Yanlış biliyoruz. Yaşlanmak yıpranmak değildir belki de arkadaşım. Uzlaşmaktır. Uzaklaşmaktır. Resmin bütününe bakmaktır biraz daha. Evvelce canını yakan şeylere, bütünlükteki hikmetlerini farkederek, barış elini uzatmaktır. Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Sulhte hayır vardır.” Hayır sulhle görünür çünkü. Parçalar barışmadan bütün olamazlar. Öyle ya: Düşmanlarımızla da barıştığımız birgün gelir. Her fırsatta kavga ettiğiniz o çocukla gün gelir geçmişi gülerek yâdedersiniz. Yaşlılık, vaktiyle ciddiye aldıklarınızla alay ettiğiniz, alay ettiklerinizi de ciddiye aldığınız bir süreçtir sanki. Gözler geriledikçe parçaların arasındaki uyum daha sıkı kollanır. Uyuma uyanıldıkça da detaylarla uzlaşılır.
Çocukken çocukluğumun her parçasıyla barışık değildim arkadaşım. Hatta pek tatsız bölümleri olduğunu hatırlıyorum. Fakat uzaklaştıkça güzel bulmaya başladım. Uzaklaştıkça dert hüsünleşti. Çirkinlik giderek ‘dolayısıyla güzel’ oldu. Bu, bir kısmını unutmamla ilgili olduğu kadar, bütünde ifade ettiği anlamı kavrayışımla da ilgiliydi. Yazmak uzlaştırıyormuş. Gördüm bunu. Tecrübe ederek hem de. Şunu da söyleyebilirim: Çocuklar çocukluğun hiç geçmeyecek bir devir sanıyorlar. Ama büyükler bir parçadan ibaret olduğuna uyanıyorlar. Sabır da biraz bu uyanıştan doğuyor sanki. Yaşadıklarının parça olduğunu düşünen sabredebiliyor. Bütün olduğunu sanrılayansa onda boğuluyor.
‘Güzel için’ olması, mürşidimin ifadesiyle, 'neticesi itibariyle güzel’ olması çirkini de ister istemez güzellik kılar. Dahil olduğumuzun sıfatlarından biz de istifade ederiz. Manzaraya iltifat edildiğinde en yoz kayaların dahi ondan bir hissesi vardır. Kur’an’da Musa aleyhisselama "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diyen Hızır aleyhisselamın nazarımızı çevirdiği biraz da bu değil miydi? Bütünü sezemiyorsan parçaya nasıl sabredeceksin? Öyle ya: Birşeyin içyüzü anlamıdır aslında. Bütündeki yeridir. Özüdür. Arkadaşım buna da iyi kulak ver: İmanın en büyük 'bütünlük uyanışı’ olduğunu düşünüyorum ben bu eşikten bakınca. Yani en büyük resim imanla görülendir.
Tevhid herşeyi tek-bir manzaranın parçası kılar. O zaman hiçbirşey diğerinden kopuk olmuyor işte. Neye baksanız, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘mana-i harfî’ye mecbur oluyorsunuz. Hepsini yaratan aynı Allah olduğuna hiçbir varlık 'isim' olamaz. Yalnız kalamaz. Sırf kendisi için bakılamaz. Kısa bir mealiyle Kur’an’da buyrulduğu gibi yahut: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Sahi. Parça bütünden kopabileceğini mi sanır?
Arkada bırakmak yok. Zamansal bütünlüğün parçasıyız hepimiz. Şecere-i kainatın dallarıyız ya da kökleriyiz. Üzerimizde kardeşliğin izleri var. Aynılığın tavafı var. Evet. Kalbinizin sızısı yüzyıl geçse de sizinle. Tamam. Ama ne mutlu ki sizinle! Onun sayesinde bütüne dahil oldunuz. Aklınızdan çıkmayanlar ruhunuza işleyenlerdir. En unutulmaz bağlarınızdır. Nakış kıpırdandığında ilmeklerini hatırlar. Kilimiyle bağ kurar. Dertlerini böyle de tasavvur edebilirsin belki: Allah, bir bütünün parçası olduğunu sana onlarla öğretti. "Nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." cümlesini bir de böyle düşün derim arkadaşım. Nihayetinde gökyüzü de içimize çatlaklarımızdan sızıyor. Doğurduğu ışıksa, çatlaklarda tekrara düşmenin ne tehlikesi olabilir, vesselam.