söylediği gibi: "Bir ben vardır bende benden içeru..."
Engel olamıyoruz. Karşı koyamıyoruz. Öyle anlar geldiğinde, ister istemez, kendiliğimizin duvarlarına çarpıyoruz. Sanki herşey böylesi düğümlerle varedilmiş. Yahut da bu düğümleri yaşarken biz atıyoruz. Tecrübelerimizle 'hayat' denen kilimimizi dokuyoruz. Bu kilimin sahip olduğu her nakış, hem cemalinin, hem de esaretinin delili oluyor. Öyle ya! Nakış olmasa güzellik olmaz. Fakat nakışı bozmak sadeliği bozmaktan kolaydır. Hatta ne kadar giriftleşirse o kadar kolaydır. Güzellik inceleştikçe kırılganlaşır. Düzen dakikleştikçe hassaslaşır. Bu durum da hürriyetimizden çalar.
Kayanın güzelliğini balyoz bozamaz da elmasın güzelliğini bir çizik bozar. Ahsenü'l-takvim olan, yani kıvamların en güzelinde yaratılan, elbette onu yitirmemekte daha dikkatli olmalıdır. Vaktiyle "Yiğidi bir dert öldürür. Güzeli bir ben öldürür..." diye bir söz duymuştum. Bu sözün hakikati de sanıyorum aynı yerde saklıdır. Güzelliğin ziyadeleşmesi arızîleri hassaslaştırır.
Bizler yaratıcılar değil taşıyıcılarız. Taşıyan yaratan gibi değildir. Yaratan da taşımak zorunda değildir. Ancak taşıyan, ihtiyaç duyduğunda tekrar yaratamayacağından, sahip olduklarını omuzlamak zorundadır. Korumak zorundadır. Düşürmemek zorundadır. Taşıyıcı yükünün artmasıyla daha şiddetli imtihan olur. Taşıyabildiği kadar güzelleşir. Güzelleştiği şiddette sınanır. Belki biraz da bu latif sır sebebiyle bazı anneler güzel kızları için 'çirkin talihi' dilerler.
Ve ancak insan göklerin, yerin ve dağların kabullenmediği emaneti taşır. İmtihan da ancak onun başına açılır. Çünkü bu yükü ancak o kaldırır. Hatta, mahlukatın en eşrefi olması yanında, aynı zamanda en acizi olması da, böyle bir perspektifle anlaşılabilir. Yani: En acizi olmuştur. Çünkü en güzeli o olmuştur. Yükü en ağır odur. Çünkü en çok taşıyabilen odur. En büyük açlık ona verilmiştir. Çünkü en çok lezzet de ona verilecektir. Nihayetinde demem o ki: Evet, kolay dağılıyoruz, çabuk yıkılıyoruz, üzülüyoruz. Çünkü Rabbimiz bizi çok güzel yarattı.
Düğüm meselesine geri dönelim: Düğümün bizi güzelleştiren/griftleştiren şey olduğunu konuştuk. Evet, hakikaten de, bir düğüme rastgelene kadar örgü ipini çektiğiniz yöne doğru sökülmeye devam eder. Fakat düğüm işi karıştırır.
Düğüm çekildiğinde farklı yönlerden ona katılarak kendisi oluşturmuş her ipin mukavemetiyle karşılaşırsınız. Diğelim üç farklı yönden gelen ipin bu düğümde payı vardır. O halde düğümü çekmek, yalnızca bir ipi çekmek olmaz artık, üç ipi birden çekmektir. Üç farklı yönü birden çekmektir. Ve bu yönler, ne de olsa farklı taraflara doğru akmak istediklerinden, kuvvetinizi bölerler. Bir noktada ise, artık, kuvvetinizi size karşı kullanarak emeğinize mani olurlar.
Nakış giriftleştikçe güzelleşir. Tamam. Fakat aynı zamanda giriftleştikçe içindeki düğüm sayısı artar. İnsanın onu taştan, ağaçtan, hayvandan ayıran o muhteşem 'ahsen-i takvim' nakışı da içinde birçok düğüm barındırır. Sanatı buradan gelir. Lakin güçlükleri de yine buradan doğar.
Bir eşeğin inat ettiği kaç şey vardır? Peki bir insan kaç şeye inat edebilir? Bir ağacın, Allah bilir, hiç düşmanı yoktur. Fakat bir insan ömrünün kaç gününü hasımsız/öfkesiz geçirebilir? Bir kayanın hased ettiğini görenimiz olmamıştır. Lakin şu ömrünü hiçkimseye hased etmeden geçiren kaç insan vardır?
İşte, bizi, Felak sûresinde buyrulduğu şekilde, hased ettiğinde hasedcinin şerrinden sabahın Rabbine sığındıran da budur. Hased eden, kendisindeki düğümlerden birisine dolanmakla, aynı zamanda varlığın akışına da zarar vermeye niyetlenir. Bir güzelliğin varolmasıyla, ancak kendisindeyken varolması, hatta başkasındayken yokolması arasında yaptığı tercih; nefsi ile hayreti arasında takıldığı o düğüm; budur hasedciyi yakıp kavuran.
Kimse Allah'ın "Ol!" buyurduğuna karşı koyamaz. Allah'ın dilediğine hiçkimse kendi küçücük 'keşke'siyle direnemez. Ancak hasedci içindeki düğüme ayağı dolandığı için bunu arzulamaya başlar. Onun bu düğümüne üfleyenler, gıpta damarını tahrik edenler, belki tahkir ile öfkesini körükleyenler de bu cürme dahildir. Zaten hased, eğer kişinin kendi karakterindeki bir hamlıktan kaynaklanmıyorsa, telkinden doğan birşeydir.
Bu yüzden belki de, Bediüzzaman, İhlas Risalesi'nin bir yerinde "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." diye önemli bir düstura dikkat çeker. Yani İhlas Risalesi'nden Felak sûresine uzanan böylesi yollar vardır. Hem sadece bu da değil. Daha bizim içimizde, üzerine oynanırsa çok hasedleri doğuracak, gecemizin karanlığını arttıracak ne ukdeler vardır!
Faşizmin kulağına şer üflediği milliyetçilik düğümü böyle bir düğümdür. Sosyalizmin kulağına anarşi öğütlediği zengin-fakir ayrımı böyle bir düğümdür. Feminizmin saçıdan tutup kendisine çektiği cinsiyet ayrımı böyle bir düğümdür. Hatta kendi mazimizde, aşamadığımız, içinden çıkamadığımız, barışamadığımız her ne kötü olay varsa, yani üflenince hased damarlarımızı tahrik eden her ne varsa, bence böylesi düğümlerden birisidir.
Bazı olur, kocanın karısına attığı bir tokat, kadının kocasına ettiği bir kem söz, evladın babasına ettiği bir edepsizlik, akrabanın akrabaya ettiği bir eziyet, komşunun komşuya çektirdiği bir çile... Bütün bunlar birer düğüm olarak kalbimizde dururlar. Efendimiz aleyhissalatuvesselam belki biraz da bu yüzden mü'minlere şöyle der: "Fitne uykudadır. Uyandırana Allah lanet etsin!"
İşte, gördün arkadaşım, Felak sûresini öyle ötemizde birşey gibi okuyamayız artık. Çünkü hayatımızdaki düğümleri gördük.
Onlara karşı nasıl savaşacağımızı ise bize önce Kur'an, sonra Sünnet, sonra da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat büyüklerinin nasihatleri öğretir. Dilersen, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ni de, Felak sûresinin fıkh-ı bâtın çerçevesinde bir tefsiriymişçesine, okuyabilirsin. Ve yine Uhuvvet Risalesi de aynı sûrenin sosyolojik zeminde bir tefsiri olarak analiz edebilirsin. İktisat Risalesi'ni, ekonomi alanında, yine öyle. Nihayetinde insan bu. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Düğümü var düğümü içinde. Hem Derviş Yunus'un (k.s.) söylediği gibi: "Bir ben vardır bende benden içeru..."
8 Mart 2018 Perşembe
İslam'da kadınlar günü neden yok?
Cenab-ı Hakkın her işinde rahmetinin izi var. Bilmem bana katılır mısınız? İslam'ın kimi ibadetler için yıl içinde hususi zaman tayini yapmasını 'omuzlarımızdaki yükün azaltılması' gibi de görürüm. Neden? Belki biraz şundan: Birşeyin günü olduğu zaman diğer günler onun yükünden kurtulmuş gibi hissederler kendilerini.
İslam'da kurbanın günleri var. Orucun günleri var. Haccın günleri var. Bazı farzların onlara ayrılmış vakitleri var. Bu tayin aynı zamanda diğer zaman dilimlerindeki sorumluluğumuzu düşürüyor. Bir ölçüde yükümüzü sırtımızdan attığımızı hissediyoruz. Bir dahaki sefere kadar dinleniyoruz. Bekliyoruz. Güçleniyoruz. Toparlanıyoruz. Fıtratımızda varolan bir hakikat bu. Faturamızı ne zaman ödeyeceğimizi bütün bir ay düşünmemek için bile ona belirli günler tayin ediyoruz. Yalnız o gün hatırlamakla rahatlıyoruz.
Ancak insanlar arası hukuka dair şeylerde, fehmettiğim kadarıyla, böyle bir gün anlayışına sahip değiliz. Anneler günümüz yok mesela. Neden? Çünkü güzel ahlakın günü olmaz İslam'da. Böylesi meselelerde sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman dilimine iman etmemişiz. Kadınlar günü de açımızdan öyledir. Kadınlara karşı sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman yoktur ki günü de olsun.
Batı'da böylesi günlerin tayini/tesbiti o hususlardaki ihmallerin neticesi olarak gelişmiştir. Yani ihmallerin bir ölçüde telafisi için geliştirilmiştir. İslam şeriatı insan hukukuna dair hususları ihmal etmemiştir ki böylesi günlerle o eksiğini itmam etsin. Tamamlasın.
Şimdi biraz da şu soruyla yüzleşelim: Böylesi 'belirli günler' ilgili oldukları şeylere dair sorumluluklardan kaçmamızı mı sağlıyor yoksa sorumluluğumuzu mu arttırıyor? Eğer, Batı toplumu gibi, bu gibi sorumluluklardan hepten bir haber bir zemine sahip olsaydık, evet, belki de bugünler dünyamıza şu manaların duhülüne sebep olacaktı. Ancak, ebeveyne 'öf' bile demeyi yasak bilmiş bir toplumda anneler günü icad ettiğiniz zaman, bu, insanlarda 'bütün bir ömür sorumluğu oldu şeyden azâd edilmişlik hissi' doğuruyor.
Ya bunu doğuruyor yahut da ötekini anlamsızlaştırıyor. Huzurevine bıraktığı bir annesi olmayan, belki de annesiyle zaten aynı evde yaşayan bir evlat, anneler günü ne yapacağını bilemiyor. Anne de aynı hissi yaşıyor. Bu bizim üzerinde yükseldiğimiz değerler manzumesiyle ilgili birşey. Kimliğimizle ilgili birşey.
Şöyle bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım ifadesini arzu ettiğimizi: Beş vakit ve her gün kıldığımız namazlar yerine bize 'namaz günü' diye bir gün verilseydi ve denilseydi ki: "Namazın önemini bu günde anacağız!" Bu bir müslüman için tuhaf olurdu. Çünkü dindarlar için günün tamamı namazdır. Namazın günü yoktur ki. Zannederim böylesi günlerde yaşadığımız 'ayağımızı nereye basacağımızı şaşırma' hissi biraz da kökenlerimizdeki tanım farklılıklarıyla ilgili. Ya onunla yahut da artık böylesi başlıklara 'gün ayarlayacak' kadar onlardaki dikkatimizi/özenimizi yitirmekle...
Nihayetinde mürşidimin şu ifadelerine geliyorum: "Asya'da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü, Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz."
İslam'da kurbanın günleri var. Orucun günleri var. Haccın günleri var. Bazı farzların onlara ayrılmış vakitleri var. Bu tayin aynı zamanda diğer zaman dilimlerindeki sorumluluğumuzu düşürüyor. Bir ölçüde yükümüzü sırtımızdan attığımızı hissediyoruz. Bir dahaki sefere kadar dinleniyoruz. Bekliyoruz. Güçleniyoruz. Toparlanıyoruz. Fıtratımızda varolan bir hakikat bu. Faturamızı ne zaman ödeyeceğimizi bütün bir ay düşünmemek için bile ona belirli günler tayin ediyoruz. Yalnız o gün hatırlamakla rahatlıyoruz.
Ancak insanlar arası hukuka dair şeylerde, fehmettiğim kadarıyla, böyle bir gün anlayışına sahip değiliz. Anneler günümüz yok mesela. Neden? Çünkü güzel ahlakın günü olmaz İslam'da. Böylesi meselelerde sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman dilimine iman etmemişiz. Kadınlar günü de açımızdan öyledir. Kadınlara karşı sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman yoktur ki günü de olsun.
Batı'da böylesi günlerin tayini/tesbiti o hususlardaki ihmallerin neticesi olarak gelişmiştir. Yani ihmallerin bir ölçüde telafisi için geliştirilmiştir. İslam şeriatı insan hukukuna dair hususları ihmal etmemiştir ki böylesi günlerle o eksiğini itmam etsin. Tamamlasın.
Şimdi biraz da şu soruyla yüzleşelim: Böylesi 'belirli günler' ilgili oldukları şeylere dair sorumluluklardan kaçmamızı mı sağlıyor yoksa sorumluluğumuzu mu arttırıyor? Eğer, Batı toplumu gibi, bu gibi sorumluluklardan hepten bir haber bir zemine sahip olsaydık, evet, belki de bugünler dünyamıza şu manaların duhülüne sebep olacaktı. Ancak, ebeveyne 'öf' bile demeyi yasak bilmiş bir toplumda anneler günü icad ettiğiniz zaman, bu, insanlarda 'bütün bir ömür sorumluğu oldu şeyden azâd edilmişlik hissi' doğuruyor.
Ya bunu doğuruyor yahut da ötekini anlamsızlaştırıyor. Huzurevine bıraktığı bir annesi olmayan, belki de annesiyle zaten aynı evde yaşayan bir evlat, anneler günü ne yapacağını bilemiyor. Anne de aynı hissi yaşıyor. Bu bizim üzerinde yükseldiğimiz değerler manzumesiyle ilgili birşey. Kimliğimizle ilgili birşey.
Şöyle bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım ifadesini arzu ettiğimizi: Beş vakit ve her gün kıldığımız namazlar yerine bize 'namaz günü' diye bir gün verilseydi ve denilseydi ki: "Namazın önemini bu günde anacağız!" Bu bir müslüman için tuhaf olurdu. Çünkü dindarlar için günün tamamı namazdır. Namazın günü yoktur ki. Zannederim böylesi günlerde yaşadığımız 'ayağımızı nereye basacağımızı şaşırma' hissi biraz da kökenlerimizdeki tanım farklılıklarıyla ilgili. Ya onunla yahut da artık böylesi başlıklara 'gün ayarlayacak' kadar onlardaki dikkatimizi/özenimizi yitirmekle...
Nihayetinde mürşidimin şu ifadelerine geliyorum: "Asya'da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü, Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz."
3 Mart 2018 Cumartesi
İslam'ı güncellemek isteyen yerelliğini kaybeder
Şu mesele Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıklıkla dikkat çektiği birşeydir: Mü'min ve müslüman kavramları, ayrı metinlerde kullanıldıklarında aynı şeyi ifade ederlerken, aynı metinde kullanıldıklarında ise ayrı şeyleri ifade ederler. Mürşidim bu sadedde (yani ayrı şeyleri ifade etmeleri sadedinde) der: "İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir." Ve tarifinin devamında şöyle bir örnekle sözlerini açıklar:
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."
Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.
Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.
Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.
Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.
Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."
Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:
"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."
Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.
O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.
Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.
İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.
Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.
Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.
Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."
Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.
Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.
Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.
Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.
Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."
Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:
"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."
Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.
O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.
Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.
İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.
Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.
Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.
Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...