Evet, listemize bakalım: "Böyle şeyleri kendi aramızda konuşmamız gerekiyor. (Yazarın notu: Sanki konuşacak platformumuz var.) Sosyal medyada paylaşmak doğru değil!" tamam. "Helal sana, iyi cemaatçi ayağına yatmışsın, ama yemezler!" tamam. "Nurcu görünümlü ajanlar, oyunlarınız boşa!" tamam. "Seni işyerine şikayet edeceğim. Hizmeti bilmeyen birisinin orada ne işi var?" tamam. "Ahirette bu yazdıklarından çok pişman olacaksın! Allah hidayet versin!" tamam. "Cemaatçiyim gibi yaparak iktidar yalakalığı yapıyorsun! Bravo!" tamam. "Sizin gibi kafasızlar cemaati nasıl anlayabilir ki zaten?" tamam. "İmanını tehlikede görüyorum. İhlas Risalesini daha sık oku!" tamam. "Yazdıklarının gayretullaha dokunmasına az kaldı!" tamam. "Sizi bir yerden emir alarak yazan tetikçiler. Elinize hiçbir şey geçmeyecek..." tamam.
Evet, tamam gibiyiz. Sanıyorum hepsi aşağı yukarı bu kadardı. Elbette adetleri bundan fazlaydı, ama geri kalanı birbirinin tekrarı gibiydi. O yüzden hepsini yazmaya gerek yok. Vaktinizi çalmayayım. Bunlar ne mi? Bunlar "Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni" isimli yazıma yapılan okuyucu yorumları. Tabii hepsi cemaatten gelen yorumlar. Diğerlerinden gelenleri almadım. Gerek yoktu. Anlarsınız ya, övünmeyi pek sevmem.
Şimdi, madem cemaat mazideki olayları veya Today's Zaman'ın yaptıklarını konuşmayı pek sevmiyor, biz de biraz anlayışlı olalım, üzerlerine gitmeyelim. Depresif bir dönemdeler. Kariyerleri boyunca belki ilk defa siyasi gücün olduğu tarafta yer almıyorlar. Bu da biraz sarsıyor onları tabii. Şu an bulundukları şartlarda rüzgâr onlardan yana esmiyor pek. Halbuki hiç şaşırmazlardı bu noktada. Her zaman güçlünün yanında yer alırlardı. Kendilerini güçlü göstermenin en kolay yolunu bulmuşlardı böyle: "Her zaman güçlünün yanında yer alırsan, seni güçlü sanırlar."
Darbe dönemleri, demokrasi dönemleri, değişen iktidarlar, hükümetler... Hiçbirisi bozmaz onları. Neden bozsun ki? Onlar hemen gücün yanına geçiverirler zaten. Ecevit döneminde Ecevitçi, Özal döneminde Özalcı, Demirel döneminde Demirelci, darbe dönemlerinde de 'darbe kötü ama' darbecidirler. Çok mu iddialı şeyler söylüyorum? Yakın tarihi anımsayanlar yanılmadığımı zaten biliyorlar. Bahsi geçen dönemlerin manşetlerini, medyaya verilen beyanatları, üst seviyeden mesajları, elbette hatırlıyorlar. Allah'tan ki, tarih, yalnız hafızamızda kayıtlı olan birşey değil. Hepsinin belgesi, kaydı kuydu var.
Ama ben bugün bütün bunlara hiç değinmeyeceğim. Beni çok rahatsız eden başka birşey hakkında konuşmak istiyorum: G.G.Ş. Ne demek G.G.Ş.? Gayretullah Güvenlik Şirketi. Ben, bu kuruluşun, cemaatin gizli güvenlik şirketi olduğunu tahmin ediyorum. Neden mi? Zira ne zaman cemaate eleştirel birşey söyleseniz (eğer dindar olduğunuz farketmişlerse) onunla tehdit ediliyorsunuz. Tamam, kelimeye köken olarak baktığımızda, bahsettikleri Cenab-ı Hakmış gibi duruyor. Ama o kadar cemaati korumaya yönelik bir tutumu varmış gibi yansıtılıyor ki; o Allah'ın, hepimizin Allah'ı olan Cenab-ı Hak olduğuna inanamıyorsunuz. "O olsa, böyle sadece kendilerininmiş gibi konuşmazlar..." diyorsunuz.
Siz de ehl-i iman, ehl-i namaz, ehl-i oruç, hatta ehl-i risale olmanıza rağmen; sakın sakın ağzınızı açmayın, G.G.Ş. bir anda ağzınıza tıkılıyor. Sırf bana yapıldığı için değil, yalnız bana olsa bu kadar gocunmam, herkese karşı böyle bir korunma refleksi geliştirdiklerinden beyan ediyorum: Arkadaşlar, Allah yalnız sizin Allah'ınız değil, hepimizin Allah'ı. Ve sizi eleştirenler de küfür ordusunun neferleri değil, yine sizin gibi namaz kılan insanlar. Peki, neden Allah yalnız sizin Allah'ınızmış gibi davranıyorsunuz? Bunda bir gariplik yok mu?
Hani, dedim ya, azıcık tarih bilgimiz var. Tarihte İslam toplulukları arasında daha önce de anlaşmazlıklar, içtihat farklılıkları olduğunu biliyoruz, ama hiç sizin gibi gayretullahı sahipleneni hatırlamıyoruz. Birbirini bununla susturanı duymuyoruz. Mezhepler, birbirlerinden farklı hükümler belirtmelerine rağmen, birbirlerini değil dalaletle, yanlış yapmakla bile suçlamıyorlar. Sizin elinizde nasıl bir onay belgesi var ki, size yapılan eleştiri, garanti Cenab-ı Hakkın gayretullahına gidiyor? Normalde müminlerin aralarında birşeyleri tartışmalarına, konuşmalarına, içtihat farklılıklarına müsaade eden Allah, size gelince niye (hâşâ) etmiyor? Ben, bunu cidden çok merak ediyorum. Tüm iyi niyetime rağmen algılamakta zorlanıyorum. Halbuki sizi eleştirenler de bunu çoğu zaman Allah rızası için yapıyorlar.
Kaldı ki, yukarıda saydığım gibi, size eleştiri getireni her yere sokmayı, cehenneme atmayı, fitneci kılmayı, iftira etmeyi, imanını sorgulamayı biliyorsunuz. Acaba bizim yaptığımız küçük eleştirilere çok kızan G.G.Ş., eğer sırf size bağlı bir kurum değilse, sizin bize yaptığınız bu iftiralara kızmıyor mu? Onlar gayretullaha dokunmuyor mu? Nasıl bir özgüveniniz, yok yok özgüven değil bu, cezbe haliniz var ki, sizin dışınızda, yine Allah'ın razı olabileceği, ama sizden farklı düşünen kullar olduğunu düşünmüyorsunuz? Bu nasıl bir algı tıkanması, nasıl tehlikeli bir idrak körleşmesidir! Allah şifa versin. Bediüzzaman bile "Hak yalnız benim mesleğimdir" demeyi doğru bulmazken, siz nasıl sizin dışınızdakileri böyle gayretullaha havale etme gücü kazanabildiniz? Cadde-i kübrayı nasıl bu kadar daraltabildiniz?
Bunlar küçük, ama çok can yakıcı şeyler. Düşünülmesi gereken şeyler. Üzerlerine yazıyorum, çünkü bunlarla yüzleşelim istiyorum. Bizden öncekilerin birbirini idare etmesi, "Aman hizmettir, zarar gelmesin!" diye laf etmemesi yüzünden bu zihinsel problemler büyüdü, bugünlere geldi. Biz de üzerlerine konuşmaz isek daha da büyüyecek. Zira bu insanlar, şu büyük hatayı farketmiyorlar: İnsanlarla yaşadığınız her problemde araya Allah'ı kalkan gibi koymaya kalkarsanız, insanları sadece kendinize değil, Allah'a da küstürürsünüz. Bunu, sadeleştirme konusunda 'sadeleştirme yapanları' dairenin dışına atanlara karşı da yapmıştım, şimdi cemaate karşı da yapıyorum. Allah'ın rızası, sevgisi, hizmeti kimsenin tekelinde değildir. Ne cemaatin, ne nurcuların, ne de başka bir grubun. Öyleymiş gibi davranırsanız, asıl o zaman gayretullaha dokunur. Çünkü Allah'ın gayreti; gücüne güvenerek, zayıf ama haklı olanı ezmeye yönelenleri kahretmeye meyillidir. Kalabalık olanı; okulu, kurumu, dersanesi, binası, gazetesi, medyası çok olanı korumaya yönelik değildir. Bilmem, anlatabildim mi?
10 Ağustos 2013 Cumartesi
9 Ağustos 2013 Cuma
Biz sadece arkadaşız
İnsanlara birşeyler anlatmaya çalışırken en çok çektiğim sıkıntı; anlattıklarımın, hayatımdan bekleniyor oluşudur. Ne zaman karşımdakinin benden böyle bir beklenti içinde olduğunu tasavvur etsem, söylemeye hevesim kaçar düşündüklerimi. Zira, eğer öyleyse, şu benim omzuma yüklenen ağır bir yüktür. Ben, bu yükü kaldıramam. Yanlış anlaşılmasın. Elbette iyi bir insan olmak isterim. Ama iyi insan olmak, yalnızca istemekle olmaz. Benimkisi gibi kuru istemekle hiç olmaz. O nedenle de yazdıklarımdan insanların olmadığım bir ben'i tahayyül etmesi, asıl ben'i rahatsız eder. Zannın fazlası sakıncalıdır. Hüsnüzannın bile... Ben de rahatsız olurum. Olmadığım birşey gibi davranmaktan Allah'a sığınırım.
Yapmadığım iyilikleri söylemek değil bu. Bana bağlı birşey de değil. Eskiden beri, güzel şeyler anlatanlar hakkında sahip olduğumuz bir yüceltme refleksi. Onların da 'kuru üzüm dalı' gibi olabileceğini düşünmeden giriştiğimiz bir renklendirme. Dilinden sunulanın ondan sanılması. Ayna ile güneşin karıştırılması. Perde olduğunun ve ancak perde olabileceğinin unutulması. Gafletin bir derece masum, hoşgörülen; ama yine de sakıncalı hali. Anlatıcıdan istifadeyi arttıran, fakat anlatıcıyı çok zor durumlarda da bırakabilen bir tahayyül. Zatın yerine delilin geçtiği bu asırda, bununla da uğraşmak gerek. Kazıye-yi makbulenin ateşi sönmüş, Bediüzzaman böyle söylüyor. Devir, artık burhan devri.
Yazdığım kitlenin içinde böyle insanların olması beni rahatsız eder. Çünkü onlar, sözlerinize değil, daha çok tavırlarınıza bakarlar. Ağzınızdan çıkan bin altını, hayatınızdaki bir bakır yüzünden kaldırıp çöpe atarlar. Halbuki siz, hakikati anlatırken; istediğiniz, zatınıza duyulacak bir muhabbet değildir. Bunu arzu etmezsiniz, etmemelisiniz. Siz sadece; size açılan, farkettirilen bir güzelliği kardeşlerinizle paylaşmak istersiniz. En az onlar kadar muhtaçsınızdır çünkü ona.
Fakat zorlar böyleleri sizi tebliğ yolunda. Söylediğinizden ötürü size hayalî bir rol biçer; oraya, istemeden sizi oturtur; sonra da uymayınca hesap sorar, küser. Ağzınızdan çıkan bal da olsa sirke muamelesi yapar. Yanlış yere kanalize olmuştur çünkü. Balı sizden sanmıştır. Bu sanması, yani zannı, onun tuzağı olmuştur.
Hz. Nuh aleyhisselamın, Kur'an'da iki kere geçen bir serzenişi vardır kavmine. Ben ne zaman o serzenişi okusam, aklıma işte bu mesele gelir. Der ki oralarda Nuh Efendim: "Ben size bir meleğim de demiyorum." Nedense, çok dokunur bana bu ayet. Hakikaten, hakikat anlatıcılarının ne zaman böyle bir iddiası olmuştur? Her birisi, önce nefsine demiş, önce kendisini mihenge vurmuştur. Onlar böyle yaparken, sofra arkadaşlarına ne olmuştur ki; hakikatin tamamını onların hayatlarından bir melek mükemmeliyetinde beklerler? Bu mümkün müdür?
Böyle insanlarla sık karşılaşınca insan düşüncelerini paylaşmaktan da soğur. Çünkü fıtratında, taşıyamayacağı yükü yüklenmekten kaçmak da vardır. Sırf bu yanlış beklenti ve telkinden dolayıdır ki; bir toplumda güzeli anlatanlar azalır, günahını anlatanlar çoğalır. Çünkü günahını anlatmak, böyle bir yük yüklemez insana. Aksine, yükünden almakla rahatlatır.
Bir zaman ben de böyle düşünerek insanlarla aklıma gelen şeyleri paylaşmaktan hayâ ediyordum. "Beni birşey sanacaklar, taşıyamayacağım!" diye üzülüyordum. Fakat daha sonraları Barla Lahikası'nda rastladığım kısacık bir mektup, benim bu yaramı tedavi etti. Üzerimdeki yükü aldı, beni kendime getirdi. O mektupta talebesi Hüsrev'e aynen şöyle diyordu Bediüzzaman:
"Bahtiyar kardeşim Hüsrev,
Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin."
İşte bu mektuptaki serbesti beni kendime getirdi. Öyle ya, ben de bu sofrada aldığı dersi arkadaşlarına söyleyen, müzakere ve müdavele-i efkâr eden, kıymetter mücevheratı birbirine ve müşterilerine gösteren birisiydim. Öyleyse kendimi sıkmama, insanların bana yüklediği hüsnüzannın altında ezilmeme ne gerek vardı? Bu hüsnüzan onların hatalarıydı. Zira Bediüzzaman, onlara, anlatıcının konumunu böyle biçmiyordu. Anlatıcı, içlerinden herhangi birisi gibi, bir arkadaştı sadece. Kendi dersini çalışmış, arkadaşlarına sunuyordu. Bundan fazlası değildi ve öyle olduğu sanılmamalıydı. Abilik, şeyhlik değil, arkadaşlıktı.
Bu dersi, bu metinden alıp rahatladım. Ondan sonradır ki, insanlara aklıma gelen birşeyleri anlatırken şeytanın sağdan (değil soldan) kulağıma üflediği "Sen bu makamın adamı mısın? Sus, anlatma artık!" tarzında bir vesveseden kurtulmuş oldum. Evet, hakikaten ben o makamın adamı değildim. Ama Risale-i Nur mesleğinde de o makam, şeytanın anlattığı gibi değildi. Arkadaş makamıydı. Ve arkadaşların birbirlerine düşüncelerini anlatmaları için kendilerine daha üst bir konum biçmelerine gerek yoktu. Kibirlenmelerine kapı yoktu. Ben de böylece bir ders aldım, rahatladım. Bana bu dersi aldıran Rabbime şükür. O zaten hiçbir kuluna taşımayacağı yükü yüklemez.
Yapmadığım iyilikleri söylemek değil bu. Bana bağlı birşey de değil. Eskiden beri, güzel şeyler anlatanlar hakkında sahip olduğumuz bir yüceltme refleksi. Onların da 'kuru üzüm dalı' gibi olabileceğini düşünmeden giriştiğimiz bir renklendirme. Dilinden sunulanın ondan sanılması. Ayna ile güneşin karıştırılması. Perde olduğunun ve ancak perde olabileceğinin unutulması. Gafletin bir derece masum, hoşgörülen; ama yine de sakıncalı hali. Anlatıcıdan istifadeyi arttıran, fakat anlatıcıyı çok zor durumlarda da bırakabilen bir tahayyül. Zatın yerine delilin geçtiği bu asırda, bununla da uğraşmak gerek. Kazıye-yi makbulenin ateşi sönmüş, Bediüzzaman böyle söylüyor. Devir, artık burhan devri.
Yazdığım kitlenin içinde böyle insanların olması beni rahatsız eder. Çünkü onlar, sözlerinize değil, daha çok tavırlarınıza bakarlar. Ağzınızdan çıkan bin altını, hayatınızdaki bir bakır yüzünden kaldırıp çöpe atarlar. Halbuki siz, hakikati anlatırken; istediğiniz, zatınıza duyulacak bir muhabbet değildir. Bunu arzu etmezsiniz, etmemelisiniz. Siz sadece; size açılan, farkettirilen bir güzelliği kardeşlerinizle paylaşmak istersiniz. En az onlar kadar muhtaçsınızdır çünkü ona.
Fakat zorlar böyleleri sizi tebliğ yolunda. Söylediğinizden ötürü size hayalî bir rol biçer; oraya, istemeden sizi oturtur; sonra da uymayınca hesap sorar, küser. Ağzınızdan çıkan bal da olsa sirke muamelesi yapar. Yanlış yere kanalize olmuştur çünkü. Balı sizden sanmıştır. Bu sanması, yani zannı, onun tuzağı olmuştur.
Hz. Nuh aleyhisselamın, Kur'an'da iki kere geçen bir serzenişi vardır kavmine. Ben ne zaman o serzenişi okusam, aklıma işte bu mesele gelir. Der ki oralarda Nuh Efendim: "Ben size bir meleğim de demiyorum." Nedense, çok dokunur bana bu ayet. Hakikaten, hakikat anlatıcılarının ne zaman böyle bir iddiası olmuştur? Her birisi, önce nefsine demiş, önce kendisini mihenge vurmuştur. Onlar böyle yaparken, sofra arkadaşlarına ne olmuştur ki; hakikatin tamamını onların hayatlarından bir melek mükemmeliyetinde beklerler? Bu mümkün müdür?
Böyle insanlarla sık karşılaşınca insan düşüncelerini paylaşmaktan da soğur. Çünkü fıtratında, taşıyamayacağı yükü yüklenmekten kaçmak da vardır. Sırf bu yanlış beklenti ve telkinden dolayıdır ki; bir toplumda güzeli anlatanlar azalır, günahını anlatanlar çoğalır. Çünkü günahını anlatmak, böyle bir yük yüklemez insana. Aksine, yükünden almakla rahatlatır.
Bir zaman ben de böyle düşünerek insanlarla aklıma gelen şeyleri paylaşmaktan hayâ ediyordum. "Beni birşey sanacaklar, taşıyamayacağım!" diye üzülüyordum. Fakat daha sonraları Barla Lahikası'nda rastladığım kısacık bir mektup, benim bu yaramı tedavi etti. Üzerimdeki yükü aldı, beni kendime getirdi. O mektupta talebesi Hüsrev'e aynen şöyle diyordu Bediüzzaman:
"Bahtiyar kardeşim Hüsrev,
Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin."
İşte bu mektuptaki serbesti beni kendime getirdi. Öyle ya, ben de bu sofrada aldığı dersi arkadaşlarına söyleyen, müzakere ve müdavele-i efkâr eden, kıymetter mücevheratı birbirine ve müşterilerine gösteren birisiydim. Öyleyse kendimi sıkmama, insanların bana yüklediği hüsnüzannın altında ezilmeme ne gerek vardı? Bu hüsnüzan onların hatalarıydı. Zira Bediüzzaman, onlara, anlatıcının konumunu böyle biçmiyordu. Anlatıcı, içlerinden herhangi birisi gibi, bir arkadaştı sadece. Kendi dersini çalışmış, arkadaşlarına sunuyordu. Bundan fazlası değildi ve öyle olduğu sanılmamalıydı. Abilik, şeyhlik değil, arkadaşlıktı.
Bu dersi, bu metinden alıp rahatladım. Ondan sonradır ki, insanlara aklıma gelen birşeyleri anlatırken şeytanın sağdan (değil soldan) kulağıma üflediği "Sen bu makamın adamı mısın? Sus, anlatma artık!" tarzında bir vesveseden kurtulmuş oldum. Evet, hakikaten ben o makamın adamı değildim. Ama Risale-i Nur mesleğinde de o makam, şeytanın anlattığı gibi değildi. Arkadaş makamıydı. Ve arkadaşların birbirlerine düşüncelerini anlatmaları için kendilerine daha üst bir konum biçmelerine gerek yoktu. Kibirlenmelerine kapı yoktu. Ben de böylece bir ders aldım, rahatladım. Bana bu dersi aldıran Rabbime şükür. O zaten hiçbir kuluna taşımayacağı yükü yüklemez.
1 Ağustos 2013 Perşembe
Nasıl bir cemaat?
Bediüzzaman’ın lahikalara bakışı, diğer eserlerine bakışı gibi değil. Orada yapmak istediği farklı birşeyler var gibi geliyor bana. Belki daha önce de yazdım hakkında. Lahikalar, kurguları itibariyle, artık yazarın okurlarıyla buluştuğu, hatta kaynaştığı, hatta ortak eserler ortaya çıkarmaya başladığı bir platform.
Okurların talebiyle de olmuyor bu. Yazar, bizzat kendisi, okurlarını sıkıştırarak, mektuplar isteyerek, eserleri hakkında kendilerine sualler sorarak yazılmasını sağlıyor bu mektupların. Ben, lahikalardaki bu ortak yazım dilini okurun; yazarın ve eserin bir parçası haline gelmesi açısından çok anlamlı buluyorum. Kendisi yazımına katılmış bir okur kadar, kim bir kitabı destekler ve böylesi sever? Böylesi yakınlıklar ister istemez muhabbet sebebidir. Karşı konulmazdır. Fıtrattır.
Fakat bunun arkasında, Bediüzzaman’ın oluşturmaya çalıştığı ikinci şey; yalnızca okur kazanmanın ötesinde birşey. O, kendisini okumakla yetişen okurların; anlatmakla bunu geliştirmelerini ve yazmakla başkalarını da yetiştirmesini istiyor. Mesela Barla Lahikası’ndaki şu kısacık mektup bu noktada ne kadar ders verici:
“Bahtiyar kardeşim Hüsrev,
Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.”
Yani Bediüzzaman’ın, eserlerini telif etmesinin ardından okurları arasında oluşmasını istediği zemin, böyle bir zemin. Düşündüğü cemaat de belki böyle bir cemaat: Münevver öğrencilerin birbirleriyle fikirlerini paylaştığı, aldığı dersi arkadaşlarına aktardığı bir platform. Okumanın bir adım ötesinde Bediüzzaman, talebeleri için ikinci bir hareket alanı daha tasarlıyor ve açıyor böylece. Gördüklerini yazacaklar ve onları birbirleriyle paylaşacaklar. Bir hakikatin çok renklerini görüp birbirleriyle onları müzakere edecekler.
Bu noktada diyebiliriz ki; Bediüzzaman, oluşturmaya çalıştığı okur sınıfıyla, aslında düşündüğümüz gibi katı kuralları, tabuları, uyulması gereken prosedürleri olan cemaat yapısı hayal etmiyor. Onlardan asıl istediği şey: Fikirlerini birbiriyle müzakere etmeleri. Mücevheratlarını birbirleriyle paylaşmaları. Belki eleştirilerini bile... Birbirlerini sınamaları ve doğruya beraber koşmaları. O nedenle bazen kendi içimize dönük şeyler söylüyor ve kardeşlerimize sitem ediyoruz: Müdavele-i efkâra izin verilmeyen yerde nasıl cemaat olur?
Okurların talebiyle de olmuyor bu. Yazar, bizzat kendisi, okurlarını sıkıştırarak, mektuplar isteyerek, eserleri hakkında kendilerine sualler sorarak yazılmasını sağlıyor bu mektupların. Ben, lahikalardaki bu ortak yazım dilini okurun; yazarın ve eserin bir parçası haline gelmesi açısından çok anlamlı buluyorum. Kendisi yazımına katılmış bir okur kadar, kim bir kitabı destekler ve böylesi sever? Böylesi yakınlıklar ister istemez muhabbet sebebidir. Karşı konulmazdır. Fıtrattır.
Fakat bunun arkasında, Bediüzzaman’ın oluşturmaya çalıştığı ikinci şey; yalnızca okur kazanmanın ötesinde birşey. O, kendisini okumakla yetişen okurların; anlatmakla bunu geliştirmelerini ve yazmakla başkalarını da yetiştirmesini istiyor. Mesela Barla Lahikası’ndaki şu kısacık mektup bu noktada ne kadar ders verici:
“Bahtiyar kardeşim Hüsrev,
Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.”
Yani Bediüzzaman’ın, eserlerini telif etmesinin ardından okurları arasında oluşmasını istediği zemin, böyle bir zemin. Düşündüğü cemaat de belki böyle bir cemaat: Münevver öğrencilerin birbirleriyle fikirlerini paylaştığı, aldığı dersi arkadaşlarına aktardığı bir platform. Okumanın bir adım ötesinde Bediüzzaman, talebeleri için ikinci bir hareket alanı daha tasarlıyor ve açıyor böylece. Gördüklerini yazacaklar ve onları birbirleriyle paylaşacaklar. Bir hakikatin çok renklerini görüp birbirleriyle onları müzakere edecekler.
Bu noktada diyebiliriz ki; Bediüzzaman, oluşturmaya çalıştığı okur sınıfıyla, aslında düşündüğümüz gibi katı kuralları, tabuları, uyulması gereken prosedürleri olan cemaat yapısı hayal etmiyor. Onlardan asıl istediği şey: Fikirlerini birbiriyle müzakere etmeleri. Mücevheratlarını birbirleriyle paylaşmaları. Belki eleştirilerini bile... Birbirlerini sınamaları ve doğruya beraber koşmaları. O nedenle bazen kendi içimize dönük şeyler söylüyor ve kardeşlerimize sitem ediyoruz: Müdavele-i efkâra izin verilmeyen yerde nasıl cemaat olur?
28 Temmuz 2013 Pazar
Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni.
Öncelikle şunu beyan etmeliyim: Nurcuların tamamı Hocaefendi cemaatinden değildir ve olmak zorunluluğu da yoktur. Yani Nurculuk, sadece Hocaefendi ekolü değildir. Onlardan olmayan birisi, onlarla bozuştu diye, Nurculuğun dışına atılmaz. Zaten bundan bir adım ötesinde, tüm müslümanların Nur cemaatinden olmak zorunluluğu diye de birşey yoktur. Bu da bir hak ve rahatlık verir: Her düşüncelerine veya eylemlerine katılmama, gerekirse eleştiride bulunabilme hakkı. Bir insanın kendi yolunu çizmesi ya kendi yolunun esaslarını beyan etmekle olur yahut da karışabileceği diğer ekolleri eleştirerek arasına mesafe koymakla olur. Eleştirilere insaf katık olduğu sürece de her eleştirinin varlık sahasına çıkma hakkı vardır. Hepimiz az çok tasavvufu bilen insanlarız. Emmâreden levvameye çıkış da ancak bu eleştiriler vasıtasıyla olur. Kişisel bazda da bu böyle, cemaat bazında da bu böyle.
Bir süredir, malumunuz, cemaatin siyasî alanda takındığı tavırlara karşı eleştiriler yapıyorum. Bazen bunları çok açıktan, bazen üstü kapalı bir şekilde yapıyorum. Bununla ilgili cemaatteki kardeşlerden çok da eleştiri alıyorum. Eleştiri benim mazotumdur, hiç gocunmam. Fakat bu eleştiriler beni, endişelerimi küçük küçük cümlelerle sosyal medyada paylaşmaktansa, daha uzun metinlerle bloguma taşımaya sevk etti. Zira herkese, her soru sorana tekrar tekrar aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Bir kere yazayım, dileyen buradan okusun. Dilemeyen, sallamasın.
Başlarken şunu beyan edeyim: Ben, Hocaefendi cemaatinin yurtiçinde veya yurtdışında Allah rızası için yaptığı iyi işleri reddetmiyorum. "Yoktur, olmamıştır, bunların yaptığı hiçbir hizmet, hizmet değildir" tarzı birşeyi söylemem, hatta rüyamda bunu görmem mümkün değil. Ama parça parça meselelerde, hususan cemaatin siyasete müdahil olduğu ve ayrıca devletten pay istediği alanlarda ciddi bir rahatsızlığım var.
Peki, bu rahatsızlığı neden beyan ediyorum? Çünkü Risale eksenli bir hizmet yürütmek gayesiyle yola başlamış bir cemaatin ileride yaşadığı kırılmaların, bunu irdelemeyen tâbilerince fark edilmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden uyarmak da bana, bize düşüyor. "Şuradan şurası doğrudur. Şuradan şuraya kadar ise, bakınız, böyle böyle endişelerimiz var" tarzında bir beyan, sanıyorum herkeste bulunması gereken o manevî otokontrol sisteminin akıllarda ve kalplerde kurulmasını sağlar.
Gerçi ileride maddeler halinde yazacağım, ama başlarken de söylemiş olayım: Cemaatin özellikle Risale-i Nur mesleğini Türk milliyetçiliğine müsait bir alan gibi göstermesini; hatta bu işi ileriye götürüp Kur'an'ın, sünnetin ve ikisinden beslenmiş Risalelerin hiç böyle bir amacı olmadığı, öğütlemediği halde Türkçeyi ve türevlerini bir misyon haline getirmesini yanlış buluyorum. Bunu yaparken sergilediği eylemler bir kenara... Onlar ayrıca caiziyet boyutuyla tartışılır.
Ama onun ötesinde Kur'an'ın, sünnetin ve Risale-i Nur mesleğinin hiçbir milliyetçi söyleme müsait olmayan alanında Türk milliyetçiliği adına böyle bir alan açmalarını yanlış buluyorum. Ki bu nedenle cemaatten tanıdığım çoğu insan, bugün barış sürecinde en çok ayak sürüyen ve hükümetin pozitif adımlarını eleştiren insanlar. Zira cemaat onlara Risale maskeli bir Türkçülüğü çok doğru, çok dinî, çok Allah'ın emri bir tarzda kutsiyet atfederek öğretiyor. (Meşhur bir abinin bir zamanlar dersanelerde Kürtçe konuşulmasından rahatsız olduklarını röportajda anlattığını hatırlayalım.) Fakat buna delil sorduğunuzda, bırakın cevap vermeyi, muhatap bile alınmıyorsunuz. Gayretullaha dokunmak diye birşey var, öcü gibi cemaati eleştiren herkese gösteriliyor. Onunla sindirilmeye çalışılıyorsunuz.
Kardeşim, ben seni yerin dibine batırmaya çalışmıyorum. Boynunda akrep var gibi geliyor bana. Boynundaki akrebi gösteriyorum. Sen bana teşekkür edip akreple meşgul olacağına "Gayretullaha dokunur" diyerek neden benim üzerime geliyorsun? Hepimizin ilham aldığı dönem asr-ı saadet ve selef-i salihin dönemi sonuçta. O zaman bile sahabiler birbirlerini eleştirebilirken ve bu eleştirinin sonucunda kimse kimseyi gayretullaha dokunur diye tehdit etmezken, siz nasıl bir yüksekliğe sahipsiniz ki, sizi eleştiren direk sanki (hâşâ) Allah'ı eleştiriyor? Sizde hiç kusur olmaz, siz esbap dairesinde perdelik yapmazmışsınız gibi herşey hemen gayretullaha gidiyor? Hz. Ömer'in bile sahabiler kendisine yönelttiğinde dinlediği, mantıklıysa benimsediği bir eleştiriyi; siz nasıl kendinize yakıştırmıyorsunuz? Garip değil mi bu?
Bir de hizmetlerinize borçlandırma meselesi var. Diyelim, oturdunuz cemaatten birileriyle; içinizde saklı kalan şeyleri riyakârlık olmasın, gıybet olmasın diye yüzlerine karşı söylediniz, paylaştınız. Alacağınız ilk tepkiyi tarif edeyim size: "Biz şu kadar hizmet yaptık. Bu kadar okulumuz var. Şu kadar yurdumuz var. Bu kadar cemaatiz. Bu ülkede şu an birşeyler iyi gidiyorsa, bunlar hep bizim sayemizde. Bizim kadar hizmet yapın, ondan sonra konuşun..." falan felan. Hoppala! Arkadaşım, benim senin hizmetlerinle bir derdim yok ki. Onları sorguladığım da yok. Hepsini Allah kabul etsin. Sen niye benim lokal eleştirimi alıp bütün cemaate yapmışım gibi yayıyorsun? Sonra da dönüp bana diyorsun ki: "Cemaat büyük bir topluluktur, bu sözlerinle hepsinin kul hakkına giriyorsun, hepsinden helallik isteyebilecek misin?"
Yahu niye böyle olsun? Cemaate yapılan eleştiri, neden bütün cemaate olsun? Karar alımında bütün cemaate sormuyorlar ki hiçbir şeyi. Gazeteniz, medyanız manşetini ayarlarken cemaate mi soruyor? Cemaat çapında yapılan referandum mu var? Yok öyle birşey. Yukarıda abiler var, en üstte Hocaefendi var, onlar alıyorlar kararların çoğunu. Bizim cemaat diye eleştirdiğimiz şey, birebir bütün cemaat üyelerinin amelleri değil ki. Eleştirdiğimiz şey, genelde lokal ve genelde abilerin kararıyla ortaya çıkan şeyler. Bazen de birebir sadece Hocaefendi'nin bir sözünü, eylemini eleştiriyoruz. Bunu alıp bütün cemaate teşmil etmekte suç benim mi, yoksa senin mi? Ben yapmıyorum ki, öyle birşey. Sen alıp bunu genişletiyorsun. Bunu yapmaktaki amacını da biliyorum. Çünkü bana verecek cevabın yok.
Bu borçlandırma mevzuu enteresandır. Bende çok ciddi alerji yapan birşeydir. Neden derseniz: Çünkü cemaat bu borçlandırma konusunda öyle bir dil kullanır ki, tıpkı vatandaşlık derslerindeki devlet dili gibidir. "Sizin ekmeğinizi devlet veriyor, suyumuzu devlet sağlıyor. Devletin havasını soluyorsunuz. O zaman devlete itaat edin" tarzı birşeydir bu. Cemaatin yaptığı iyilikler, sahip oldukları faziletler üzerinden bir ezme harekatıdır. Cemaat vaktiyle şunu şunu başarmıştır. O zaman bunları başaran bir kuruma, kesime kesinlikle hiçbir şey söylenemez. Cık, cık, cık. Bu iş, öyle bir hale geliyor ki en nihayet, ağzınızı açtırmıyorlar size. Ağzınızı açmak için en az yüz tane okulunuz olması lazım. Hakkınız yok yoksa.
İyi de arkadaşım, senin bu kafanla gidersek ne devleti, ne sistemi, ne de başka birşeyi sorgulayabilmeye hakkımız kalır. Devlet, birçok iyi işler yapan bir şahs-ı manevidir. Onu böyle faziletleriyle kutsarsak devlet kendini nasıl geliştirir? Yasalar nasıl modernleşir? Ordu hakeza. Ordu, sınırlarımızı bekleyendir. Ama onun sınırlarımızı bekliyor, bizi koruyor oluşu; zaman zaman içindeki zehirli bir damarın tahrikiyle özgürlüğümüzü (darbe yaparak, muhtıra vererek) elimizden almasına engel olmuyor. Hiçbir kurumun yaptığı iyi işler, kötü işlerini yok edemiyor. O halde siz nasıl bu kanundan hariç bir fert olabiliyorsunuz?
Yaptığınız bir hayır varsa, elbette karşılığını Allah verecektir. Daha dönüp bizden de bir karşılık beklemek niye? Sen o iyi işleri yapıyorsun diye ben susmaya mecbur muyum? Hz. Ömer'i minberdeyken eleştiren sahabi herhalde faziletçe ondan yüksek değildi. Ama eleştirmesine de engel olmamıştı. Hz. Ebû Zer de Hz. Osman'dan yüksek değildi. Ama yine de sisteme yönelik eleştiriler söylemekten geri kalmıyordu. Ne borçlandırılıyor ne de gayretullaha dokunmakla tehdit ediliyordu.
Kaldı ki, uygulamalarınızın çoğu fıkha dair meselelerdir. Fıkha dair meseleler selef-i salihin devrinden beri tartışılabilen şeylerken ne ara sizin döneminizdeki gibi eleştirilemez oldu. Mesela ben Türkçe Olimpiyatlarına desem ki: Bu Kur'anî bir hizmet metodu değildir. Kur'an'da hiçbir lisan (belki vahyin dili olması itibariyle Arapça hariç) böyle yüceltilmemiş, ille-i gaye olmamıştır. Siz bunu yapıyor ve bunun bu zamanda büyük bir hizmet olduğunu savunuyorsunuz. Bu fıkha dair bir meseledir. Bunu konuşalım. Tartışalım. Sizde konuşma yok, tartışmaya müsaade hiç yok. Konuşanların da ağzına hemen lafı tıkıyorsunuz: "Ama bizim yaptığımız hizmetler..." Allah kabul etsin onları, ne diyeyim yani? Derdim yok ki onlarla.
Bakınız, şunu da söyleyeyim: Herhangi bir kurumun, Türk kültürü adına (ama demeyecek din adına) böyle birşey yapmasını da yadırgamam. Amacı zaten böyle birşeyse, bununla yola çıkmışsa, yapabilir elbette. Ama başlarken Kur'an eksenli başlıyor, Risale ile yola çıkıyor ve sonra böyle bir evrilme yaşıyorsanız, kusura bakmayın, ona diyecek iki sözümüz var.
Bir de üstelik Türkçe Olimpiyatlarına bu sene (davet ettiğiniz ünlüler eleştirilerin önünü yeterince tıkamıyor belli ki) Peygamber Efendimizi aleyhissalâtu vesselam da getirdiniz. Oluşturmaya çalıştığınız kutsiyete bakar mısınız? Bu size sağlıklı geliyor mu? Bir kurumun, kesimin bir olimpiyat yapması başka, oraya Efendimizi misafir etmesi başka. Nasıl sağlıksız, rüya üzerine, ikinci bir fıkıh alanı oluşturduğunuz söylemeye gerek bile duymuyorum. Rüya fıkıhta delil sayılmaz halbuki. Üstelik tabir var, rüyayı tersine çevirir. Tabir var, hiç düşünmediğin anlamı çıkarır.
Şimdi de dalmışsınız siyasete. AK Parti üzerine, geliyor da geliyorsunuz. Gelmeyin demiyorum. Benim de AK Parti'de gördüğüm kusurlar var. Fakat arkadaşım, biraz dengeli olun ya. Mavi Marmara olayında gayet masum bir amaç için, Filistinli kardeşlerine yapılan boykotu kırmak için bir gemiye binmiş insanların yaşadığı katliamı, mağduriyeti Hocaefendi'nin bizzat kendi diliyle "Otoriteye itaat lazımdır" diye eleştirmeyi bildiniz. Onca insanın kalbini kırmayı bildiniz. O zaman bir hayli devletçiydiniz.
Peki neden Geziparkı olayları sırasında aynı damar tutmadı sizde? Halbuki Mavi Marmara, Gezi'den bin kere daha masumdu. Bu sefer, aynı dille "Eylemi yapanların anlaşılması gerektiğini, kendilerine yanlışlar yapılmış olabileceğini..." söylediniz. Ben açıkça soruyorum: Devletçi misiniz? Halkçı mısınız? Necisiniz? Yoksa ilk olayın içinde İsrail, ikinci olayın içinde zaten aranız kötü bir AK Parti olduğu için mi böyle bir tavır takındınız? Yapmayın yahu. Yapmayın böyle şeyler. Erbakan'ın meşru iktidarının arkasında duramadınız. O zaman darbecilerle bir olup iktidara çekilme çağrısı yaptınız. Bari bu sefer meşru iktidarın arkasından bu kadar çabuk çekilmeyin. Yapmayın böyle. Ümmet bunları görmüyor değil. Mısır olayları üzerinden 28 Şubat'taki halinizi bir değerlendirin. Ben, "Erdoğan hata yapmıştır" diyebiliyorum. Siz "Hocaefendi hata yapmıştır" diyebiliyor musunuz, onu bir değerlendirin.
Hem bazı şeyler oluyor, statükonun devam etmesini bizzat siz istiyorsunuz. Mesela dersaneler. Dersaneler kadar halkın belini büken birşey var mı toplumda? Okuldaki dersler yetmiyor diye tonlarca lira masrafla bir de çocuklar dersanelerde okutuluyorlar. Sabahları okulda, haftasonları en az bir yıl dersanede geçiyor. Yaşadıkları stres, kaybettikleri zaman cabası. Şimdi sanki bu dersaneler çok maslahatlı şeylermiş, öğrettikleri de sınavdan sonra bir işe yarıyormuş gibi ayak sürüyorsunuz. Halbuki hem sınavlar, hem de dersaneler kalkmalı. Öğrenciler, veliler bu çileden kurtulmalı. Biz böyle bir değişimin yanında yer alacak, millete faydası dokunacak birşeyi kollayacak yerde, oradan kesilen rızkınıza bakıyor ve direniyorsunuz. "Erdoğan olmasaydı... şeklinde şeyler yazan arkadaşlar şirke yaklaşıyorlar" demeyi biliyorsunuz. "Dersaneler olmasaydı... deyince böyle bir şirk olmuyor mu?"
Oyyh! İçimi döktüm. Ama rahatladım. Daha da dökeceğim. Bu yazı başıma bela bile açsa, bu belayı öper yine başıma koyarım. Çünkü riyakârlığı değil, açıkça söylemeyi seçtim. Gıybeti değil, doğruyu yüzünüze haykırmayı seçtim. Yazı boyunca da hakkınıza, hizmetinize zulmetmemeye çalıştım. Gerisi, artık geride kalır. Umurumda olmaz bile... Ha, bu arada: Bu yazı, twitter'dan bana "Müslümanlara rağmen hizmet etmeye çalışıyoruz" diye yazan cemaatten bir arkadaşa tepki olarak yazıldı. Müslümanlara rağmen bir hizmet... Çok enteresan.
Bir süredir, malumunuz, cemaatin siyasî alanda takındığı tavırlara karşı eleştiriler yapıyorum. Bazen bunları çok açıktan, bazen üstü kapalı bir şekilde yapıyorum. Bununla ilgili cemaatteki kardeşlerden çok da eleştiri alıyorum. Eleştiri benim mazotumdur, hiç gocunmam. Fakat bu eleştiriler beni, endişelerimi küçük küçük cümlelerle sosyal medyada paylaşmaktansa, daha uzun metinlerle bloguma taşımaya sevk etti. Zira herkese, her soru sorana tekrar tekrar aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Bir kere yazayım, dileyen buradan okusun. Dilemeyen, sallamasın.
Başlarken şunu beyan edeyim: Ben, Hocaefendi cemaatinin yurtiçinde veya yurtdışında Allah rızası için yaptığı iyi işleri reddetmiyorum. "Yoktur, olmamıştır, bunların yaptığı hiçbir hizmet, hizmet değildir" tarzı birşeyi söylemem, hatta rüyamda bunu görmem mümkün değil. Ama parça parça meselelerde, hususan cemaatin siyasete müdahil olduğu ve ayrıca devletten pay istediği alanlarda ciddi bir rahatsızlığım var.
Peki, bu rahatsızlığı neden beyan ediyorum? Çünkü Risale eksenli bir hizmet yürütmek gayesiyle yola başlamış bir cemaatin ileride yaşadığı kırılmaların, bunu irdelemeyen tâbilerince fark edilmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden uyarmak da bana, bize düşüyor. "Şuradan şurası doğrudur. Şuradan şuraya kadar ise, bakınız, böyle böyle endişelerimiz var" tarzında bir beyan, sanıyorum herkeste bulunması gereken o manevî otokontrol sisteminin akıllarda ve kalplerde kurulmasını sağlar.
Gerçi ileride maddeler halinde yazacağım, ama başlarken de söylemiş olayım: Cemaatin özellikle Risale-i Nur mesleğini Türk milliyetçiliğine müsait bir alan gibi göstermesini; hatta bu işi ileriye götürüp Kur'an'ın, sünnetin ve ikisinden beslenmiş Risalelerin hiç böyle bir amacı olmadığı, öğütlemediği halde Türkçeyi ve türevlerini bir misyon haline getirmesini yanlış buluyorum. Bunu yaparken sergilediği eylemler bir kenara... Onlar ayrıca caiziyet boyutuyla tartışılır.
Ama onun ötesinde Kur'an'ın, sünnetin ve Risale-i Nur mesleğinin hiçbir milliyetçi söyleme müsait olmayan alanında Türk milliyetçiliği adına böyle bir alan açmalarını yanlış buluyorum. Ki bu nedenle cemaatten tanıdığım çoğu insan, bugün barış sürecinde en çok ayak sürüyen ve hükümetin pozitif adımlarını eleştiren insanlar. Zira cemaat onlara Risale maskeli bir Türkçülüğü çok doğru, çok dinî, çok Allah'ın emri bir tarzda kutsiyet atfederek öğretiyor. (Meşhur bir abinin bir zamanlar dersanelerde Kürtçe konuşulmasından rahatsız olduklarını röportajda anlattığını hatırlayalım.) Fakat buna delil sorduğunuzda, bırakın cevap vermeyi, muhatap bile alınmıyorsunuz. Gayretullaha dokunmak diye birşey var, öcü gibi cemaati eleştiren herkese gösteriliyor. Onunla sindirilmeye çalışılıyorsunuz.
Kardeşim, ben seni yerin dibine batırmaya çalışmıyorum. Boynunda akrep var gibi geliyor bana. Boynundaki akrebi gösteriyorum. Sen bana teşekkür edip akreple meşgul olacağına "Gayretullaha dokunur" diyerek neden benim üzerime geliyorsun? Hepimizin ilham aldığı dönem asr-ı saadet ve selef-i salihin dönemi sonuçta. O zaman bile sahabiler birbirlerini eleştirebilirken ve bu eleştirinin sonucunda kimse kimseyi gayretullaha dokunur diye tehdit etmezken, siz nasıl bir yüksekliğe sahipsiniz ki, sizi eleştiren direk sanki (hâşâ) Allah'ı eleştiriyor? Sizde hiç kusur olmaz, siz esbap dairesinde perdelik yapmazmışsınız gibi herşey hemen gayretullaha gidiyor? Hz. Ömer'in bile sahabiler kendisine yönelttiğinde dinlediği, mantıklıysa benimsediği bir eleştiriyi; siz nasıl kendinize yakıştırmıyorsunuz? Garip değil mi bu?
Bir de hizmetlerinize borçlandırma meselesi var. Diyelim, oturdunuz cemaatten birileriyle; içinizde saklı kalan şeyleri riyakârlık olmasın, gıybet olmasın diye yüzlerine karşı söylediniz, paylaştınız. Alacağınız ilk tepkiyi tarif edeyim size: "Biz şu kadar hizmet yaptık. Bu kadar okulumuz var. Şu kadar yurdumuz var. Bu kadar cemaatiz. Bu ülkede şu an birşeyler iyi gidiyorsa, bunlar hep bizim sayemizde. Bizim kadar hizmet yapın, ondan sonra konuşun..." falan felan. Hoppala! Arkadaşım, benim senin hizmetlerinle bir derdim yok ki. Onları sorguladığım da yok. Hepsini Allah kabul etsin. Sen niye benim lokal eleştirimi alıp bütün cemaate yapmışım gibi yayıyorsun? Sonra da dönüp bana diyorsun ki: "Cemaat büyük bir topluluktur, bu sözlerinle hepsinin kul hakkına giriyorsun, hepsinden helallik isteyebilecek misin?"
Yahu niye böyle olsun? Cemaate yapılan eleştiri, neden bütün cemaate olsun? Karar alımında bütün cemaate sormuyorlar ki hiçbir şeyi. Gazeteniz, medyanız manşetini ayarlarken cemaate mi soruyor? Cemaat çapında yapılan referandum mu var? Yok öyle birşey. Yukarıda abiler var, en üstte Hocaefendi var, onlar alıyorlar kararların çoğunu. Bizim cemaat diye eleştirdiğimiz şey, birebir bütün cemaat üyelerinin amelleri değil ki. Eleştirdiğimiz şey, genelde lokal ve genelde abilerin kararıyla ortaya çıkan şeyler. Bazen de birebir sadece Hocaefendi'nin bir sözünü, eylemini eleştiriyoruz. Bunu alıp bütün cemaate teşmil etmekte suç benim mi, yoksa senin mi? Ben yapmıyorum ki, öyle birşey. Sen alıp bunu genişletiyorsun. Bunu yapmaktaki amacını da biliyorum. Çünkü bana verecek cevabın yok.
Bu borçlandırma mevzuu enteresandır. Bende çok ciddi alerji yapan birşeydir. Neden derseniz: Çünkü cemaat bu borçlandırma konusunda öyle bir dil kullanır ki, tıpkı vatandaşlık derslerindeki devlet dili gibidir. "Sizin ekmeğinizi devlet veriyor, suyumuzu devlet sağlıyor. Devletin havasını soluyorsunuz. O zaman devlete itaat edin" tarzı birşeydir bu. Cemaatin yaptığı iyilikler, sahip oldukları faziletler üzerinden bir ezme harekatıdır. Cemaat vaktiyle şunu şunu başarmıştır. O zaman bunları başaran bir kuruma, kesime kesinlikle hiçbir şey söylenemez. Cık, cık, cık. Bu iş, öyle bir hale geliyor ki en nihayet, ağzınızı açtırmıyorlar size. Ağzınızı açmak için en az yüz tane okulunuz olması lazım. Hakkınız yok yoksa.
İyi de arkadaşım, senin bu kafanla gidersek ne devleti, ne sistemi, ne de başka birşeyi sorgulayabilmeye hakkımız kalır. Devlet, birçok iyi işler yapan bir şahs-ı manevidir. Onu böyle faziletleriyle kutsarsak devlet kendini nasıl geliştirir? Yasalar nasıl modernleşir? Ordu hakeza. Ordu, sınırlarımızı bekleyendir. Ama onun sınırlarımızı bekliyor, bizi koruyor oluşu; zaman zaman içindeki zehirli bir damarın tahrikiyle özgürlüğümüzü (darbe yaparak, muhtıra vererek) elimizden almasına engel olmuyor. Hiçbir kurumun yaptığı iyi işler, kötü işlerini yok edemiyor. O halde siz nasıl bu kanundan hariç bir fert olabiliyorsunuz?
Yaptığınız bir hayır varsa, elbette karşılığını Allah verecektir. Daha dönüp bizden de bir karşılık beklemek niye? Sen o iyi işleri yapıyorsun diye ben susmaya mecbur muyum? Hz. Ömer'i minberdeyken eleştiren sahabi herhalde faziletçe ondan yüksek değildi. Ama eleştirmesine de engel olmamıştı. Hz. Ebû Zer de Hz. Osman'dan yüksek değildi. Ama yine de sisteme yönelik eleştiriler söylemekten geri kalmıyordu. Ne borçlandırılıyor ne de gayretullaha dokunmakla tehdit ediliyordu.
Kaldı ki, uygulamalarınızın çoğu fıkha dair meselelerdir. Fıkha dair meseleler selef-i salihin devrinden beri tartışılabilen şeylerken ne ara sizin döneminizdeki gibi eleştirilemez oldu. Mesela ben Türkçe Olimpiyatlarına desem ki: Bu Kur'anî bir hizmet metodu değildir. Kur'an'da hiçbir lisan (belki vahyin dili olması itibariyle Arapça hariç) böyle yüceltilmemiş, ille-i gaye olmamıştır. Siz bunu yapıyor ve bunun bu zamanda büyük bir hizmet olduğunu savunuyorsunuz. Bu fıkha dair bir meseledir. Bunu konuşalım. Tartışalım. Sizde konuşma yok, tartışmaya müsaade hiç yok. Konuşanların da ağzına hemen lafı tıkıyorsunuz: "Ama bizim yaptığımız hizmetler..." Allah kabul etsin onları, ne diyeyim yani? Derdim yok ki onlarla.
Bakınız, şunu da söyleyeyim: Herhangi bir kurumun, Türk kültürü adına (ama demeyecek din adına) böyle birşey yapmasını da yadırgamam. Amacı zaten böyle birşeyse, bununla yola çıkmışsa, yapabilir elbette. Ama başlarken Kur'an eksenli başlıyor, Risale ile yola çıkıyor ve sonra böyle bir evrilme yaşıyorsanız, kusura bakmayın, ona diyecek iki sözümüz var.
Bir de üstelik Türkçe Olimpiyatlarına bu sene (davet ettiğiniz ünlüler eleştirilerin önünü yeterince tıkamıyor belli ki) Peygamber Efendimizi aleyhissalâtu vesselam da getirdiniz. Oluşturmaya çalıştığınız kutsiyete bakar mısınız? Bu size sağlıklı geliyor mu? Bir kurumun, kesimin bir olimpiyat yapması başka, oraya Efendimizi misafir etmesi başka. Nasıl sağlıksız, rüya üzerine, ikinci bir fıkıh alanı oluşturduğunuz söylemeye gerek bile duymuyorum. Rüya fıkıhta delil sayılmaz halbuki. Üstelik tabir var, rüyayı tersine çevirir. Tabir var, hiç düşünmediğin anlamı çıkarır.
Şimdi de dalmışsınız siyasete. AK Parti üzerine, geliyor da geliyorsunuz. Gelmeyin demiyorum. Benim de AK Parti'de gördüğüm kusurlar var. Fakat arkadaşım, biraz dengeli olun ya. Mavi Marmara olayında gayet masum bir amaç için, Filistinli kardeşlerine yapılan boykotu kırmak için bir gemiye binmiş insanların yaşadığı katliamı, mağduriyeti Hocaefendi'nin bizzat kendi diliyle "Otoriteye itaat lazımdır" diye eleştirmeyi bildiniz. Onca insanın kalbini kırmayı bildiniz. O zaman bir hayli devletçiydiniz.
Peki neden Geziparkı olayları sırasında aynı damar tutmadı sizde? Halbuki Mavi Marmara, Gezi'den bin kere daha masumdu. Bu sefer, aynı dille "Eylemi yapanların anlaşılması gerektiğini, kendilerine yanlışlar yapılmış olabileceğini..." söylediniz. Ben açıkça soruyorum: Devletçi misiniz? Halkçı mısınız? Necisiniz? Yoksa ilk olayın içinde İsrail, ikinci olayın içinde zaten aranız kötü bir AK Parti olduğu için mi böyle bir tavır takındınız? Yapmayın yahu. Yapmayın böyle şeyler. Erbakan'ın meşru iktidarının arkasında duramadınız. O zaman darbecilerle bir olup iktidara çekilme çağrısı yaptınız. Bari bu sefer meşru iktidarın arkasından bu kadar çabuk çekilmeyin. Yapmayın böyle. Ümmet bunları görmüyor değil. Mısır olayları üzerinden 28 Şubat'taki halinizi bir değerlendirin. Ben, "Erdoğan hata yapmıştır" diyebiliyorum. Siz "Hocaefendi hata yapmıştır" diyebiliyor musunuz, onu bir değerlendirin.
Hem bazı şeyler oluyor, statükonun devam etmesini bizzat siz istiyorsunuz. Mesela dersaneler. Dersaneler kadar halkın belini büken birşey var mı toplumda? Okuldaki dersler yetmiyor diye tonlarca lira masrafla bir de çocuklar dersanelerde okutuluyorlar. Sabahları okulda, haftasonları en az bir yıl dersanede geçiyor. Yaşadıkları stres, kaybettikleri zaman cabası. Şimdi sanki bu dersaneler çok maslahatlı şeylermiş, öğrettikleri de sınavdan sonra bir işe yarıyormuş gibi ayak sürüyorsunuz. Halbuki hem sınavlar, hem de dersaneler kalkmalı. Öğrenciler, veliler bu çileden kurtulmalı. Biz böyle bir değişimin yanında yer alacak, millete faydası dokunacak birşeyi kollayacak yerde, oradan kesilen rızkınıza bakıyor ve direniyorsunuz. "Erdoğan olmasaydı... şeklinde şeyler yazan arkadaşlar şirke yaklaşıyorlar" demeyi biliyorsunuz. "Dersaneler olmasaydı... deyince böyle bir şirk olmuyor mu?"
Oyyh! İçimi döktüm. Ama rahatladım. Daha da dökeceğim. Bu yazı başıma bela bile açsa, bu belayı öper yine başıma koyarım. Çünkü riyakârlığı değil, açıkça söylemeyi seçtim. Gıybeti değil, doğruyu yüzünüze haykırmayı seçtim. Yazı boyunca da hakkınıza, hizmetinize zulmetmemeye çalıştım. Gerisi, artık geride kalır. Umurumda olmaz bile... Ha, bu arada: Bu yazı, twitter'dan bana "Müslümanlara rağmen hizmet etmeye çalışıyoruz" diye yazan cemaatten bir arkadaşa tepki olarak yazıldı. Müslümanlara rağmen bir hizmet... Çok enteresan.
13 Haziran 2013 Perşembe
Gazalî'den Bediüzzaman'a ene ve kuvveler...
Metin Karabaşoğlu abiyle bir grup talebe her pazartesi yaptığımız Ene Risalesi okumalarında enteresan şeyler keşfediyoruz. Bunların bir kısmı oraya gelirken yanımızda oluyor. Bir kısmını ders sırasında farkediyoruz. Bu açılımlar, bana, Risale-i Nur’u ideal okuma şeklini de öğretiyorlar. Şahs-ı manevinin eline verilmiş bu emaneti, ancak farklı fıtratlardan mürekkep bir şahs-ı manevi anlayabiliyor. Kişilerin, bireysel okumalarla istifadesi ise, her zaman mukayyet. Zaman cemaat zamanı, ama belki de böyle bir cemaat zamanı. Hakikati birbirleriyle yardımlaşarak bulmaya çalışanların zamanı. Yoksa lider kültünün altında ezilen iradesizlerin zamanı değil.
Bu okumalar esnasında elbette herkes kendi dünyasını getiriyor oraya. O sırada elimizde olan, gözümüze çarpan başka metinler var. Ve bazen o kafamızda takılı olan metin, Ene Risalesi’ni okurken bir karşılık buluyor. Kâinat, aynı katibin kaleminden çıkma olduğuna göre (ki buna imanımız var) oradan çıkan bilgide de bir paralellik, bir uyum var. Bazen alakasız gibi duran birşey, bir başkasının kapısı oluyor. Hiç böyle düşünmeden okuduğunuz bir kitap, bir diğerinin kalbinize nüzulüne sebep oluyor. Tevafuk, ara sıra karşılaşılan bir sıradışılık değil. Kaderin kafiyesi. Yalnız şu da var ki: Biz bu kafiyeyi bazı bazı farkediyoruz.
İşte bu tevafuklardan birisini de ben İmam Gazalî’nin Tevbe Risalesi’ni (Etkileşim Yayınları) okurken yaşadım. O kitap elimdeyken karşılaştığım satırlar, diğer taraftan Ene Risalesi’ne yönelik mesaimiz, ikisi arasındaki tevafukları okumamı sağladı. Ki bunlardan en hoşuma gideni de kuvveler bahsine dairdir.
Bediüzzaman’ın insanın içdünyasını anlatırken en çok kullandığı terimlerdendir bu kuvveler. Çoğunuz bilirsiniz isimlerini: Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvet, üç farklı estetik algısı, üç farklı temayül şekillendirir insanın his dünyasını. Özellikle Ene Risalesi’nde Bediüzzaman kuvveler bahsine büyük vurgu yapar insanı okurken. İnsanlık tarihinin tamamına onların ekseninden yaklaşır.
Fakat klasik metinleri taramaktan uzak kalışımızdan mıdır bilinmez, pek bilmeyiz bu kuvvelerin literatürdeki yerini. Yani onları ilk Bediüzzaman mı bulmuştur? Yoksa daha evvel başka âlimler de bu kuvvelerden bahsetmiş midir? Yine mesela Ene, Bediüzzaman’ın keşfi midir? Yoksa Ondan önce de Ene’ye benzer/yakın tarifler yapılmış mıdır? Pek kurcalamayız bunları. Halbuki gelenekle irtibatlı okumalar, Bediüzzaman’ın, nasıl bir özden beslendiğini ortaya koymak açısından çok anlamlıdır.
İşte Tevbe Risalesi’ni okurken İmam Gazalî’nin o leziz metinleri içinde bu kuvvelerin ve hatta enenin tariflerine rastladım ben de. O zaman Bediüzzaman’ın bu tarifleri yaparken nasıl kaynaklardan beslendiğini daha iyi anladım. Zikrettiğim eserin ikinci bölümünde Gazalî şöyle bir yere getiriyor tevbe meselesini: “Günaha sevk eden sıfatlar dört gruptur: Rububiyet sıfatı, şeytanî sıfat, hayvanî sıfat, yırtıcı sıfat.”
Metnin ilerleyen kısmında bu sıfatların tariflerini de yapan İmam Gazalî, adeta, kuvveleri kendi cümleleriyle anlatıyor oralarda. Ve ilave olarak ilk zikrettiği Rububiyet sıfatını da şöyle tarif ediyor: “Bu sıfatların etkisindeki insan adeta ‘Ben sizin en büyük rabbinizim’ demek ister. Bütün büyük günahlar bu sıfattan çıkıp dal budak salar.”
Durun bir saniye. Bu son cümleyi ben bir yerden hatırlıyorum. Evet, Bediüzzaman da eneyi anlatırken yakın bir ifade kullanır: “Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.” Fakat bir farkla: Gazalî malum sıfatın sadece şer yönünü nazara verirken, Bediüzzaman hayır ve şer yönünü beraber nazara verir.
Metnin devamında yapılan tanımlarda ise yırtıcı sıfat kuvve-i gadabiyeye, hayvanî sıfat kuvve-i şeheviyeye, şeytanî sıfat ise kuvve-i akliyeye çok yakın tariflerle izah edilir. Yalnız bunlarda da yine İmam Gazalî meselenin sadece şer boyutuna bakar. Bediüzzaman ise hayır ve şer ekseninin ikisine birden bakarak kuvvelerin izahlarında bulunur. Ama aynı kaynaktan su içtikleri o kadar bellidir ki.
Dahası da var: Biz bu dersi yaparken Metin abi; “İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında...” ila ahir devam eden kısımda Bediüzzaman’ın önce kuvve-i şeheviyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi ve daha sonra kuvve-i akliyeyi zikretmesinden hareketle dedi ki: “Bu aslında küfrün hareket şeklini de gösteriyor bizlere. Çünkü daha evvelinde kuvvelerin hayra yönelik istimalini anlatırken (‘küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn...’ ila ahir devam eden kısım) önce kuvve-i akliyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi, sonra kuvve-i şeheviyeyi zikrediyordu. Demek ki, imanın hareket tarzı akıl kuvvesinden şehvet kuvvesine doğru. Küfrün hareket tarzı ise önce şehveti elde edip oradan aklın küfrüne kadar yol bulma şeklinde...” Bunun üzerine konuştuk bir miktar. İkinci Lem’a’da geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var” cümlesi hatırımıza geldi.
Ders bitti. Daha sonra ben Tevbe Risalesi’ndeki metne bir de bu gözle bir baktım. İmam Gazalî’nin cümleleri, Metin abinin Ene Risalesi’nden yaptığı çıkarımı doğrular nitelikteydi: “Bu sıfatlar insan fıtratında tedrici olarak gelişir. Önce hayvanî sıfatlar baskın gelir. Ve yırtıcı sıfatlar onu takip eder. Sonra ikisi birlikte aklı aldatma, hile ve kandırma gibi şeytanî sıfatlar için kullanmaya başlarlar. Ardından rububiyet sıfatı galip gelir. Övünme, izzet, yücelik, büyük sayılma beklentisiyle bütün yaratılmışları istila etmek ister.”
Küfrün hareket tarzını konuşmayı başka vakte erteleyelim. Bu yazıdan muradım aralarında asırlar bulunan iki ses arasındaki ahengi göstermekti. Bunun böyle olduğunu zaten düşünsek de izlerini görmekle insan daha bir mutlu oluyor. Bu yazı da biraz garip kalmakla birlikte, bu kadar...
Bu okumalar esnasında elbette herkes kendi dünyasını getiriyor oraya. O sırada elimizde olan, gözümüze çarpan başka metinler var. Ve bazen o kafamızda takılı olan metin, Ene Risalesi’ni okurken bir karşılık buluyor. Kâinat, aynı katibin kaleminden çıkma olduğuna göre (ki buna imanımız var) oradan çıkan bilgide de bir paralellik, bir uyum var. Bazen alakasız gibi duran birşey, bir başkasının kapısı oluyor. Hiç böyle düşünmeden okuduğunuz bir kitap, bir diğerinin kalbinize nüzulüne sebep oluyor. Tevafuk, ara sıra karşılaşılan bir sıradışılık değil. Kaderin kafiyesi. Yalnız şu da var ki: Biz bu kafiyeyi bazı bazı farkediyoruz.
İşte bu tevafuklardan birisini de ben İmam Gazalî’nin Tevbe Risalesi’ni (Etkileşim Yayınları) okurken yaşadım. O kitap elimdeyken karşılaştığım satırlar, diğer taraftan Ene Risalesi’ne yönelik mesaimiz, ikisi arasındaki tevafukları okumamı sağladı. Ki bunlardan en hoşuma gideni de kuvveler bahsine dairdir.
Bediüzzaman’ın insanın içdünyasını anlatırken en çok kullandığı terimlerdendir bu kuvveler. Çoğunuz bilirsiniz isimlerini: Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvet, üç farklı estetik algısı, üç farklı temayül şekillendirir insanın his dünyasını. Özellikle Ene Risalesi’nde Bediüzzaman kuvveler bahsine büyük vurgu yapar insanı okurken. İnsanlık tarihinin tamamına onların ekseninden yaklaşır.
Fakat klasik metinleri taramaktan uzak kalışımızdan mıdır bilinmez, pek bilmeyiz bu kuvvelerin literatürdeki yerini. Yani onları ilk Bediüzzaman mı bulmuştur? Yoksa daha evvel başka âlimler de bu kuvvelerden bahsetmiş midir? Yine mesela Ene, Bediüzzaman’ın keşfi midir? Yoksa Ondan önce de Ene’ye benzer/yakın tarifler yapılmış mıdır? Pek kurcalamayız bunları. Halbuki gelenekle irtibatlı okumalar, Bediüzzaman’ın, nasıl bir özden beslendiğini ortaya koymak açısından çok anlamlıdır.
İşte Tevbe Risalesi’ni okurken İmam Gazalî’nin o leziz metinleri içinde bu kuvvelerin ve hatta enenin tariflerine rastladım ben de. O zaman Bediüzzaman’ın bu tarifleri yaparken nasıl kaynaklardan beslendiğini daha iyi anladım. Zikrettiğim eserin ikinci bölümünde Gazalî şöyle bir yere getiriyor tevbe meselesini: “Günaha sevk eden sıfatlar dört gruptur: Rububiyet sıfatı, şeytanî sıfat, hayvanî sıfat, yırtıcı sıfat.”
Metnin ilerleyen kısmında bu sıfatların tariflerini de yapan İmam Gazalî, adeta, kuvveleri kendi cümleleriyle anlatıyor oralarda. Ve ilave olarak ilk zikrettiği Rububiyet sıfatını da şöyle tarif ediyor: “Bu sıfatların etkisindeki insan adeta ‘Ben sizin en büyük rabbinizim’ demek ister. Bütün büyük günahlar bu sıfattan çıkıp dal budak salar.”
Durun bir saniye. Bu son cümleyi ben bir yerden hatırlıyorum. Evet, Bediüzzaman da eneyi anlatırken yakın bir ifade kullanır: “Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.” Fakat bir farkla: Gazalî malum sıfatın sadece şer yönünü nazara verirken, Bediüzzaman hayır ve şer yönünü beraber nazara verir.
Metnin devamında yapılan tanımlarda ise yırtıcı sıfat kuvve-i gadabiyeye, hayvanî sıfat kuvve-i şeheviyeye, şeytanî sıfat ise kuvve-i akliyeye çok yakın tariflerle izah edilir. Yalnız bunlarda da yine İmam Gazalî meselenin sadece şer boyutuna bakar. Bediüzzaman ise hayır ve şer ekseninin ikisine birden bakarak kuvvelerin izahlarında bulunur. Ama aynı kaynaktan su içtikleri o kadar bellidir ki.
Dahası da var: Biz bu dersi yaparken Metin abi; “İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında...” ila ahir devam eden kısımda Bediüzzaman’ın önce kuvve-i şeheviyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi ve daha sonra kuvve-i akliyeyi zikretmesinden hareketle dedi ki: “Bu aslında küfrün hareket şeklini de gösteriyor bizlere. Çünkü daha evvelinde kuvvelerin hayra yönelik istimalini anlatırken (‘küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn...’ ila ahir devam eden kısım) önce kuvve-i akliyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi, sonra kuvve-i şeheviyeyi zikrediyordu. Demek ki, imanın hareket tarzı akıl kuvvesinden şehvet kuvvesine doğru. Küfrün hareket tarzı ise önce şehveti elde edip oradan aklın küfrüne kadar yol bulma şeklinde...” Bunun üzerine konuştuk bir miktar. İkinci Lem’a’da geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var” cümlesi hatırımıza geldi.
Ders bitti. Daha sonra ben Tevbe Risalesi’ndeki metne bir de bu gözle bir baktım. İmam Gazalî’nin cümleleri, Metin abinin Ene Risalesi’nden yaptığı çıkarımı doğrular nitelikteydi: “Bu sıfatlar insan fıtratında tedrici olarak gelişir. Önce hayvanî sıfatlar baskın gelir. Ve yırtıcı sıfatlar onu takip eder. Sonra ikisi birlikte aklı aldatma, hile ve kandırma gibi şeytanî sıfatlar için kullanmaya başlarlar. Ardından rububiyet sıfatı galip gelir. Övünme, izzet, yücelik, büyük sayılma beklentisiyle bütün yaratılmışları istila etmek ister.”
Küfrün hareket tarzını konuşmayı başka vakte erteleyelim. Bu yazıdan muradım aralarında asırlar bulunan iki ses arasındaki ahengi göstermekti. Bunun böyle olduğunu zaten düşünsek de izlerini görmekle insan daha bir mutlu oluyor. Bu yazı da biraz garip kalmakla birlikte, bu kadar...
8 Haziran 2013 Cumartesi
Bir terapi yöntemi olarak dua
Birkaç yazıdır ‘fakr’ ve ‘hayatı fakr boyutunda yaşamak’ üzerine konuşuyoruz. Bu yazıda isterseniz (Bunu öylesine söyledim. Ben istedikten sonra kaçarınız yok) konumuzun biraz dışına çıkalım ve dua üzerine konuşalım. Peşinen söyleyeyim: Bu dışına çıkmaktan kastım ‘biraz’ olacak, zira dua da fakr’ın çok ötesinde bir olay değil.
İhtiyaçlarını ‘farkeden’ insanların, Allah’tan onları talep etmesi ile ilgili birşey dua. Ama yalnız böyle anlatıldığında veya ihtiyaç/farketme boyutuna eksik vurgu yapıldığında—en iyi ihtimalle—nafile kıvamında bir talep görüyor ne yazık ki. Nafile, kullanımındaki kırılmaları da hatırlarsak, yapılması şart olmadığı halde ‘fazladan’ yaptığımız şeyler demek. (Bazense cümlelerimizdeki anlamı ‘boşyere’ kelimesine yakın.) Halbuki dua öyle mi?
Burada hemen 23. Söz’de dua hakkında geçen şu ifadeyi hatırlayalım: “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: ‘Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.’”
Ben bu ifadeyi, duanın fıtrat ile ilişkisini ortaya koyması açısından çok önemsiyorum. İntihar ve öfke de dahil pekçok nefsî ve psikolojik arızanın ‘anlaşılmadığını düşünmeye’ dayandığı bir düzlemde, duanın sadece ‘arzuladıklarımızı Cenab-ı Hak’tan istemekten’ ibaret olmadığını farketmek önemli. Dua, aslında bizim yaratılıştan gelen yalnızlığımızı ve anlaşılamadığımız duygusunu alıyor. O yalnızlığın getireceği yükten ve çektirebileceği elemden bizi kurtarıyor.
Tevbe Risalesi (Etkileşim Yayınları) isimli eserinde peygamberlerin başındaki en büyük imtihanın ‘anlaşılmamak’ olduğunu belirten İmam Gazalî, çokça yanlış yorumladığımız bir hadisin de nasıl yorumlanması gerektiğini şöyle öğretiyor:
“Bu mana bir hadiste şöyle anlatılır: ‘Belalarla önce peygamberler yüzleşir, sonra derece derece onlara yakın olanlara gelir.’ Belayı sadece Eyyub’un (a.s.) belası sanma! O imtihan bedene aittir. O bela sadece onun bedenine inmiştir. Belanın büyüğü Nuh aleyhisselama inmiştir. O öyle bir toplulukla imtihan edildi ki onun Allah’a daveti onların ancak kaçışını arttırıyordu.”
Burada, Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın bizi taşıdıkları noktadan hareketle artık diyebiliriz ki: Peygamberlerin hayatlarının her anını bu kadar dua ile doldurmaları sadece dua edilmesinin ibadet olmasından dolayı değil. Yahut ibadet, bizim anladığımız gibi sevap kazanmadan ibaret değil. Belki de peygamberler, ümmetleri arasında yaşadıkları yalnızlığı dua etmekle gideriyorlar. Ondan kazanacakları sevap değil yalnız hedeflerindeki. Bir açlığı gideriyorlar.
Tabii olayı yalnız ‘yalnızlığa’ indirgersem bu da benim hatam. Duanın daha bizde yaptığı çok iş var. Mesela bunlardan bir tanesini de yine Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın (Allah ikisinden de razı olsun) rehberliğinde gıybet ve dua arasındaki ilişkide hissediyorum. 22. Mektup’taki gıybet bahsinde, pişman olunduktan sonra, gıybet edilene dua edilmesini tavsiye eden Bediüzzaman (bu dua da özünü Suyutî’de geçen bir hadisten alıyor) acaba bunu sadece ahiretteki hesap sırasında helalleşilebilmesi için mi öneriyor?
Ben bu noktada, İmam Gazalî’nin, yine Tevbe Risalesi’nde geçen şu cümlelerini okumamız gerektiği kanısındayım: “Herşeyin bir sebebi vardır. Bir şeyin sebeplerini terk etmek ve zıddıyla meşgul olmak, gidiş yolunu tersine çevirmek demektir. Tevbeden murat da budur.”
İşte burada geçen ‘zıddıyla meşgul olmak’ ifadesi, yukarıdaki gıybet bahsiyle birlikte okuyunca, bana, “Bir günah terapi metodu olarak duayı kullanabilir miyiz?” sorusunu sorduruyor. Zira yine kardeşlikle ilgili bir bahiste bir kalpte iki zıt duygunun aynı anda bulunamayacağını belirten Bediüzzaman’ın bu dua vurgusunu, iki zıttın çarpıştırılması olarak anlamak aklıma geliyor.
Örneğin; gıybetini etmekten bir türlü kurtulamadığınız ve bunun dilinizde bir alışkanlık haline geldiği bir insan hakkında dua etmeniz, kalbinizde iki zıt hissin çarpışmasını sağlayabilir: Sevgi ve nefret... Sıkıntıda olan başka bir kavme dua etmeniz yine birbirine zıt iki duyguyu boğuşturabilir: Kardeşlik ve asabiyet...
Bu iki duygu arasındaki kapışma, birisinin diğerini zayıflatmasıyla sürüp gidiyor. Ve belki de gıybeti edilen bir şahsa hemen arkasından yapılan dua da böylesi bir tedaviyi arkasından getiriyor: “Kötülüğünü istedin, iyiliğini de iste...”
Bence bu yönüyle duanın psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılabilmesini sağlayacak önemli bir yönü var. Zaten alışkanlık haline gelmiş günahlar da nefsî veya psikolojik rahatsızlıklarımızın getirisi. Böyle kurtulamadığımız günahlardan dua vesilesiyle—zıt hisleri tokuşturma anlamında faydalanarak—kurtulmamız, en azından hissi tabanının üzerine yürümemiz iyi bir yöntem. Bu terapi tarzına hepimizin ihtiyacı var. Ki işte hayata fakr penceresinden bakmanın bir getirisi de budur: Tedaviye talip olma...
İhtiyaçlarını ‘farkeden’ insanların, Allah’tan onları talep etmesi ile ilgili birşey dua. Ama yalnız böyle anlatıldığında veya ihtiyaç/farketme boyutuna eksik vurgu yapıldığında—en iyi ihtimalle—nafile kıvamında bir talep görüyor ne yazık ki. Nafile, kullanımındaki kırılmaları da hatırlarsak, yapılması şart olmadığı halde ‘fazladan’ yaptığımız şeyler demek. (Bazense cümlelerimizdeki anlamı ‘boşyere’ kelimesine yakın.) Halbuki dua öyle mi?
Burada hemen 23. Söz’de dua hakkında geçen şu ifadeyi hatırlayalım: “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: ‘Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.’”
Ben bu ifadeyi, duanın fıtrat ile ilişkisini ortaya koyması açısından çok önemsiyorum. İntihar ve öfke de dahil pekçok nefsî ve psikolojik arızanın ‘anlaşılmadığını düşünmeye’ dayandığı bir düzlemde, duanın sadece ‘arzuladıklarımızı Cenab-ı Hak’tan istemekten’ ibaret olmadığını farketmek önemli. Dua, aslında bizim yaratılıştan gelen yalnızlığımızı ve anlaşılamadığımız duygusunu alıyor. O yalnızlığın getireceği yükten ve çektirebileceği elemden bizi kurtarıyor.
Tevbe Risalesi (Etkileşim Yayınları) isimli eserinde peygamberlerin başındaki en büyük imtihanın ‘anlaşılmamak’ olduğunu belirten İmam Gazalî, çokça yanlış yorumladığımız bir hadisin de nasıl yorumlanması gerektiğini şöyle öğretiyor:
“Bu mana bir hadiste şöyle anlatılır: ‘Belalarla önce peygamberler yüzleşir, sonra derece derece onlara yakın olanlara gelir.’ Belayı sadece Eyyub’un (a.s.) belası sanma! O imtihan bedene aittir. O bela sadece onun bedenine inmiştir. Belanın büyüğü Nuh aleyhisselama inmiştir. O öyle bir toplulukla imtihan edildi ki onun Allah’a daveti onların ancak kaçışını arttırıyordu.”
Burada, Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın bizi taşıdıkları noktadan hareketle artık diyebiliriz ki: Peygamberlerin hayatlarının her anını bu kadar dua ile doldurmaları sadece dua edilmesinin ibadet olmasından dolayı değil. Yahut ibadet, bizim anladığımız gibi sevap kazanmadan ibaret değil. Belki de peygamberler, ümmetleri arasında yaşadıkları yalnızlığı dua etmekle gideriyorlar. Ondan kazanacakları sevap değil yalnız hedeflerindeki. Bir açlığı gideriyorlar.
Tabii olayı yalnız ‘yalnızlığa’ indirgersem bu da benim hatam. Duanın daha bizde yaptığı çok iş var. Mesela bunlardan bir tanesini de yine Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın (Allah ikisinden de razı olsun) rehberliğinde gıybet ve dua arasındaki ilişkide hissediyorum. 22. Mektup’taki gıybet bahsinde, pişman olunduktan sonra, gıybet edilene dua edilmesini tavsiye eden Bediüzzaman (bu dua da özünü Suyutî’de geçen bir hadisten alıyor) acaba bunu sadece ahiretteki hesap sırasında helalleşilebilmesi için mi öneriyor?
Ben bu noktada, İmam Gazalî’nin, yine Tevbe Risalesi’nde geçen şu cümlelerini okumamız gerektiği kanısındayım: “Herşeyin bir sebebi vardır. Bir şeyin sebeplerini terk etmek ve zıddıyla meşgul olmak, gidiş yolunu tersine çevirmek demektir. Tevbeden murat da budur.”
İşte burada geçen ‘zıddıyla meşgul olmak’ ifadesi, yukarıdaki gıybet bahsiyle birlikte okuyunca, bana, “Bir günah terapi metodu olarak duayı kullanabilir miyiz?” sorusunu sorduruyor. Zira yine kardeşlikle ilgili bir bahiste bir kalpte iki zıt duygunun aynı anda bulunamayacağını belirten Bediüzzaman’ın bu dua vurgusunu, iki zıttın çarpıştırılması olarak anlamak aklıma geliyor.
Örneğin; gıybetini etmekten bir türlü kurtulamadığınız ve bunun dilinizde bir alışkanlık haline geldiği bir insan hakkında dua etmeniz, kalbinizde iki zıt hissin çarpışmasını sağlayabilir: Sevgi ve nefret... Sıkıntıda olan başka bir kavme dua etmeniz yine birbirine zıt iki duyguyu boğuşturabilir: Kardeşlik ve asabiyet...
Bu iki duygu arasındaki kapışma, birisinin diğerini zayıflatmasıyla sürüp gidiyor. Ve belki de gıybeti edilen bir şahsa hemen arkasından yapılan dua da böylesi bir tedaviyi arkasından getiriyor: “Kötülüğünü istedin, iyiliğini de iste...”
Bence bu yönüyle duanın psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılabilmesini sağlayacak önemli bir yönü var. Zaten alışkanlık haline gelmiş günahlar da nefsî veya psikolojik rahatsızlıklarımızın getirisi. Böyle kurtulamadığımız günahlardan dua vesilesiyle—zıt hisleri tokuşturma anlamında faydalanarak—kurtulmamız, en azından hissi tabanının üzerine yürümemiz iyi bir yöntem. Bu terapi tarzına hepimizin ihtiyacı var. Ki işte hayata fakr penceresinden bakmanın bir getirisi de budur: Tedaviye talip olma...
31 Mayıs 2013 Cuma
Şuurdan akıla...
Bir önceki yazımızda fakr üzerine bir miktar konuşmuştuk. Oradan devam edelim istiyorum. Yazıya yapılan yorumlar içerisinde birisi, bana Yedinci Söz’deki ‘fakrın tezyidi’ meselesini hatırlattığı için, ayrıca kıymetliydi. Üzerine birkaç gündür düşünüyorum.
Fakat ona gelmeden, ‘hatve’ kelimesi üzerine biraz konuşalım: Hatve, sözlüklerde bulduğu karşılık üzere; ‘mertebe, basamak’ demek. Zaten Bediüzzaman’ın, dört hatvesini anlattığı bölümde kıyas aracı olarak kullandığı letaif-i aşere ve nüfus-u seb’a da böylesi basamaklı terbiye metotları. Bu kıyaslamadan da Bediüzzaman’ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür için bir merdiven sistematiği (veya bence çark) düşündüğü anlaşılıyor. Bu noktadan hareketle; hatveleri birbirinden ayrı yürünecek yollar gibi algılayanlar varsa hâlâ içimizde (ki ben de bir zamanlar böyle algılardım) onların kafalarındaki bu tasavvurun bir sağlamasını yapmaları lazım.
İkincisi; bu aşamalardan üçüncüsü olan şefkati anlamada düştüğümüz hata. Burada şefkatten kastedilen Cenab-ı Hakkın şefkatini farketmek/keşfetmek iken, bizde nedense bu ‘varlığa şefkatli davranmak’ olarak açıklanıyor. Şefkat yolunun gereği olarak da ‘şefkatli olmak’ bir davranış modeli olarak sunuluyor. Bu model elbette yanlış değil, ama eksik: Zira bu şekilde anlaşıldığı zaman bir sonraki adım olan tefekküre nasıl geçilecek, bu hiç sorulmuyor. Öyle ya; şefkati, yalnız şefkat göstermek olarak anlayan birisi ondan kendisinin muhtaç olduğu bir tefekkür devşirebilir mi? Bu yazılanları daha iyi anlamak için Yirmialtıncı Söz’ün Zeyl’ini okumanızı tavsiye ederim.
Şimdi, fakra geri dönelim. Bu yazıda, size aslında fakr ve psikoloji üzerinden birşeyler anlatmak istiyorum. Ki bu meselenin özü de arkadaşlarla konuştuğumuz birşeyden besleniyor.
Din adına psikolojiyi dışlama, küçük görme meylinde olan bir zümre var. Bunların ortak iddiası: Eğer dinin hakkı verilirse, psikolojiye gerek kalmaz merkezinde. Altını bir türlü dolduramadıkları bu fikri, bir slogan şeklinde savurup duruyorlar. Evet, ben de bunu reddetmiyorum: Eğer din hakkı verilerek işlenir ve yaşanırsa bence de modern psikolojinin üstünde birşeyler yapabilir. Fakat bunu yapması için psikolojiyi hepten dışarıda bırakması gerekmez. Doğu da batı da Allah’ındır. Bilgi zaten topyekün Allah’ındır. Ve hikmet müminin yitik malıdır. Islahı düşünülebilir, ama reddi düşünülemez.
Mesela Bediüzzaman’ın Risaleler içerisinde altını çizdiği ve ahirzamanın tebliğ metodu olduğunu belirttiği ‘aynı günahın içinde cezasını göstermek’ tarzı, bugün psikolojiye mi daha yakındır; yoksa dinî tedrisat yapan vaizlere, hocalara mı daha yakındır? Bu soru bana sorulacak olsa cevabım kesinlikle; “Psikolojiye daha yakındır” olacaktır. Zira psikoloji ahirete yaşadığı körlük nedeniyle sorunlu davranışları veya düşünceleri bugünden hareketle tedaviye çalışırken, vaizlerimiz ahirete vurgulu bir tebliğle bunu yapmaya çalışırlar. Nefsin unutkanlığı nedeniyle de bu tarz sorunları olanlar daha çok psikologlara gitmeyi tercih etmektedir. Olayı bugünde çözmek damarı onlarda daha kuvvetlidir çünkü. Bunda yadırganacak birşey yoktur.
Evet, din hakkıyla yaşansa her sorumuzu çözmeye yeterlidir. Ama din, tüm kuşatıcılığı ile yaşanırsa, bu yeteneğe sahiptir. Aksi takdirde bizim eksik nazarımız, uygulamaya da sirayet eder ve öğreti eksik kalır.
İmam-ı Gazalî, tevbenin ilimle olan ilişkisine büyük vurgu yaptığı Tevbe Risalesi isimli eserinde onun tarifini yaparken şöyle bir ifade kullanır; “Tevbe, günahı terketmektir. İnsan, ancak tanıdığı birşeyi terkeder.” İşte ben, biraz da bu sözden cesaret alarak diyorum ki: Bugünün psikolojisi, vaizlerimizden daha fazla günahları ve nedenlerini anlamaya konsantre olduğundan onu daha iyi tanır ve tedavisini başarır. Vaizlerimiz nakilden başka kendi tefekkürlerinden bir insan bilgisi üretemediklerinden (veya üretenler az olduğundan) bu yönleriyle eksik kalırlar. Kalmaya da mahkûmdurlar.
İşte bu noktada fakr, bize, dünyaya bir muhtacın gözüyle bakma; her nesnede veya olayda kendi aczine kadar uzanan yollar kurma; dünyayı ve vahyi, ötesinde yaşanan ve nefsini unuttuğu bir düzlemde değil; bizzat kendisini tedaviye çalışan bir hekimin eczahanesi olarak görmeye başlamakla bahsi geçen yaramızı giderebilir. Zaten Bediüzzaman da fakrın işaretini aldığı ayet olarak Haşir sûresinin ondokuzuncu ayetini gösterir ki, meali şöyledir: “O Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.”
Yani insanın kendisini muhatap olarak unutması, hasta olarak unutması, talebe olarak unutması, Allah’ı unutmuş olduğunun bir delilidir. Fakr ise bunun tam tersine çalışmaktır: Her karşılaştığı sorunda, olayda, ikramda veya nimette ilk tedavi edilen, ilk ihtiyacı karşılanan, ilk ikramda bulunulanın kendisi olduğunu düşünmekle sıradanlığı kırıp, varlık, sanki Allah’ın kendisiyle konuştuğu bir öteki dilmiş gibi onla muhatap olmaktır. Tedavi edilenin aslında kendisi olduğu ve tedavi edilmesi gerektiğini kabul etmekle hasta şifa bulabilir. Bütün tedavilerin ilk adımı budur: Tedaviye ihtiyacı olduğunu kabul etmek. Biz de kainatla bir muhtacın açlığı içinde muhatap olursak, ondaki şefkati görüp ondan tefekkürler devşirebiliriz.
Fakrın tezyidi meselesine giremedim. Belki diğer yazıda konuşuruz. Bir küçük dokunup kaçayım. Yukarıda konuştuğumuz gibi; tedavi, eğer hastanın hastalığını kabul edip hekimin bu yüzüne yüzünü dönmesiyle mümkün oluyorsa, o halde hastalığın tezyidi (fazlalaştırılması) bir yönüyle daha çok şifa bulmak değil midir? Ancak burada tezyid ihtiyaçlarının en ince kuytularına kadar girip, onları keşfedip, onlardan Cenab-ı Hakkın marifetine yollar, köprüler kurabilmek olarak anlaşılmalıdır. Varlıktan esmaya uzanan yollara bedel, duygulardan da şe’n-i İlahiyeye uzanan yollar vardır. Yoksa “Arabamı satayım, evimi satayım, Allah’a daha çok ihtiyacım olsun” gibi kaba, kuru bir algı bu yazının muradı değildir. Fahredilen fakirlik, nimet içinde bile olunsa, o nimetlere muhtaç olduğunun şuurunda olmaktır. Acz ve fakr şuurdur, tefekkür akıldır.
Fakat ona gelmeden, ‘hatve’ kelimesi üzerine biraz konuşalım: Hatve, sözlüklerde bulduğu karşılık üzere; ‘mertebe, basamak’ demek. Zaten Bediüzzaman’ın, dört hatvesini anlattığı bölümde kıyas aracı olarak kullandığı letaif-i aşere ve nüfus-u seb’a da böylesi basamaklı terbiye metotları. Bu kıyaslamadan da Bediüzzaman’ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür için bir merdiven sistematiği (veya bence çark) düşündüğü anlaşılıyor. Bu noktadan hareketle; hatveleri birbirinden ayrı yürünecek yollar gibi algılayanlar varsa hâlâ içimizde (ki ben de bir zamanlar böyle algılardım) onların kafalarındaki bu tasavvurun bir sağlamasını yapmaları lazım.
İkincisi; bu aşamalardan üçüncüsü olan şefkati anlamada düştüğümüz hata. Burada şefkatten kastedilen Cenab-ı Hakkın şefkatini farketmek/keşfetmek iken, bizde nedense bu ‘varlığa şefkatli davranmak’ olarak açıklanıyor. Şefkat yolunun gereği olarak da ‘şefkatli olmak’ bir davranış modeli olarak sunuluyor. Bu model elbette yanlış değil, ama eksik: Zira bu şekilde anlaşıldığı zaman bir sonraki adım olan tefekküre nasıl geçilecek, bu hiç sorulmuyor. Öyle ya; şefkati, yalnız şefkat göstermek olarak anlayan birisi ondan kendisinin muhtaç olduğu bir tefekkür devşirebilir mi? Bu yazılanları daha iyi anlamak için Yirmialtıncı Söz’ün Zeyl’ini okumanızı tavsiye ederim.
Şimdi, fakra geri dönelim. Bu yazıda, size aslında fakr ve psikoloji üzerinden birşeyler anlatmak istiyorum. Ki bu meselenin özü de arkadaşlarla konuştuğumuz birşeyden besleniyor.
Din adına psikolojiyi dışlama, küçük görme meylinde olan bir zümre var. Bunların ortak iddiası: Eğer dinin hakkı verilirse, psikolojiye gerek kalmaz merkezinde. Altını bir türlü dolduramadıkları bu fikri, bir slogan şeklinde savurup duruyorlar. Evet, ben de bunu reddetmiyorum: Eğer din hakkı verilerek işlenir ve yaşanırsa bence de modern psikolojinin üstünde birşeyler yapabilir. Fakat bunu yapması için psikolojiyi hepten dışarıda bırakması gerekmez. Doğu da batı da Allah’ındır. Bilgi zaten topyekün Allah’ındır. Ve hikmet müminin yitik malıdır. Islahı düşünülebilir, ama reddi düşünülemez.
Mesela Bediüzzaman’ın Risaleler içerisinde altını çizdiği ve ahirzamanın tebliğ metodu olduğunu belirttiği ‘aynı günahın içinde cezasını göstermek’ tarzı, bugün psikolojiye mi daha yakındır; yoksa dinî tedrisat yapan vaizlere, hocalara mı daha yakındır? Bu soru bana sorulacak olsa cevabım kesinlikle; “Psikolojiye daha yakındır” olacaktır. Zira psikoloji ahirete yaşadığı körlük nedeniyle sorunlu davranışları veya düşünceleri bugünden hareketle tedaviye çalışırken, vaizlerimiz ahirete vurgulu bir tebliğle bunu yapmaya çalışırlar. Nefsin unutkanlığı nedeniyle de bu tarz sorunları olanlar daha çok psikologlara gitmeyi tercih etmektedir. Olayı bugünde çözmek damarı onlarda daha kuvvetlidir çünkü. Bunda yadırganacak birşey yoktur.
Evet, din hakkıyla yaşansa her sorumuzu çözmeye yeterlidir. Ama din, tüm kuşatıcılığı ile yaşanırsa, bu yeteneğe sahiptir. Aksi takdirde bizim eksik nazarımız, uygulamaya da sirayet eder ve öğreti eksik kalır.
İmam-ı Gazalî, tevbenin ilimle olan ilişkisine büyük vurgu yaptığı Tevbe Risalesi isimli eserinde onun tarifini yaparken şöyle bir ifade kullanır; “Tevbe, günahı terketmektir. İnsan, ancak tanıdığı birşeyi terkeder.” İşte ben, biraz da bu sözden cesaret alarak diyorum ki: Bugünün psikolojisi, vaizlerimizden daha fazla günahları ve nedenlerini anlamaya konsantre olduğundan onu daha iyi tanır ve tedavisini başarır. Vaizlerimiz nakilden başka kendi tefekkürlerinden bir insan bilgisi üretemediklerinden (veya üretenler az olduğundan) bu yönleriyle eksik kalırlar. Kalmaya da mahkûmdurlar.
İşte bu noktada fakr, bize, dünyaya bir muhtacın gözüyle bakma; her nesnede veya olayda kendi aczine kadar uzanan yollar kurma; dünyayı ve vahyi, ötesinde yaşanan ve nefsini unuttuğu bir düzlemde değil; bizzat kendisini tedaviye çalışan bir hekimin eczahanesi olarak görmeye başlamakla bahsi geçen yaramızı giderebilir. Zaten Bediüzzaman da fakrın işaretini aldığı ayet olarak Haşir sûresinin ondokuzuncu ayetini gösterir ki, meali şöyledir: “O Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.”
Yani insanın kendisini muhatap olarak unutması, hasta olarak unutması, talebe olarak unutması, Allah’ı unutmuş olduğunun bir delilidir. Fakr ise bunun tam tersine çalışmaktır: Her karşılaştığı sorunda, olayda, ikramda veya nimette ilk tedavi edilen, ilk ihtiyacı karşılanan, ilk ikramda bulunulanın kendisi olduğunu düşünmekle sıradanlığı kırıp, varlık, sanki Allah’ın kendisiyle konuştuğu bir öteki dilmiş gibi onla muhatap olmaktır. Tedavi edilenin aslında kendisi olduğu ve tedavi edilmesi gerektiğini kabul etmekle hasta şifa bulabilir. Bütün tedavilerin ilk adımı budur: Tedaviye ihtiyacı olduğunu kabul etmek. Biz de kainatla bir muhtacın açlığı içinde muhatap olursak, ondaki şefkati görüp ondan tefekkürler devşirebiliriz.
Fakrın tezyidi meselesine giremedim. Belki diğer yazıda konuşuruz. Bir küçük dokunup kaçayım. Yukarıda konuştuğumuz gibi; tedavi, eğer hastanın hastalığını kabul edip hekimin bu yüzüne yüzünü dönmesiyle mümkün oluyorsa, o halde hastalığın tezyidi (fazlalaştırılması) bir yönüyle daha çok şifa bulmak değil midir? Ancak burada tezyid ihtiyaçlarının en ince kuytularına kadar girip, onları keşfedip, onlardan Cenab-ı Hakkın marifetine yollar, köprüler kurabilmek olarak anlaşılmalıdır. Varlıktan esmaya uzanan yollara bedel, duygulardan da şe’n-i İlahiyeye uzanan yollar vardır. Yoksa “Arabamı satayım, evimi satayım, Allah’a daha çok ihtiyacım olsun” gibi kaba, kuru bir algı bu yazının muradı değildir. Fahredilen fakirlik, nimet içinde bile olunsa, o nimetlere muhtaç olduğunun şuurunda olmaktır. Acz ve fakr şuurdur, tefekkür akıldır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...