Hepimiz bir yanımızla Abdullah b. Selam radyallahu anh gibiyiz arkadaşım. Elhamdülillah. Sırf yüzlere bakmakla da “Sahibinde yalan olmaz!” diye iman ederiz. Fakat, buraya dikkat buyur lütfen, bizimkiler o mübareğinkinden başka sûret giyer. Yüzün yaratıcısına gider. Yani ‘sanatının asıl sahibine.’ Öyle ya: Her yüzün Sânî-i Hakîm’i, dolayısıyla Mâlik-i Hakikîsi, Allah’tır. Öyle yüzler vardır ki, güzellikleri, en gafil yanlarımızı dahi Vacibü’l-Vücud’a ikna eder. Ki o kadar cemaldirler.
Bu farkediş bir parça sezgiseldir. Yani bilmeyiz ki hangi detay/detaylar güzel yaptı? Hangi kanunla-oranla bu tılsım yakalandı? Bu hususta hiçbir fikrimiz yoktur bazen. Lakin nasıllığını tarif edemesek de öyle olduğunu biliriz. Matematiğini teşhis edemeden nizamını sezeriz. İşte, arkadaşım, böylesi bir bilişle tanırım ben de güzelliği. Bir kere tanıdım mı da inkâr edemem.
Bütünden edinilen kanaattir sezgi. Gaybdan da haberli sanki. Parçalarla ifade edilmez. Tutmaya çalıştıkça dağılır. 'Hava gibi, nur gibi, su gibi.' Akılsa başka aşktadır. Kuşatabileceği şeyleri anlar. Kuşatamadığını parçalar. Güneşin varlığını ışığından/ısısından yani ki ‘tezahürünün parçaları’ diyebileceğimiz şeylerden hareketle isbat etmeye çalışır. Şems öylece gökte dursa da, her sabah doğsa ve akşam batsa da, akıl onu görebilmek için küçük delillere ihtiyaç duyar. Hansel ve Gretel'in, yani ekmek parçalarından yollarını bulmaya çalışan çocukların, şaşkınlığını yaşatır bize. Aradığının uzaktan görünen siluetine bakmak yerine yerdeki kırıntılarına bakar. Kırıntıları göremezse evin varlığına da güvenini yitirir. Bulamadığı kapıyı sarayın yokluğuna delil sayar.
Gösteremediğinde görünene güvenini yitirir. Çünkü akıl nakilcidir. İsbat edebilmekle varlığını eda eder. Bu noktada aklın nakilciliğini elbette hafızadan ayırıyorum. Hafıza birşeyi tutabildiği kadarıyla naklediyor. Ve mümkün mertebe saklayabildiğine sâdık kalıyor. Ama akıl aynı tutunmayı delalet yoluyla başarmaya çalışıyor. Akıl, hafızanın rağmına, işaret ettiğini değil işareti tutar. Düşünür ki: Parmak elde tutulursa gösterdiği zaten elegeçer. Kabul: Bu aklı bir açıdan avantajlı kılıyor. Çünkü tebliğ yapabiliyor. Farkındalığını naklediyor böylece. Başkaları da gördüğüne inandırabiliyor. Birini bin kılan bir zenginlik bu insanlık adına.
Güzelliğin matematikselliği elbette nizamı isbat eder. Nizamın isbatlanabilirliği de güzelliğin delilini oluşturur. Yani ki güzelliğin detayı düzenliliktir. Peki tek başına düzenlilik güzelliğin renklerini taşıyabilir mi? Hayır. Asla. Olmuyor. Hiçbir matematik cemali görmekle hissettiğimiz şeyi farkettirmiyor. O seziş başka bir biliştir. Şu biliş başka bir seziştir. Tamam. Elbette şahitliğimiz taşınabilir hale gelmiştir. Ancak kabından da epey dökülmüştür. Yitirmiştir. Kovanın altı delik gibidir. Öyle ki: Bazen bir denizi birkaç damla haline getirir. Ya, sahi, Mecnun ne kadar hoş şiirler de yazsa, okumak görmek gibi olmaz Leyla’yı. Bu da aklın acizliği, fakirliği.
Leyla ‘Leyla’ iken güzeldir. Ve hatta “Leyla Mecnun'dayken güzeldir.” İnsanın yaratılışındaki bir sır da böyle açılıyor sanki arkadaşım. Kalbimizden çıkmayanın sûreti, eğer kalbimize değmeseydi, yoz kayadan ne farkı vardı? Bir zevk dokunmadığı sürece metinlerin kıymeti nedir? Kıymetşinas bir nazar gezmezse tablo ne işe yarar? Mürşidimin 23. Söz'deki benzetmesiyle izah edersem: Demirciler çarşısında kaldığı sürece antikanın kıymeti ne ki? Yahut da kalbi görür Âşık Veysel’e müracaat edeyim: “Güzelliğin on para etmez./Şu bendeki aşk olmasa.”
Deistler yalan söylüyor. Öğretmensiz okul olmaz. Rabb-i Hakîmimiz kainat mektebini talebesiyle bir bütün olarak yarattı. Yokluğumuz elbette o sanatı kıymetsiz etmeyecekti. Hâşâ. Arızîler böyle iddialarda bulunamaz. Fakat Allah bereketi böyle yarattı. Böyle murad etti. Böyle diledi. Birimizi diğerimizle bin kıldı. Varlıktan geçen her insan ona bir ayna tutuyor. Varlık da insan sayısınca aynalı bir koridordan geçiyor. Ve biz şimdi 'bir güzel sûretin kalplerimize dokunmasıyla' neler olabildiğini/olabileceğini biliyoruz. Hem ne menem bir yangın olduğunu yana yana görüyoruz. Kudretine bir başka açıdan şahitlik ediyoruz. Cehenneme de imanımız tazeleniyor cennete de. Duygulandığımız kadar renk katıyoruz ilgilendiğimiz her varlığa.
Arkadaşım ‘kalp aynası’ başka birşey. Gördüğünden de fazlasını yansıtıyor. Fakat dikkat et: Gördüğünü de tastamam yansıtamıyor. Mecnun'dan Leyla'yı dinlemek elbette Leyla'yı görmek gibi değildir. Ancak Leyla'yı görmek de Mecnun'dan dinlemek gibi değildir. Tasavvufun zevkinde gördüğü ama ilm-i kelamın sofrasında bulamadığı bal böyle birşey belki. (En doğrusunu Allah bilir.) Balın formülünü kimyacı her insandan daha iyi bilse de tadını bala dili değmişler anlar. Ne dil kimyacının bildiğini küçük görebilir, ne de kimyacı dilin tattığını. İyisi mi hepimiz "Bu yüzde yalan olmaz!" diyeceğimiz yüzü arayalım. Bir Abdullah b. Selam radyallahu anh nasihatidir bu. Çünkü ciltlerle kitabın yapamayacağı bilişi bazen ferasetli bir seziş yapar. Âmenna.
21 Mayıs 2016 Cumartesi
19 Mayıs 2016 Perşembe
Kalp, parçası kılarak bilir. Akıl, öteki kılarak anlar
Birşeyin parçamız haline gelmesi ona olan farkındalığımızı hem arttırıyor hem azaltıyor. Şüphesiz arttırıyor, çünkü o artık bir parçamız. Şüphesiz azaltıyor, çünkü o artık bir parçamız. Ne demek istiyorum? İzah edeyim: İnsanın iki türlü farkındalığı olduğunu düşünüyorum ben. Bu farkındalıklardan birisi 'o farkındalığı.' Yani, birşeyi ötekimiz kılarak, ona karşı meraklı bir 'dışarı farkındalığı' geliştirebiliyoruz. Bu, mesafeli bir farkındalık. Karşısındakinin tastamam farkında olamayacağının da farkında. Hakkındaki marifetinin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu düşünüyor.
Bu yüzden bilişinde ve bu bilişten geliştirdiği hükümlerde temkinli. Söylediğinin bütüne dair genel-geçer birşey olup olmayacağını sınamada daha titiz davranmak zorunda. Hem hep tetikte kalmalı. Çünkü bütün ona her an yeni birşey söyleyebilir. Yeni bir yüz gösterebilir. Yeni bir tepki sergileyebilir. Yeni bir parçasını daha öğretebilir. Bu yepyeni farkındalık sayesinde bütüne dair daha önce belirginleştirdiği hükümlerde değişmeler olabilir. 'O farkındalığı' böyle endişelerle yaşamaya mecburdur. Bu yüzden de yorucudur. Diri tutulması kolay değildir.
İkincisi 'ben farkındalığı.' Ben farkındalığı birşeyin parçamız haline gelmesiyle yaşadığımız farkındalıktır. Nasıl? İnsan, herhangi bir parçasının maruz kaldığı etkiyi, 'kendisinin uğradığı' veya 'kendisine uğramış' bir etki gibi hissetmez mi? Elimizi ateşe soktuğumuzda yalnız elimiz mi ateşe sokulmuş olur? Böylesi her etkileniş aslında bütünün etkilenişidir. Evet, belki etkiye doğrudan maruz kalan organ/parça kadar zarar görmez diğer parçalar. Fakat farkındalık olarak parçanın yaşadığını neredeyse yaşarlar. Ve bütünün bütünleyicisi ve sahibi olan ruh, bu parçaların maruz kaldığı her etkiye (nasıllığını bilemediğimiz bir şekilde) maruz kalır.
Bu iki farkındalık arasındaki en temel ayrım, kalp ve akıl düzleminde değişen etkilenişler üzerinden okunur. 'O farkındalığı' duygusal yönleri büsbütün reddedilmemekle birlikte aklî bir farkındalıktır. Bu farkındalıkta bilgiler akıl kanalıyla gelir. Merak edilen şey akıl ve duyular kanalıyla okunur. O elek kendisinden geçen bilgileri hem sınırlar hem dengeler. Birşeyi salt akılla okumaya çalışan, o şey hakkında daha çok bilgi sahibi gibi görünebilir. Ancak bala parmağını batıracak kalptir. Ve kalp, balı diline değdirebilmek için, aklın getirdiği bal formüllerine değil, o şeyi bir parçası kılmaya muhtaçtır. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar." Çünkü damdan düşmek damdan düşenin bir parçasıdır. Tecrübe, insanın parçası haline gelmiş bir bilme çeşididir.
Peki, bu farkındalığın yanetkileri yok mu? Var elbette. 'O farkındalığı'nın sahip olduğu temkin, yani farkında olduğunun öteki olduğunu biliş, o uyanıklık, 'ben farkındalığı'nda zamanla kaybolur. Birşey hakkında duygu düzeyinde yaşanan farkındalıklar, bir noktadan sonra onun parçamız olmadığı gerçeğini unuttururlar. Ben, buna en açık örneği, nişanlılık-evlilik dönemleri arasındaki ilişki durumu farklılığına dikkat çekerek verebiliyorum. Nişanlılık dönemi boyunca onun 'o' olduğunun farkında olan bireyler; ilgilerini de, meraklarını da bu 'o'ya göre korumayı biliyorlar.
Fakat ne zaman ki evlilik hasıl oluyor, bu 'o' farkındalığı yitiriliyor ve yerine bir 'ben farkındalığı' yerleşiyor. Bu bir açıdan güzel. Çünkü bir bütün oluyorlar. Eşlerden birisi ötekine yapılmış olanı kendisine yapılmış gibi hissedebiliyor. Fakat bir açıdan kötü. Çünkü insanlar karşılarındakinin de bir öteki olduğunu, bu nedenle ötekiye karşı sergilenmesi gereken dikkatin/temkinin ona karşı da sergilenmesi gerektiğini unutuyorlar.
İnsan kendisini daha kolay affeder. İnsan kendi öfkesini/ilgisizliğini daha kolay affeder. Fakat kendisine öfkelenilmesini/kendisine karşı gösterilen ilgisizliği o kadar kolay affetmez. Eşine karşı sergilediği öfkeyi/ilgisizliği 'kendisine kendisinin sergilediği bir öfke/ilgisizlik' gibi gören eş, muhatabında bunun yaptığı yıkımı farkedemiyor. Hatta çoğu zaman kendilerine yansıtılan bu türlü rahatsızlıkları 'rahat batması' olarak isimlendirebiliyorlar. (Çünkü kendilerinin rahatı yerinde.)
Ben bu farkındalıklardan birisini seçmeye sizi yönlendirecek değilim. Ama ikisi arasında bir dengeyi gözetmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta ebeveyn-çocuk ilişkisinde de bu böyle. Çocuğun ayrı bir birey olduğunu ve hissedişlerinin sizden başka olduğunu unuttuğunuzda, yani onu bir parçanız saydığınızda, kendinize yapılmasında sakınca görmediğiniz şeyleri ona yapabilirsiniz. Anneniz/babanız size vurmuşsa siz de ona vurabilirsiniz. "Ne olacak canım!" diyebilirsiniz.
Ancak bunun ondaki etkisini, sizin ruhunuz değil, onun ruhu belirler. Kırılganlıklar/alınganlıklar farklı olabilir. Üzerinizdeki esma tecellileri farklı renklerde olabilir. Allah onu sizden yaratmıştır, ama sizden başka birşey olarak yaratmıştır. Toprak öyle şeylere katlanır ki, ondan yaratılan insan katlanamaz. Fatır-ı Hakîm'in onda yarattığı fıtrat sizdekinin taklidi değil orijinaldir. 'O farkındalığı' bu orijinalliğin farkındadır, ama duygusal düzeyde zayıftır. 'Ben farkındalığı' duygusal düzeyde güçlüdür, ama bencilse karşısındakini kendinde yitirebilir. Bir ortayol/istikamet tutturmak gerek.
Bu yüzden bilişinde ve bu bilişten geliştirdiği hükümlerde temkinli. Söylediğinin bütüne dair genel-geçer birşey olup olmayacağını sınamada daha titiz davranmak zorunda. Hem hep tetikte kalmalı. Çünkü bütün ona her an yeni birşey söyleyebilir. Yeni bir yüz gösterebilir. Yeni bir tepki sergileyebilir. Yeni bir parçasını daha öğretebilir. Bu yepyeni farkındalık sayesinde bütüne dair daha önce belirginleştirdiği hükümlerde değişmeler olabilir. 'O farkındalığı' böyle endişelerle yaşamaya mecburdur. Bu yüzden de yorucudur. Diri tutulması kolay değildir.
İkincisi 'ben farkındalığı.' Ben farkındalığı birşeyin parçamız haline gelmesiyle yaşadığımız farkındalıktır. Nasıl? İnsan, herhangi bir parçasının maruz kaldığı etkiyi, 'kendisinin uğradığı' veya 'kendisine uğramış' bir etki gibi hissetmez mi? Elimizi ateşe soktuğumuzda yalnız elimiz mi ateşe sokulmuş olur? Böylesi her etkileniş aslında bütünün etkilenişidir. Evet, belki etkiye doğrudan maruz kalan organ/parça kadar zarar görmez diğer parçalar. Fakat farkındalık olarak parçanın yaşadığını neredeyse yaşarlar. Ve bütünün bütünleyicisi ve sahibi olan ruh, bu parçaların maruz kaldığı her etkiye (nasıllığını bilemediğimiz bir şekilde) maruz kalır.
Bu iki farkındalık arasındaki en temel ayrım, kalp ve akıl düzleminde değişen etkilenişler üzerinden okunur. 'O farkındalığı' duygusal yönleri büsbütün reddedilmemekle birlikte aklî bir farkındalıktır. Bu farkındalıkta bilgiler akıl kanalıyla gelir. Merak edilen şey akıl ve duyular kanalıyla okunur. O elek kendisinden geçen bilgileri hem sınırlar hem dengeler. Birşeyi salt akılla okumaya çalışan, o şey hakkında daha çok bilgi sahibi gibi görünebilir. Ancak bala parmağını batıracak kalptir. Ve kalp, balı diline değdirebilmek için, aklın getirdiği bal formüllerine değil, o şeyi bir parçası kılmaya muhtaçtır. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar." Çünkü damdan düşmek damdan düşenin bir parçasıdır. Tecrübe, insanın parçası haline gelmiş bir bilme çeşididir.
Peki, bu farkındalığın yanetkileri yok mu? Var elbette. 'O farkındalığı'nın sahip olduğu temkin, yani farkında olduğunun öteki olduğunu biliş, o uyanıklık, 'ben farkındalığı'nda zamanla kaybolur. Birşey hakkında duygu düzeyinde yaşanan farkındalıklar, bir noktadan sonra onun parçamız olmadığı gerçeğini unuttururlar. Ben, buna en açık örneği, nişanlılık-evlilik dönemleri arasındaki ilişki durumu farklılığına dikkat çekerek verebiliyorum. Nişanlılık dönemi boyunca onun 'o' olduğunun farkında olan bireyler; ilgilerini de, meraklarını da bu 'o'ya göre korumayı biliyorlar.
Fakat ne zaman ki evlilik hasıl oluyor, bu 'o' farkındalığı yitiriliyor ve yerine bir 'ben farkındalığı' yerleşiyor. Bu bir açıdan güzel. Çünkü bir bütün oluyorlar. Eşlerden birisi ötekine yapılmış olanı kendisine yapılmış gibi hissedebiliyor. Fakat bir açıdan kötü. Çünkü insanlar karşılarındakinin de bir öteki olduğunu, bu nedenle ötekiye karşı sergilenmesi gereken dikkatin/temkinin ona karşı da sergilenmesi gerektiğini unutuyorlar.
İnsan kendisini daha kolay affeder. İnsan kendi öfkesini/ilgisizliğini daha kolay affeder. Fakat kendisine öfkelenilmesini/kendisine karşı gösterilen ilgisizliği o kadar kolay affetmez. Eşine karşı sergilediği öfkeyi/ilgisizliği 'kendisine kendisinin sergilediği bir öfke/ilgisizlik' gibi gören eş, muhatabında bunun yaptığı yıkımı farkedemiyor. Hatta çoğu zaman kendilerine yansıtılan bu türlü rahatsızlıkları 'rahat batması' olarak isimlendirebiliyorlar. (Çünkü kendilerinin rahatı yerinde.)
Ben bu farkındalıklardan birisini seçmeye sizi yönlendirecek değilim. Ama ikisi arasında bir dengeyi gözetmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta ebeveyn-çocuk ilişkisinde de bu böyle. Çocuğun ayrı bir birey olduğunu ve hissedişlerinin sizden başka olduğunu unuttuğunuzda, yani onu bir parçanız saydığınızda, kendinize yapılmasında sakınca görmediğiniz şeyleri ona yapabilirsiniz. Anneniz/babanız size vurmuşsa siz de ona vurabilirsiniz. "Ne olacak canım!" diyebilirsiniz.
Ancak bunun ondaki etkisini, sizin ruhunuz değil, onun ruhu belirler. Kırılganlıklar/alınganlıklar farklı olabilir. Üzerinizdeki esma tecellileri farklı renklerde olabilir. Allah onu sizden yaratmıştır, ama sizden başka birşey olarak yaratmıştır. Toprak öyle şeylere katlanır ki, ondan yaratılan insan katlanamaz. Fatır-ı Hakîm'in onda yarattığı fıtrat sizdekinin taklidi değil orijinaldir. 'O farkındalığı' bu orijinalliğin farkındadır, ama duygusal düzeyde zayıftır. 'Ben farkındalığı' duygusal düzeyde güçlüdür, ama bencilse karşısındakini kendinde yitirebilir. Bir ortayol/istikamet tutturmak gerek.
18 Mayıs 2016 Çarşamba
Özlemek de sonsuzluğun delilidir
Bence özlemek de sonsuzluğun delilidir. Varolmayan can acıtamaz. Gidenler bu yüzden canımızı acıtır. Yokolsalardı canımız yanmazdı. Yokun acısı da yoktur çünkü... 'Gitmek' ile 'yokolmak' arasında farklar var. Kanaatimce yokolmak, bıraktığın izlerle birlikte yokolmaktır. Hiç varolmamış gibi olmaktır. Onun dışında 'yokolmak' olarak andığımız herşey aslında sadece 'gitmek'tir. (Mutlak bir yokoluştan ziyade 'bir yanıyla/yönüyle yokoluş' denmeli ona. Belki yalnız 'azalmak' denmeli.) Yani diyebilirim ki: Bir kere varolan birşey asla tam anlamıyla yokolmaz. Bıraktığı izlerle varlığı devam eder. Suya atılan taşın, tam da atıldığı yerde varlığı son bulmuş olsa da, suda yaptığı artış ve oluşturduğu dalga ile varlığı devamlıdır. Demek varlığı yokolmamış, ancak başka şekle girmiştir.
Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.
Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.
O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.
Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."
Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.
Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.
O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.
Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."
17 Mayıs 2016 Salı
Düşmeler düşmanın değil...
Birşeyin kırılgan olması onun zaafı değildir belki. Başka birşey olmaya temayülüdür. Dönüşme potansiyeliyle yaratılanların aynı zamanda etkiye de açık varolmalarından daha doğal ne olabilir? Ki zaten bu etkilenişler sayesinde dönüşecekler... Eğer bakır, demirden daha esnek ve etkiye açık olmasaydı, demirin kullanılamadığı çoğu yerde kullanılabilir miydi? Zayıflığıydı onu hünerli kılan. Gücüydü aslında güçsüzlüğü. İnsan da biraz böyle. Mürşidimin tabiriyle 'aczi ve fakrı en makbul bir şefaatçi...' Kalbi ve aklı sayesinde daha etkilenir kılınmış. Bu etkilenme potansiyeliyle merak ediyor herşeyi. Bu etkilenmeler sayesinde bilebiliyor pekçok şeyi.
Bilginin bir yanı güç ise diğer yanı zaaftır. Bilgi sayesinde başka şeyleri etkileyebilir olanlar, yine bizzat aynı bilişler yüzünden etkilenmiş de oluyorlar. Dikkat et. Neye sahip oluyorsak ondan etkilenmeyi bedel olarak ödüyoruz. O şey bizim dünyamızda bir 'şey' haline geldiğinde ister istemez bizi de etkilemiş/değiştirmiş oluyor.
Kadın, anneliği bildiğinde, anne kalbinin ilgisini/alınganlığını yüklenmek zorunda. İnsan, âşık olduğunda, yine yüklenmesi gereken bir ilgi ve alınganlık bedeli var. Hayatımızda bizi bambaşka kılmış olan herşeyle bir yanımızla memnun, bir yanımızla küskün bir ilişki kurmamızın sebebi de bu sanırım. Evet, o bize pekçok şey öğretti. Evet, daha önce hissetmediğimiz pekçok şeyi ilk onunla hissettik. Evet, pekçok tohumumuz o rüzgârın kalbimize değmesiyle gövdeden koptu, toprağa saçıldı ve açıldı. O olmasa bu da olmayacaktı. Hepsine evet... Ama evet, aynı zamanda, daha öncesinde sahip olmadığımız yaralara da sahip olduk onlar sayesinde. Lezzetini tattığımız herşeyin zevalinden korktuk.
İnsanın ahsen-i takvimde yaratıldığını bildiren vahyin, bu bilginin hemen ardından, esfel-i safilîn riskini de zikretmesi ne kadar manidar. Demek 'en güzel potansiyelin' bedeli bu. Ne kadar berrak bir ayna isen o kadar şeyi üzerinde yansıtacaksın. Bu yansıtış seni farklı farklı hallere mazhar edecek. Tanışacaksın. Sarsılacaksın. Sarsacaksın. Sınırlının sonsuzun karşısındaki telaşı budur. Aynanın boyu kalbin kadar. Yansıtacaklarının sayısı ise sonsuz. O yüzden sürekli çalışıyor, değişiyor, başkalaşıyorsun. Bir gün öyle, bir gün böyle oluyorsun. Dünya dört mevsim yaşıyor bir yılda. Sen bir günde bin mevsim yaşıyorsun. Ne tastamam mutlu, ne tastamam kederli kalabiliyorsun. Bir ağlıyorsun, bir gülüyorsun.
Çabuk kırılıyorsun. Çünkü yuvasından uçmaya hazır bekleyen tohumların var. O tohumlar, sana benzer, ama senden başka şeyler olacaklar. Cennete kendiliklerinden yeni yeni cennetler katacaklar. Tohumlukta hüner gövdeye sıkıca tutunmak değildir. Sarsılmazlık değildir. Kırılmazlık değildir. Yere düşünce değişmezlik değildir. Başka birşey olmaya yatkın yaratılmanın bedeli nedir? Sık sık cennetlerimizden dünyaya/toprağa düşmek; becerebilirsek, tekrar büyüyüp/yeşerip cennetlerimize çıkabilmektir. O yüzden, düşmelerine darılma arkadaşım. Düşmeler düşmanın değil. Kalkamadığın zamanlarda kendine kız. Esfel-i safilîne indirmek seni orada kalmaya mahkûm etmek için değildi. Yeşerip ahsen-i takvime yükseldiğini görmek içindi. Her ekin sahibi tohumundan bunu ister. Allah da sende bunu murad etti.
Bilginin bir yanı güç ise diğer yanı zaaftır. Bilgi sayesinde başka şeyleri etkileyebilir olanlar, yine bizzat aynı bilişler yüzünden etkilenmiş de oluyorlar. Dikkat et. Neye sahip oluyorsak ondan etkilenmeyi bedel olarak ödüyoruz. O şey bizim dünyamızda bir 'şey' haline geldiğinde ister istemez bizi de etkilemiş/değiştirmiş oluyor.
Kadın, anneliği bildiğinde, anne kalbinin ilgisini/alınganlığını yüklenmek zorunda. İnsan, âşık olduğunda, yine yüklenmesi gereken bir ilgi ve alınganlık bedeli var. Hayatımızda bizi bambaşka kılmış olan herşeyle bir yanımızla memnun, bir yanımızla küskün bir ilişki kurmamızın sebebi de bu sanırım. Evet, o bize pekçok şey öğretti. Evet, daha önce hissetmediğimiz pekçok şeyi ilk onunla hissettik. Evet, pekçok tohumumuz o rüzgârın kalbimize değmesiyle gövdeden koptu, toprağa saçıldı ve açıldı. O olmasa bu da olmayacaktı. Hepsine evet... Ama evet, aynı zamanda, daha öncesinde sahip olmadığımız yaralara da sahip olduk onlar sayesinde. Lezzetini tattığımız herşeyin zevalinden korktuk.
İnsanın ahsen-i takvimde yaratıldığını bildiren vahyin, bu bilginin hemen ardından, esfel-i safilîn riskini de zikretmesi ne kadar manidar. Demek 'en güzel potansiyelin' bedeli bu. Ne kadar berrak bir ayna isen o kadar şeyi üzerinde yansıtacaksın. Bu yansıtış seni farklı farklı hallere mazhar edecek. Tanışacaksın. Sarsılacaksın. Sarsacaksın. Sınırlının sonsuzun karşısındaki telaşı budur. Aynanın boyu kalbin kadar. Yansıtacaklarının sayısı ise sonsuz. O yüzden sürekli çalışıyor, değişiyor, başkalaşıyorsun. Bir gün öyle, bir gün böyle oluyorsun. Dünya dört mevsim yaşıyor bir yılda. Sen bir günde bin mevsim yaşıyorsun. Ne tastamam mutlu, ne tastamam kederli kalabiliyorsun. Bir ağlıyorsun, bir gülüyorsun.
Çabuk kırılıyorsun. Çünkü yuvasından uçmaya hazır bekleyen tohumların var. O tohumlar, sana benzer, ama senden başka şeyler olacaklar. Cennete kendiliklerinden yeni yeni cennetler katacaklar. Tohumlukta hüner gövdeye sıkıca tutunmak değildir. Sarsılmazlık değildir. Kırılmazlık değildir. Yere düşünce değişmezlik değildir. Başka birşey olmaya yatkın yaratılmanın bedeli nedir? Sık sık cennetlerimizden dünyaya/toprağa düşmek; becerebilirsek, tekrar büyüyüp/yeşerip cennetlerimize çıkabilmektir. O yüzden, düşmelerine darılma arkadaşım. Düşmeler düşmanın değil. Kalkamadığın zamanlarda kendine kız. Esfel-i safilîne indirmek seni orada kalmaya mahkûm etmek için değildi. Yeşerip ahsen-i takvime yükseldiğini görmek içindi. Her ekin sahibi tohumundan bunu ister. Allah da sende bunu murad etti.
16 Mayıs 2016 Pazartesi
Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir
Dışarıdan bakınca şöyle görünüyor: Eskiden daha güçlüydüm. Şimdi daha zayıfım. Dünyayı avuçlarımda tutma isteğim azaldı. Üzerine kavga etmek arzumu kaybettim. Eskiden üstüne düştüğüm şeylerin şimdi ancak yanından geçiyorum. Bu, dışarıdan bakılınca, hakikaten zayıflıktır. Ve muhtemelen beni hayatta başarısız kılacak. Ama, diğer anlamda, güçlendim. Dünyaya karşı duyulan bir ilgisizliğin, üzerine boğuşmakla elde edilecek her kuvvetten güçlü olduğunu gördüm. Önemsememek karizmatiktir. Birşeyi önemsememek, sizi önemseyen herkesten daha avantajlı hale getirir. Çünkü kaybetmezsiniz. Yarışmadığınız için yenilmezsiniz. Rakibi olan endişe eder. Geçilmekten korkan koşar. Siz etmezsiniz. Siz koşmazsınız. Eğer bu ilgisizlik bir tasannu değilse.
Züht, bu anlamda ehl-i zühtün omzunda bir yük değil, rahatlığıdır. Dünyanın kendisine en çok kollarını açtığı dönemlerde bile zahit, onunla hemhal olmaktan çekinir. Çünkü hemhal olmanın bir bedel ile mümkün olduğunu bilir. Bu bedel, üzerine/üzerinde didindiğinin omzunda ağırlaşmasıdır. Kalp tanıştığını arkasında bırakamaz. Hakkında uğraştığını 'an'da bitiremez. Sevdiğini terkedemez. Sevmek, bir açıdan ruha çizik atmaktır. Ruh, zamanın eskitemediğidir. Allah, insana bir hafıza bağışlamakla farkındalığını zamana da yaymıştır. Bu yayılıştan akıl doğmuştur. Akıl her duygunun sonsuzlukla çarpımıdır. Çünkü zamana yayılmış bir farkındalığın kıyaslayacağı/kıyaslanacağı şeylerin sayısı da an'lar kadar fazladır. Hafızamız sayesinde ve de yüzünden biz hiçbir şeyi arkamızda bırakamayız. Eğer bıraktıysak, o bizim için 'şey' bile olmamıştır. Peki, birşey insan için nasıl şey olur?
İşte ben bunun da duygularla ilgili birşey olduğunu düşünüyorum. Duygular, dışarından gelen bilginin/etkinin bizi değiştirirken çıkardığı sesler gibidir. Ben, yola başladığım Ahmed'den daha başka bir Ahmed olarak bitireceksem hayatı, işte bu 'başka bir Ahmed oluş' duygularla oluyor. Ahmed denilen şeyin değiştiğini, dünyanın testeresinin üzerimde işlediğini, çıkan duygu sesleriyle anlıyorum. Ya iyileşiyorum yahut da kötüleşiyorum. Meselenin hormonal düzeyi ancak bedenin bu değişime ettiği eşliktir. Asıl mesele maddî mesajın manevî dünyamda yaptığı etkiye şahitliğimdir. Ki bu şahitlik hissederek oluyor.
Kalbim kırılıyor, kalbim ısınıyor. Gülüyorum veya küsüyorum. Kızıyorum veya seviniyorum. Bütün bu etkiler Ahmed'in cisimden ibaret olmayan dünyasının değiştiğini haber veriyor bana. Üzüldüğümde Ahmed'i yanlış bir yere sürüklediğimi farkediyorum. Sevindiğimde Ahmed'in doğru yolda olduğunu anlıyorum. Tıpkı elimi ateşe uzatmanın yıkıcı birşey olduğunu yakıcılığın acısıyla hissetmem gibi. Bundan kaçınmam için bunu hissetmem gerekir. Burada hissetmezsem cehennemde bu hissetmeyişi kaza ederler.
Nihayetinde cennete layık bir olgunluğa erişmek için yetişmeye gelmişim Rabb-i Rahim'in medresesine... Ben dünyanın omuzlarına basıyorum. Adımlarımı sabitlemeye çalıştıkça dünya da benim omuzlarıma basıyor. İki türlü de etkileyebilir beni. Nasıl etkileneceğim imtihan gereği bana bırakılmış. Ya güzel görüp güzel düşüneceğim yahut da çirkin görüp çirkin düşüneceğim. Dünya için boğuşmak beni an'larda görünene mahkûm ediyor. Ondan kaçınmak dışarıdan seyretmemi sağlıyor. Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir. Yeterince yakından bakınca her yüzde bir pürüz var. Demek ki, zahit, pürüzlerin riskini almaktan kaçandır.
Züht, bu anlamda ehl-i zühtün omzunda bir yük değil, rahatlığıdır. Dünyanın kendisine en çok kollarını açtığı dönemlerde bile zahit, onunla hemhal olmaktan çekinir. Çünkü hemhal olmanın bir bedel ile mümkün olduğunu bilir. Bu bedel, üzerine/üzerinde didindiğinin omzunda ağırlaşmasıdır. Kalp tanıştığını arkasında bırakamaz. Hakkında uğraştığını 'an'da bitiremez. Sevdiğini terkedemez. Sevmek, bir açıdan ruha çizik atmaktır. Ruh, zamanın eskitemediğidir. Allah, insana bir hafıza bağışlamakla farkındalığını zamana da yaymıştır. Bu yayılıştan akıl doğmuştur. Akıl her duygunun sonsuzlukla çarpımıdır. Çünkü zamana yayılmış bir farkındalığın kıyaslayacağı/kıyaslanacağı şeylerin sayısı da an'lar kadar fazladır. Hafızamız sayesinde ve de yüzünden biz hiçbir şeyi arkamızda bırakamayız. Eğer bıraktıysak, o bizim için 'şey' bile olmamıştır. Peki, birşey insan için nasıl şey olur?
İşte ben bunun da duygularla ilgili birşey olduğunu düşünüyorum. Duygular, dışarından gelen bilginin/etkinin bizi değiştirirken çıkardığı sesler gibidir. Ben, yola başladığım Ahmed'den daha başka bir Ahmed olarak bitireceksem hayatı, işte bu 'başka bir Ahmed oluş' duygularla oluyor. Ahmed denilen şeyin değiştiğini, dünyanın testeresinin üzerimde işlediğini, çıkan duygu sesleriyle anlıyorum. Ya iyileşiyorum yahut da kötüleşiyorum. Meselenin hormonal düzeyi ancak bedenin bu değişime ettiği eşliktir. Asıl mesele maddî mesajın manevî dünyamda yaptığı etkiye şahitliğimdir. Ki bu şahitlik hissederek oluyor.
Kalbim kırılıyor, kalbim ısınıyor. Gülüyorum veya küsüyorum. Kızıyorum veya seviniyorum. Bütün bu etkiler Ahmed'in cisimden ibaret olmayan dünyasının değiştiğini haber veriyor bana. Üzüldüğümde Ahmed'i yanlış bir yere sürüklediğimi farkediyorum. Sevindiğimde Ahmed'in doğru yolda olduğunu anlıyorum. Tıpkı elimi ateşe uzatmanın yıkıcı birşey olduğunu yakıcılığın acısıyla hissetmem gibi. Bundan kaçınmam için bunu hissetmem gerekir. Burada hissetmezsem cehennemde bu hissetmeyişi kaza ederler.
Nihayetinde cennete layık bir olgunluğa erişmek için yetişmeye gelmişim Rabb-i Rahim'in medresesine... Ben dünyanın omuzlarına basıyorum. Adımlarımı sabitlemeye çalıştıkça dünya da benim omuzlarıma basıyor. İki türlü de etkileyebilir beni. Nasıl etkileneceğim imtihan gereği bana bırakılmış. Ya güzel görüp güzel düşüneceğim yahut da çirkin görüp çirkin düşüneceğim. Dünya için boğuşmak beni an'larda görünene mahkûm ediyor. Ondan kaçınmak dışarıdan seyretmemi sağlıyor. Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir. Yeterince yakından bakınca her yüzde bir pürüz var. Demek ki, zahit, pürüzlerin riskini almaktan kaçandır.
13 Mayıs 2016 Cuma
Peygamber neden tevbe eder?
Haddimizi bilmek lazım. Şeriatın hikmetini bildiğimiz kadarından hareketle bilmediğimiz kısmına emniyet ederiz. Öğrenmeyi bırakmayız, ama hiç geçmeyen cahilliğimizi de bir kenara bırakamayız. Bu da bir nevi tevekküldür. Kur'an'da defaatle Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (ve onun üzerinden hepimize) emredilen 'tevekkül'ün sadece 'para kazanmakla' veya 'rızkın boğazdan geçen kısmıyla' ilgili olduğunu düşünmek hata olur. Tevekkül, melek kardeşlerimizin öğrettiği en kısa tanımıyla, kendi sınırlarımızdan Alîm ve Hakîm olan Allah'ın ilmine ve tasarrufuna kaçmaktır. Bir avukata veya başka bir ehl-i ihtisasa vekalet verdiğinde yaptığın şey; kendi cehaletinden, onun uzmanlık alanındaki 'etkin bilgisine' ve 'yetkin tasarrufuna' sığınmaktır.
İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.
Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.
Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.
Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.
Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.
Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."
İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.
Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.
Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.
Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.
Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.
Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."
12 Mayıs 2016 Perşembe
Yıkım yalnız bir eylemdir
“Bu âyetin Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei bu nizamdır.” İşaratü’l-İ’caz’dan.
Arkadaşım şimdi diyeceğimi de “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla tefekkürünün avuçlarında tut isterim. Bana öyle geliyor ki: Zulüm varedemeyenin yıkarak-yokederek yaratıcılık taslamasıdır. Yani varedişte bir yalancılıktır. Kalpazanlıktır. Dolandırıcılıktır. Nasıl? Çünkü yoketmek de tıpkı varetmek gibi bir yanıyla eylemseldir. (Zâhiren) Fiiler sonucu gerçekleşir. (Yeni zâhiren) Seçimler sonucu oluşur. Varedenin vücudî ‘ol’durmalarla bunu gerçekleştirmesi yokedeni de ademî ‘son’landırmaları hakkında heyecanlandırır: “Belki yeterince boyarsam bu eşek de at diye satılır ha?” Bile isteye bir aldanıştır bu aslında. Acizlikten beslenen bir 'mış gibi' kandırmacasıdır. Nemrud’un İbrahim aleyhisselama öldürdüğü/bağışladığı kişiler üzerinden yaptığı demagojidir. Öyle ya: Her eylemi 'varoluş' olarak eşitledikten sonra yıkmanın yapmak kadar varlıksal olmadığını kim söyleyebilir?
İşte, elhamdülillah, zamanın müfessirliği burada devreye giriyor arkadaşım. Hakikat her eylemin vücudî olmadığını zamana yayılmış sonuçlarıyla söyler. Akıbeti üzerinden cevaplar. Vücudî olanın akıbeti de vücuddur. Ademî olanın ahiriyse ademdir. Varlığa adanan varlığa gider. Yokluğa adanan yokluğu bulur. Zaman seçimlerin turnusoludur. Yıkmanın yapmakla bir türden olmadığı böylece anlaşılır. Neden? ‘Eylemsel varoluşlar’ın ömrü ‘varlıksal eylemler’den kısadır çünkü. Yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Fakat ‘an'da iş böyle olmaz. An nefisperestleri aldatır. Yatsıya kadar yalanın da bir sınanmamış bir vücudîliği vardır. Aceleciler bu tuzağa düşer. Kalp/sahte varlığa aldanır. Hatırlarsın. Mürşidimin verdiği misallerden birisidir: Görmeyi aceleyle arzulayan için kirpiğinin takavvus etmiş beyaz kılı dahi hilal olabilir. Onu kandırabilir. O da onunla kandırabilir. Gözlem kuram yüklüdür. Nihayetinde 'neyi aradığınız' ile 'neyi bulduğunuz' birbirini etkilemez evrenler değiller. 'Aramak' ve 'bulmak' arasında her zaman etkileşim var. Niyetin-nazarın amellere etkisi de bu anlamda bir ihtar sayılmaz mı?
Anı yaşamanın bir ‘ahirzaman mottosu’ haline gelişi altını çizmeye çalıştıklarımdan uzağa düşmüyor arkadaşım. İnan bana. Sarhoşluğun en basit formülüdür bu: Anda boğulmak. Aldanmak istiyorsanız anlarda boğulmaya ihtiyacınız var. Mustafa Özel Hoca’nın Roman Diliyle İktisat’ta dediği gibi: “İnsan kaybetmek için oynar. Kaybetmek istediğiyse para değil kendisidir.” Peki anlar nasıl bir sarhoşluk yaşatır bize? Belki biraz şöyle: Anlarda eylemlerle varolabilirsiniz. Sonuçlarını önemsemezsiniz. Sonuçlar sonraki iştir çünkü. Anlarda cümle eylemler 'varedişmiş gibi' görünebilir. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in de buyrulduğu gibi: "Akıbet takva sahiplerinindir." Eğer anı aşan tefekkürlere sahip olursanız, o zaman, her eylemenin varlıkla sonuçlanmadığını görürsünüz. Nihayeti size hakikati söyler: "Zeval-i lezzet elemdir!" Çünkü tatmak varetmek değildir. Vuslat sahip olmak değildir. Ulaşmak kalmak değildir. Bediüzzaman'ın da eserlerinde belki en çok dikkatimizi çektiği durumdur:
"Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz."
Başta bir parça zikrettim. Bence bu ayrım en çok İbrahim aleyhisselam ile Nemrut arasındaki diyalogda göze çarpıyor. Kısa bir mealini alıntılayayım: "Allah kendisine mülk verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Hayat veren ve öldüren benim’ demişti. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi, sen de onu batıdan getir’ dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez..." Öyle ya: Hayat denilen mucize, Nemrut'un, anlık seçimlerle birisini öldürmesi veya sağ bırakmasından ibaret değildir ki! O çok daha karmaşıktır. Can anlardan aşkın birşeydir. İbrahim aleyhisselamın muhteşem cevabı bize bu dersi verir.
Hayat güneşin doğmasına-batmasına da bağlıdır. Dünyanın dönmesine-gitmesine de bağlıdır. Kainatın eksiksiz bir biçimde, tıpkı bugünkü gibi, varoluşuna da bağlıdır. Ve hatta günümüz fizikçileri öyle sabitelerden bahsetmektedirler ki, onlar herşeyin başında tam o şekilde olmasa, hayat da şimdide varolamayacaktır. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir!” cümleleri de bizi bu hakikati görmeye davet eder. Elhamdülillah. Evet. Demem o ki arkadaşım: Varın varolması ‘yalnız başına olmamasına’ bağlıdır. Yalnız başına varolan aslında yoktur. Yıkım yalnızdır. Kopuk bir eylemdir. "İman bir intisabdır." Yalnız başına varolan eylemdir. Bir fiiler bütünü olarak varolan ancak varlıktır.
Arkadaşım, Nemrut'un eylemselliğini varlıksallık sanmasına, İbrahim aleyhisselam ‘eylemlerin ancak birer andan ibaret olduğuna’ işaret ederek cevap verdi. Böylece bize de şunu gösterdi: Hayat, tek bir fiilin değil, başlangıçtan bugüne düzenli bir sistemin varlığıdır. Ancak sistemin bütününü yaratan tarafından yaratılabilir. Bir elma için bir kainat gerekir. Bir sinek için bir güneş gerekir. Demek bir damlacık hayat için dahi tevhid gereklidir. Nemrut’un zulmü hayat olamaz. Çünkü varlık olamaz. O üzerine hiç yakışmayan bir ilahlık rolü taslamaktadır.
Peki zulüm nereden çıkıyor? Zayıf olan, zayıflığıyla yüzleşmekten teberri ettiğinde, eylemselliği seçiyor arkadaşım: "Birşeyin vücudu bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüz'ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor. Müsbet yerine menfice hareket ediyor." Bak sen şu işe: Aczinin şuurunda olmanın böylesi bir faydası da var demek ki. Menfice eylemsel olmak yerine müsbetçe varlıksal olmayı seçiyorsun. Adem yerine vücuda adanıyorsun. Anların sahibi olmaktansa zamanın parçası oluveriyorsun. Göstermeye çalıştığın bir iktidar yok çünkü. Hilkatin sende olmadığının farkındasın. Sen sadece parçasın. Ne diyerek bitireyim arkadaşım? En iyisi şu galiba: Cenab-ı Hak bize parçalığımızı unutturmasın. Âmin.
Arkadaşım şimdi diyeceğimi de “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla tefekkürünün avuçlarında tut isterim. Bana öyle geliyor ki: Zulüm varedemeyenin yıkarak-yokederek yaratıcılık taslamasıdır. Yani varedişte bir yalancılıktır. Kalpazanlıktır. Dolandırıcılıktır. Nasıl? Çünkü yoketmek de tıpkı varetmek gibi bir yanıyla eylemseldir. (Zâhiren) Fiiler sonucu gerçekleşir. (Yeni zâhiren) Seçimler sonucu oluşur. Varedenin vücudî ‘ol’durmalarla bunu gerçekleştirmesi yokedeni de ademî ‘son’landırmaları hakkında heyecanlandırır: “Belki yeterince boyarsam bu eşek de at diye satılır ha?” Bile isteye bir aldanıştır bu aslında. Acizlikten beslenen bir 'mış gibi' kandırmacasıdır. Nemrud’un İbrahim aleyhisselama öldürdüğü/bağışladığı kişiler üzerinden yaptığı demagojidir. Öyle ya: Her eylemi 'varoluş' olarak eşitledikten sonra yıkmanın yapmak kadar varlıksal olmadığını kim söyleyebilir?
İşte, elhamdülillah, zamanın müfessirliği burada devreye giriyor arkadaşım. Hakikat her eylemin vücudî olmadığını zamana yayılmış sonuçlarıyla söyler. Akıbeti üzerinden cevaplar. Vücudî olanın akıbeti de vücuddur. Ademî olanın ahiriyse ademdir. Varlığa adanan varlığa gider. Yokluğa adanan yokluğu bulur. Zaman seçimlerin turnusoludur. Yıkmanın yapmakla bir türden olmadığı böylece anlaşılır. Neden? ‘Eylemsel varoluşlar’ın ömrü ‘varlıksal eylemler’den kısadır çünkü. Yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Fakat ‘an'da iş böyle olmaz. An nefisperestleri aldatır. Yatsıya kadar yalanın da bir sınanmamış bir vücudîliği vardır. Aceleciler bu tuzağa düşer. Kalp/sahte varlığa aldanır. Hatırlarsın. Mürşidimin verdiği misallerden birisidir: Görmeyi aceleyle arzulayan için kirpiğinin takavvus etmiş beyaz kılı dahi hilal olabilir. Onu kandırabilir. O da onunla kandırabilir. Gözlem kuram yüklüdür. Nihayetinde 'neyi aradığınız' ile 'neyi bulduğunuz' birbirini etkilemez evrenler değiller. 'Aramak' ve 'bulmak' arasında her zaman etkileşim var. Niyetin-nazarın amellere etkisi de bu anlamda bir ihtar sayılmaz mı?
Anı yaşamanın bir ‘ahirzaman mottosu’ haline gelişi altını çizmeye çalıştıklarımdan uzağa düşmüyor arkadaşım. İnan bana. Sarhoşluğun en basit formülüdür bu: Anda boğulmak. Aldanmak istiyorsanız anlarda boğulmaya ihtiyacınız var. Mustafa Özel Hoca’nın Roman Diliyle İktisat’ta dediği gibi: “İnsan kaybetmek için oynar. Kaybetmek istediğiyse para değil kendisidir.” Peki anlar nasıl bir sarhoşluk yaşatır bize? Belki biraz şöyle: Anlarda eylemlerle varolabilirsiniz. Sonuçlarını önemsemezsiniz. Sonuçlar sonraki iştir çünkü. Anlarda cümle eylemler 'varedişmiş gibi' görünebilir. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in de buyrulduğu gibi: "Akıbet takva sahiplerinindir." Eğer anı aşan tefekkürlere sahip olursanız, o zaman, her eylemenin varlıkla sonuçlanmadığını görürsünüz. Nihayeti size hakikati söyler: "Zeval-i lezzet elemdir!" Çünkü tatmak varetmek değildir. Vuslat sahip olmak değildir. Ulaşmak kalmak değildir. Bediüzzaman'ın da eserlerinde belki en çok dikkatimizi çektiği durumdur:
"Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz."
Başta bir parça zikrettim. Bence bu ayrım en çok İbrahim aleyhisselam ile Nemrut arasındaki diyalogda göze çarpıyor. Kısa bir mealini alıntılayayım: "Allah kendisine mülk verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Hayat veren ve öldüren benim’ demişti. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi, sen de onu batıdan getir’ dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez..." Öyle ya: Hayat denilen mucize, Nemrut'un, anlık seçimlerle birisini öldürmesi veya sağ bırakmasından ibaret değildir ki! O çok daha karmaşıktır. Can anlardan aşkın birşeydir. İbrahim aleyhisselamın muhteşem cevabı bize bu dersi verir.
Hayat güneşin doğmasına-batmasına da bağlıdır. Dünyanın dönmesine-gitmesine de bağlıdır. Kainatın eksiksiz bir biçimde, tıpkı bugünkü gibi, varoluşuna da bağlıdır. Ve hatta günümüz fizikçileri öyle sabitelerden bahsetmektedirler ki, onlar herşeyin başında tam o şekilde olmasa, hayat da şimdide varolamayacaktır. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir!” cümleleri de bizi bu hakikati görmeye davet eder. Elhamdülillah. Evet. Demem o ki arkadaşım: Varın varolması ‘yalnız başına olmamasına’ bağlıdır. Yalnız başına varolan aslında yoktur. Yıkım yalnızdır. Kopuk bir eylemdir. "İman bir intisabdır." Yalnız başına varolan eylemdir. Bir fiiler bütünü olarak varolan ancak varlıktır.
Arkadaşım, Nemrut'un eylemselliğini varlıksallık sanmasına, İbrahim aleyhisselam ‘eylemlerin ancak birer andan ibaret olduğuna’ işaret ederek cevap verdi. Böylece bize de şunu gösterdi: Hayat, tek bir fiilin değil, başlangıçtan bugüne düzenli bir sistemin varlığıdır. Ancak sistemin bütününü yaratan tarafından yaratılabilir. Bir elma için bir kainat gerekir. Bir sinek için bir güneş gerekir. Demek bir damlacık hayat için dahi tevhid gereklidir. Nemrut’un zulmü hayat olamaz. Çünkü varlık olamaz. O üzerine hiç yakışmayan bir ilahlık rolü taslamaktadır.
Peki zulüm nereden çıkıyor? Zayıf olan, zayıflığıyla yüzleşmekten teberri ettiğinde, eylemselliği seçiyor arkadaşım: "Birşeyin vücudu bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüz'ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor. Müsbet yerine menfice hareket ediyor." Bak sen şu işe: Aczinin şuurunda olmanın böylesi bir faydası da var demek ki. Menfice eylemsel olmak yerine müsbetçe varlıksal olmayı seçiyorsun. Adem yerine vücuda adanıyorsun. Anların sahibi olmaktansa zamanın parçası oluveriyorsun. Göstermeye çalıştığın bir iktidar yok çünkü. Hilkatin sende olmadığının farkındasın. Sen sadece parçasın. Ne diyerek bitireyim arkadaşım? En iyisi şu galiba: Cenab-ı Hak bize parçalığımızı unutturmasın. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...