Onlardan ne denli şikayetçi olursak olalım. Tekrarlara muhtaç olduğumuzu derinlerde bir yerde hissediyoruz. Evimize gittiğimizde onu aynı yerinde bulmak, kapısını sabah kilitlediğimiz anahtarla açabilmek, gece dost olarak bıraktığımızı gündüz de öyle karşılamak, bunlar bizi hayatta tutuyor. Daha doğrusu: Hayatı güvenilir kılıyor.
Hayatta tekrar edenler değişenlerden fazladır. Aksi takdirde pek kolay delirebilirdik. Anların birbirini takip eden düzenlere sahip olmayışı an'dan an'a geçerken kafayı yememize neden olabilirdi. Çünkü dikkat, tutunacak birşey bulamadığında, aklın etini dişlemeye başlar. Kendisiyle beraber onu da dibe çeker.
Sizin de dinlediğiniz yaşanmışlıklar varsa onları hatırlamaya çalışın. Benim dinlediklerimde insanlar hep kaldıramayacakları büyük değişimlerin eşiğinde deliriyorlardı. Örneğin: Kendi hatasından dolayı bir anne evladını yitiriyor. An'dan an'a büyük bir sıçrayış. Dikkatin elinden büyük bir kopuş. Değişimi anlamlandıramıyor. Geçişteki bağı kuramıyor. İşte o an deliriyor.
Allah göstermesin. Buna benzer dinlediğim daha birçok misalde değişimler deliliğin önsözü oluyorlardı. İşte bu tip yaşanmışlıkların yukarıda söylediğim şeyle ilgisi var bence. Dikkat tutunabileceği bir devamlılık bulamazsa batarken aklı da yanında götürür. Sabır dikkatin tutunacağıdır. Bu yüzden 'eşiklerin bilgisi' insan için hayatîdir. Her ikramın öncesindeki ikramdır. Doğduğunda hazır bulduğudur.
Eşiklerin bilgisi derken bir anlamda İslam'ın bize öğütlediği bakışı kastediyorum. Daha üst boyutta ise Cenab-ı Hakkın Hakîm, Rahîm, Kerîm, Cemîl gibi isimlerine nazarlarını çevirmek istiyorum. Bu isimler, bencileyin tabir edersem, 'eşik atlatıcı isimler'dir. Boşlukta hayatta kalmayı sağlarlar. Onların varlığına iman edildiği zaman an'dan an'a sıçramalar kolaylaşır. Dikkat tutunabileceği birşey bulamadığında bu isimlerden istifade eder. Onlara tutunur. Sırt verdikleri yüce mana dünyası sabrı tazeler. Ve böylece biz delirmekten kurtuluruz.
Hatıralarınızı bir yoklayın lüften. Mutlaka anlattığım şeye hissen yaklaştığınız durumlar bulursunuz. Mesela: Başınıza gelen kötü bir işte önce bir donarsınız. Bu an'dan an'a sıçramanın başladığına işarettir. Sonra elleri boşta kalan dikkatiniz hemen refleks olarak ona öğrettiğiniz manaları arar. Bu da arkaplanınızı ne ile beslediğinizle ilgilidir. Eğer arkaplanınızda Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sı varsa, dikkat hemen onlara el atar, birini-birkaçını yakalar. Boşluğun üzerinde onlarla uçar. Sonra diğer an'a geldiğinizde size pek sevdiğim bir türküdeki gibi şöyle der: "Ağlama gözlerim. Mevla Kerîm'dir."
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider." Ben burada bahsedilen 'aczin aşka olan üstünlüğünü' de yukarıda verdiğim misallerle anlayabiliyorum. Yani, aynı şekilde, dikkatin acze düşüp boşlukta kaldığı an aklına gelen şeylerin 'eşik atlatıcı isimler' olduğunu zannediyorum. Ancak aşka düşüldüğünde böyle bir boşluk hissi yaşanmıyor. Gafil dikkat Allah'tan gayrı sevilebilecek çok şey bulabiliyor.
Çok dağıttım. Sadede geleyim. Mürşidim İşaratü'l-İ'caz'da 'inayet' ile 'intizam'ı birbirine bağlayan ilginç bir tarif yapıyor. Diyor ki: "Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır."
Hani başta demiştim ya. Tekrarlara da ihtiyaç duyuyoruz biz. Evet. Aynılık aklımızı delirmekten alıkoyuyor. Çünkü an'dan an'a geçerken ünsiyet hissimizi koruyabilmeyi tekrarlar sayesinde başarabiliyoruz. Çayı her içişimizde seviyoruz. Suyu her tadışımızda kanıyoruz. Yemeği her yiyişimizde doyuyoruz. Bize bağışlanan her inayet öncesinde kurulmuş bir düzene dayanıyor.
Elma bir ikram mı? Evet. Ama elmadan önce 'elmanın hep elma olma kanunu' bir ikram. Güneş bir ikram mı? Evet. Ama güneşten önce 'güneşin hep güneş olma kanunu' bir ikram. Yani "Allah'ın inayetiyle..." dediğimiz vakit, Rabbimizin o an edeceği müstakil bir ikramı değil sadece, evreni kuşatan kanunlarıyla zamanlar ötesinden verdiği desteği ifade ediyoruz aynı zamanda. Her eylediğimizin onunla bağlı olduğu şuuruna gönderme yapıyoruz. Yani kıvırmayı becerdiğimiz her işin ancak ucunu kıvırdığımızı geri kalanın tamamının Cenab-ı Hakkın kudretiyle vücuda geldiğini itiraf ediyoruz. Allahu'l-a'lem.
30 Mart 2019 Cumartesi
24 Mart 2019 Pazar
Peygamberi arkadaşa dönüştürmek...
Bir zamanlar ebeveynler-çocuklar arasında mesafe olmaması gerektiğine dair çok şeyler yazılır-çizilirdi. Şimdilerde bakıyorum, pedagojide de birşeyler değişmiş durumda, onlar da 'sınırların gerekliliğinden' bahsediyorlar. Hatta daha ileriye gidip 'eğitimin sınırsız mümkün olmayacağını' söyleyenler de var. Yani geçerse 'cıs' olacağını düşüneceği belli noktalar olmalı çocuğun. Olmalı ki üzerine birşeyler inşa edilebilsin. Daha yola başlarken sınır falan tanımayana yolun geri kalanında lazım olacak sınırları öğretmek zor oluyor. Sevginin bile tezahürleri saygı üzerinden okunuyor. Yani kişi saygı duyuyorsa seviyor. Seviyorsa saygı duyuyor. Saygısızın sevdiğine de inanılmıyor.
Kendi cümlelerimle anlatacağım. Kırılıp dökülen varsa bana aittir. Yanlış hatırlamıyorsam bir Riyazü's-Salihîn dersindeydi. Ebubekir Sifil Hoca, modernistlerin, "Kur'an'ın ulaşılabilirliği" temelli gelenek/ehl-i sünnet eleştirilerini masaya yatırıyordu. Ve nihayetinde diyordu ki: Bu insanların Kur'an'a hürmet öğütleyen kudsî metinlere, anlatılara ve hatta fıkhî hükümlere 'Mushafla aramıza mesafe koyuyorsunuz. Ulaşmamızı engelliyorsunuz. Sizin yüzünüzden onu hayatımıza katamıyoruz!" şeklindeki saldırılarının onları getirdiği nokta Kur'an'ı 'daha iyi yaşamak' olmadı. Ya? Kur'an'ı 'hayatlarındaki herhangi bir metin haline getirmek' oldu.
Hakikaten de Allah lafz-ı mübarekinin ardından 'celle celaluhu' demeyi 'yağcılık' sayan, Kur'an'da ismi geçen peygamberler için dahi 'aleyhisselam' veya 'hazreti' demeyi 'abartı' gören, elinin-elbisesinin-halinin kirini düşünmeden Mushafa dokunabilen, hatta, bundan bin beteri, ayetleri kirli niyetlerinin 'entelektüel eğlence'sine dönüştürebilen bu zihniyetin ürünlerini çoklukla sağımızda-solumuzda görmeye başladık.
Yani 'zamanın müfessirliği' birçok tersi örneği yaşatarak bize gösterdi: Kur'an'ın Mushafına duyulan hürmet bir silsile şeklinde onunla ilgili her tavrımıza yansır. Ona dokunurken temiz olmaya dikkat eden hakkında konuşurken de temiz niyetli/amelli olmaya çalışır. Mushafla muhatabiyetinde bazı sınırlar olduğunu kabul eden içindeki mübarek manalar hakkında düşünürken/konuşurken de sınırlarını bilir. Eğer bu türden davranışları birer 'abartı' olarak görüyorsa, kişi, artık Kur'an'ın kendisine buyurduğu hakikatlerde de 'abartılar' bulmaya başlar. Belki Abdulaziz Bayındır gibi en nihayet "Allah herşeyi bilmez!" deyu içindeki rezilliği patlatır.
Ben şimdi bunun benzeri bir saldırının Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile muhatabiyetimizde de yapıldığını görüyorum. Salavat getirmenin gereksizliği üzerinden başlayan ilk adımlar en nihayet Aleyhissalatuvesselama 'Arkadaşım Muhammed' deyip asker arkadaşı kıvamında muhatap olmaya kadar vardı. Bunun sonucu bir öncekinden farklı olacak mı? Bence kesinlikle olmayacak. Yine 'daha çok hayata katma' iddiasıyla hürmeti törpüleyenler 'daha çok sıradanlaştırma' meyvesini devşirecekler. "Aman bizden uzakta olmasın!" diye duvardan indirdikleri Mushafın masanın üstünde gazete kağıdı gibi serildiğine şahit olacaklar. (Allah muhafaza eylesin.) Belki zaten amaçladıkları da bu. Allahu'l-a'lem.
Ben şimdi Bediüzzaman'ın, Mucizat-ı Ahmediye ismiyle de meşhur, 19. Mektup'ta verdiği iki örneği ve sonunda söylediği mühim bir hakikati bu yaşadıklarımızla ilgili olarak tefekkür ediyorum. Diyor ki orada mürşidim:
"(...) Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, 'Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım' ve 'Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır' dese, tekzip ve inkâra sapacak.
İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak."
Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şahs-ı manevîsine nazar etmek, bu şahs-ı manevînin ifade ettiği büyüklüğe karşı hürmet etmek, onu 'beşer üstü'leştirmek değil, hakikatini hakkıyla ortaya koymaktır. Bunun dışında yapılacak şeyler, tıpkı Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği gibi, Aleyhissalatuvesselamı sıradanlaştırmaya doğru gider. Onu sıradanlaştıranlar ise, sadece mübarek zatını değil, onunla gelen mesajı da sıradanlaştırır. Hürmetini yitirir. Şevkini kaybeder.
Yani, özetle, demem o ki muhterem okuyucularım: Siz 'siz' olun. Üzerine bir parmak bal sürüldü diye böylesi domuz niyetli söylemleri yemeyin. Hürmetsizlik aşılayan nasihatlere prim vermeyin. Zira Allah'a hürmet etmeyen Allah'a hakkıyla inanmaz. Kur'an'a hürmet etmeyen Kur'an'ı hakkıyla tefekkür etmez/edemez. Aleyhissalatuvesselama hürmet etmeyense onu peygamberliğini hakkıyla tanıyamaz. Hürmet müslümanda imanının özbir kardeşidir. Canının canıdır. Ruhunun ruhudur. Sakın ha sakın. Aman ha aman. Özsuyunu kurutursanız ağacınızın daha iyi serpileceğini söyleyenlere inanmayın.
Kendi cümlelerimle anlatacağım. Kırılıp dökülen varsa bana aittir. Yanlış hatırlamıyorsam bir Riyazü's-Salihîn dersindeydi. Ebubekir Sifil Hoca, modernistlerin, "Kur'an'ın ulaşılabilirliği" temelli gelenek/ehl-i sünnet eleştirilerini masaya yatırıyordu. Ve nihayetinde diyordu ki: Bu insanların Kur'an'a hürmet öğütleyen kudsî metinlere, anlatılara ve hatta fıkhî hükümlere 'Mushafla aramıza mesafe koyuyorsunuz. Ulaşmamızı engelliyorsunuz. Sizin yüzünüzden onu hayatımıza katamıyoruz!" şeklindeki saldırılarının onları getirdiği nokta Kur'an'ı 'daha iyi yaşamak' olmadı. Ya? Kur'an'ı 'hayatlarındaki herhangi bir metin haline getirmek' oldu.
Hakikaten de Allah lafz-ı mübarekinin ardından 'celle celaluhu' demeyi 'yağcılık' sayan, Kur'an'da ismi geçen peygamberler için dahi 'aleyhisselam' veya 'hazreti' demeyi 'abartı' gören, elinin-elbisesinin-halinin kirini düşünmeden Mushafa dokunabilen, hatta, bundan bin beteri, ayetleri kirli niyetlerinin 'entelektüel eğlence'sine dönüştürebilen bu zihniyetin ürünlerini çoklukla sağımızda-solumuzda görmeye başladık.
Yani 'zamanın müfessirliği' birçok tersi örneği yaşatarak bize gösterdi: Kur'an'ın Mushafına duyulan hürmet bir silsile şeklinde onunla ilgili her tavrımıza yansır. Ona dokunurken temiz olmaya dikkat eden hakkında konuşurken de temiz niyetli/amelli olmaya çalışır. Mushafla muhatabiyetinde bazı sınırlar olduğunu kabul eden içindeki mübarek manalar hakkında düşünürken/konuşurken de sınırlarını bilir. Eğer bu türden davranışları birer 'abartı' olarak görüyorsa, kişi, artık Kur'an'ın kendisine buyurduğu hakikatlerde de 'abartılar' bulmaya başlar. Belki Abdulaziz Bayındır gibi en nihayet "Allah herşeyi bilmez!" deyu içindeki rezilliği patlatır.
Ben şimdi bunun benzeri bir saldırının Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile muhatabiyetimizde de yapıldığını görüyorum. Salavat getirmenin gereksizliği üzerinden başlayan ilk adımlar en nihayet Aleyhissalatuvesselama 'Arkadaşım Muhammed' deyip asker arkadaşı kıvamında muhatap olmaya kadar vardı. Bunun sonucu bir öncekinden farklı olacak mı? Bence kesinlikle olmayacak. Yine 'daha çok hayata katma' iddiasıyla hürmeti törpüleyenler 'daha çok sıradanlaştırma' meyvesini devşirecekler. "Aman bizden uzakta olmasın!" diye duvardan indirdikleri Mushafın masanın üstünde gazete kağıdı gibi serildiğine şahit olacaklar. (Allah muhafaza eylesin.) Belki zaten amaçladıkları da bu. Allahu'l-a'lem.
Ben şimdi Bediüzzaman'ın, Mucizat-ı Ahmediye ismiyle de meşhur, 19. Mektup'ta verdiği iki örneği ve sonunda söylediği mühim bir hakikati bu yaşadıklarımızla ilgili olarak tefekkür ediyorum. Diyor ki orada mürşidim:
"(...) Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, 'Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım' ve 'Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır' dese, tekzip ve inkâra sapacak.
İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak."
Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şahs-ı manevîsine nazar etmek, bu şahs-ı manevînin ifade ettiği büyüklüğe karşı hürmet etmek, onu 'beşer üstü'leştirmek değil, hakikatini hakkıyla ortaya koymaktır. Bunun dışında yapılacak şeyler, tıpkı Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği gibi, Aleyhissalatuvesselamı sıradanlaştırmaya doğru gider. Onu sıradanlaştıranlar ise, sadece mübarek zatını değil, onunla gelen mesajı da sıradanlaştırır. Hürmetini yitirir. Şevkini kaybeder.
Yani, özetle, demem o ki muhterem okuyucularım: Siz 'siz' olun. Üzerine bir parmak bal sürüldü diye böylesi domuz niyetli söylemleri yemeyin. Hürmetsizlik aşılayan nasihatlere prim vermeyin. Zira Allah'a hürmet etmeyen Allah'a hakkıyla inanmaz. Kur'an'a hürmet etmeyen Kur'an'ı hakkıyla tefekkür etmez/edemez. Aleyhissalatuvesselama hürmet etmeyense onu peygamberliğini hakkıyla tanıyamaz. Hürmet müslümanda imanının özbir kardeşidir. Canının canıdır. Ruhunun ruhudur. Sakın ha sakın. Aman ha aman. Özsuyunu kurutursanız ağacınızın daha iyi serpileceğini söyleyenlere inanmayın.
21 Mart 2019 Perşembe
Şimdi de Yeni Zelanda'ya mı âşık olacağız?
Bu hatırayı çocuk sayılabileceğim yaşlarda okumuştum. 'Âlim' ile 'ârif' kelimelerinin içerdiği nüansa dair bir izah içeriyordu. Yıllar geçmiş. Başından geçeni Ömer Seyfettin diye hatırlıyorum ya, yanlış da olabilir, Allahu'l-a'lem. Ben Ömer Seyfettin diyerek anlatacağım. Aslını bulan düzeltsin:
Ömer Seyfettin'in, çok okumuş-yazmış, biraz da bu haliyle kibirli bir muallim arkadaşı varmış. Fakat Ömer Seyfettin musırrane ona dermiş ki hep: "Hocam, sen âlimsin, fakat bizim hademe (...) efendi ise âriftir." Arkadaşı, gün içinde sık sık tekrarlanan bu sözü anlayamaz, biraz da Ömer Seyfettin'e gücenirmiş.
O yıllarda Türkiye'de bir şeker sıkıntısı yaşanıyormuş. Avusturya ile şeker alım-satımı konusunda bir müzakere yürütülüyormuş. Bir gün Ömer Seyfettin heyecanla arkadaşının yanına gelip demiş: "Müjde! Şeker meselesi çözüldü. Avusturya elindeki fazla şekeri, hem de karşılıksız bir şekilde, bize verecekmiş."
Arkadaşı hemen sevinçle ellerini çırpmış: "Aman, oh, çok güzel!" Onlar böyle konuşurken hademe (...) efendi de içeriye girmiş. Ömer Seyfettin aynı müjdeyi ona da vermiş. (...) efendi hiç istifini bozmadan yarım bir tebessüm edip demiş: "Aman beyim, benimle şaka etme, elin gavuru hiç bize bedava şeker verir mi?"
O böyle söyleyince Ömer Seyfettin de muallim arkadaşına dönmüş ve demiş ki: "Bak, sen onca okumuş-yazmış bir adamsın, yalanıma hemencecik inandın. Ama şu adamcağızın okuma-yazması bile yok. İşte ben bu yüzden diyorum: Sen âlimsin ama o âriftir."
Ben, bu âlimlik-âriflik bahsinin etimolojik tarafını yine de bilmem, ama işin şu kadarını anladım: Bilgili olmak ayrıdır. Feraset sahibi olmak ayrıdır. Malumatfuruşluk ayrıdır. Marifet sahibi olmak ayrıdır. Okumak ayrıdır. Anlayış sahibi olmak ayrıdır. Yani ki, tıpkı başka şeylerde olduğu gibi, bilmenin de birçok çeşidi vardır. Ve bunlardan bazısı diğer bazısından daha ehvendirler. Önemlidirler. Gereklidirler.
Hatta İslam'da akaidin amelden, fıkh-ı ekberin fıkh-ı zâhirden öncelikli olmasının da sırrını burada yakalarım. Akaid öncelikle 'eşyanın hakikatindeki sabiteleri' tayin etmemizi sağlar. 'İstikametli bir iman' sahibi olduğumuzda şeylerin geçmişte-bugünde-yarında sergiledikleri-sergileyecekleri davranışlara dair de 'isabetli bir sezgi' sahibi oluruz. Mürşidimin İman-Küfür Muvazeneleri boyunca temsilî hikayeciklerle bize anlattığı budur. Evet. Mü'min, yola başlarken edindiği tanımlar gereği, kainatı kâfirin gördüğünden daha başka bulur.
İki muallimle trende geçen hamiyet/cesaret müzakeresi sırasında söylediklerini hatırlarsak: Trenin davranış şeklini bilen çocuk, hayatında hiç tren görmemiş bir kahramana göre, rayların kenarında daha özgüvenle durur. Çünkü marifetinden gelen bir sınır tayini vardır. Ve bu sınır tayini hislerinin manipülasyonuna karşı da onu korur. Evet. Tren rayların dışına çıkmayacaktır. Raylardan uzakta olan zarardan da uzaktadır. Treni bilmeyen bunu bilmez.
İnsanı manipüle eden sadece dost görünümlü düşmanları değildir. Kendi içinde de manipülasyonlar yaşar insan. Duygularımızda ifrata düştüğümüzde, etkilerine istikametli bir sınır çizemediğimizde, 'kendi kendimize manipüle olur'uz hepimiz. Eşyanın sabit olan hakikatlerini bükmeye meylederiz. Bu temayülden bazen haramları helal, bazen de helalleri haram sayan inanışlar çıkar. Hadi, o noktaya varmasa da, sık sık ayak kaymaları yaşanmaya başlar. İstikamet yavaş yavaş ötelenir.
Bediüzzaman'ın, 7. Mektub'da, Hz. Zeyneb (r.anha) annemiz ile Hz. Zeyd'in (r.a.) boşanması ve sonrasında Aleyhissalatuvesselamın annemizle izdivacı sadedinde söyledikleri de beni bu noktaya götürür: Şefkat genleri değiştiremez. Yahut biraz daha kendi dilimizde söylersek: Şefkat neseblerin hakikatiyle oynayamaz. Yahut biraz daha genel olarak konuşursak: Duygular hakikatleri değiştiremez.
Aleyhissalatuvesselam elbette ümmetinin her ferdine karşı çok şefkatlidir, hatta Hz. Zeyd (r.a.) bundan ayrı olarak onun evlatlığıdır, fakat bu dahi onların arasındaki neseb ilişkisinin hakikatinde bir değişiklik yaratamaz. Eşya Allah'ın takdir ettiği gibidir. Hz. Zeyneb (r.anha) ile Aleyhissalatuvesselamın nikahı üzerinden Kur'an bize bunu da bildirir.
Yerinden alıntılayalım: "Peygamber, rahmet-i İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muamele eder. Ve risalet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat, şahsiyet-i insaniye itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin. Ve sizlere 'Oğlum' dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evlâdı olamazsınız."
Evet, mürşidimin, Kur'an'ın emriyle Zeyneb (r.anha) annemizin Aleyhissalatuvesselam Efendimizle nikahlanmasından çıkardığı hikmetlerden birisi de budur. Hatta o Kur'an'ın bu emrini izah sadedinde şu üç bakış açısını zikreder: "Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-ü şer'î ve mühim bir hikmet-i âmmeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden..."
Buradan şuraya geleceğim: Ciğer yakan terör saldırılarının ardından Yeni Zelanda hükümetinin/başkanının her müslümanın takdirle takip ettiği sözleri-davranışları oldu. Bunlar sevinilecek şeyler. Fakat ben, internetten takip ettiğim kadarıyla, yine bir duygusal manipülasyon sürecinin yaşandığını hissettim.
Neden bu hale gelmişiz bilmiyorum. Ama gayrimüslimler bize azıcık iyi davranınca mest u hayran ve handan u şadan oluveriyoruz hemence. Onların asl-ı kimliklerine bir çizgi çekiyoruz. Beyaz sayfalar hediye ediyoruz. Bu temkinsiz tavır bana doğru gelmiyor. Küfrün sabit hakikatini unutturduğu için doğru gelmiyor.
Şeriatın çizdiği sınırların 'püf' diye hafızalardan silinmesini sağladığı, körkütük bir hüsnüzannı tetiklediği, üzerinde yükseldiğimiz tanımların ayaklarını kaydırdığı için doğru gelmiyor. Burada feraset bulamıyorum.
Elbette pozitif adımları destekleyelim. Elbette bize karşı atılan adımlara müsbet adımlarla cevap verelim. Ancak sabit hakikatleri de unutmayalım. Tarih bize en çok da bu yüzden gerekli. Irak, İngilizler geldiğinde ne olduğunu hatırlasa, ABD'ye bu kadar kolay kucak açar mıydı? Afganistan'da Rusların yaptıkları zulümler zihinlerde kazılı olsa, ABD oralara kan kokulu demokrasisinden(!) getirebilir miydi? Bu kadar kolay havaya girmemek gerekiyor gibi geliyor bana. Hem de bu kadar kanlı tecrübelerden sonra...
1950'lerde ABD hakkında aynısı yaşanıyormuş. Dün Kanada cumhurbaşkanı hakkında aynı sarhoşluk yaşanıyordu. Bugün Yeni Zelanda hakkında yaşanıyor. Fakat sütten bin kere dudağı yanmışlar hâlâ yoğurdu üfleyerek yiyemiyor. Onlar 'onlar' ve biz de 'biziz.' Karşılıklı bazı duygulanımlar ile eşyanın hakikati değişmez ki. Hem bu türlü kapılmalar aldanışların da sayısını arttırıyor. Hatta yine Bediüzzaman diyor:
"Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız!' derler."
Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak, bize önce kalplerimizi ehl-i sünnet ve'l-cemaat mizanlarıyla doldurmayı, sonra da onun öğreteceği bakış açısıyla olayları okuyup değerlendirmeyi nasip etsin. İhsan-ı ilâhîden fazla ihsanlar ettirmesin. Rahmet-i ilahîden daha ileriye şefkatlerimizi sürdürmesin. Eşyanın hakikatindeki sabitleri bize tam belletsin. Şaşırtmasın. Âmin.
Ömer Seyfettin'in, çok okumuş-yazmış, biraz da bu haliyle kibirli bir muallim arkadaşı varmış. Fakat Ömer Seyfettin musırrane ona dermiş ki hep: "Hocam, sen âlimsin, fakat bizim hademe (...) efendi ise âriftir." Arkadaşı, gün içinde sık sık tekrarlanan bu sözü anlayamaz, biraz da Ömer Seyfettin'e gücenirmiş.
O yıllarda Türkiye'de bir şeker sıkıntısı yaşanıyormuş. Avusturya ile şeker alım-satımı konusunda bir müzakere yürütülüyormuş. Bir gün Ömer Seyfettin heyecanla arkadaşının yanına gelip demiş: "Müjde! Şeker meselesi çözüldü. Avusturya elindeki fazla şekeri, hem de karşılıksız bir şekilde, bize verecekmiş."
Arkadaşı hemen sevinçle ellerini çırpmış: "Aman, oh, çok güzel!" Onlar böyle konuşurken hademe (...) efendi de içeriye girmiş. Ömer Seyfettin aynı müjdeyi ona da vermiş. (...) efendi hiç istifini bozmadan yarım bir tebessüm edip demiş: "Aman beyim, benimle şaka etme, elin gavuru hiç bize bedava şeker verir mi?"
O böyle söyleyince Ömer Seyfettin de muallim arkadaşına dönmüş ve demiş ki: "Bak, sen onca okumuş-yazmış bir adamsın, yalanıma hemencecik inandın. Ama şu adamcağızın okuma-yazması bile yok. İşte ben bu yüzden diyorum: Sen âlimsin ama o âriftir."
Ben, bu âlimlik-âriflik bahsinin etimolojik tarafını yine de bilmem, ama işin şu kadarını anladım: Bilgili olmak ayrıdır. Feraset sahibi olmak ayrıdır. Malumatfuruşluk ayrıdır. Marifet sahibi olmak ayrıdır. Okumak ayrıdır. Anlayış sahibi olmak ayrıdır. Yani ki, tıpkı başka şeylerde olduğu gibi, bilmenin de birçok çeşidi vardır. Ve bunlardan bazısı diğer bazısından daha ehvendirler. Önemlidirler. Gereklidirler.
Hatta İslam'da akaidin amelden, fıkh-ı ekberin fıkh-ı zâhirden öncelikli olmasının da sırrını burada yakalarım. Akaid öncelikle 'eşyanın hakikatindeki sabiteleri' tayin etmemizi sağlar. 'İstikametli bir iman' sahibi olduğumuzda şeylerin geçmişte-bugünde-yarında sergiledikleri-sergileyecekleri davranışlara dair de 'isabetli bir sezgi' sahibi oluruz. Mürşidimin İman-Küfür Muvazeneleri boyunca temsilî hikayeciklerle bize anlattığı budur. Evet. Mü'min, yola başlarken edindiği tanımlar gereği, kainatı kâfirin gördüğünden daha başka bulur.
İki muallimle trende geçen hamiyet/cesaret müzakeresi sırasında söylediklerini hatırlarsak: Trenin davranış şeklini bilen çocuk, hayatında hiç tren görmemiş bir kahramana göre, rayların kenarında daha özgüvenle durur. Çünkü marifetinden gelen bir sınır tayini vardır. Ve bu sınır tayini hislerinin manipülasyonuna karşı da onu korur. Evet. Tren rayların dışına çıkmayacaktır. Raylardan uzakta olan zarardan da uzaktadır. Treni bilmeyen bunu bilmez.
İnsanı manipüle eden sadece dost görünümlü düşmanları değildir. Kendi içinde de manipülasyonlar yaşar insan. Duygularımızda ifrata düştüğümüzde, etkilerine istikametli bir sınır çizemediğimizde, 'kendi kendimize manipüle olur'uz hepimiz. Eşyanın sabit olan hakikatlerini bükmeye meylederiz. Bu temayülden bazen haramları helal, bazen de helalleri haram sayan inanışlar çıkar. Hadi, o noktaya varmasa da, sık sık ayak kaymaları yaşanmaya başlar. İstikamet yavaş yavaş ötelenir.
Bediüzzaman'ın, 7. Mektub'da, Hz. Zeyneb (r.anha) annemiz ile Hz. Zeyd'in (r.a.) boşanması ve sonrasında Aleyhissalatuvesselamın annemizle izdivacı sadedinde söyledikleri de beni bu noktaya götürür: Şefkat genleri değiştiremez. Yahut biraz daha kendi dilimizde söylersek: Şefkat neseblerin hakikatiyle oynayamaz. Yahut biraz daha genel olarak konuşursak: Duygular hakikatleri değiştiremez.
Aleyhissalatuvesselam elbette ümmetinin her ferdine karşı çok şefkatlidir, hatta Hz. Zeyd (r.a.) bundan ayrı olarak onun evlatlığıdır, fakat bu dahi onların arasındaki neseb ilişkisinin hakikatinde bir değişiklik yaratamaz. Eşya Allah'ın takdir ettiği gibidir. Hz. Zeyneb (r.anha) ile Aleyhissalatuvesselamın nikahı üzerinden Kur'an bize bunu da bildirir.
Yerinden alıntılayalım: "Peygamber, rahmet-i İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muamele eder. Ve risalet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat, şahsiyet-i insaniye itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin. Ve sizlere 'Oğlum' dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evlâdı olamazsınız."
Evet, mürşidimin, Kur'an'ın emriyle Zeyneb (r.anha) annemizin Aleyhissalatuvesselam Efendimizle nikahlanmasından çıkardığı hikmetlerden birisi de budur. Hatta o Kur'an'ın bu emrini izah sadedinde şu üç bakış açısını zikreder: "Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-ü şer'î ve mühim bir hikmet-i âmmeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden..."
Buradan şuraya geleceğim: Ciğer yakan terör saldırılarının ardından Yeni Zelanda hükümetinin/başkanının her müslümanın takdirle takip ettiği sözleri-davranışları oldu. Bunlar sevinilecek şeyler. Fakat ben, internetten takip ettiğim kadarıyla, yine bir duygusal manipülasyon sürecinin yaşandığını hissettim.
Neden bu hale gelmişiz bilmiyorum. Ama gayrimüslimler bize azıcık iyi davranınca mest u hayran ve handan u şadan oluveriyoruz hemence. Onların asl-ı kimliklerine bir çizgi çekiyoruz. Beyaz sayfalar hediye ediyoruz. Bu temkinsiz tavır bana doğru gelmiyor. Küfrün sabit hakikatini unutturduğu için doğru gelmiyor.
Şeriatın çizdiği sınırların 'püf' diye hafızalardan silinmesini sağladığı, körkütük bir hüsnüzannı tetiklediği, üzerinde yükseldiğimiz tanımların ayaklarını kaydırdığı için doğru gelmiyor. Burada feraset bulamıyorum.
Elbette pozitif adımları destekleyelim. Elbette bize karşı atılan adımlara müsbet adımlarla cevap verelim. Ancak sabit hakikatleri de unutmayalım. Tarih bize en çok da bu yüzden gerekli. Irak, İngilizler geldiğinde ne olduğunu hatırlasa, ABD'ye bu kadar kolay kucak açar mıydı? Afganistan'da Rusların yaptıkları zulümler zihinlerde kazılı olsa, ABD oralara kan kokulu demokrasisinden(!) getirebilir miydi? Bu kadar kolay havaya girmemek gerekiyor gibi geliyor bana. Hem de bu kadar kanlı tecrübelerden sonra...
1950'lerde ABD hakkında aynısı yaşanıyormuş. Dün Kanada cumhurbaşkanı hakkında aynı sarhoşluk yaşanıyordu. Bugün Yeni Zelanda hakkında yaşanıyor. Fakat sütten bin kere dudağı yanmışlar hâlâ yoğurdu üfleyerek yiyemiyor. Onlar 'onlar' ve biz de 'biziz.' Karşılıklı bazı duygulanımlar ile eşyanın hakikati değişmez ki. Hem bu türlü kapılmalar aldanışların da sayısını arttırıyor. Hatta yine Bediüzzaman diyor:
"Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız!' derler."
Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak, bize önce kalplerimizi ehl-i sünnet ve'l-cemaat mizanlarıyla doldurmayı, sonra da onun öğreteceği bakış açısıyla olayları okuyup değerlendirmeyi nasip etsin. İhsan-ı ilâhîden fazla ihsanlar ettirmesin. Rahmet-i ilahîden daha ileriye şefkatlerimizi sürdürmesin. Eşyanın hakikatindeki sabitleri bize tam belletsin. Şaşırtmasın. Âmin.
12 Mart 2019 Salı
Kur'an'ın 'son kullanma tarihi' olur mu?
Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihîn derslerinin 66.'sında "Din nasihattir!" hadis-i şerifinin ele alınış şekline bayıldım. Bayıldım, çünkü o hadis-i şerife dair öğrendiklerim yanında, elhamdülillah, başka birçok hadis-i şerife bakarken de kullanabileceğin bir bakış açısı öğrendim. Kendi cümlelerimle ifade edersem, Ebubekir Sifil Hoca, sahabenin suali ve Aleyhissalatuvesselamın o suale cevabı sadedinde diyor ki: Burada verilen cevabın zenginliği gösteriyor ki; Efendimiz aleyhissalatuvesselam, sahabesi kendisine birşey sorduğu zaman, sadece o suale cevap olacak şeyi değil, sahabeyi ve daha sonraki nesilleri üzerinde düşünmeye sevkedecek daha kapsamlı bir bilgiyi/bilgileri de paylaşırdı.
Aslında ben bunu Bediüzzaman'ın "Dünya öküzün ve balığın üstündedir!" hadis-i şerifine yaptığı izahlarda da görmüştüm. Fakat böyle formüle etmediğim için bakış açısı olarak da edinememiştim. Okuyanlar hatırlayacaktır. Mürşidim orada bu hikmetli sözden 'dünyaya müekkel olan melekler'den tut, 'hayvancılık-balıkçılık faaliyetleri'nin dünya düzeni için içerdiği anlama, oradan da astronomi bağlamında 'boğa-balık burçlarının ifade ettiği hakikat'e kadar uzanıyordu. Yani, orada da Aleyhissalatuvesselam, sahabisinin "Dünya ne üzerinde duruyor?" sualine, beklenilenden daha aşkın şekilde cevap veriyordu. Hadisi müteşabih kılan 'yanlışlığı' değil 'aşkınlığı' idi.
Tabii, arkadaşlar, çağrışım çağrışımı doğuruyor. Bunları düşünürken de Facebook'ta aylar önce yaşadığım bir yazışma hatırıma geldi. Fatır sûresinin 14. ayeti üzerinden bir kardeş soruyordu ki: "Abi, burada sanki putların işitmesi-konuşması mümkünmüş gibi birşey söyleniyor, bunu nasıl anlamak lazım?"
Cevaba geçmeden önce hemen soruya konu olan ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer onları çağırsanız çağrınızı duymazlar. Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez."
O zaman aklıma Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'ndeki Tûr sûresi tefsiri geldi. Hani orada Bediüzzaman 29-43 aralığındaki ayetleri izah sadedinde der ki: "Onbeş tabaka istifham-ı inkarî-i taaccübî ile ehl-i dalaletin bütün aksamını susturur ve şübehatın bütün menşelerini kapatır. (...) Herbir fıkrada, bir taifenin hülasa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedahete havale eder veya başka ayetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder."
Devamında da mezkûr ayetlerin herbir parçasının hangi fırka/fırkalara cevap olduğunu açıklar. Bu fırkalardan bazıları o zaman dünyada varolan fırkalardır. Bilinen dalalet türleridir. Diğer bazıları ise gelecekte ortaya çıkacak arızalardır. Yani bu ayette hem geçmişe hem geleceğe dair bilgi bulunmaktadır. Fazlasını okumak isteyenleri yerine havale edelim.
İşte, ben, o kardeşin Fatır sûresi hakkındaki sualine de bu örnek üzerinden şöyle cevap verdim: "O zamanlar Mekke müşriklerinde sadece putperestlik vardı!" diye düşünüp Kur'an'ın cevab-ı nuranîsinin sadece bu hususa ziya saçtığını düşünmeyelim. Kur'an bütün zamanlarla konuşuyor. Bir zaman içinde nüzul ediyor oluşu, devrinin olayları hakkında geliyor oluşu, bir dönemin insanını özellikle terbiye ediyor oluşu, ondan bütün zamanların, olayların, insanların hissesiz kalacağı anlamına gelmez. Kur'an'ı bu şekilde anlamak onu daraltmaktır.
Devamında da dedim ki: Allahu'l-a'lem. Burada da, Bediüzzaman'ın Tûr sûresi merkezinde ifade ettiği şekilde, şirkin birçok çeşidine birden cevap veriliyor olabilir. Misal: "Çağırsanız çağrınızı duymazlar!" ifadesi cansızlardan koşulan şirke, yani Mekke müşriklerinin putperestliği başta olmak üzere, bütün cansız tapınmalarına; "Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler!" ifadesi işitme yeteneği olanlardan koşulan şirke, mesela, Hinduların inek vs. canlılara tapınmalarına; "Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler!" ifadesi ehl-i şuur olanlardan koşulan şirke, mesela, insan-iblis-cin vs. gibi 'inkâr etme yeteneğine sahip şeylere' yapılan tapınmalara; "Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez!" ifadesi de 'gaybdan haber verici oldukları iddiasındaki' kahin-medyum-brahma-batınî ekollere karşı duyulan tapınmalara bir cevap içeriyor olabilir. Yani mekan bir olduğu halde makam birçok olabilir. Muhatap bir gibi göründüğü halde konuşulan birçok sayılabilir.
Hatta mürşidim aynı eserde yine bu sadedde der: "Kur'an öyle bir maide-i semaviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hatta pekçok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır."
Buradan şu noktaya da değinip yazıyı bitirmek istiyorum: Bugün 'tarihselcilik' veya 'sosyolojik okuma' denen bir kısım yaklaşımlar Kur'an'ı 'zamanının şartları içinde' anlamak yönünde bir mesaiye girişiyorlar. Bu mesainin Kur'an'a katabileceği bir zenginlik varsa biz bunun aleyhinde değiliz.
Fakat, aksine, görüyoruz ki: Bu mesai Kur'an'ın dersini zenginleştirmek yerine fakirleştiriyor. Onu, sanki sahibi ezelî ve ebedî değilmiş gibi, indiği döneme hapsediyor. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kıstasları içinde, yani meşru dairede, anlaşılabileceklerin sayısını sınırlıyor. Hatta kimi zaman çarpıtıyor. Halbuki Kur'an bütün zamanlara ilaçtır. Bütün zamanlara hitaptır. Bütün dertlerimize devadır. Bu nedenle, elbette, kutusuna 'son kullanma tarihi' koymaya yeltenen de bizden değildir. Onların sözlerine 'bizden olanların sözleriymiş/yorumlarıymış gibi' muhatap olmayız, olamayız, olmamalıyız. Cenab-ı Hak cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.
Aslında ben bunu Bediüzzaman'ın "Dünya öküzün ve balığın üstündedir!" hadis-i şerifine yaptığı izahlarda da görmüştüm. Fakat böyle formüle etmediğim için bakış açısı olarak da edinememiştim. Okuyanlar hatırlayacaktır. Mürşidim orada bu hikmetli sözden 'dünyaya müekkel olan melekler'den tut, 'hayvancılık-balıkçılık faaliyetleri'nin dünya düzeni için içerdiği anlama, oradan da astronomi bağlamında 'boğa-balık burçlarının ifade ettiği hakikat'e kadar uzanıyordu. Yani, orada da Aleyhissalatuvesselam, sahabisinin "Dünya ne üzerinde duruyor?" sualine, beklenilenden daha aşkın şekilde cevap veriyordu. Hadisi müteşabih kılan 'yanlışlığı' değil 'aşkınlığı' idi.
Tabii, arkadaşlar, çağrışım çağrışımı doğuruyor. Bunları düşünürken de Facebook'ta aylar önce yaşadığım bir yazışma hatırıma geldi. Fatır sûresinin 14. ayeti üzerinden bir kardeş soruyordu ki: "Abi, burada sanki putların işitmesi-konuşması mümkünmüş gibi birşey söyleniyor, bunu nasıl anlamak lazım?"
Cevaba geçmeden önce hemen soruya konu olan ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer onları çağırsanız çağrınızı duymazlar. Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez."
O zaman aklıma Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'ndeki Tûr sûresi tefsiri geldi. Hani orada Bediüzzaman 29-43 aralığındaki ayetleri izah sadedinde der ki: "Onbeş tabaka istifham-ı inkarî-i taaccübî ile ehl-i dalaletin bütün aksamını susturur ve şübehatın bütün menşelerini kapatır. (...) Herbir fıkrada, bir taifenin hülasa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedahete havale eder veya başka ayetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder."
Devamında da mezkûr ayetlerin herbir parçasının hangi fırka/fırkalara cevap olduğunu açıklar. Bu fırkalardan bazıları o zaman dünyada varolan fırkalardır. Bilinen dalalet türleridir. Diğer bazıları ise gelecekte ortaya çıkacak arızalardır. Yani bu ayette hem geçmişe hem geleceğe dair bilgi bulunmaktadır. Fazlasını okumak isteyenleri yerine havale edelim.
İşte, ben, o kardeşin Fatır sûresi hakkındaki sualine de bu örnek üzerinden şöyle cevap verdim: "O zamanlar Mekke müşriklerinde sadece putperestlik vardı!" diye düşünüp Kur'an'ın cevab-ı nuranîsinin sadece bu hususa ziya saçtığını düşünmeyelim. Kur'an bütün zamanlarla konuşuyor. Bir zaman içinde nüzul ediyor oluşu, devrinin olayları hakkında geliyor oluşu, bir dönemin insanını özellikle terbiye ediyor oluşu, ondan bütün zamanların, olayların, insanların hissesiz kalacağı anlamına gelmez. Kur'an'ı bu şekilde anlamak onu daraltmaktır.
Devamında da dedim ki: Allahu'l-a'lem. Burada da, Bediüzzaman'ın Tûr sûresi merkezinde ifade ettiği şekilde, şirkin birçok çeşidine birden cevap veriliyor olabilir. Misal: "Çağırsanız çağrınızı duymazlar!" ifadesi cansızlardan koşulan şirke, yani Mekke müşriklerinin putperestliği başta olmak üzere, bütün cansız tapınmalarına; "Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler!" ifadesi işitme yeteneği olanlardan koşulan şirke, mesela, Hinduların inek vs. canlılara tapınmalarına; "Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler!" ifadesi ehl-i şuur olanlardan koşulan şirke, mesela, insan-iblis-cin vs. gibi 'inkâr etme yeteneğine sahip şeylere' yapılan tapınmalara; "Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez!" ifadesi de 'gaybdan haber verici oldukları iddiasındaki' kahin-medyum-brahma-batınî ekollere karşı duyulan tapınmalara bir cevap içeriyor olabilir. Yani mekan bir olduğu halde makam birçok olabilir. Muhatap bir gibi göründüğü halde konuşulan birçok sayılabilir.
Hatta mürşidim aynı eserde yine bu sadedde der: "Kur'an öyle bir maide-i semaviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hatta pekçok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır."
Buradan şu noktaya da değinip yazıyı bitirmek istiyorum: Bugün 'tarihselcilik' veya 'sosyolojik okuma' denen bir kısım yaklaşımlar Kur'an'ı 'zamanının şartları içinde' anlamak yönünde bir mesaiye girişiyorlar. Bu mesainin Kur'an'a katabileceği bir zenginlik varsa biz bunun aleyhinde değiliz.
Fakat, aksine, görüyoruz ki: Bu mesai Kur'an'ın dersini zenginleştirmek yerine fakirleştiriyor. Onu, sanki sahibi ezelî ve ebedî değilmiş gibi, indiği döneme hapsediyor. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kıstasları içinde, yani meşru dairede, anlaşılabileceklerin sayısını sınırlıyor. Hatta kimi zaman çarpıtıyor. Halbuki Kur'an bütün zamanlara ilaçtır. Bütün zamanlara hitaptır. Bütün dertlerimize devadır. Bu nedenle, elbette, kutusuna 'son kullanma tarihi' koymaya yeltenen de bizden değildir. Onların sözlerine 'bizden olanların sözleriymiş/yorumlarıymış gibi' muhatap olmayız, olamayız, olmamalıyız. Cenab-ı Hak cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.
9 Mart 2019 Cumartesi
Düşüyorum, o halde, birşeyler yarım
Arkadaşlar, özellikle de düzenli bir şekilde yazılarımı takip eden en sevdiğim takipçilerim, küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden öperim. Eğer bu konuyu daha önce yazmışsam lüften "Ahmed artık tekrara düşüyorsun!" deyu yüzüme vurmayınız. Çünkü bazen unutuyorum. Evet. Düpedüz unutuyorum. Daha önce hakkında kalem oynattığım meseleler zihnimden uçuyor. Bunda da gerçi 'bilginin hakiki kaynağının' Allah olduğuna dair bir delil var ama bir açıdan da beni korkutuyor. Yazılarında tekrara düşenler sevilmezler çünkü.
Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:
"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."
İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.
'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.
Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.
Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."
Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."
İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.
'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.
Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.
Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.
İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.
Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.
Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.
Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.
İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.
Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:
"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."
İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.
'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.
Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.
Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."
Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."
İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.
'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.
Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.
Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.
İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.
Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.
Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.
Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.
İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.
1 Mart 2019 Cuma
Kur'an hangi 'yaş'lardan bahsediyor?
Küçükken, pikniğe falan gittiğimizde, huyumuzu bilen büyüklerimiz derlerdi ki: "Yaş dallara dokunmayın." Neden bu uyarıyı yaparlardı? Çünkü piknikte illa bir ateş yakılırdı. (O kadar şey nasıl pişecek yoksa?) Ve bu ateşi yakmak için de hareket kabiliyeti yüksek küçüklerin topladığı odunlar kullanılırdı. Piknik için yerleşim yeri belirlenir belirlenmez, yükler bir ağaç gölgesine bırakılır bırakılmaz, resmi gazetede yayımlanan ilk karar "Hadi, siz çocuklar gidin, odun toplayın!" olurdu. Emir demiri keser efendim. Elbette sahip olduğumuz enerjiyle bu işi severek yapardık.
Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.
Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.
Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.
Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.
Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.
Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?
Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)
Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?
Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.
İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:
"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."
Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.
Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:
"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."
Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.
Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.
Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.
Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.
Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.
Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?
Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)
Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?
Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.
İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:
"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."
Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.
Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:
"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."
Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...