"Hattâ, diyebilirim ki, ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâîler, en akıllılarıdır. Çünkü, kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler, 'Hiçbir şey yok!' diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar."
Bediüzzaman'ın burada dikkatimizi çektiği detay, varlığın bir kere kabul edilmesinin ardından 'olmazsa olmaz' derecede bir varlığa dayandırılmadan ayakta duramayacağıdır. Yoksa, sair neden-sonuç ilişkilerinin tamamı ancak/en fazla arka ayakları olmayan sandalyelerin birbirine yaslanarak ayakta duruşunu açıklar bize. Hiç nedeni olmayan bir sonuç, yani Samediyet derecesinde 'hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde herşeyin ona muhtaç olduğu bir Allah' olmadan yaptığınız tüm izahlar sebepler dairesinde tıkılıp kalır. Aklınızla boğulursunuz. Elinizde ne kadar vagon bulunursa bulunsun, hiçbir yere bağlanmadan hareket edebilen bir lokomotifiniz olmadan trenin hareketini açıklayamazsınız.
Geçenlerde İkram Arslan'ın Risale Ayracı programında verdiği bir örnek, bu meseleyi biraz daha nitelikli anlamamı sağladı. Aslında benzerleri Risale-i Nur'da da geçen ve Allah'ın varlığı ile mahlukatının varlığı arasındaki varlık nüansını anlamamıza yarayan bu misal, vakt-i merhunu geldiğinden midir nedir, daha bir tesir etti. Nakledersem: Bir oda düşünün. Bu odanın duvarları aynadan. Ve ortada yanan bir lamba var. Tabii, bu sizi, misalî lambalar sahibi de yapıyor. Gözünüzle baktığınızda daha çok lamba görüyorsunuz. Bu vücudlar yansıma vücutlar. Yani iki boyutlu vücutlar. Varlıklarının maddeten bir ağırlığı yok. Fakat diğer yandan lambanın 'ışık vericilik' veya 'görünürlük' gibi gibi meziyetlerine de sahipler. Yalnız arızî olarak. Yani taşıyarak. Zira arızîlik, taşıyıcılıktır.
Ortadaki lamba kapatılsa, bunların vücutları dayanmaz. Yok olur, gider. Ama aynaların hepsi de kırılsa, hariçteki lambaya birşey olmaz. Onu varlığı aynalarla kaim değildir çünkü.
İşte masivasının/yarattıklarının Cenab-ı Hakka muhtaçlığı da böyledir. Onun varlığı Samediyet derecesinde bir bağımsızlığa sahiptir. Herşey, her işinde ona muhtaçtır; ama o hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu misal, Allah'ın Vacibü'l-Vücud oluşunu anlamamızın yanında, bize, vücudumuzun niteliğini anlamada da bir imkan sunar. Biz, bazı noktalarda, Cenab-ı Hakkın bazı esmasına ve şuunatına aynalık ederiz. Tıpkı aynadaki misalî lambanın hakiki lambanın bir kısım özelliklerini taşıyabilmesi gibi. O özellikler, değil bizim olarak, fakat bizim üzerimizden geçerek başkalarına da görünebilirler. Yansıtmak, sahip olmak değildir çünkü. Bu eşikten bakılınca Bediüzzaman'ın "Dünyanın üç yüzü var..." analizi ile 'hayatın vazifelerine' dair yaptığı analizler daha anlaşılır olur:
"Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir. Birinci vecih: İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder.
İkinci vecih: İnsan, cüz'î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san'atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.
Üçüncü vecihteki âyinedarlığın iki yüzü var: Birisi: Esmâ-i İlâhiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Adeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası hükmünde olup, umum esmânın nakışlarını gösteriyor. İkinci yüzü: Şuûnât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder. Yani, kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem' ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun sem' ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir."
İşte biz de böylesi noktalarda Allah'a bir ayinelik ediyoruz tıpkı misalî lambaların bazı yönlerden asıl lambayı gösterdiği gibi... Burada duralım. Çünkü hatırlamamız gereken birşey var. Bu aynalık bizi şımartmamalı, bencilleştirmemeli. Çünkü birşeyin 'üzerimizde görünmesi' onun bizim olduğu anlamına gelmez. Nasreddin Hoca'nın o meşhur ve hikmetli fıkrasında olduğu gibi, eğer üzerimizde görünen kıyafet övgüye layıksa, bu bize değil onu diken terziye sunulmalıdır. Çünkü bir giysiye/meziyete sahip olmak ancak onun 'fiiline' sahip olmakla mümkündür. Bir fiili yaratandır ancak o fiilin (ve sonucu olan eserin) sahibi olması gereken. Fiilin delilini, yani eserini, üzerinde taşımakla o fiilin sahibi olamazsın. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Hem deme ki, 'Ben mazharım. güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar (yansıma yeri) değil, memer (geçilecek yer/köprü) olursun." Hâşâ, Ona dönüşmüyorsun. Ona dair oluyorsun. Önce ikisini ayırman gerek.
İşte ayna misali bize bunu da öğretiyor. Birşeyi daha öğretiyor. O da elimizden çıkan fiillerle kurabileceğimiz ilişkiyi. Açıklayayım: Eğer siz aynada yansıyan lambaysanız, sizin içinizden elektrik geçmez. Üzerinizde bir ısı oluşmaz. Bir yıpranmaya maruz kalmazsınız veya yanmazsınız. Lambanın en sıcak olduğu zamanlarda bile aynadaki yansıması soğuktur. Çünkü yansımanın 'fiili yaratan' olmayışı, fiilin her yükünü de omuzlamasına ihtiyaç bırakmaz. Bu yüzden insan, ağzına lokma koymaktan başka hiçbir şey yapmadığı halde beslenir. Denetlemediği halde bütün hücreleri solunumdan nasibini alır. Kalbinin atmasının gerekli olduğunu bilmekten başka katkısı olmamasına rağmen kalbi düzenli olarak kan pompalar. Ve daha bunun gibi elimizden çıktığını sandığımız nice fiil, o fiillerin detaylarına şahit ve sahip olmayışımızla omuzlarımızdan alınır. Keyfi bize kalır, yükünü ise 'hiçbir şey zor gelmeyen' kudret-i ilahiye yüklenir.
"Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap etse, o memur ve o asker, o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına, bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu, o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler bir ordu eseri misilli harika olabilir."
Elimizden güzel/büyük işler çıkıyor. Birşeylere biz neden oluyormuşuz gibi geliyor bize. Fakat aslında o fiilerin yükünü, özellikle ilim/iradeye bakan tarafını bir tefekkür etsek, taşıyamayacağımız şeylerle karşı karşıya olduğumuzu daha net idrak ederiz.
Yazıyı uzattım, ama bunu da bir örnekle fikrinize yaklaştırmak isterim. Masaya bıraktığınız cüzdanınız çalınsa, suçluyu nerede ararsınız? Odanıza girip çıkan, size mekanca yakın olan kimseleri sorgularsınız önce değil mi? İnsanın fıtratı böyledir. Fiillerin failini—muktedir oldukları miktarda—yakınlarında arar. Fakat diyelim ki, bir kreştesiniz ve paranızı da şifreli bir kasada tutuyordunuz. Kasa soyuldu. Kreşe sizden başka yalnızca yaşı beşi aşmayan çocuklar giriyor. O vakit suçluyu nerede arardınız? Daha uzakları tefekkür etmeniz gerektiğini düşünmez miydiniz? İşte bizim tevhid bahsinde tüm maceramız ilim/irade pencerelerinden bakarak esbabın 'daha çocuk' olduğunu anlamakta kilitleniyor.
"Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder: Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder. İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder."