'Parça' ve 'bütün' üzerine konuşmaya bir süre daha devam edelim istiyorum. Bunu istememin sebebi, serinin başından beri dikkat çekmeye çalıştığım gibi, 'hakikat' denilen o karşıkonulmaz ve tadına doyulmaz şeyin parçalardan ziyade bütüne yakın olması.
Evet. Kanaatimce: Muhakemat'taki "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir" ifadesinin verdiği derslerden birincisi 'varlıkta hayrın asıl olduğu'ysa, ikincisi de bu 'aslın küllîde görünmeye daha yatkın olduğu'dur. Farklı bir şekilde söylersek: Tebeî olan şer cüz'î'de görünmeye daha yatkındır. Yani cüz'î insanı yanıltmaya daha yatkındır. Fakat resmin bütünü bu yanılgı ihtimalini azaltır. Parçanın mutlaklaştırılması/genelleştirilmesi bu noktadan bakınca tehlikeli ilüzyonlara/aldanışlara sebebiyet verebilir.
Hakikat, bir renge garkolmak değil, bütün renkleri kuşatmaktır. Veya hepsine yukarıdan bakmaktır. Veya hepsinden hissedar olmaktır. Denge de zaten, parça üzerinde değil, bütünün kuşatıcılığıyla ve merkezini tesbit edebilmekle yakalanabilir. (Denge konulu fizik derslerini hatırlayalım liseden.) Risale-i Nur'da muvazene, muvazene-i şeriat, Kur'an'ın muvazenesi gibi ifadeleri arattığınızda ortaya çıkacak metinleri bu pencereden okumanızı da isterim. Çok ilginç şeyler söyleyecektir size.
Bu yazıyı okurken Ehl-i Sünnet mabeyninde 'imam' unvanını almaya layık görülmüş kişilerin 'daha kuşatıcı' kişiler olduğunu anımsamanızı isterim. Örneğin: Tüm mezhep imamları aynı zamanda çok sağlam bir hafızaya, bu hafızayla birlikte çok sayıda hadis ezberine ve pekçok İslamî ilimde yetkinliğe sahip kişilerdir. Salt bu ezber gücü dahi aynı mesele hakkında söylenmiş neredeyse tüm hükümleri kafalarında tutabilmelerine ve onun kuşatıcılığıyla, ifrat ve tefrite kapılmadan, dengeli/bütüncül içtihadda bulunabilmelerine imkan sağlamıştır. Allah hepsinden razı olsun. Zaten o bütüncül insanların gidişiyle âlemde 'mutlak müçtehid' de kalmamıştır.
Hatta, bunun bir adım ötesinde, belki aynı hadiseyi iki veya daha çok raviden dinlemekle onların perspektif zenginliklerine de sahip oldukları söylenebilir. Nihayetinde demek istediğim: 'İçtihadın sağlamlığı' ile de 'kuşatıcılık' arasında bir bağ var. Ümmetin kabulünü bir sağlamlık emaresi sayarsak (ki saymalıyız, ama anlık değil, zamana yayılmış olarak) bugün en çok müntesibi olan imamlar, aynı zamanda, hakikati en iyi kuşatan imamlardır. Hakikati kuşatamadığını düşündüğü bâtıl ekolleri ise, ümmet, zaman içinde bünyesinden atmıştır. Mutezilenin Abbasi desteğine, Cebriyenin Emeviye himayesine rağmen ümmet içinde beklediği rağbeti bulamaması bu türdendir. Bütüne uygun düşmeyenler, anlık parlamalar yaşatıp göz alsalar da, süreç içinde bütün tarafından dışlanır.
Peki bu denge nereden geliyor? Bu soruya cevap arayalım şimdi. Evvelemirde şunu biliyoruz: Bütünün bilgisi 'parçanın mutlaklaştırılmasına' engel olur. Yani ona bir sınır koyar ve gerçeğin tamamıymış gibi davranmamaya zorlar. Bu noktada hemen Münazarat'ta geçen bir soruyu ve mürşidimin ona verdiği cevabı da hatırlayalım:
"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. 'Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.' (Mâide Sûresi, 51) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir."
Görüldüğü gibi, Bediüzzaman, Kur'an'ın bir ayetinden (ve yine o ayete yönelmiş parçalı bir bakıştan) neşet eden bir soruyu, muhataplarını 'bütüne bakmaya davet ederek' cevaplamaktadır. Burada mürşidimin bütünlüğe üç seviyede baktırdığını düşünüyorum ben:
1) Dinin tamamına baktırarak gayrimüslim insanları sevmeye müsaade eden parçalarına dikkatimizi çeker: "Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!" 2) İnsanın bütünlüğüne bakmamızı ister ve küfrün onda bir parça olduğuna ve belki sirayet etmediği yerler de olabileceğine işaret eder: "Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez." 3) Zamanın bütünlüğüne dikkatimizi çeker ve ondaki değişimin 'dostluk' algımızda yaptığı oynamaya bakmamızı salık verir:
"Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır."
Bir nefes alıp şöyle bir parantez daha açalım: Parçanın mutlaklaştırılması aynı zamanda bir tuzak olarak da kullanılabilir. İnternetteki ateist paylaşımlarda göz gezdirirken farkettiğim birşey var: Kur'an, din veya Allah üzerine yapılan itirazların tamamı aslında birer parçada boğulma. Dinin bütünlüğünden habersiz bireylerin, bir ayeti mutlaklaştırarak Kur'an'ın veya şeriatın tamamını ondan ibaret gösterme çabası yapılanlar. Mesela: Tevbe sûresinin 5. ayetini, yani, "Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz..." manasını "İşte İslam böyle emrettiği için bugün IŞİD var. Ve onlar tuttuklarının kafasını kesiyorlar!" şeklinde anlayıp oradan vurmaya çalışıyorlar.
Halbuki biz açıkça biliyoruz: Aynı İslam'ın, gayrimüslim hukukunu da tanımlayan, yani onların varlığını tanıyan bir içeriği olduğu için egemen olduğu topraklarda başka din mensupları da huzurla yaşayabilmişler. Yani İslam tarihi, gayrimüslimlerin katli tarihi değil, aksine farklı din mensuplarının beraber yaşayabilme tarihi. Sair dinlerin mensuplarına bunun imkanını öğretmenin tarihi. Aleyhissalatuvesselamın döneminden tutun ta Osmanlı'ya kadar her karede bu barışın izleri var.
Siz bu bütünlüğü görmeden tek ayetle bütünü açıklamaya çalışırsanız, işte bu, 'parçanın mutlaklaştırılması' tehlikesini ortaya çıkarıyor. Bugün IŞİD, bünyesindeki insanları etkilemek için bunu yaptığı gibi, din karşıtı olanlar da İslam'ı etkisizleştirmek için aynısını yapıyorlar. Âdeta düşman ikizler gibi hareket ediyorlar. Bediüzzaman'ın ahirzamanda Kur'an'ın ve sünnetin bütünlüğüne, muvazenesine, dengesine bu denli çok vurgu yapması, tüm yaşananlar eşliğinde, bugün bize daha bir anlamlı görünmüyor mu? Ezcümle: "Onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler." Mesele zaten o bütünlükte bakabilmelerinde. Parçalarda boğulmamalarında. Biz buna karşı savaşıyoruz.